KÜTÜPHANE |
LENIN
Viladimir İliç Lenin
Emperyalizm[1*]
Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Halkı Amaçlayan Bir Deneme
Ocak-Temmuz 1916'da yazıldı
İlk kez, 1917 yılında Parus yayınları arasında çıkmıştır.
[V. İ. Lenin'in L'Imperialisme, Stade Suprême du Capitalisme -Editions Sociales, Paris ve Editions du Progrès, Moscou 1962- adlı kitabından Cemal Süreyya tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir. Sol Yayınları, Haziran 1979, Yedinci Baskı.]
Ö N S Ö Z
OKURA sunduğum bu broşür, 1916 ilkyazında, Zürich'te yazılmıştı. Orada, içinde bulunduğum çalışma koşullarından ötürü, doğal olarak, Fransız ve İngiliz kaynaklarının bir kısmı ile büyük ölçüde Rus kaynaklarından yoksun durumdaydım. Bununla birlikte, emperyalizm üzerine İngilizce yazılmış başlıca yapıt olan J. A. Hobson'un kitabından, bence, gereken bütün dikkati göstererek yararlandım kanısındayım.
Bu broşür, çarlık sansürü hesaba katılarak yazılmıştı. Dolayısıyla, yalnızca teorik —özellikle iktisadi— bir tahlille yetinmek, çok gerekli birkaç siyasal gözlemi de, çarlığın, devrimcileri, kalemi her ele alışlarında "yasal" bir yapıt ortaya koymak zorunda bırakışından ötürü, imalarla, Esop'un(sayfa 7) o lânetli diliyle ve çok büyük ihtiyatla belirtmek zorunda kalmıştım.
Şimdi, şu özgürlükle dolu günlerde, çarlık sansürünün kaygılarıyla sakatlanmış, demir bir mengene içinde sıkılmış, bir komprime duruma getirilmiş bu satırları yeniden okumak bana zor geliyor. Emperyalizmin, sosyalist devrimin hemen arifesi olduğunu, sosyal-şovenizmin (sözde sosyalist, gerçekte şoven olmanın), sosyalizme karşı tam bir ihanet ve burjuvaziye tam bir kaçış olduğunu, işçi hareketindeki bu bölünmenin emperyalizmin nesnel koşullarıyla ilgili olduğunu vb. ortaya koymak için gerçekten bir "köle" dili kullanmam gerekmiş; bu konuya ilgi duyan okura, yeni bir baskısı yakında çıkacak olan, 1914-1917 arasında yurtdışında yazdığım makalelere başvurmasını salık veririm. Bu broşürde, özellikle 119-120'nci* sayfalarda, kapitalistlerin arsız yalanını, (ve Kautsky'nin çok tutarsız bir biçimde karşı çıktığı) onların safına katılmış olan sosyal-şovenlerin ilhaklar sorununda kendi kapitalistlerinin ilhaklarını utanmadan nasıl sakladıklarını, sansürden geçebilecek bir biçimde okura anlatabilmek için, Japonya örneğini vermek zorunda kalmıştım. Dikkatli okur, Japonya'nın yerine Rusya'yı, Kore'nin yerine Finlandiya'yı, Polonya'yı, Kurland'ı, Ukrayna'yı, Hiva'yı, Buhara'yı, Estonya'yı ve Büyük-Rus olmayanların oturduğu başka bölgeleri koymakta güçlük çekmeyecektir.
İnanıyorum ki, bu broşür, en önemli ekonomik sorunun, emperyalizmin ekonomik özünün kavranmasına yardım edecektir; bu incelenmedikçe, modern savaşı ve modern, siyaseti anlamak ve değerlendirmek olanaksızdır. (sayfa 8)
Petrograd, 26 Nisan 1917 YAZAR
FRANSIZCA VE ALMANCA BASKILARA Ö N S Ö Z [2*]
Bu kitap, Rusça baskının önsözünde de belirtildiği gibi, 1916'da, çarlık sansürü hesaba katılarak yazılmıştır. Bütün metni, bugün yeniden yazma olanağım yoktur, zaten bu gereksiz de olacaktır, çünkü bu kitabın temel görevi, tartışılmaz bir burjuva istatistiğinden özetlenen verilere ve bütün ülkelerin burjuva bilginlerinin itiraflarına göre, 20, yüzyılın başında, Birinci Emperyalist Dünya Savaşından önce, uluslararası ilişkileri içinde dünya kapitalist ekonomisinin tüm tablosunu çizmekti ve bu görev bugün de geçerliğini korumaktadır.
Çarlık sansürü bakımından yasal olan bu kitap yardımıyla, "dünya demokrasisi"ne ilişkin sosyal-pasifist (sayfa 9) görüşlerin ve umutların kesin yanlışlığını açıklamak, sözgelimi çağdaş Amerika'da ya da Fransa'da hemen hemen bütün komünistlerin son tutuklanmalarından sonra, komünistler için var olan yasallığın bu cılız kalıntılarından da yararlanma olanağına —ve gerekliliğine— kendilerini inandırmak, konusunda, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki birçok komünist için bir dereceye kadar yararlı da olacaktır. Sansür edilmiş bu kitap için en gerekli eklere gelince, onları da bu önsözde vermeye çalışacağım.
II
Bu kitapta, 1914-1918 savaşının, iki taraf için de emperyalist bir savaş (yani bir fetih, yağma, talan savaşı), dünyanın paylaşılması, sömürgelerin, mali-sermayenin (finans-kapitalin) "nüfuz bölgeleri"nin bölüşülmesi ve yeniden bölüşülmesi için çıkarılmış bir savaş olduğu tanıtlanmıştır.
Çünkü, bu savaşın gerçek toplumsal niteliğinin kanıtları, daha doğrusu gerçek sınıf niteliğinin kanıtları, kuşkusuz savaşın diplomatik tarihinde değil, tüm savaşan ülkelerdeki yönetici sınıfların nesnel durumunun tahlilindedir. Bu nesnel durumu göstermek için, soyut birtakım örnekler ya da verilerle değil (toplumsal yaşamın olayları son derece karmaşık olduğundan herhangi bir görüş desteklemek için istendiği kadar soyut örnek ya da veri gösterebilir), tüm savaşan güçlerin ve bütün dünyanın ekonomik yaşamının temellerine dayanan verileri birlikte ele alarak düşünmek gerekir.
1876-1914 yılları arasında dünyanın paylaşılması tablosunda (altıncı bölüm) ve 1890-1913 yilları arasında dünyadaki demiryollarının paylaşılması tablosunda (yedinci bölüm) verdiğim rakamlar, böyle birlikte alınmış, çürütülemez verilerdir. Demiryolları, kapitalist sanayiin bellibaşlı kollarının (kömür sanayiinin, metalurji sanayiinin) bilançosunu ve (sayfa 10) dünya ticaretindeki, burjuva demokratik uygarlığındaki gelişmenin bilançosunu ve en çarpıcı göstergesini meydana getirmektedir. Demiryollarının, büyük üretime, tekellere, sendikalara, kartellere, tröstlere, bankalara, mali-oligarşiye nasıl bağlandığı, bu kitabın ilk bölümlerinde gösterilmiştir. Demiryolu ağının eşit-olmayan bir biçimde dağılması, bu ağın eşit-olmayan bir biçimde gelişmesi, bize, çağdaş ve dünya ölçüsünde tekelci kapitalizmin bir bilançosunu vermektedir. Ve bu bilanço gösteriyor ki, üretim araçlarında özel mülkiyet düzeni var olduğu sürece, bu ekonomik temel üzerinde, einperyalist savaşlar, mutlak biçimde kaçınılmaz olacaktır.
Demiryolları yapımı, basit, doğal, demokratik, kültürel, uygarlaştırıcı bir girişim gibi görünür: bu, darkafalı küçük-burjuvaların gözlerine böyle göründüğü gibi, kapitalist köleliğin iğrençliğini maskelemeleri için cepleri doldurulan burjuva profesörlerinin gözlerine de böyle görünür. Aslında bu girişimleri binlerce noktadan üretim araçlarının özel mülkiyetine bağlayan kapitalist bağlar, demiryolu yapımını, (sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin) bir milyar insan için, yani dünya nüfusunun yarıdan fazlasını oluşturan bağımlı ülkelerdeki insanlar için, ve "uygarlaşmış" ülkelerde sermayenin ücretli köleleri için bir baskı aracı haline getirmiştir.
Küçük patronun emeği üzerine kurulu özel mülkiyet, serbest rekabet, demokrasi —kapitalistlerin ve ellerindeki basının, işçileri ve köylüleri aldatmak için kullandıkları bu sloganlar— geride kalmıştır. Kapitalizm, evrensel bir sömürgeci baskı sistemine, bir avuç "ileri" ülkenin, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu mali yönden boğduğu bir sisteme dönüşmüştür. Ve bu "ganimet", kendi ganimetlerini paylaşmak için kendi savaşlarına bütün dünyayı sürükleyen, tepeden tırnağa silahlı, en güçlü, iki ya da üç canavar (Amerika, İngiltere, Japonya) arasında paylaşılmıştır. (sayfa 11)
III
Monarşik Almanya tarafından dikte edilen Brest-Litovsk antlaşması, [3*] daha sonra, Birleşik Devletler ve Fransa gibi "demokratik" cumhuriyetler ile "özgür" İngiltere tarafından dikte edilen çok daha vahşi, çok daha iğrenç Versailles antlaşması, [4*] emperyalizmin kiralık kalem uşaklarını olduğu gibi, barışsever ve sosyalist olarak geçinmelerine karşın, "vilsonizm" [5*] şarkısını söyleyen ve emperyalizm altırda reformların ve barışın olanaklı olabileceğinde ısrar eden küçük-burjuva gericilerini de sergileyerek, insanlığa en yararlı hizmetlerden birini yapmıştır.
Ganimetten hangi mali grubun —İngilizlerin mi, Almanların mı— aslan payı alması gerektiğini belirlemek için çıkarılan savaştan artakalan yirmi-otuz milyon ceset ve sakat, ve sonra bu iki "barış antlaşması", burjuvazi tarafından aldatılmış, kandırılmış, ezilmiş, zulüm görmüş milyonlarca ve on milyonlarca insanın gözünü görülmemiş bir hızla açıyor. Savaşın doğurduğu evrensel yıkımın sonucu olarak, geçireceği serüvenler ne denli uzun ve yorucu olursa olsun, proletarya devriminden ve onun zaferinden başka bir biçimde sonuçlanamayacak olan devrimci bunalımın, dünya ölçüsünde büyümekte olduğu görülür.
Genel olarak savaşı değil de (savaşlar türlü türlüdür; bunların arasında devrimci savaşlar da vardır), 1914'te patlayan bu savaşı, 1912'de değerlendiren II. Enternasyonalin Bâle bildirisi, II. Enternasyonal kahramanlarının bütün ihanetini, bütün alçaltıcı iflasını belirten bir anıt olarak kalmıştır.
Bunun içindir ki, bu bildiri metnini, bu baskının ekleri arasına alıyorum, ve okurların dikkatini, bir daha, bir kez daha, II. Enternasyonal kahramanlarının, bildirinin bu yakın savaşın proletarya devrimiyle bağıntısını anlatan bölümlerinden, açıkça, kesin bir biçimde, bir hırsızın hırsızlık (sayfa 12) yaptığı yerden kaçışındakine eş bir dikkatle kaçtıkları gerçeğine çekiyorum.
IV
"En saygın teoriciler", II. Enternasyonalin yöneticileri (Avusturya'da Otto Bauer ve takımı; İngiltere'de Ramsay MacDonald ve başkaları; Fransa'da Albert Thomas vb., vb.) ve sosyalistler, reformistler, pasifistler, burjuva demokratlar, rahipler, yığını tarafından, dünyanın bütün ülkelerinde temsil edilmiş bulunan uluslararası ideolojik akımın, "kautskicilik"in eleştirisine, bu kitapta özel bir yer ayırdım.
Bu ideolojik akım, bir yandan, II. Enternasyonalin çürümesi ve kokuşmasının bir sonucudur, bir yandan da, bütün çevresiyle burjuva ve demokratik önyargılarının tutsağı olmuş küçük-burjuva ideolojisinin kaçınılmaz bir ürünüdür.
Kautsky ve benzerlerinde böylesi görüşler, marksizmin devrimci temellerinden açıkça vazgeçmeye kadar gitmektedir; oysa bu yazar, diğerleri arasında, özellikle (Bernstein'ın, Millerand'ın, Hyndman'ın, Gompers'in vb.) sosyalist oportünizmine karşı savaşta, bir on yıl, marksizmi savunmuştu. Bu yüzden, bugün, bütün dünyada, "kautskici"lerin, pratikte ve siyasette, (II. Enternasyonalin ya da sarı Enternasyonalin aracılığıyla [6*]) aşırı oportünistlerle, ve (burjuva koalisyon hükümetlerine sosyalistlerin de katılmasıyla) burjuva hükümetleriyle birleşmeleri, yalnızca bir raslantı değildir.
Genel olarak devrimci proletarya hareketi, özel olarak da komünist hareket, bütün dünyaya yayılan bu iki hareket, "kautskicilik"in teorik hatalarını tahlil edip ortaya koymadan edemez. Hele, hiçbir zaman marksizmi önermeyen, ama tıpkı Kautsky ve takımı gibi emperyalizmin çelişkilerindeki derinliği ve meydana gelmesine neden olduğu devrimci bunalımın kaçınılmaz niteliğini örtmeye çalışan pasifizm (sayfa 13) ve "demokratizm" akımlarının dünyanın her yanında hâlâ çok yaygın olması bu durumu daha da geçerli kılmaktadır.
Bu akımlara karşı savaşım, burjuvazi tarafından aldatılmiş küçük mülk sahiplerini ve azçok küçük-burjuva yaşam koşullarına sokulmuş milyonlarca çalışan insanı ondan kopararak kendine bağlaması gereken proletaryanın partisi için zorunludur.
V
Sekizinci bölümdeki "Kapitalizmin Asalaklığı ve Çürümesi" üzerine bir-iki söz daha etmek gerekiyor. Kitapta daha önce belirtildiği gibi, bugün Kautsky'nin silah arkadaşlarından ve "Bağımsız Alman Sosyal-Demokrat Partisi [7*] içinde reformist burjuva politikasının başlıca temsilcilerinden biri olan eski "marksist" Hilferding, bu konuda, pasifist ve reformist olduğu açıkça ilân edilmiş İngiliz Hobson'a göre, geriye doğru bir adım atmıştır. İşçi hareketinin bütününde görülen uluslararası bölünme, günümüzde iyice belirgin bir durum kazanmıştır (II. ve III. Enternasyonal). İki akım arasında silahlı bir savaşım ve iç savaşın sürdüğü gerçeği de ortadadır: Kolçak'ın ve Denikin'in Rusya'da menveşikler ve "sosyalist-devrimciler" tarafından, bolşeviklere karşı desteklenmesi; Almanya'da Scheidemann'in, Noske'nin ve yandaşlarının, Finlandiya'da, Polonya'da, Macaristan'da vb. olduğu gibi, spartakistlere [8*] karşı burjuvaziyle birlikte hareket etmesi. Öyleyse bu tarihsel ve evrensel olayın ekonomik temeli neye dayanıyor?
Bu kökler, kuşkusuz, kapitalizmin en yüksek tarihsel aşamasını, yani emperyalizmi karakterize eden asalaklık ve çürümededir. Bu kitapta belirtileceği gibi, kapitalizm, bugün basit bir "kupon kırpma" işlemiyle bütün dünyayı soyup soğana çeviren, özellikle zengin ve güçlü bir avuç (dünya nüfusunun onda-birinden azını barındıran ve (sayfa 14) yüzölçümleri en "geniş" ve en abartılmış ölçüye göre bile dünyanın beşte-birinden daha az olan) devleti ileriye geçirmiş bulunmaktadır. Savaş-öncesi fiyatlara ve burjuva istatistiklere göre, sermaye ihracı, yılda 8-10 milyar frank gelir getirmekteydi. Bugün bu miktar, elbette daha fazladır.
Anlaşılıyor ki, sağlanan bu muazzam aşırı kârlarla (çünkü bu kârlar, kapitalistlerin "kendi" ülkelerinin işçilerinden sızdırdıkları kârların çok daha üzerindedir) işçi liderlerini ve işçi aristokrasisini oluşturan bu yüksek tabakayı bozmak olanaklı olabilmektedir. "İleri" ülkelerin kapitalistleri de, dolaylı ya da dolaysız, açık ya da maskeli, bin türlü yola başvurarak, onu bozmaktan geri kalmamaktadır.
Yaşam tarzlarıyla, ücretleriyle, dünya görüşleriyle tamamen küçük-burjuva niteliği taşıyan bu burjuvalaşmış işçi tabakası ya da "işçi aristokrasisi", II. Enternasyonalin başlıca desteği olmuştur; günümüzde de burjuvazinin başlıca toplumsal (askeri değil) desteğidir. Çünkü bunlar, işçi hareketi içinde, burjuvazinin gerçek ajanları, kapitalist sınıfin işçi uşakları (labour lieutenants of the capitalist class), reformizmin ve şovenizmin gerçek yayıcılarıdır. Proletarya ile burjuvazi arasındaki iç savaşta, bunlar, kaçınılmaz olarak ve oldukça önemli bir sayıda, burjuvazinin yanında, "komüncü"lere karşı "Versailles"cıların [9*] yanında yer alırlar.
Bu olayın ekonomik kökleri kavranmadıkça, siyasal ve toplumsal önemi değerlendirilmedikçe, komünist hareketin ve önümüzdeki toplumsal devrimin pratik sonuçlarının çözümüne doğru bir tek adım bile atılamaz.
Emperyalizm, proletaryanın toplumsal devriminin önbelirtisidir. Bu 1917'den beri dünya ölçüsünde doğrulanmıştır. (sayfa 15)
6 Temmuz 1920 N. LENİN
Viladimir İliç Lenin
Emperyalizm
Kapitalizmin En Yüksek Aşaması
SON onbeş-yirmi yıl içinde, özellikle İspanyol-Amerikan (1898) ve İngiliz-Boer (1899-1902) savaşlarından bu yana, eski ve yeni dünyanın ekonomik yazınında olduğu gibi, siyasal yazınında da yaşadığımız çağın temel özelliğini belirtmek için, "emperyalizm" terimi, giderek daha çok kullanılmaktadır. 1902'de, İngiliz iktisatçısı J. H. Hobson, Londra ve New York'ta Emperyalizm adlı bir yapıt yayımlandı. Eski marksist K. Kautsky'nin bugünkü görüşleriyle temelde aynı olan burjuva sosyal-reformizminden ve pasifizmden hareket eden yazar, emperyalizmin başlıca siyasal ve ekonomik özelliklerinin, ayrıntılı, üstün bir tasvirini veriyor. 1910'da, Viyana'da, Avusturyalı marksist Rudolf Hilferding'in (sayfa 19) yapıtı, Mali Sermaye (Rusça çevirisi, Moskova 1912), yayımlandı. Yazarın, para teorisinde düştüğü bir yanılgıya ve marksizmi oportünizmle uzlaştırma yönünde belirli bir eğilim taşımasına karşın, bu yapıt, kitabın alt-başlığını meydana getiren sözlerle anlatırsak, "kapitalizmin gelişmesindeki en son evre"nin gerçekten değerli teorik bir tahlilini yapmaktadır. Aslında, şu son yıllarda —örneğin, 1912 sonyazında yapılan Bâle ve Chemnitz kongreleri kararlarında, özellikle dergilerde ve gazetelerde yayımlanan sayısız makalede—, emperyalizm üzerine söylenen sözler, bu iki yazarın ortaya koydukları, daha doğrusu özetledikleri düşüncelerin dışına pek çıkmış değildir...
İlerde, kısaca ve olanaklar ölçüsünde yalınlaştırarak, emperyalizmin başlıca ekonomik özellikleri arasındaki ve ilişkiyi göstermeye çalışacağız. Sorunun ekonomik olmayan yönleri üzerinde, incelemeye değer olduğu halde, duramayacağız. Başvurulan kaynaklara ve diğer notlara gelince, bütün okurları ilgilendirmeyeceği için, bunları broşürün sonuna koyduk. (sayfa 20)
BİR
ÜRETİMİN YOĞUNLAŞMASI VE TEKELLER
SANAYİİN olağanüstü gelişmesi ve üretimin gitgide daha büyük işletmeler içinde son derece hızlı yoğunlaşması süreci, kapitalizmin en belirleyici özelliklerinden biridir. Günümüzün sınai istatistikleri, bu süreç hakkında, bize en tam ve en doğru bilgileri vermektedir.
Örneğin, Almanya'da, her 1.000 sınai işletmenin 1882'de 3'ü, 1895'te 6'sı, 1907'de 9'u büyük işletme sayılıyordu, yani herbiri 50'den fazla ücretli işçi çalıştırıyordu. Bu işletmelerde çalışan işçilerin toplam işçi sayısı içindeki yüzde oranları da sırasıyla şöyleydi: 22, 30 ve 37. Ancak, emek, büyük işletmelerde daha çok verimli olduğundan, üretimin yoğunlaşması, işçi yoğunlaşmasından çok daha hızlıdır. Buhar (sayfa 21) makineleri ve elektrik motorlarıyla ilgili rakamlar bunu göstermektedir. Almanya'da, sözcüğün geniş anlamıyla sanayi olarak adlandırılan ve ticaret, ulaştırma ve benzeri faaliyet dallarını da içeren kolu ele alırsak, aşağıdaki tabloyu elde ederiz: Toplam 3.265.623 işletmenin 30.588 tanesi, yani yalnızca %0,9'u büyük işletmedir. 14,4 milyon olan toplam işçi sayısının 5,7 milyonunu, yani %39,4'ünü çalıştırmakta; toplamı 8,8 milyon beygirgücü olan enerjinin 6 milyonunu, yani %73,3'ünü; toplamı 1,5 milyon kilovat olan elektriğin 1,2 milyonunu, yani %77,2'sini kullanmaktadır.
Demek ki, toplam işletme sayısının %l'inden azı, toplam buhar gücünün ve elektrik enerjisinin 3/4'ünden fazlasını elde bulundurmaktadır. Buna karşılık, beşten fazla işçi çalıştırmayan ve toplam işletme sayısının %97'sini meydana getiren 2.970.000 küçük işletme, toplam buhar, elektrik ve çekim gücünün yalnızca %7'sine sahiptir. Onbin kadar büyük işletme, her şeydir; milyonlarca küçük işletme ise, hiçbir şey.
1907'de, Almanya'da, 1.000 ya da daha fazla işçi çalıştıran kurumların sayısı 586'ydı. Bunlar, toplam işçi sayısının hemen hemen onda-birini (1,38 milyon), buhar ve elektrik güçleri toplamının aşağıyukarı üçte-birini (%32) kullanmaktaydı.[1] İlerde de görüleceği gibi, para-sermaye ve bankalar, bir avuç çok büyük işletmenin bu üstünlüğünü, sözcüğün tam anlamıyla, daha da ezici kılmaktadır. Yani milyonlarca küçük ve orta, hatta bazan büyük "patron", parababası birkaç milyonerin tümüyle boyunduruğu altına girmektedir.
Çağdaş kapitalizmin gelişmiş olduğu bir başka kapitalist ülkede, Kuzey Amerika'nın Birleşik-Devletler'inde üretimin yoğunlaşması daha da hızlıdır. Bu ülkede, istatistikler, sanayii, sözcüğün dar anlamıyla alır ve işletmeleri yıllık (sayfa 22) üretim değerine göre gruplandırır. 1904'te, yıllık üretimleri bir milyon doları aşan 1.900 büyük işletme vardı (216.180 olan işletme sayısının %0,9'u). Bu işletmeler 1,4 milyon işçi çalıştırıyor (5,5 milyon olan toplam işçi sayısının %25,69'sı), 5,6 milyar dolarlık üretimde bulunuyordu (14,8 milyar dolar olan toplam üretimin %38'i). Beş yıl sonra, 1909'da, yukardaki rakamlar şu duruma gelmişti: 3.060 büyük işletme (toplam 268.491 işletmenin %1,1'i), 2 milyon işçi (toplam 6,6 milyon işçinin %30,5'ini) çalıştırıyor ve 9 milyar dolar (toplam 20,7 milyar doların %43,8'ini) üretiyor.[2]
Ülkedeki toplam üretimin hemen hemen yarısı, toplam işletmelerin yüzde-biri tarafından yapılmaktadır! Ve bu üçbin dev işletme, 258 sanayi dalına yayılmaktadır. Burdan anlaşılıyor ki, yoğunlaşma, gelişmenin belli bir düzeyine ulaştığı zaman, kendiliğinden, doğruca tekele götürür. Çünkü, yirmi-otuz dev işletme, kendi aralarında kolayca anlaşmaya varabilir; öte yandan, rekabetin gitgide güçleşmesi, tekele gidiş eğilimi, açıkça, bu işletmelerin büyüklüklerinden doğmaktadır. Rekabetin bu şekilde tekele dönüşmesi, bugünkü kapitalist ekonominin —en önemli olayı değilse— en önemli olaylarından biridir. Bu bakımdan ayrıntılı bir talilile girişmeye değer. Ancak, biz, her şeyden önce, karşılaşabileceğimiz bir yanlış anlamayı giderelim.
Amerikan istatistiklerine göre, bu ülkede, 250 sanayi dalına yayılmış 3.000 kadar dev işletme vardır. Bu da, her sanayi dalına bir düzine dev işletme düşüyor izlenimini uyandırmakta.
Oysa durum böyle değildir. Her sanayi dalında büyük işletme yoktur; öte yandan, en yüksek gelişme düzeyine ulaşmış kapitalizmin çok önemli bir özelliği, birleşmedir, yani sanayiin çeşitli kollarının tek bir işletme içinde toplaşmasıdır. Bu sanayi kolları, bazan hammaddelerin (sayfa 23) birbirini izleyen işlenme evrelerini oluşturur (demir cevherinin pik demir haline getirilmesi, onunla da türlü çelik madde!er yapılması gibi), bazan biri ötekinin yanında yardımcı bir rol oynar (artıklardan yararlanılması ya da yan ürünlerin kullanılması; ambalaj malzemesi vb.).
"Birleşme, diyor Hilferding, fırsat farklılıklarını ortadan kaldırır, bunun bir sonucu olarak da, birleşmiş işletrrielere daha güvenilir bir kâr oranı sağlar. İkinci olarak, birleşme, ticareti tasfiye etmektedir. Üçüncü olarak, teknik yetkinleşme, sonuç olarak da 'basit' [yani birleşmemiş] işletmelere oranla daha fazla kâr elde etme olanağı sağlar. Dördüncüsü, hammadde fiyatlarındaki düşüşün mamul madde fiyatlarındaki düşüşten geri kaldığı büyük bir çöküntü [işlerin durması, bunalım] sırasında, onları, rekabet savaşımında, 'basit' işletmelere göre daha kuvvetli kılarak, 'basit' işletmeler karşısında büyük işletmelerin durumunu pekiştirir."[3]
Almanya'daki demir sanayiinde "karma", yani birleşmiş işletmeler üzerine bir kitap yazmış olan Alman burjuva iktisatçısı Heymann şöyle diyor: "Yüksek hammadde fiyatları ile düşük mamul madde fiyatları arasında ezilen 'basit' işletmeler gitgide ortadan kalkıyor." Böylece şu duruma geliniyor: "Geriye, bir yandan, kendi kömür sendikaları içinde kuvvetli bir şekilde örgütlenmiş birkaç milyon ton üretim kapasiteli büyük kömür şirketleri; öte yandan kendi çelik sendikalarıyla bu kömür şirketlerine sımsıkı bağlanmış büyük çelik fabrikaları kalıyor. Yılda 400.000 ton çelik üreten, muazzam miktarda rriaden cevheri ve kömür çıkaran bu dev işletmeler, ince çelik maddeler imal etmektedir. 10.000 işçi çalıştırırlar, bunları işçi sitelerinin büyük ve düzensiz kulübelerinde barındırırlar; kendilerine ait demiryolları ve limanları vardır. Bu dev işletmeler, Alman çelik (sayfa 24) sanayiinin tipik örnekleridir. Ve yoğunlaşmanın artmakta olduğu görülür. Bu tip işletmeler gitgide büyümekte, önem kazanmaktadır. Aynı sanayi kolundaki ya da başka başka sanayi kollarındaki birçok işletme, bir düzine kadar büyük Berlin bankasınca desteklenen ve yönetilen dev işletmelerin kucağında birleşiyor. Alman maden sanayiinde, yoğunlaşma konusundaki Karl Marx'ın öğretisinin doğruluğu kesinleşmiştir; hiç değilse, gümrük tarifeleri ve ulaştırma hukuku ile sanayiin korunduğu bizimki gibi bir ülke için bunun doğru olduğu ortaya çıkmıştır. Alman maden sanayii, kamulaştırma için olgunlaşmıştır."[4]
Dürüst bir burjuva iktisatçısının ulaşması gereken sonuç, istisnai de olsa, budur. Hemen belirtelim ki, Almanya'da, sanayi, yüksek gümrük tarifeleriyle korunduğu için, bu ülke, özel bir kategori içinde ele alınmış görünmektedir. Ne var ki, bu durum, sanayiin yoğunlaşmasını ve karteller, sendikalar gibi tekelci işveren birliklerinin oluşumunu ancak hızlandırmıştır. Serbest ticaretin yurdu olan İngiltere'de de, yoğunlaşmanın, biraz geç, ve belki başka bir biçim altında da olsa, tekele yolaçtığını saptamak çok önemlidir. Profesör Hermann Levy, Büyük Britanya'nın ekonomik gelişmesiyle ilgili verilere dayanarak yazdığı, Tekeller Karteller ve Tröstler adlı özel araştırmasında şöyle diyor:
"Büyük Britanya'da, tekel eğilimini, işletmelerin büyüklüğü ve bunların teknik düzeylerinin yüksek oluşu yaratmaktadır. Bir kez, yoğunlaşma, her işletmeye büyük miktarlarda yatırım yapma zorunluluğu doğurmaktadır; ayrıca yeni işletmelerin kurulmasında da yatırım konusunda her zaman daha büyük gereksinmelerle karşılaşılmakta, bu da onların kuruluşunu daha güç duruma getirmektedir. Öte yandan (ki bizce en önemli nokta da budur) yoğunlaşmanın doğurduğu dev işletmelere ayak uydurmak isteyen her yeni (sayfa 25) işletme, öyle bir üretim fazlası yaratabilmelidir ki, kârlı satışları, ancak, talepte meydana gelecek artışlarla elde edebilsin, Yoksa bu artışları tekelci şirketler için olduğu kadar, yeni işletme için de pahalı bir düzeye götürecek şekilde fiyatlar zorlanmış olur."[5] Koruyucu yasalarla kartellerin kuruluşunu kolaylaştıran başka ülkelerden farklı olarak İngiltere'de, tekelci şirketler, karteller ve tröstler, genellikle, rekabet halindeki başlıca işletmelerin sayısı "en çok iki düzine" dolaylarında olduğu zaman ortaya çıkmaktadır. "Yoğunlaşma hareketinin, büyük sanayideki tekellerin örgütlenmesi üzerindeki etkileri, burada, pek açık bir biçimde görülmektedir."[6]
Yarım yüzyıl önce, Marx'ın, Kapital'i yazdığı sırada, serbest rekabet, iktisatçılanın büyük çoğunluğunca, bir "doğa yasası" gibi görünüyordu. Kapitalizmin teorik ve tarihsel bir tahlilini yaparak, serbest rekabetin üretimin yoğunlaşmasına yolaçtığını, bunun ise, belirli bir gelişme aşamasında, tekelciliğe götürdüğünü tanıtlayan Marx'ın yapıtını, resmi bilim, sessizlik- fesadıyla öldürmeyi denedi. Bugün ise, tekel, bir gerçek olarak ortadadır. İktisatçılar, tekellerin farklı belirtilerini göstermek için dağ gibi kitap yığıyorlar, hepbir ağızdan "marksizmin çürütüldüğünü" ileri sürmekte devam ediyorlar. Ne var ki, İngiliz atasözünde de denildiği gibi, gerçekler inatçı şeylerdir ve hoşumuza gitsin gitmesin, hesaba katılmaları gerekir. Olaylar gösteriyor ki, kapitalist ülkeler arasındaki —örneğin koyuculuk ya da serbest-değişim konusundaki— farklar, tekellerin yalnızca biçimleri ve belirme zamanlarıyla ilgili önemsiz bazı değişiklikler göstermektedir; oysa üretimin yoğunlaşmasının bir sonucu olarak tekellerin doğması, kapitalizmin gelişmesinin içinde bulunduğumuz evresinde genel ve temel bir yasadır. (sayfa 26)
Avrupa için, yeni kapitalizmin, eskisinin yerini kesinlikle aldığı tarih, oldukça belirgin bir biçimde gösterilebilir: 20. yüzyılın başıdır bu. "Tekellerin doğuşu" konusunda kaleme alınmış en yeni derleme yapıtlardan birinde, şu satırları okuyoruz:
"1860 öncesi döneminde, birkaç kapitalist tekel örneğine raslanır; şimdi artık iyice ortak nitelikler kazanmış olan biçimlerin embriyonlarını orada bulabiliriz: ama, bunlar, kartellerin yalnızca tarih-öncesi biçimleridir. Modern tekeller, gerçek anlamda, 1860-1870 yılları arasında ortaya çıkmaya başlamıştır. Gelişmelerinin ilk önemli dönemi, 18 70'lerin uluslararası sanayi bunalımı ile başlar, ve 1890-1900 döneminin başına değin sürer." "Sorunu, Avrupa ölçeğinde ele alırsak, serbest rekabetin gelişmesinin 1860-1880 yılları arasında doruğuna vardığını görürüz. Bu arada, İngiltere, eski tarz kapitalist örgütlenmesinin kuruluşunu tamamlıyordu. Bu örgütlenme, Almanya'da, el zanaatları ve ev sanayii ile çetin bir savaşıma girmiş, kendi varlık biçimlerini yaratmaya başlamıştı."
"1873 çöküntüsüyle ya da, daha doğrusu, onu izleyen çöküntüyle —hemen 1880 sonrasına raslayan güç farkedilir bir kesinti ve 1889'a doğru görülen çok kuvveti, ama kısa bir ilerleme dönemiyle—, Avrupa ekonomik tarihinin yirmiiki yılını alan büyük bir ani dönüş başlar." "1889-1890 yılları arasındaki kısa atılım dönemi sırasında, konjoktürden yararlanmak için, geniş ölçüde kartel sistemine başvuruldu. Düşünüp taşınmadan uygulanan bir politika, fiyatların çok hızlı ve çok şiddetli bir biçimde yükselmesine yolaçtı; öyle ki, karteller olmasaydı, fiyatların böyle yükselecegi düşünülemezdi; bu yüzdendir ki, hemen hemen bütün karteller, acı bir biçimde, 'mahvoluş çukuru'na yuvarlandı." Bunu beş yıllık kötü bir iş ve düşük fiyatlar dönemi izledi, ama sanayide artık aynı ruh hali yoktu. Çöküntü, kendiliğinden gelen bir şey gibi bakılmıyor; çöküntü, yeni bir (sayfa 27) elverişli duruma öngelen bir duraklama dönemi olarak görülmüyordu.
"Kartellerin oluşumu böylece ikinci evresine girdi. Eskiden gerici görüngüler olan karteller, giderek bütün ekonomik yaşamın temellerinden biri haline gelmektedir. Birbiri ardısıra birçok sanayi alanını, her şeyden önce de hammadde kesimini ele geçiriyor. Daha 1890-1900 döneminin başında —ilerde kömür sendikasının da temelini oluşturacak— kok sendikası kurulmuş ve, aslında, daha ileri gitmeyen bir kartel tekniği kazanılmıştı. 19. yüzyılın sonundaki büyük yükseliş ve 1900-1903 bunalımı —hiç değilse demir ve çelik sanayiinde— ilk kez tüm bir kartel görünümü altında gelişmiştir. Ve o sıralarda buna yeni bir şey gözüyle bakılıyordu; şimdi ise, ekonomik yaşamın büyük bir kesiminin, rekabet dışına çıkması, kamuoyunca, genellikle normal bir şey olarak kabul edilmektedir."[7]
Böylece tekellerin tarihindeki başlıca evreler şöyle beliriyor: (1) Serbest rekabetin gelişmesinin en yüksek noktaya eriştiği 1860-1880 yılları. Tekeller, ancak farkedilir embriyonlar halindedir. (2) 1873 bunalımından sonra, kartellerin önemli gelişme dönemi; böyle olmakla birlikte, bunlar henüz istisna halindedir. Oturmuş bir durumları yoktur. Henüz geçici bir niteliktedirler. (3) 19. yüzyılın sonundaki ilerleyiş ve 1900-1903 bunalımı; bu dönemde, karteller, baştanbaşa ekonomik yaşamın temellerinden biri haline geliyor. Kapitalizm, emperyalizme dönüşmüştür.
Karteller, satış, ödeme vb. durumları üzerinde anlaşıyorlar. Pazarları bölüşüyorlar. Fiyatlar olduğu gibi, imal edilecek ürünlerin miktarını da saptıyorlar. Kârları çeşitli işletmeler arasında bölüştürüyorlar, vb.. (sayfa 28)
Almanya'da kartel sayısı 1896'da 250 kadardı; 1905'te ise 12.000 kurumu içine alan 385 kartel olduğu tahmin edilmekteydi.[8] Ancak bu rakamların gerçek duruma göre düşük olduğu herkesçe kabul edilmektedir. 1907 Alman sanayi istatistikleri gösteriyor ki, bu 12.000 büyük işletme, ülkenin çekim, buhar ve elektrik gücünün yarısından fazlasını harcamaktadır. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki tröstlerin sayısı 1900'de 185, 1907'de 150 olarak tahmin ediliyordu. Amerikan istatistikleri, bütün sınai girişimleri, kişilere, özel firmalara ve şirketlere ayırır. Bu sonuncular, ülkedeki sınai işletmeler toplamının, 1904'te %23,6'sına, 1909'da ise %25,9'una, yani dörtte-birinden fazlasına sahip bulunuyordu. Gene bunlar, toplam işçi sayısının 1904'te %70,6'sını, 1909'da %75,6'sını, yani dörtte-üçünden fazlasını çalıştırmaktaydı. Bu tarihlerdeki üretimleri ise, 10,9 milyar ve 16,3 milyar dolara, yani toplam üretimin %73,7'sine ve %79'una yükseliyordu.
Karteller ve tröstler, genellikle, bir sanayi kolundaki toplam üretimin onda-yedisini ya da onda-sekizini ellerinde toplamaktadır. Rhine-Westphalien Kömür Sendikası, kuruluş yılı olan 1893'te, bölgedeki kömür üretiminin %86,7'sını elinde tutmaktaydı. 1910'da ise, bu rakam, %95,4 olmuştu.[9] Böylece yaratılan tekeller çok yüksek kârlar sağlamakta ve dev ölçüde sanayi birimleri kurulmasına yolaçmaktadır. Birleşik-Devletler'in ünlü petrol tröstü (Standart Oil Company) 1900'de kurulmuştu. "Sermayesi 150 milyon dolara yükseliyordu. 100 milyon dolarlık adi hisse senedi, 150 milyon dolarlık imtiyazlı hisse senedi çıkarmıştı. Bu sonunculara, 1900-1907 yılları arasında ödenen temettü oranları söyledir: (sayfa 29) %48, %48, %45, %44, %36, %40, %40, %40, toplam olarak 367 milyon dolar. 1882'den 190 7'ye değin, 889 milyon dolar tutan net kâr üzerinden 606 milyon dolar temettü dağıtılmış, geriye kalan kısım ise, yedek akçe olarak ayrılmıştır."[10] "1907'de çelik tröstünün (United States Stel Corporation) bütün işletmelerinde çalıştırılan işçi ve hizmetli sayısı, 210.180'den aşağı düşmemekteydi. Alman maden sanayiinin en önemli işletmesi olan Gelsenkirchen Maden Şirketi (Gelsenkircheiier Bergwerksgesellscliaft), 1908'de, 46.048 işçi ve hizmetli çalıştırmaktaydı."[11] Çelik tröstü, daha 1902'de, 9 milyon ton çelik üretiyordu.[12] Bu tröstün üretimi, Birleşik Devletler'deki toplam çelik üretiminin 1901'de %66,3'ünü, 1908'de %50,1'ini buluyordu.[13] Aynı yıllarda, maden üretimi, %43,9 ve %46,3 oranındaydı.
Amerikan hükümeti tröstler komisyonu raporunda şöyle deniyor: "Tröstlerin rakipleri karşısındaki üstünlükleri, büyük ölçüde girişimlerinden ve teknik donatımlarının yetkinliğinden ileri gelmektedir. Tütün tröstü, kuruluşundan bu yana, el emeğinin yerini, en geniş oranda makinenin alması için çaba göstermektedir. Bu uğurda, tütün imalatıyla ilgili bütün patentleri satın almış, büyük paralar akıtmıştır. Başlangıçta birçoğu işe yaramayan bu patentlerin, tröstün mühendisleri tarafından incelenmesi, yararlanılabilir bir duruma getirilmesi gerekiyordu. 1906 sonunda, yalnız patent edinme işleriyle uğraşmak üzere, tröste bağli iki şirket kuruldu. Aynı amaçla tröst, kendi gereksinmeleri için gerekli dökümhaneler, makine atelyeleri, tamirhaneler kurdurdu. Bu kurumların Brooklyn'de bulunan birinde ortalama 300 işçi çalışmaktadır burada, sigara, puro, enfiye yapımıyla, ambalaj ve kutular için gerekli parlak kağıtlarla ilgili buluşların (sayfa 30) deneyleri yapılır; gerekiyorsa, bu buluşların geliştirilmesine çalışılır."[14] "Başka tröstler, görevleri yeni imalat yöntemleri bulmak ve teknik yenileşmeleri incelemek olan, "developping engineers" [tekniği geliştirme mühendisleri] çalıştırmaktadırlar. Çelik tröstü, teknik yetkinliğe ya da üretim giderlerini azaltmaya elverişli her buluş için, mühendislerine ve işçilerine, yüksek primler ödemektedir."[15]
Alman büyük sanayiinin teknik yetkinleşmesi, örneğin son yirmi-otuz yılda büyük bir gelişme göstermiş olan kimya sanayiinde de, aynı biçimde düzenlenmiştir. Daha 1908'lerde, üretimin yoğunlaşma süreci, bu sanayide, kendi tarzlarında tekel niteliğine yaklaşan başlıca iki "grup" doğurmuştu. Burlar, ilkin, iki çift büyük fabrika arasında herbiri 20 ila 21 milyon mark sermayeli olmak üzere, ikili anlaşmalar yaptılar: bir yanda, Hochst'taki eski Meister fabrikasi ile Frankfurt-am-Main'daki Casella fabrikası; öbür yanda, Ludwigshafen'daki anilin ve soda fabrikası. Bu gruplardan biri 1905'te ve öteki 1908'de, herbiri bir başka büyük fabrika ile anlaşma yaptı. Sonuçta, herbiri 40-50 milyon mark sermayeli, iki tane, "üçlü birlik" kurulmuş oldu. Bu birlikler, "birbirine yaklaşmaya, fiyatlar vb. üzerinde anlaşmaya"[16] başladı.
Rekabet tekele dönüşüyor. Bu da, üretimin toplumsallaşmasında büyük bir ilerleme sonucunu doğuruyor. Özellikle de, teknik yetkinleşme ve buluşlar alanında.
Bu durum, birbirini tanımayan ve bilinmeyen bir pazar için üretimde bulunan dağınık patronların o eski rekabetine artık hiç benzememektedir. Yoğunlaşma öyle bir (sayfa 31) noktaya gelmiştir ki, artık bir ülkedeki, hatta, göreceğimiz gibi, birçok ülkedeki, hatta hatta, bütün dünyadaki bütün hammadde kaynaklarının (örneğin demir cevheri rezervlerinin) yaklaşık bir dökümünü yapmak olanaklı olmaktadır. Yalnızca bu döküm yapılmakla kalmıyor, aynı zamanda, bütün bu kaynaklar, dev tekel grupları tarafından ele geçiriliyor. Bu grupların sözleşmeleriyle "bölüştükleri" pazarların emme kapasitesi de, yaklaşık olarak, tahmin edilebilmektedir. Tekeller, en kalifiye emeği de, en iyi mühendisleri de elaltında bulundurmaktadır; yollar, ulaştırma, araçları, Amerika'da demiryolları, Avrupa'da ve Amerika'da deniz ulaştırma şirketleri ele geçirilmiştir. Emperyalist aşamasında kapitalizm, üretimin tam toplumsallaşmasına doğru gitmektedir; iradelerine ve bilinçlerine aykırı olarak, kapitalistleri, tam rekabet özgürlüğünden tam toplumsallaşmaya bir geçişi belirleyen yeni bir toplumsal düzene doğru adeta sürüklemektedir.
Üretim toplumsal hale geliyor, ama mülk edinme özel kalmakta devam ediyor. Toplumsal üretim araçları, küçük bir azınlığın mülkiyetinde kalıyor. Şeklen kabul edilen serbest rekabetin genel kadrosu sürüp gitmekte, ve bir avuç tekelcinin, halkın geri kalan kısmı üzerindeki boyunduruğu yüz kez daha ağır, daha duyulur, daha gözyumulmaz duruma gelmektedir.
Alman iktisatçısı Kestner, tamamını "kartellerle 'outsider'lar [kartel-dışı sanayiciler] arasındaki savaşım"a ayırdığı bir kitap yayımlamış ve bu yapıtına şu adı vermiştir: Örgütlenme Zorunluluğu. Oysa, kuşkusuz, kapitalizmin ayıbını örtmemiş olmak için tekelci birliklere "boyuneğme zorunluluğu" da diyebilirdi. Tekelci birliklerin "örgütlenme" zorunluluğu için günümüzdeki modern, uygarlaşmış savaşta başvurdukları usullerin listesine şöyle bir gözatmak yararlı olacaktır: (1) hammaddeden yoksun bırakmak (... "kartele katılmaya zorlamak yolunda kullanılan en önemli usullerden (sayfa 32) biri"); (2) "ittifaklar" yoluyla emek arzını durdurmak (yani kapitalistler ile işçi sendikaları arasında, işçilerin, kartelleşmemiş işletmelerde çalışamayacaklarına ilişkin anlaşmalar yapılması); (3) ulaştırma araçlarından yoksun bırakmak; (4) mahreçleri kapamak; (5) yalnızca kartellerle ticaret ilişkileri kurmaları konusunda müşterilerle anlaşmalar yapmak; (6) sistemli bir biçimde fiyat indirmek (bu usule "outsider"ları, yani tekelden bağımsız bulunan işletmeleri yıkmak için başvurulur; belirli bir sürede, malları maliyet-fiyatları altında satmak için, milyonlar harcanmıştır; akaryakıt sanayiinde bunun örnekleri görülmüştü: benzin fiyatları 40 marktan 22 marka, yani yarı-yarıya düşürülmüştü!); (7) kredileri kesmek; (8) boykot.
Burada, artık, büyük ve küçük yapımevleri, teknik yönden gelişmiş ve geri kalmış işletmeler arasında bir rekabet sözkonusu değildir. Kendi zorbalıklarına ve tahakkümlerine boyuneğmek istemeyen küçük işletmelerin tekeller tarafından boğulması gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Bu durum, bir burjuva iktisatçısının kafasında nasıl yankılanmaktadır, onu görelim:
"Salt ekonomik alanda bile, diye yazar Kestner, eski anlamıyla ticari faaliyetten örgütlü bir spekülasyona doğru belli bir kayma meydana geliyor. Başarı şansı, artık, teknik ve ticari deneyimleriyle müşterilerin gereksinmelerini en iyi şekilde tahmin etme gücünü kazanmış olan ve uyumuş talebi 'keşfedip' etkili bir biçimde uyarmayı bilen tüccara değil, çeşitli işletmeler ile bankalar arasındaki ilişki olanaklarını ve organik gelişmeyi hesaplayabilen ya da hiç değilse sezebilen spekülasyon dehasına [!?] gülmektedir...."[17]
Bu sözler, açıkça şu anlama geliyor: kapitalizmin gelişmesi öyle bir noktaya varmıştır ki, meta üretimi henüz egemenliğini korumak ve ekonomik yaşamın temeli sayılmakla (sayfa 33) birlikte, aslında, sarsılmakta ve kârların büyük kısmı para oyunları yapan "dehalara" akmaktadır. Bu para oyunlarının, bu düzenbazlıkların temelinde ise üretimin toplumsallaşması vardır; ancak bu toplumsallaşmaya değin yükselmiş insanlığın böylece gerçekleştirdiği büyük ilerlemeden yararlananlar spekülatörlerdir. "Bu temel üzerinde" emperyalizmin gerici ve küçük-burjuva eleştirmeninin, geriye, "barışçı", "serbest", "dürüst" rekabete dönmeyi nasıl düşlediğini daha aşağıda göreceğiz.
"Kartellerin doğuşunun bir sonucu olan sürekli fiyat yükselmelerine, diyor Kestner, şimdiye değin yalnızca başlıca üretim araçlarına ilişkin maddelerde, özellikle kömürde, demirde, potasta raslanmış, ama mamul maddelerde böyle bir şey sözkonusu olmamıştır. Fiyat yükselişinden doğan kâr artışı da, yalnız üretim araçları sanayiine özgü kalmıştır. Bu gözleme şunu da eklemeliyiz: yarı-mamul madde değil de hammadde işleyen sanayiler, kartellerin kurulmasıyla —yarı-mamulleri işleyen sanayi kollarının zararına olarak— yalnızca yüksek kârlar biçiminde yararlar sağlamakla kalmamış, aynı zamanda, bu ikinciler üzerinde, serbest rekabet döneminde varolmayan bir egemenlik de kurmuştur."[18]
Bu altını çizdiğimiz sözcük, burjuva iktisatçılarının çok seyrek olarak ve büyük bir gönülsüzlük içinde kabule yanaştıkları, başta Kautsky olmak üzere oportünizmin günümüzdeki savunucularının savsaklamaya ve reddetmeye çalıştıkları sorunun özünü ortaya koymaktadır. Egemenlik ilişkileri ve onlarla birlikte ortaya çıkan şiddet, "kapitalist gelişmenin en son aşamasında" raslanan tipik belirtilerdir; ve bu, mutlak egemenlik sahibi ekonomik tekellerin kurulmasıyla zorunlu olarak ortaya çıkması gereken ve gerçekte de ortada olan sonuçlardır. (sayfa 34)
Kartel egemenliğinin bir örneğini daha verelim. Hammadde kaynaklarının tamamını ya da büyük kısmını ele geçirmek olanaklı olduğu zaman, kartellerin oluşumu ve tekellerin kuruluşu da çok kolay olmaktadır. Ancak, hammadde kaynaklarını bir elde toplamanın olanaklı olmadığı başka sanayilerde, tekellerin ortaya çıkmayacağını düşünmek de yanlıştır. Çimento sanayii, gerekli hammaddeyi her yerde bulabilir. Ama bu sanayi de, Almanya'da, tam anlamıyla kartelleşmiştir. Fabrikalar, bölgesel sendikalar içinde toplanmıştır: Güney Alnianya, Rhine-Westphalien vb. Fiyatlar, tekel fiyatıdır: Maliyet-fiyatı 180 mark olan bir vagon malın satış fiyatı, 230-280 mark! İşletmeler, %12-16 temettü öder. Ancak çağdaş spekülasyon dehalarının, kâr-payı adı altında dağıtılanlar dışında, ayrıca, büyük birtakım kazançlarla sebeplendiklerini de unutmayalım. Böyle kârlı bir sanayide, rekabeti ortadan kaldırmak için, tekelcilerin, oyunlara başvurdukları da görülmüştür: kendi sanayilerindeki durumun kötü olduğu hakkında gerçeğe uymayan söylentiler çıkarırlar; gazetelerde "sermaye sahipleri, sermayenizi çimento sanayiine yatırmaktan sakınınız!" gibi imzasız uyarılar yayımlarlar. Ensonu, "outsiders" (yani kartel-dışı) fabrikaları 60, 80 ya da 150 bin mark tazminat ödeyerek satın alırlar.[19] Tekel, her yerde kendine yol açmaktadır; rakiplerini "mütevazi" bir bedelle satın almaktan Amerikan usulü dinamit kullanmaya değin her türlü yola "başvurarak".
Kartellerin, bunalımları ortadan kaldıracağı fikrine gelince, bu, kapitalizmin kusurlarını her ne pahasına olursa olsun örtmek için didinen burjuva iktisatçılarının uydurdukları bir masaldır. Tersine, belirli sanayi kollarında yaratılmış tekel, kapitalist üretimin bütününde zaten var olan karışıklığı daha da çoğaltmakta, ağırlaştırmaktadır. (sayfa 35) Tarımın gelişmesi ile sanayiin gelişmesi arasındaki oransızlık —ki bu, genellikle, kapitalizme özgü bir olaydır— daha da artmaktadır. "Büyük Alman bankalarının sanayi ile ilişkisi" üstüne en iyi yapıtlardan birinin yazarı olan Jeidels'in de kabul ettiği gibi, en iyi kartelleşmiş ve ağır sanayi denen sanayi kolunun, özellikle kömür ve demir sanayiinin ayrıcalıklı durumu, öbür sanayi kollarında "sistem eksikliğini" daha da hissedilir bir noktaya getirmektedir.[20]
"Bir ulusal ekonomi ne denli gelişmiş olursa, diye yazıyor kapitalizmin azgın savunucusu Liefmann, riskli girişimlere, yabancı ülkelerdeki işletmelere, gelişmek için uzun zaman isteyen işletmelere, ensonu yalnızca yerel önem taşıyan işletmelere yönelir."[21] Riskin artışı, kesinlikle taşarak yurtdışına vb. akan sermayedeki çok büyük artışlara bağlıdır. Aynı zamanda, tekniğin çok büyük bir hızla ilerlemesi, ulusal ekonominin çeşitli alanları arasındaki uyumsuzluğun giderek çoğalan unsurlarını, karışıklığı, bunalımları ortaya çıkarır. Liefmann şunu da kabul etmek zorunda kalmıştır: "Doğrusu, insanlığı, yakın bir gelecekte teknik yönden önemli devrimler beklemektedir; bunlar ulusal ekonominin örgütlenişini de kesin bir biçimde etkileyecektir..." elektrik, havacılık... "Çoğunca ve genel olarak böyle derin ekonomik dönüşüm dönemlerinde, yoğun bir spekülasyon eğiliminin çoğaldığı görülür..."[22]
Bunalımların her çeşidi, daha çok da ekonomik bunalımlar, —ama kesinlikle tek başına ekonomik bunalımlar değil— güçleri oranında, yoğunlaşmaya ve tekele eğilimi artırır. İşte çağdaş tekellerin tarih içindeki bir dönüm noktası olan 1900 bunalımının önemi üzerine Jeidels'in yararlı birkaç düşüncesi: (sayfa 36)
"1900 bunalımı, temel sanayi kollarındaki dev işletmelerin yanında, bugünkü buluşlara göre önemini yitirmiş yapıda birçok işletme, 'basit' [yani birleşmemiş] işletmeler buldu; sanayideki yükselişin dalgaları onları da gönence götürmüştü. Birleşmiş dev işletmeleri hiç etkilemeyen ya da çok kısa bir süre için etkileyen fiyat düşüşü, bu 'basit' işletmeleri büyük bir sıkıntının içine attı. Bu bakımdan 1900 bunalımı, eski 1873 bunalımına oranla, çok daha fazla bir sanayi yoğunlaşmasına yolaçmıştır; gerçi 1873 bunalımı da en iyi donatımlı işletmeleri seçerek ayıklamıştı; ancak o dönemdeki teknik düzey yüzünden, bu ayıklama, bunalımdan başarıyla çıkmış işletmelere bir tekel olanağı sağlayamamıştı. Böyle sürekli ve yüksek ölçüde bir tekel durumu, her yana dal-budak salmış örgütleri ve sermayelerin büyüklüğü sayesinde modern demir, çelik ve elektrik sanayii dev işletmelerinde; daha küçük bir ölçüde de makine sanayinde, bazı metalurji kollarında ve iletişim yolları sanayinde vb. vardır."[23]
Tekel, bu, "kapitalizmin gelişmesinin en yeni aşamasi"nın sonsözüdür. Ancak, bankaların rolünü hesaba katmazsak, tekellerin gerçek gücü ve rolü konusundaki bilgimiz çok yetersiz, eksik ve sınırlı olmaktan ileri gidemez. (sayfa 37)
İKİ
BANKALAR VE YENİ ROLLERİ
BANKALARIN ilk ve temel görevi, ödemelerde aracılık hizmeti görmektir. Bu yolla, atıl para-sermayeyi etkin sermayeye, yani kâr sağlayan sermayeye dönüştürürler; her çeşit para gelirlerini toplayarak kapitalist sınıfın emrine verirler.
Bankalar geliştikce ve az sayıda kurumlar halinde yoğunlaştıkça, mütevazi aracılar olmaktan çıkıp, belli bir ülkenin ya da birçok ülkenin hammadde kaynaklarının ve üretim araçlarının çoğunu kapitalistlerin ve küçük patronların para-sermayelerinin hemen hemen bütününü emirlerinde bulunduran muazzam tekeller haline gelirler. Birçok mütavazi aracının, böyle , bir avuç tekelci haline gelmesi, kapitalizmin (sayfa 38) kapitalist emperyalizme dönüşmesinin temel süreçlerinden birini meydana getirmektedir. Bunun için, ilkin bankacılıktaki yoğunlaşma olayı üstünde duracağız.
1907-1908'de bir milyon marktan fazla sermayeli anonim Alman bankalarındaki mevduat toplamı 7 milyar marka yükseliyordu; bu mevduat 1912-1913'te 9,8 milyar marka ulaşmıştı. Yani beş yıllık bir süre içinde 2 milyar 800 milyon marklık bir artış olmuştu (%40). Bu toplamın 2 milyar 750 milyonu, 10 milyon marktan fazla sermayeli 57 banka arasında bölünmüştü. Mevduatın büyük ve küçük bankalar arasında dağılışı şöyleydi[24] [tablo - 1]:
[TABLO — 1]
MEVDUAT YÜZDELERİ
Yıllar
|
9 Büyük
Berlin
Bankası
|
Sermayeleri Sermayesi 10 Milyon Markı Aşan Diğer 48 Bankada
|
Sermayeleri 1-10 Milyon Mark Arasında Olan 115 Bankada
|
Sermayeleri 1 Milyo Marktan Az Olan Küçük Bankalarda
|
1907-08
1912-13
|
47
49
|
32.5
36.0
|
16.5
12.0
|
4
3
|
Küçük bankalar, içlerinden yalnız dokuzu mevduat toplamının yarısını ellerinde toplamış büyük bankalar tarafından püskürtülmüş, ezilmişti. Ancak, biz, burada, birçok öğeyi, sözgelimi bir dizi küçük bankanın, büyük bankaların bağlı organları (filyalleri) haline dönüştüğünü hesaba katmıyoruz. Bunlardan ilerde sözedeceğiz.
1913 sonlarında, Schulze-Gaevernitz, yaklaşık olarak 10 milyar mark tutarındaki toplam mevduatın 5,1 milyarının 9 büyük Berlin bankasında toplandığını hesaplamıştı. Yalnız mevduat toplamını değil, banka sermayeleri toplamını da (sayfa 39)dikkate alan yazar şöyle diyordu:
"1909 sonunda, 9 büyük Berlin bankası, kendilerine bağlı bankalarla birlikte, 11 milyar 300 milyon farkı, yani toplam Alman banka sermayesinin %83'ünü denetimleri altında tutuyordu. Kendisine bağlı bankalarla birlikte yaklaşık olarak 3 milyar markla çalışan Deutsche Bank, Prusya'daki Devlet Demiryolları İdaresinin yanında, eski dünyanın en büyük ve en az merkeziyetçi sermaye birikimini temsil etmektedir." [25]
"Bağlı" bankalara ilişkin noktalarda özellikle durduk; çünkü, çağdaş kapitalist yoğunlaşmanın en önemli ayırıcı özelliklerinden biri burdadır. Büyük işletmeler, özellikle bankalar, küçük işletmeleri yalnızca yutmakla kalmazlar; onların sermayelerine "katılarak", hisse senetlerini satın alarak ya da değiştirerek, kredi sisteminden yararlanarak, onları kendilerine "bağlarlar", teknik deyimiyle söylersek "kendi konsorsiyumları"na sokarlar, yedeklerine alırlar. Profesör Liefmann "modern iştirak ve finansman şirketleri" hakkında 500 sayfa kadar tutan bir kitap yayımladı;[26] ne yazık ki, bu kitapta, iyi sindirilmiş birtakım kaba bilgilere, pek zavallı cinsten "teorik" düşüncelerini eklemiş. Yoğunlaşma bakımından "holding sisteminin nerelere gideceği, en iyi biçimde, kendisi de bir banker olan Riessed'in büyük Alman bankaları üstüne yazdığı kitapta anlatılmıştır. Ancak bu kitaptaki verileri incelemeden önce, "holding" sistemine somut bir örnek verelim.
Deutsche Bank grubu, büyük banka gruplarının en büyüğü değilse bile, en büyüklerinden biridir. Bu gruptaki bütün bankalar arasındaki bağlara bir gözatmak için, birinci, ikinci, üçüncü derecedeki "holding"leri, ya da, aynı şey (sayfa 40) demek olan, küçük bankaların Deutsche Bank'a "bağlılıkları" arasında ayrım yapmak gerekir. O zaman aşağıdaki tablo elde edilir[27] [tablo - 2]:
[TABLO — 2]
|
1. Derecede Bağımlılık
|
2. Derecede Bağımlılık
|
3. Derecede Bağımlılık
|
|
SürekliBelirsiz süreliZaman Zaman
|
|
17 bankada5 bankada8 bankada
|
9 Holding, 34 bankaya iştirak eder
——
5 holding, 14 bankaya iştirak eder.
|
4 holding, 7 bankaya iştirak eder.
——
2 holding 2 bankaya iştirak eder.
|
T o p l a m
|
30 bankada
|
14 holding, 48 bankaya iştirak eder.
|
6 holding, 9 bankaya iştirak eder.
|
"Zaman zaman" Deutsche Bank'a "birinci derecede bağlı" olan 8 banka arasında 3 yabancı banka vardır: bir Avustury (Wiener Bankverein) ve iki Rus bankası (Sibirya Ticaret Bankası ve Rus Dış Ticaret Bankası). Deutsche Bank grubu, doğrudan doğruya ya da dolaylı, kısmen ya da tamamen, toplam olarak 87 bankayı içine almaktadır. Grubun toplam sermayesi —asıl sermayesi ve mevduat sermayesi—, 2-3 milyar mark olarak tahmin edilmektedir.
Böyle bir grubun başına geçmiş bulunan ve kendinden biraz küçük yarım düzine başka banka ile devlet borçları gibi çok kârlı ve önemli işlemleri yönetme konusunda anlaşmalara giren bir bankanın, artık "aracı" rolle yetinmeyeceği bir avuç tekelcinin birliği haline gelmekte olduğu açıktır. (sayfa 41)
Bankacılıktaki yoğunlaşmanın, Almanya'da, l9. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında nasıl hızlı bir tempo içinde meydana geldiğini Riesser'den özetleyerek aldığımız aşağıdaki veriler gösterecektir [tablo - 3]:
[TABLO — 3]
ALTI BÜYÜK BERLİN BANKASI
Yıllar
|
Almanya'daki Şubeleri
|
Ajanslar ve Kambiyo Büroları
|
Anonim Şirket Halindeki Alman Bankalarındaki Sürekli İştirakler
|
Kurumlar Toplamı
|
1895
1900
1911
|
16
21
104
|
14
40
276
|
1
8
63
|
42
80
450
|
Burada bütün ülkeyi kaplayan sık bir mali kanallar şebekesinin bütün sermayeleri ve gelirleri merkezileştirerek, binlerce tek bir ulusa kapitalist örgüte ya da tek bir dünya kapitalist örgütüne dönüştürerek hızla yayıldığı görülüyor. Günümüzdeki burjuva ekonomi politiği adına biraz önce Schulze-Gaevernitz'den aldığımız parçada sözü edilen "ademi merkeziyet" kavramı, gerçekte, eskiden nispeten "bağımsız", ya da daha uygun bir deyişle, köşede kalmış olan birçok ekonomik birimin yalnız bir merkeze bağlanmasını ifade etmektedir. Gerçekte, burada, dev tekellerin merkezileşmesi, rollerinin, önemlerinin ve güçlerinin artması sözkonusudur.
Daha eski kapitalist ülkelerde, bu "banka ağı"nın, daha da sık olduğu görülür. İngiltere'de (İrlanda dahil), 1910'da, 7.151 banka şubesi vardı. Dört büyük bankadan herbirinin, 400'ü aşkın, (447-689 arasında), başka dört bankadan herbirinin 200'ü aşkın, onbir bankadan herbirinin 100'i aşkın şubesi vardı.
Fransa'da en büyük üç banka (Crédit Lyonnais, (sayfa 42) Comptoir Natioizal d'escompte ve Société Générale) işlemlerini ve şube ağlarını şöyle genişletmişlerdir[28] [tablo - 4]:
[TABLO — 4]
Yıllar
|
Şube ve Ajans Sayısı
|
Sermaye
(Milyon Frank)
|
Taşra
|
Paris
|
Total
|
Banka
Sermayesi
|
Mevduat
|
1870
1890
1909
|
47
192
1,033
|
17
66
196
|
64
258
1,229
|
200
265
887
|
427
1,245
4,363
|
Riesser, modern ve büyük bir bankanın "ilişkilerini" göstermek için, Almanya'nın ve dünyanın en büyük bankalarından biriniri, Disconto Geselschaft'ın (bu kurumun sermayesi, 1914'te 300 milyon markı buluyordu) gönderdiği ve aldığı mektupların sayısını ele alıyor:
M E K T U P L A R I N S A Y I S I
|
Gelen
|
Giden
|
1852
1870
1900
|
6,135
85,800
533,102
|
6,292
87,513
626,043
|
C'rédit Lyonnais'nin cari hesap sayısı, 1875'te 28.535 iken, 1912'de 633.539'a yükselmiştir.[29]
Bu basit rakamlar, sermaye yoğunlaşmasındaki ve iş cirosundaki artışla bankaların öneminin kökten nasıl değiştiğini, ayrıntılı ve uzun açıklamalardan daha iyi göstermektedir. Ayrı ayrı kapitalistler birleşerek bir tek kolektif kapitalist meydana getiriyorlar. Birçok kapitalistin cari hesaplarını (sayfa 43) tutmakla, bankalar, aslında, yalnızca teknik ve yardımcı bir işlem yapmaktadır. Ancak bu işlemler muazzam ölçüde yaygınlık kazandığı zaman görüyoruz ki, bir avuç tekelci, bütün kapitalist toplumun sınai ve ticari işlemlerini kendi isteklerine bağlı kılıyor; bu tekelci grup, bankalarla ilişkileri, cari hesaplar ve başka mali işlemler sayesinde, ilkin, kenarda kalmış kapitalistlerin durumlarını tam bir şekilde öğrenebilir, sonra kredileri azaltıp çoğaltarak ya da kolaylaştırıp zorlaştırarak onlar üzerinde bir denetim kurabilir, onları etkisi altına alabilir, ensonu onların yazgılarını tam anlamıyla elinde tutabilir, işletmelerinin gelirini belirleyebilir, onları sermayeden yoksun bırakabilir ya da sermayelerinin büyük ölçüde artmasına izin verebilir, vb..
Biraz önce Berlin'deki Disconto Geselschaft'ın sermayesinin 300 milyon mark olduğunu belirtmiştik. Bankanın sermayesindeki bu artış, en büyük iki Berlin bankasının, Deutsche Bank ile Disconto Gesellschaft'ın, egemenlik savaşımının küçük sonuçlarindan biridir. 1870'te, daha yeni kurulmuş olan bu ikincisinin 15 milyon sermayesine karşılık, birincinin sermayesi 30 milyon markı bulmaktaydı. 1908'de, birincinin sermayesi 200 milyon, ikincisininki 170 milyondu. 1914'te, Deutsche Bank, sermayesini 250 milyona yükseltti; öbürü ise gene çok büyük bir başka bankayla, Schaaffhauseizscher Bankverein ile birleşerek, sermayesini 300 milyona çıkardı. Elbette ki bu egemenlik savaşımı, iki banka arasında, gittikçe daha sık ve daha sürekli birtakım "anlaşmalar"la birlikte yürüyecekti. Bankalardaki bu gelişmenin en ılımlı ve en titiz bir burjuva reform anlayışının ötesine hiçbir zaman geçmeyen bir anlayışla ekonomik sorunları inceleyen uzman kişilerde uyandırdığı düşünceler şöyledir:
Disconto Gisellschaft'ın sermayesinin 300 milyon marka yükselmesi konusunda Alman dergisi Die Bank'ta şöyle deniyordu: "Öbür bankalar da aynı yolu izleyecektir. Bugün ekonomik yönden Almanya'yı yönetmekte olan 300 kişi, (sayfa 44) zamanla 50'ye, 25'e inecek, hatta daha da azalacaktır. Öte yandan, modern yoğunlaşma hareketinin yalnız bankacılık alanında kalacağı da söylenemez. Bankalar arasındaki bu sıkı ilişkiler, onların koruduğu sanayi topluluklarının da biraraya gelmesini gerektirecektir. ... Günün birinde uyandığımızda, çevremizde tröstlerden başka şey göremeyip şaşıracağız; özel tekellerin yerine devlet tekellerini geçirmek zorunluluğunu duyacağız. Bununla birlikte, işleri, hisse senetleriyle biraz hızlanmış olarak kendi serbest gelişmelerine bırakmış olmaktan başka bir suç bulamayacağız kendimize."[30]
İşte burjuva gazeteciliğinin güçsüzlüğüne güzel bir örnek. Burjuva bilimi ise, daha az içten olmasıyla, işlerin esasını örtbas etmek, ormanı ağaçlarla maskelemek eğilimiyle, bundan ayrılır. Yoğunlaşmanın sonuçlarına "şaşmak", kapitalist Alman hükümetini ya da kapitalist "toplumu" ("bizi") "suçlamak"; tıpkı Amerikan tröstlerinden korkan ve "tröstler kadar teknik ve ekonomik ilerlemeyi hızlandıramadıkları"[31] gerekçesiyle Alman kartellerini onlara yeğleyen Alman "kartel uzmanı" Tschierschky gibi, hisse senedi işlemlerinin yoğunlaşmayı artıracağından korkmak — bu, güçsüzlük değil de nedir?
Ama gerçekler, gerçekler olarak kalır. Belki bugün, Almanyada, tröstlere değil, yalnızca kartellere raslanıyor; ama gene de, Almanya, 300'ü aşmayan büyük sermaye tarafından yönetilmektedir. Üstelik bu sayı, gittikçe azalmaktadır. Her durumda ve bütün kapitalist ülkelerde, bankaları yöneten yasalar arasındaki farklar ne olursa olsun, bankaların, sermaye yoğunlaşması ve tekellerin oluşumu sürecini kuvvetlendirdikleri ve hızlandırdıkları bir gerçektir.
Marx, yarım yüzyıl önce, Kapital'de (Rusça çeviri, c. III, Kitap 2, s. 144.). [10*] "Bankacılık sistemi, gerçekte genel (sayfa 45) bir defter tutma ve üretim araçlarının toplumsal bir ölçekte dağılma biçimine sahiptir; ama, yalnızca bu biçime." Banka sermayelerinin artması, büyük bankaların şube ve ajans sayılarının ve cari hesap adetlerinin çoğalması konusunda yukarda belirttiğimiz rakamlar, bütün bir kapitalistler sınıfının "genel muhasebesi"ni somut bir biçimde sunmaktadır bize; bütün bir kapitalistler sınıfı dedik, aslında kapitalist olmayan unsurlar da katılmaktadır buna, çünkü bankalar, kısa bir süre için de olsa, küçük işadamlarının memurların, işçi sınıfının çok ince üst tabakasının her çeşit para gelirlerini de toplamaktadır. "Üretim araçlarının genel dağılımı" ise kesinlikle, modern bankaların gelişmesinden doğar. Sayıları Fransa'da 3-6, Almanya'da 6-8 olan bu bankaların en önemlilerinin ellerinde milyarlar dönmektedir. Ne var ki, sorunun özü sözkonusu olduğunda, üretim araçlarının bu dağılımı, hiçbir "genel" çizgi taşımaz; tamamıyla özeldir, yani büyük sermayenin, ilk planda da en büyük sermayenin, halk yığınlarının güçlükle beslendiği, tüm tarımsal gelişmenin sanayideki gelişmelerden onarılmaz bir şekilde geri kaldığı, sanayi içinde de "ağır sanayi"in öbür sanayi kollarını haraca kestiği koşullar altında oluşan tekelci sermayenin çıkarlarına göre işlemektedir.
Tasarruf sandıkları ve postaneler de kapitalist ekonominin toplumsallaşmasında bankalarla rekabet etmeye başlıyor. Bunlar, daha "ademi merkeziyetçi" kurumlardır; yani etkileri daha büyük sayıda yerel birimlere, daha uzak yerlere, daha geniş bir nüfus kesimine yayılmaktadır. Bir Amerikan komisyonu, bankalardaki ve tasarruf sandıklarındaki mevduatın karşılıklı gelişmesi üzerine şu rakamları elde etmiştir[32] [tablo - 5]:
[TABLO — 5]
MEVDUAT (MİLYAR MARK)
Yıllar
|
İngiltere
|
Fransa
|
Almanya
|
Bankalar
|
Tasarruf
Sandıkları
|
Bankalar
|
Tasarruf
Sandıkları
|
Bankalar
|
Kredi
Şirketleri
|
Tasarruf
Sandıkları
|
1880
1888
1909
|
8.4
12.4
23.2
|
1.6
2.0
4.2
|
?
1.5
3.7
|
0.9
2.1
4.2
|
0.5
1.1
7.1
|
0.4
0.4
2.2
|
2.6
4.5
13.9
|
Mevduata %4-4,25 faiz ödeyen tasarruf sandıkları, sermayelerine "kârlı" plasmanlar aramak, poliçe, ipotek vb. (sayfa 46) işlemlerine girmek zorunda kalmaktadır. Böylece bankalar ve tasarruf sandıkları arasındaki sınırlar "giderek silinmekte"dir. Bu bakımdan, örneğin Boshum ve Erfurt Ticaret Odaları, senet iskonto etmek gibi tamamıyla banka işlemi sayılan işlerin tasarruf sandıkları tarafından yapılmasının "yasaklanmasını" istiyorlar. Postaneler tarafından yapılmakta olan banka işlemlerinin de sınırlandırılmasını gerekli görüyorlar.[33] Banka kodamanları, ummadıkları bir yerde, devlet tekelinin işe elatmasından korkar görünüyorlar. Ancak şurası da besbelli ki, bu korku, aynı dairenin iki yönetici bölümü arasındaki rekabetin çerçevesini aşmamaktadır. Çünkü, bir yandan, tasarruf sandıklarına emanet edilmiş milyarlar kesinlikle gene o aynı kodamanların emrinde demektir: öte yandan, kapitalist toplumdaki devlet tekeli, aslında, şu ya da bu sanayi alanındaki iflas sınırına gelmiş niilyonerlerin gelirlerini artırmak ve güvence altına almak için kullanılan bir araçtan başka bir şey ifade etmemektedir.
Serbest rekabetin hüküm sürdüğü eski kapitalizmin yerini, tekellerin egemen olduğu bir yenisinin alması, doğurduğu birçok sonuçlar arasında Borsanın önemini de (sayfa 47) azaltmamıştır. Die Bank dergisi şöyle yazar:
"Borsa, eskiden, bankaların çıkardıkları 'kıymetleri' henüz müşterileri arasına plase edemediği zamanlarda sahip olduğu o vazgeçilmez değişim aracısı niteliğini uzun bir süreden beri yitirmiş bulunuyor."[34]
"'Her banka, bir Borsadir.' Banka ne denli büyük, işlemlerindeki yoğunlaşma ne denli ilerlemiş olursa, bu özleyiş de o denli gerçeklik kazanmış olur."[35]
"Borsa, bir zamanlar, 1870'i izleyen yıllarda, gençlik taşkınlıkları içinde [1873 borsa bunalımına, [11*] Gründerzeit [12*] şirketi rezaletlerine vb. 'ince' bir ima] Almanya'nın sanayileşme çağını açmıştı ... bugün ise bankalar ve sanayi, bu işi 'kendi başlarına yapabilecek' güçteler. Büyük bankalarımızın Borsa üzerindeki egemenliği, iyice örgütlenmiş Alman sınai devletinin ifadesinden başka bir şey degildir. Otomatik olarak işleyen ekonomik yasalar alanı daralır, buna karşılık bankalarla ilgili bilinçli çalışma düzeni önemli ölçüde genişletilirse, ulusal ekonomi konusunda birkaç yöneticiye düşen sorumluluk payı da çok geniş oranlarda artmış olacaktır." Alman Profesörü Schulze-Gaevernitz böyle yazıyor.[36] Alman emperyalizminin bu savunucusu, bütün ülkelerin emperyalistleri üzerinde otoritesi olan bu savunucu, ekonomik yaşamın bankalarca "bilinçli bir biçimde" düzenlenmesi olayının, aslında "iyi örgütlenmiş" bir avuç tekelci tarafından halk yığınlarının soyulması demek olduğunu, bu "ayrıntı"yı, maskelemeye çalışır. Çünkü, burjuva profesörün görevi, banka tekelcilerinin bütün mekanizmasını çırılçıplak ortaya koymak ya da entrikalarını belirtmek değil, tersine, onları daha az iğrenç göstermektir.
Daha yetkin bir iktisatçı ve "maliyeci" olan Riesser de, (sayfa 48) yadsınılamaz gerçeklerden birtakım boş tümcelerin yardımıyla sıyrılmaya çalışmaktadır: "... Borsa, gitgide, menkul kıymetlerin dolaşımı ve bütün ekonomik yaşam için pek gerekli olan niteliğini: yani yalnızca en doğru ölçen alet olma özelliğini değil, aynı zamanda, kendine yönelen bütün ekonomik hareketlerin otomatik düzenleyicisi diyebileceğimiz özelliğini de yitirmektedir."[37]
Başka bir deyişle, eski kapitalizm, serbest rekabet kapitalizmi, mutlak ve vazgeçilkez düzenleyicisi Borsa ile birlikte, ortadan ebediyen kaybolmaktadır. Geçici bir dönemin belirtilerini taşıyan, serbest rekabet ve tekel karışımı yeni bir kapitalizm, onun yerini alıyor. Böylece soru kendiliğinden doğmaktadır: bugünkü kapitalizmin bu "geçiş"i neye yöneliyor? Ne var ki, burjuva bilginleri bu soruyu sormaktan korkuyorlar.
"Otuz yıl önce, 'işçilerin' el emeği dışında kalan ekonomik çalışmanın onda-dokuzunu, serbest rekabet düzeni içindeki yumuşakbaşlı işverenler yapardı. Bugün ise, ekonomide bu zihinsel çabanın onda-dokuzu memurlar tarafından yerine getirilmektedir. Banka, bu evrimin başındadır."[38]
Schulze-Gaevernitz'in bu itirafı, bir kez daha, bugünkü kapitalizmin —emperyalist aşamadaki kapitalizmin— geçiş olayının neye yöneldiği sorusunu akla getiriyor.
Yoğunlaşma sürecinin gücüyle, bütün kapitalist ekonominin başında kalan bazı bankalarda, doğal olarak, tekel anlaşmaları, bir banka tröstüne doğru gitgide daha belirgin bir kayma eğilimi taşıyacaktır. Amerika'da, artık dokuz değil, ama çok büyük iki banka, milyarder Rockefeller'ın ve Morgan'ın bankaları, 11 milyar marka ulaşan bir sermayeye hükmetmektedir.[39] 9Almanya'da yukarda belirttiğimiz (sayfa 49) Schaaffhausen Birliği'nin Disconto Gesellschaft tarafından emilmesi olayı, Borsanın önde gelen yayın organlarından Frankfurtter Zeitung'da [13*] şöyle değerlendiriliyordu:
"Bankaların yoğunlaşmasındaki artma hareketi, genel olarak kredi talebinde bulunabilecek kurumlar çevresini de daraltmaktadır. Sanayi ile mali dünya arasındaki sıkı ilişki, banka sermayesine muhtaç sanayi şirketlerinin hareket özgürlüğünü sınırlamaktadır. Bu yüzden, büyük sanayi, bankaların artan tröstleşme eğilimini farklı duygularla izlemektedir. Gerçekten birçok kez büyük banka grupları arasında rekabeti sınırlama amacını taşıyan anlaşmalara girişildiği gözlemlenmiştir."[40]
Bankalardaki gelişmenin son sözünü bir kez daha söyleyelim: tekel.
Bankalarla sanayi arasındaki sıkı ilişkiye gelince, bankaların yeni rolü belki de en açık biçimde bu alanda görülmektedir. Bir banka, bir sanayicinin senedini iskonto ettiği zaman, ona bir cari hesap vb. açacak, ve bu işlemler, tek tek alınırsa, o sanayicinin bağımsızlığına zarar vermeyecek, banka da mütevazi bir aracı rolünün dışına çıkmış olmayacaktır. Ancak bu işlemler çoğalır ve yerleşik bir durum kazanırsa, bir işletmenin cari hesabının tutulması, bankaya, bu müşterisinin ekonomik durumu hakkında her zaman daha geniş ve daha açık bilgi edinme olanağı sağlıyorsa —ki daima böyle olmaktadır—, o sınai işletme, gitgide daha büyük ölçüde bankaya karşı bağımlı olmaya başlar.
Aynı zamanda, bankalar ve büyük ticari ve sınai işletmeler arasında bir çeşit kişisel birleşmenin, hisse senetleri alımı yoluyla bir kaynaşma olayının geliştiği, bunun da sınai ve ticari işletmelerin denetim (ya da yönetim) kurullarına banka müdürlerinin geçmesiyle, ya da tersinin olmasıyla, gerçekleştiği de görülmektedir. Alman iktisatcısı Jeidels, (sayfa 50) bu çeşit sermaye ve işletme yoğunlaşması hakkında çok önemli belgeler toplamıştır. Buna göre, Berlin'deki en büyük altı banka, müdürleriyle 344 sanayi şirketinde, ayrıca yönetim kurulu üyeleriyle başka 47 sanayi şirketinde temsil edilmektedir; yani toplam olarak 751 şirkette. Bu sonuncuların 289'unda, ya yönetim kurulu başkanlığı ya da iki üyelik ele geçirilmiştir. Bu şirketler en çesitli ticaret ve sanayi alanlarına yayılır: sigorta, ulaştırma, lokantalar, tiyatrolar, sinema filmciliği vb.. Öte yandan, 1910'da, aynı altı bankanın denetim kurullarında 51 büyük sınai işletmenin temsilcileri bulunuyordu; örneğin bunlardan biri de Krupp firmasına bağlı "Hapag" (Hamburg-Amerikan) adlı büyük denizcilik kumpanyasının müdürüydü. Bu altı bankanın herbiri, yüzlerce sanayi şirketinin çıkardığı hisse senetlerine ve tahvillere katılmışlardı; bu şirketlerin sayısı 281 ve 419 arasında değişiyordu[41]
Bankaların ve sanayilerin "kişisel birlik"i, hükümet ile bunlar arasındaki "kişisel birlik"le tamamlanmıştır.
Şöyle yazar Jeidels: "Denetim kurullarındaki sandalyeler, ünlü kişilere ve devlet makamlarıyla ilişkileri önemli ölçüde kolaylaştırabilecek [!!] eski memurlara rahatça sunulmaktadır." ... "Büyük bir bankanın denetim kurulunda, genellikle bir parlamento üyesi ya da Berlin belediyesinden bir üye bulunur."
Hazırlanma ve, denebilirse büyük kapitalist tekeller noktasına ulaşma, bütün "doğal" ya da "doğaüstü" araçlar kullanılarak tam hızla devam etmektedir. Bundan da, modern kapitalist toplumun birkaç yüz finans kralı arasında, bir çeşit sistematik işbölümü meydana gelmektedir.
"[Bankaların yönetim kurullarına vb. giren] bazı büyük sanayicilerin faaliyet alanlarındaki bu genişlemeye koşut olarak, belli sanayi bölgelerinin, taşradaki banka müdürlerinin (sayfa 51) sorumluluğuna bırakılması, büyük bankaların yöneticileri için belli bir uzmanlık alanı yaratmaktadır. Böyle bir uzmanlaşma, genellikle, yalnız büyük bankalarda, özellikle de sanayi dünyasıyla iyice yaygın ilişkiler kurulduğunda olanaklı olabilir. Bu işbölümü iki yönde oluşur: bir yandan, bütün sanayi ilişkileri o işte uzmanlaşmış bir müdüre verilir; öte yandan, her müdür ayrı işletmelerin ya da. üretimleri ve kârları birbirine bağlı bir işletme grubunun denetimini üstlenir. ... [Kapitalizm daha şimdiden ayrı ayrı işletmelere örgütlü bir denetim uygulama dönemine girmiş bulunuyor:] Bunlardan birinin uzmanlığı Alman sanayii, hatta bazan yalnızca Batı Almanya'daki sanayi olmaktadır [Batı Almanya, sanayi yönünden, ülkenin en gelişmiş kısmıdır]; ötekiler ise, yabancı devletler ve yabancı sanayi ile ilişkilerde, sanayicilerin kişilikleri hakkında toplanacak bilgiler, Borsa işleri vb. konularında uzmanlaşırlar. Ayrıca, çoğu kez, her banka müdürü, bir bölgenin ya da sanayi kolunun işleriyle görevlendirilir. ... Örneğin, biri bellibaşlı elektrik şirketlerinin, bir başkası kimyasal maddeler, bira, şeker fabrikalarının denetim kurullarında çalışır; başka biri, kıyıda kalmış birkaç işletme ve aynı zamanda sigorta şirketlerinin denetim kurullarında görevlidir. ... Kısacası, büyük bankalarda çalışma alanı genişledikçe, işlemler çeşitlendikçe, yöneticiler arasında işbölümü de, kuşkusuz, onları salt bankacılığın azçok üzerine çıkarmayı, sanayiin genel sorunları ve farklı dalları ilgilendiren özel sorunlar üzerinde daha yetkin karar verme durumuna getirmeyi, bankanın sınai etki alanında daha elverişli hareket etmeyi amaçlayacak biçimde artmaktadır. Bu banka sistemi, sanayi ile haşır-neşir olmuş kimseleri, sanayicileri, eski devlet memurlarını, bunlardan özellikle demiryolları, madencilik vb. hizmetlerinde çalışmış olanları denetim kurullarına seçme eğilimiyle tamamlanmaktadır."[42] (sayfa 52)
Çok küçük bazı farklarla, aynı yapıdaki kurumları, Fransız bankacılığında da görüyoruz. Örneğin, en büyük üç Fransız bankasından biri olan Crédit Lyonnais, özel bir mali araştırmalar servisi (service des études financiérés) kurmuştur; burada elliden fazla mühendis, istatistikçi, iktisatçı, hukukçu vb. sürekli olarak çalışır. Servisin maliyeti altı-yedi yüz bin frank kadardır. Bu servis, kendi içinde sekiz bölüme ayrılmıştır: biri sınai işletmeler hakkında özel bilgiler toplamakla görevlidir; ikincisi genel istatistikleri inceler; üçüncüsü demiryolu ve deniz ulaştırma kumpanyaları ile ilgili konulara, dördüncüsü kurumların sermaye durumlarına, beşincisi mali raporlara vb. eğilmektedir.[43]
Sonuçta, bir yandan, gitgide daha bütün bir kaynaşma meydana geliyor, ya da N. İ. Buharin'in güzel bir raslantıyla dediği gibi, banka sermayeleri ile sanayi sermayeleri içiçe bir durum kazanıyor; başka türlü söylersek, bankalar, gerçek anlamda "evrensel" niteliği olan kurumlar haline dönüşüyor. Bu konuda, sorunu en iyi şekilde incelemiş bir yazarın, Jeidels'in kullandığı terimleri, burda anmanın gerekli olduğuna inanıyoruz:
"Sanayi ilişkilerinin bütünüyle incelenmesi, sanayi için mali kurumların 'evrensel niteliği'ni kavramamıza yarar. Öbür banka çeşitlerinin ters.ine, bankaların, ayaklarının altından toprağın kaymasını önlemek için, bir alanda ya da belli bir sanayide uzmanlaşması gereğini ileri süren bazı düşüncelerin tersine, büyük bankalar, yer ve üretim tarzı bakımından değişik işletmelere olanaklı olduğunca fazla ilişki kurmaya, farklı bölgeler ve farklı sanayi dallarında, bu dallardaki işletmelerin tarihsel gelişmelerinin sonucu olarak ortaya çıkmış sermaye dağılımı eşitsizliklerini gidermeye çalışmaktadır. ... Bir eğilime göre sanayi, bankaların bağlarını genelleştirmelidir; başka bir eğilim, bu bağları sürekli (sayfa 53) kılmak ve sıkılaştırmak yönündedir; altı büyük bankada her iki eğilime de, tamamen değilse bile, dikkate değer ölçüler içinde, ve eşit olarak, yer verilmiştir."
Sanayi ve ticaret çevrelerinde, sık sık bankaların "teröründen" yakınıldığı görülür. Bu yakınmaların, aşağıdaki örnekte görüleceği gibi, büyük bankaların "kumanda verdikleri" zamanlara raslamasına saşmamak gerekir. 19 Kasım 1901'de Berlin D bankalarından biri (adları D harfiyle başlayan dört büyük bankaya böyle denmektedir), Alman-Merkez-Kuzeybatı Çimento Sendikası'nın yönetim kuruluna aşağıdaki mektubu yollamıştı.
"Kurumunuzun bu ayın 18'inde bir gazetede yayınladığı bir ilandan anlaşıldığına göre, sendikanızın ayın 30'unda yapılacak genel kurul toplantısında, işletmeleriniz için elverişli görülen, ama bize uygun düşmeyen, bazı değişiklik kararları alınması olasılığı vardır. Bu yüzden bugüne değin size açmış bulunduğumuz krediyi kesmek zorunda kalacağımızı büyük bir üzüntüyle bildiririz. ... Ancak, sözü edilen genel kurul toplantısında, bize uygun düşmeyen herhangi bir karar alınmadığı, ayrıca gelecek için bu konuda uygun güvenceler verildiği takdirde, yeni bir kredinin sağlanma olanaklarını görüşmeye hazır olduğumuzu belirtiriz."[44]
Gerçekte bu, büyük sermaye tarafından ezilen küçük sermayenin hep aynı yakınmasıdır; yalnız, bu olayda, "küçükler"in grubuna düşen bütün bir sendikaydı! Küçük ve büyük sermaye arasındaki eski savaşım, bu kez yeni ve iyice yüksek bir gelişme düzeyinde olmak üzere, yeniden başlıyor. Hiç kuşkusuz, milyarlara hükmeden büyük bankalar, eskileriyle hiçbir şekilde kıyaslanamayacak araçlar kullanarak, teknik ilerlemeyi hızlandırma yeteneğine de sahiptirler. Bankalar, örneğin, birtakım teknik araştırma dernekleri kurarlar, ve elbet, bunlardan yalnızca "dost" sınai (sayfa 54) işletmeler yararlanır. Bunlar arasında, Elektrikli Tren Araştırma Derneği'ni, Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Merkez vb. sayabiliriz.
Büyük bankaların yöneticilerinin, ulusal ekonomide oluşmakta olan ekonomik koşulları bizzat görmemeleri olanaklı değil, ama onlar, bu koşullar karşısında güçsüz kalıyorlar.
Şöyle diyor Jeidels: "Son yıllarda büyük bankaların yönetim ve denetim kurullarındaki kişilerin değişmelerini gözlemlemiş bir kimse, işlerin, yavaş yavaş, büyük bankaların, sanayiin genel gelişmesine, kaçınılmaz ve gitgide fiili olarak, etkin bir biçimde müdahalesini düşünen birtakım yeni adamların eline geçtiğine dikkat edecektir; bu yenilerle eski banka müdürleri arasında, iş konusunda, sık sık da kişisel konularda, anlaşmazlık çıktığına tanık olacaktır. Gerçekte, sorun, kredi kurumları olan bankaların, sınai üretim sürecine müdahale ettikleri zaman bundan zararlı çıkıp çıkmayacakları, kredi aracılığı rolleriyle ortak herhangi bir yanı olmayan ve sınai durumun kör etkisi altında kendilerinin her zamankinden daha açık bir alana sürükleyen bir faaliyet uğruna, sağlam ilkelerini ve güvenceli çıkarlarını feda edip etmeyecekleridir. Bunu, eski banka müdürlerinin çoğu onaylamaktadır; genç müdürlerin çoğu ise, sınai sorunlara etkin bir müdahaleyi, modern büyük sanayi ile birlikte büyük bankaların ve sınai faaliyetin, bugünkü bankaları doğurduğu zorunluluğa eş bir zorunluluk olarak görülüyorlar. Her iki taraf, yalnız bir noktada, büyük bankaların yeni faaliyetlerinde, ne değişmez ilkelerin, ne de somut bir amacın bulunmadığı noktasında birleşmektedir."[45]
Eski kapitalizm gününü doldurmuştur. Yenisi ise bir geçiş dönemini yaşıyor. Tekeller ile serbest rekabeti "uzlaştırmak" için "değişmez ilkeler" ve "somut bir amaç" peşinde koşmak, elbette ki, boşuna bir çaba olacaktır. Uygulamada (sayfa 55) çalışanların itirafları ile Schulze-Gaevernitz, Liefmann ve başka "teorisyenler" gibi "örgütlü" kapitalizmin resmi savunucularının çoşkun övgüleri birbirini hiç de tutmamaktadır.
Büyük bankaların bu "yeni faaliyeti", acaba, kesin olarak, ne zaman ortaya çıkmıştır? Bu önemli soruya, Jeidels'de, oldukça açık bir karşılık buluyoruz:
"Sınai işletmelerin yeni konuları, yeni biçimleri, yeni organlarıyla, yeni hem merkeziyetçi, hem de merkeziyetçi olmayan örgütlü büyük bankalarla ilişkileri, 1890'dan önce, ulusal ekonominin karakteristik bir olayı değildi, bir anlamda, bu çıkış noktası, bankaların beliren sanayie ait politikalarından ötürü, ilk kez merkeziyetçi olmayan işletmelerin büyük "kaynaşma" olaylarına rasladığımız 1897 yılına değin de getirilebilir, hatta bu tarihi daha yakın bir zamana çekmek de olanaklıdır; çünkü yalnızca 1900 bunalımı, bankacılıkta olduğu kadar sanayide de yoğunlaşma sürecini hızlandırmış ve sanayi ile kurulmuş bağları ilk kez büyük bankaların bir tekeli haline getirerek, o ilişkileri daha sıkı, daha kuvvetli kılmıştı."[46]
Böylece 20. yüzyıl, eski kapitalizmin, genel olarak sermaye egemenliğinden mali-sermaye egemenliğine geçilen yeni bir kapitalizme yerini bıraktığı bir dönüm noktasıdır. (sayfa 56)
ÜÇ
MALİ-SERMAYE VE MALİ-OLİGARŞİ
ŞÖYLE yazar Hilferding: "Sınai sermayenin daima büyüyen bir parçası, onu kullanmakta olan sanayicilere ait değildir. Sanayiciler, bundan yararlanma olanağını, yalnızca, kendilerine göre sermaye sahipliğini temsil eden bankalar kanalıyla elde etmektedirler. Öte yandan, bankalar da, gitgide artan bir sermaye kısmını, sanayide tutmak zorundadır. Böylece bankalar, gittikçe artan ölçüde, birer sanayi kapitalisti haline geliyor. Gerçekte, sanayi sermayesi haline dönüşen bu banka sermayesine —yani para-sermayeye— 'mali-sermaye', ('finance capital') diyorum. Kısacası, 'mali-sermaye', bankaların çekip çevirdiği, sanayicilerin kullandığı bir sermaye oluyor."[47] (sayfa 57)
Bu tanım, eksiktir; çünkü çok önemli bir olguyu, üretimin ve sermayenin genişleyen yoğunlaşmasının tekellere yolaçtığı ve hâlâ açmakta olduğu olgusunu, sessizce geçiştirmektedir. Ancak, gene de Hilferding'in genellikle bütün yapıtı, ve özellikle yapıtın bu tanımı aldığımız bölümden önceki iki bölümü, kapitalist tekellerin rolü üzerinde gereğince durmaktadır.
Üretimin yoğunlaşması, bunun sonucu olarak, tekeller; sanayiin ve bankaların kaynaşması ya da içiçe girmesi — işte mali-sermayenin oluşum tarihi ve bu kavramın özü.
Şimdi geriye kapitalist tekeller "yönetiminin", meta üretimi ve özel mülkiyet rejimi içinde, nasıl kaçınılmaz bir biçimde, bir mali-oligarşi egemenliği haline geldiğini açıklamak kalıyor. Hemen belirtelim ki, Alman —yalnızca Alman değil— burjuva biliminin Riesser, Schulze-Gaevernitz, Liefmann vb. gibi temsilcilerinin hepsi de, emperyalizmin ve mali-sermayenin savunucularıdır. Bu oligarşinin oluşum "mekanizması"nı, usullerini, "yasak ya da caiz" gelirlerinin oranlarını, parlamento ile ilişkilerini vb., vb. açıklayacakları yerde, onları hafif göstermeye, süslemeye çalışıyorlar. Tumturaklı ve belirsiz tümcelerle, banka müdürlerinin "sorumluluk duygularına" seslenerek, Prusyalı memurlara "görev duyguları"ndan ötürü övgüler döşenerek, tekellerin "gözetim" ve "düzenlemeleri" için hazırlanan gülünç yasa tasarılarını, en ciddi bir tavırla ve ayrıntılı bir biçimde tahlile girişerek, teori konusunda, Profesör Liefmann'ın ulaştığı şu "bilimsel" tanımlama gibi budalalıklara başvurarak, bu "lanetli" soruları savuşturmak istiyorlar: "T i c a r e t, m a l l a r ı t o p l a m a y ı, m u h a f a z a e t m e y i v e e m r e a m a d e t u t m a y ı a m a ç l a y a n s ı n a i b i r f a a l i y e t t i r."[48] (İtalikler profesöründür.) Bu sözlerden çıkacak sonuç şudur: ticaret, değişimi (sayfa 58) (mübadeleyi) bilmeyen ilkel insanda da vardı, sosyalist toplumda da olacaktır!
Ancak mali-oligarşinin müthiş egemenliğiyle ilgili korkunç gerçekler öylesine bellidir ki, bütün kapitalist ülkelerde, Amerika'da, Fransa'da, Almanya'da, burjuva anlayışla yazılmış, ama gene de, bu mali-oligarşinin —bayağı cinsten de olsa— doğruya oldukça yakın ve eleştirel bir tablosunu veren bir yazın türemiş bulunuyor.
Her şeyden önce, temelde, yukarda bir-iki sözcükle değindiğimiz "holding sistemi" var. Bu konuya, ilk değinen değilse bile, ilk değinenlerden biri olan Alman iktisatçısı Heymann şöyle diyor:
"Yöneticiler, esas-şirketi, [sözcüğü sözcüğüne: "ana-şirket"] o da bağlı şirketleri ["kız-şirketler"], onlar da bağlı şirketlere bağlı şirketleri ["torun-şirketler"] vb. denetlemektedir. Bu yolla, büyük bir sermayeye sahip olmadan da, üretimin geniş alanlarına egemen olmak olanaklıdır. Çünkü, üretimi denetleyebilmek için sermayenin %50'sine sahip olmak yetiyorsa, yöneticinin, ikinci derecede bağlı şirketlerin 8 milyonluk sermayesini denetleyebilmesi için, 1 milyon sermaye sahibi olması yetmektedir. Hatta bu 'içice' durum daha da ileri götürüldüğünde, 1 milyon sermaye ile onaltı milyonun, otuziki milyonun vb. denetimi de olanaklı olabilmektedir."[49]
Gerçekte, deneyimler gösteriyor ki, sermayesi hisse senetlerine bölünmüş bir şirketin işlerine egemen olmak için, hisselerin %40'ını elde etmek de yetiyor;[50] çünkü küçük ve dağınık hisse sahiplerinden bir kısmının, pratik olarak, genel kurul toplantılarına katılma olanağı yoktur. Burjuva bilgiçleri ve sözümona "sosyal-demokrat" oportünistler, hisselerin "demokratlaşması"yla, "sermayenin de demokratlaşacağını", (sayfa 59) "küçük üretimin öneminin artacağını, rolünün büyüyeceğini" umuyorlar (ya da umduklarını söylüyorlar); oysa bu, aslında, mali-oligarşinin gücünü artırma yollarından biridir. Bunun içindir ki, daha ileri, daha eski, daha "deneyimli" kapitalist ülkelerde, küçük değerde hisse senetleri çıkatılmasına yasalarca izin verilmiştir. Almanya'da hisse senetlerinin bin marktan fazla itibari değerde olması, yasalarca yasaklanmış bulunmaktadır; bu yüzden Almanya'daki açıkgöz parababaları, 1 sterlinlik (20 marklık, 10 rublelik) hisse senedi bile çıkarılabilen İngiltere'ye kıskanç gözlerle bakarlar. Almanya'daki en büyük sanayicilerden ve "para krallarından" biri olan Siemens, 7 Haziran 1900 tarihinde, Reichstag'a, "bir sterlinlik hisse senetlerinin Britanya emperyalizminin temeli olduğunu" söylemişti.[51] Bu tüccar, Rus marksizminin kurucusu geçinen [14*] ve emperyalizmi halkların birine özgü bir kusur olarak gören bazı ağzı kalabalık yazarlardan daha köklü, daha "marksist" bir emperyalizm anlayışına ulaşmıştı
Ancak, "holding" sistemi, yalnızca tekelcilerin gücünü iyice artırmaya yaramaz, onlara, hiçbir ceza korkusu olmaksızın, halkı oyuna getirmek ve en kirli işlere girmek olanaklarını da sağlar; çünkü "ana-şirketin" yöneticileri, "özerk" sayılan bağlı şirketlerin işlerinden yasalar karşısında sorumlu değillerdir; bu yüzden de bu bağlı şirketler aracılığıyla, "her şeyi" kabul ettirebilirler. İşte Die Bank adlı Alman dergisinin Mayıs 114 tarihli sayısından aldığımız bir örnek:
"Daha birkaç yıl önce, en iyi kazanç sağlayan Alman işletmelerinden biri olan Cassel'deki 'Spring Çelik Anonim Şirketi', kötü yönetim sonucu öyle bir noktaya geldi ki, dağıttığı temettü oranı %15'ten sıfıra düştü. Yönetim kurulu, hissedarların haberi olmaksızın, bağlı şirketlerden birine, (sayfa 60) itibari sermayesi Yalnızca birkaç yüz bin mark olan 'Hassia' şirketine, 6 milyon mark tutarında bir borç vermişti. Anaşirketin sermayesinin hemen hemen üç katını bulan bu yüklenme, bilançolarda da hiç görünmemekteydi. Bu ihmal yasalara aykırı da değildi; ticari mevzuatın hiçbir maddesine aykırı hareket edilmemiş olduğu için, bu durumun tam iki yıl boyunca sessizce geçiştirilmesi olanaklı olmuştu. Sorumlu kişi olarak bu bilançolara imza koymuş olan denetim kurulu başkanı, bugün olduğu gibi o zaman da, aynı zamanda, Cassel ticaret odası başkanı bulunmaktaydı. Hissedarlar 'Hassia' şirketine verilen bu borçtan, çok sonra, bunun hatalı bir iş olduğu ortaya çıktığında" ... (yazarın bu sözcüğü tırnak içine alması gerekirdi) ... "durumu önceden bilenlerin kendi hisse senetlerini satmalarından sonra, bunların değerleri %100'e yakın bir düşüş gösterdiği zaman haberdar olabildiler."...
"Sermayesi hisse senetlerine bölünmüş şirketlerde raslanan bu tipik bilanço cambazlığı, bize, yönetim kurullarının en tehlikeli işlere tek başına çalışan işadamlarından daha rahatlıkla girmelerindeki nedeni açıklamaktadır. Modern bilanço tekniği, yalnızca girişilen riskli işleri sıradan hissedarlardan gizleme olanağı sağlamamakta, aynı zamanda, asıl çıkar sahiplerine, kendi hisse senetlerini zamanında elden çıkararak, başarısız bir deneyimin sonuçlarından kaçınma olanağı da hazırlamakta; oysa kendi başına çalışan işadamı, attığı her tehlikeli adımın cezasını gene kendisi çekmektedir. ...
"Birçok anonim şirketin bilançosu, belgenin gerçek anlamını belirten alttaki işaretleri okuyabilmek için ilkin üstte görünen başka bir yazının silinmesi gereken ortaçağ palimpsestlerini akla getirmektedir." (Palimpsest: üzerine yeni bir yazı yazılmak için, asıl yazının silinmiş olduğu parşömen.)
"Bir bilançoyu anlaşılmaz duruma sokmak için en çok kullanılan ve en basit yöntem, yeni yeni bağlı şirketler (sayfa 61) kurarak, ya da edinerek, tek bir işletmeyi parçalara bölmektir. Sözkonusu sistemin —meşru olan ya da olmayan— amaçlar açısından doğurduğu yararlar öylesine ortadadır ki, bunu kabul etmeyen büyük şirketler birer istisna oluşturur."[52]
Yazar, örnek olarak, bu sistemi geniş ölçüde uygulayan en büyük tekellerden birin, ünlü "General Elektrik Şirketi"ni (ilerde tekrar sözkonusu edeceğimiz AEG'yi) veriyor. 1912 yılında, bu şirketin, 175 ya da 200 başka şirketin sermayesine katıldığı, kuşkusuz, bunlara egemen olduğu, ve toplam olarak aşağıyukarı 1,5 milyar marklık bir sermayeyi denetlediği tahmin edilmekteydi.[53]
Bütün denetim ve gözetim kuralları, bilançoların yayınlanması, bunlar için açık şemalar düzenlenmesi vb. iyi düşünceli profesör ve memurların —yani kapitalizmi savunmak ve daha az kusurlu kılmak gibi bir iyi niyette dolu olanların—, halkın dikkatini çelmek için söylediklerinin hiçbir önemi yoktur. Çünkü özel mülkiyet hakkı kutsaldır, ve kimsenin hisse senetleri almasına, satmasına, rehine vermesine engel olunulamamaktadır.
"Holding sistemi"nin büyük Rus bankalarında nasıl gelişmeler gösterdiğini kavramak için, Rus-Çin bankasında onbeş yıl çalışmış ve, 1914'te, metnine pek de uymayan Büyük Bankalar ve Dünya Pazarı adlı bir kitap yayımlamış bulunan, E. Agahd'ın verdiği rakamlara başvuracağız.[54] Yazar, büyük Rus bankalarını, başlıca iki gruba ayırıyor: (a) "holding sistemi"ni uygulayanlar ve (b) "bağımsız bankalar" (ancak burada, bağımsızlık kavramıyla, keyfi bir şekilde, yalnızca yabancı bankalar karşısındaki bağımsızlık (sayfa 62) anlaşılmaktadır.) Yazar, birinci grubu da üç ayrı alt-gruba ayırmaktadır: 1) Alman holdingleri; 2) İngiliz holdingleri; 3) Fransız holdingleri. Yani sözü edilen her üç ülkenin yabancı bankalarının holdinglerini ve egemenliğini gözönünde tutmuş olmaktadır. Ayrıca yazar, yatırılmış banka sermayelerini "üretken" (sanayi ve ticaret alanlarında) ve "spekülatif" (borsa ve para işlemleri uygulanmış) sermaye olarak ikiye ayırıyor. Böylece E. Agahd kendine uygun düşen küçük-burjuva reformist görüşüyle, kapitalist düzen içinde, bu iki çeşit yatırımı birbirinden ayırmayı ve ikincisini yoketmeyi hayal ediyor.
Şu rakamları veriyor bize [tablo - 6]:
[TABLO - 6]
BANKALARIN AKTİFLERİ
(1913 EKİM-KASIM BİLANÇOLARINA GÖRE)
(MİLYON RUBLE)
Rus Banka Grupları
|
Yatırılmış Sermaye
|
Üretken
|
Spekülatif
|
Toplam
|
a 1) Dört banka: Sibirya Ticaret, Rusya,
Uluslararası, İskonto Bankaları . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . .
.
a 2) İki banka: Ticaret ve Sanayi,
Rus-İngiliz. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. . . . .
a 3) Beş banka: Rus-Asya, St.-Petersburg Özel,
Azov-Don, Moskova Birligi,
Rus-Fransız Ticaret. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
|
413.7239.3
711.8
|
859.9169.1
661.2
|
1,272.8408.4
1,373.0
|
Toplam (11 Banka): . . . . .
. . . . .
| 1.364,8
|
1.689,4 |
3.054,2 |
b) Sekiz banka: Moskova Ticaret, Volga-Karna,
Junker ve Ortakları, St. Petersburg
Ticaret (eski Wawelberg), Moskova (eski Riabuşinski),
Moskova İskonto,
Moskova Ticaret, Moskova Özel . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
|
504.2
|
391.1
|
895.3
|
Toplam
(19 Banka):
. . . . . . . . . .
|
1,869.0
|
2,080.5
|
3,949.5
|
(sayfa 63)
Bu rakamlara göre büyük bankaların 4 milyar ruble kadar tutan "aktif" sermayesinin dörtte-üçünden fazlası, (yani 3 milyar rubleden fazla bir kısmı) aslında yabancı bankaların "bağlı şirketleri" durumunda olan bankalardan ilk planda da Paris bankalarından (ünlü üçünden Union Parisienne, Paris ve Pays-Bas Bankası, Société Générale) ve Berlin bankalarından (özellikle Deutsche Bank, ve Disconto Gesellschaft) gelmektedir. En önemli iki Rus banksı, Rus Bankası (Rus Dış Ticaret Bankası) ve Uluslararası Banka (St. Petersburg Uluslararası Ticaret Bankası), 1906-1912 yılları arasında "dörtte-üç oranında Alman sermayesiyle çalışarak" sermayelerini 44 milyon rubleden 98 milyon rubleye, yedeklerini 15 milyon rubleden 39 milyon rubleye yükseltmişlerdir. Bunlardan birincisi Berlin Deutsche Bank "konsorsiyumu"na, ikincisi Berlin Disconto Gesellschaft konsorsiyumuna bağlıdır. Pek değerli Agahd, hisse senetlerinin çoğunca Berlin bankalarının elinde bulunmasını, bunun da Rus hissedarları güçsüz duruma düşürdüğünü görerek derin derin iç geçiriyor. Oysa, elbette ki, sermayeyi ihraç eden ülkeler aslan payını alacaklardır. Örneğin Deutsche Bank, Sibirya Ticaret Bankasının hisse senetlerini Berlin'e getirmiş, bunları bir yıl kendi portföyünde muhafaza ettikten sonra 100 yerine 193 fiyatla, yani hemen hemen iki katına satmış; böylece de Hilferding'in "kurucu kârı" dediği 6 milyon rubleye yakın bir kazanç elde etmiştir.
Yazarımız Petersburg'un en büyük bankalarının toplam "gücünü" 8.235 milyon ruble, yaklaşık olarak 8,25 milyar ruble olarak tahmin ediyor. Holdinglere, daha doğrusu yabancı bankaların egemenlik derecesine gelince, onlar için aşağıdaki oranları veriyor. Fransız bankaları %55; İngiliz bankaları %10; Alman bankaları %35. Bu 8.235 milyon rublelik toplamın 3.687 milyonu, yani %40'ından fazlasını Produgol ve Prodamet sendikalarına, petrol, metalurji ve Çimento (sayfa 64) sendikalarına düştüğünü hesaplıyor. Böylece kapitalist tekellerin kuruluşu sayesinde, banka ve sanayi sermayelerinin kaynaşması, Rusya'da da büyük ilerlemeler kaydetmiş oluyor.
Birkaç elde toplanmış olan ve fiilen tekel durumu yaratan mali-sermaye, mali-oligarşi egemenliğini güçlendirerek ve bütün bir toplumu tekelciler yararına haraca keserek, firmaların kuruluşundan, kıymetli evrak çıkarılmasından, devlet tahvillerinden çok büyük ve gittikçe artan ölçüde kârlar elde etmektedir. İşte Hilferding'in, Amerikan tröstlerinin "iş" yöntemlerinden binlercesi arasından çıkardığı bir örnek: 1887'de Havemeyer, 15 küçük şirketin kaynaşmasından doğan ve sermayesi 6,5 milyon dolara yükselen şeker tröstünü kurdu. Amerikalıların deyimine göre tröstün sermayesi şişirilerek 50 milyon dolar olarak gösterildi. Bu "sermaye yığın"la, ilerdeki bir tekel durumunun kârları amaçlanıyordu; tıpkı Amerika'da çelik tröstünün, olanaklı olduğunca fazla demir madeni alanını, ilerde getireceği tekel kârlarını umarak satın alması gibi. Gerçekte şeker tröstü, şeker için tekel fiyatını belirledi; bu da ona yedi kat şişirilmiş sermayeye %10 oranında, yani tröstün kuruluş zamanındaki efektif sermayesine %70 oranında kâr sağladı. 1909'da bu tröstün sermayesi, 90 milyon dolara yükseliyordu. Yirmiiki yıl içinde, sermayesini on katından fazlasına çıkarmıştı.
Fransa'da mali-oligarşi egemenliği (Lysis'in 1908'de Paris'te beşinci baskısı yapılmış ünlü kitabının adı Fransa'da Mali-Oligarşiye Karşı'dır) az farklı bir biçim içinde görünmüştür. En güçlü bankalardan dördü, kıymetli evrak çıkarmak bakımından nispi değil, "mutlak tekel" durumu yaratmıştır. Gerçekte bu, bir "büyük bankalar tröstü"dür. Ve uygulanan tekelden kıymetli evrak çıkarılması dolayısıyla büyük kârlar elde edilir. Borçlanma yoluna başvuran bir ülke, genellikle borç miktarının %90'ından fazlasını (sayfa 65) alamamaktadır; geriye kalan %10, bankalara ya da başka aracılara akmaktadır. Örneğin 400 milyon franklık Rus-Çin istikrazından bankaların elde ettiği kâr, %8'e dek yükselmiştir; 1904'teki 800 milyonluk Rus istikrazından bankalara düşen kâr oranı %10'du; 1904'teki 62.500 milyon franklık Fas istikrazından elde edilen kâr oranı ise %18,75'i bulmuştu. Gelişme çizgisinde ilk çıkışını küçük tefecilikle yapan kapitalizm, bu çizgiyi, büyük tefecilikle sona erdirmektedir. Lysis şöyle der: "Fransızlar, Avrupa'nın tefecileridir." Bütün bu ekonomik yaşam koşulları, kapitalizmin bu dönüşümüyle derinden derine değişmektedir. Nüfusta bir değişiklik olmadığı; sanayide, ticarette ve deniz yollarında bir durgunluk hüküm sürdüğü halde, ülkenin tefecilikle zenginleşmesi olanaklıdır. "8 milyon franklık bir sermayeyi temsil eden elli kişi, 4 bankaya yatırılmış bulunan 2 milyar frankı denetleyebilir." Yukarda gördüğümüz holding sistemi de aynı sonucu hazırlamaktadır: sözgelimi, en büyük bankalardan biri, Société Générale, "bağlı şirket"lerinden biri olan Mısır Şeker Rafinerileri için 64.000 tahvil çıkarmıştır. Bu tahvillerin ihraç fiyatı %50'den olduğu için banka daha yekten frank başına 50 santim kazanmaktadır. Bu şirketin temettüleri farazi olarak yükselmiş ve "kamu", 90-100 milyon frank zarar etmiştir. "Société Générale'in müdürlerinden biri, aynı zamanda, Şeker Rafinerileri'nin yönetim kurulunda bulunuyordu." Yazarın "Fransa cumhuriyeti mali bir krallıktır; hiç kuşkusuz büyük bankalarımızın egemenliği mutlaktır; basını da, hükümeti de kendi çizgilerinde sürükler"[55] sonucuna varmasında şaşılacak bir yan yoktur.
Mali-sermayenin başlıca işlemlerinden biri olan menkul kiymetler ihracının sağladiğı olağanüstü kârlılık, mali-oligarşinin gelişmesinde ve güçlenmesinde çok önemli bir rol oynar. Alman dergisi Die Bank'ta şöyle deniyor: "Her (sayfa 66) ülkede, bir yabancı istikrazının plase edilmesine aracılıktan doğan kârlar kadar, hatta ona yaklaşacak kadar, yüksek çıkar sağlayan ikinci bir uğraş alanı daha gösterilemez." [56]
"Menkul kıymet ihracından daha fazla bir kâr sağlay an hiç bir bankacılık işlemi yoktur."
Alman Ekonomist'e göre sınai hisse senetleri çıkarılmasıyla sağlanan kârlar, ortalama olarak şöyledir [tablo - 7]:
[TABLO - 7]
1895 . . . . . . . . . . . . . .
1896 . . . . . . . . . . . . . .
1897 . . . . . . . . . . . . . .
|
38.6
36.1
66.7
|
1898 . . . . . . . . . . . . . .
1899 . . . . . . . . . . . . . .
1900 . . . . . . . . . . . . . .
|
67.7
66.9
55.2
|
"1891-1900 arasındaki on yılda Alman sınai hisse senetleri çıkarmaktan bir milyardan fazla kâr elde edilmiştir." [57]
Sanayiin atılım dönemlerinde, mali-sermayenin kârları, son derece büyük olmaktadır; çöküntü dönemlerinde ise, küçük ve iğreti işletmeler mahvolur; büyük bankalar çok aşağı fiyatlarla bunları satınalır, ya da "yeniden kurulmaları", "yeniden örgütlenmeleri" gibi kazançlı tasarılarla bunların sermayelerine "katılıp" holdingler yaratırlar. Açık veren işletmelerin "sağlamlaştırılması"nda sermaye-hisseleri düşük tutulmuştur, yani kârlar en küçük sermaye üzerinden dağıtılmakta, ve ona göre hesaplanmaktadır. Ya da henüz, gelirler sıfıra düşmüşse, o zaman yeni sermayeye başvurulur: bu da, eski ve en az gelir getiren sermayeye eklenmekle, yeterince kârlı bir durum yaratmaktadır." Bütün bu 'yeniden kuruluşlar' ve 'yeniden örgütlenmeler' ", diye ekliyor Hilferding, "bankalar için iki bakımdan önemli olmaktadır: bir kez bunlar kârlı işlemlerdir; sonra, o dağılmış şirketleri denetim altına almak için bulunmaz birer fırsattır."[58] (sayfa 67)
Bir örnek. 1872'de, yaklaşık olarak 40 milyon marklık bir sermaye ile kurulan Dortmund Maden Birliği Anonim "Şirketi", ilk yılında %12 temettü dağıttıktan sonra, hisselerin fiyatı %170'e yükselmişti. Mali-sermaye aslan payını aldı, 28 milyon marklık ufak-tefek bir miktarı o devşirdi. Bu şirketin kuruluşunda en önemli rol, 300 milyon marklık bir sermayeye ulaşmayı başarmış olan büyük Alman bankası Disconto Gesellschaft'ın idi. Daha sonra, şirketin temettüleri sıfıra düştü. Hissedarlar, sermayenin bir kısmının "kâr-zarar" hesabına geçirilmesine, yani bütününü yitirmemek için bir parçasından fedakârlık etmeye razı oldular. Böylece, otuz yıl içinde, bir "sağlamlaştırma" işlemleri dizisiyle "Birlik"in hesaplarından 73 milyon markın düşüldüğü görüldü.
"Bugün, kurucu hissedarları, hisselerinin nominal değerlerinin ancak %5'ine sahiptirler."[59] Ama bankalar her "sağlamlaştırma" işlemi yapıldığında az para vurmadılar.
Büyük gelişme halindeki kentlerin çevresinde bulunan topraklar üzerine yapılan spekülasyonlar da mali-sermaye için son derece kazançlı bir işlem olmaktadır. Bankalar tekeli, burada, toprak rantı ve ulaştırma yolları tekelleri ile kaynaşır; çünkü fiyatların yüksekliği ve toprağın büyük kârlarla satılması olanağı vb. özellikle kentin merkeziyle rahat ve kolay bir ulaştırma düzenine bağlıdır; bu ulaştırma bağlantısı da, holding sistemi ve müdürler arasındaki mevki paylaşılması yoluyla sözkonusu bankalara bağlı şirketlerin elindedir. O zaman da, özellikle toprak satış ve ipotekleri konusunda incelemeler yapmış Die Bank dergisi yazarlarından birinin, Alman L. Eschwege'in, "bataklık" olarak nitelendirdiği durum ortaya çıkar; banliyö arsaları üzerine yapılan dizginsiz spekülasyonlar; Berlin'deki Boswau ve Knauer gibi inşaat işletmelerinin iflası (bu firma, kuşkusuz, (sayfa 68) holding sistemiyle perde arkasında kalan ve işten "yalnızca" 12 milyon mark zararla sıyrılan büyük ve "saygıdeğer" Deutsche Bank'ın aracılığıyla 100 milyon mark toplamıştı); sonra, hayali inşaat şirketlerinden ücretlerini alamayan işçilerin ve küçük mülkiyet sahiplerinin yıkımı; "fedakâr" Berlin polisi ve idarecileri ile imar durumları ve inşaat ruhsatlarının belediyece verilmesini ele almak için çevrilmek istenen dolaplar vb..[60]
Avrupalı profesörlerin ve iyi düşünen burjuvaların, sözünü ederken hınzırca göz kırptıkları "Amerikan ahlakı", mali-sermaye döneminde, her ülkenin herhangi bir kentindeki ahlak haline de gelmeye başlamıştır.
1914 başlarında, Berlin'de, bir "ulaştırma tröstü"nden, yani Berlin'deki üç ulaştırma kurumu arasında, kent elektrikli treni, tramvay şirketi, omnibüs şirketi arasında bir "çıkar birliği" kurulmasından sözedilmekteydi.
Die Bank dergisinde şöyle deniyordu: "omnibüs şirketinin hisselerı diğer iki ulaştırma kurumu tarafından ele geçirildiğinden beri nasıl bir niyetle hareket edildiğini herkes bilir. ... Ulaştırma işlerinin birleştirilmesiyle tasarruf sağlanacağı, bu tasarrufun bir kısmının, sonunda, halk için de yararlı olabileceği yolundaki tasarılar ileri sürenlerin iyi niyetlerinden kuşku duyulamaz. Ancak, kurulmakta olan tröstün arkasında bankalar olduğunu unutmamalı; bunlar, isterlerse, tekellerinde tuttukları taşıt araçlarını, kendi toprak ticareti işlerinde rahatça kullanabilecek durumdadır. Böyle bir varsayımın gerçeğe ne denli yakın olduğunu anlamak için, kent elektrikli tren şirketinin kuruluşu sırasında, demiryolu yapımına destek olmuş büyük bankanın çıkarlarının işe nasıl karışmış olduğunu anımsamak yeter. Özellikle şunu bilmek gerekiyor: bu ulaştırma kurumunun çıkarları ile toprak alım-satımındaki çıkarlar içiçeydi. Demiryolunun (sayfa 69) doğu hattının nereden geçeceği belli olunca, banka, oradaki toprakları kendisi ve bazı ortakları için büyük kazanç sağlayacak fiyatlarla elden çıkardı."[61]
Bir tekel, bir kez kurulup milyarları çekip çevirmeye başladı mı, siyasal rejimden ve daha başka "ayrıntı sorunları"ndan bağımsız olarak karşı konmaz bir biçimde toplumsal yaşamın bütün alanlarına sızacaktır. Alman ekonomi yazınında, Fransızların Panama rezaletine, [15*] Amerika'daki siyasal konuşmaya ilişkin imaların yanında, Prusyalı memurların görev saygılarına karşı aşağılık övgülere de raslanmaktadır. Oysa gerçek şu ki, Alman bankacılık sorunlarıyla ilgili aynı burjuva yazınında bile, salt bankacılık işlemlerinin ötesine taşılmış, sözgelimi gitgide bankalarda daha çok görev kabul eden devlet memurlarına "bankaların çekici gelmesi" konusunda şöyle denmeye başlanmıştır: "İçinden Behrenstrasse'de küçük bir yer kapmayı geçiren bir devlet memurunun dürüstlüğünden sözedilebilir mi?"[62] (Behrenstrasse, Berlin'de, Deutsche Bank genel merkezinin bulunduğu cadde.) Die Bank dergisinin editörü Alfred Lansburgh 1909'da "Bizantinizmin Ekonomik Anlamı" başka bir yazı yayınlamıştı; bu yazısında sözü Guillaume II'nin Filistin gezisine ve bunun yakın sonucu olarak Bağdat demiryolunun yapılmasına getiriyor, tümünde "kuşatma"dan dolayı, öbür siyasal günahlarımızın tümünden daha sorumlu olan bu uğursuz "Alman girişim zihniyetinin büyük yapıtına"[63] değiniyordu. ("Kuşatma" ile Almanya'ya karşı emperyalist bir ittifak çemberi içinde Almanya'yı tecrit eden Edward VII'nin politikası anlatılmak isteniyor.) 1911'de aynı derginin yukarda sözünü ettiğimiz yazarı, Eschwege, "Plütokrasi ve Memurlar" başlıklı bir yazı yayınlamış, bu yazısında, Alman memurlardan Völker adlı birinin durumunu ele almıştı; (sayfa 70) karteller komisyonu üyesi olan ve çalışkanlığıyla tanınmış bulunan Völker, bir süre sonra, en büyük kartelde, Çelik Sendikasında, kazançlı bir görev koparmıştı. Hiç de raslantı sonucu olmayan daha birçok benzer olay karşısında sözünü ettiğimiz burjuva yazarı, "Alman Anayasası" tarafından güvence altına alınmış ekonomik özgürlüğün, ekonomik yaşamın birçok alanında "boş bir tümceden ibaret olduğunu" ve plütokrasinin egemenliği bir kez kurulduktan sonra "en geniş siyasal özgürlüğün bile, bizi, özgür olmayan insanlardan meydana gelen bir halk olmaktan kurtaramayacağını"[64] kabul etmek zorunda kalmıştır.
Rusya'nın durumuna gelince, bu konuda bir örnek vermekle yetineceğiz. Birkaç yıl önce, Maliye Bakanlığı Krediler Müdürü Davidov'un büyük bir bankanın hizmetine girmek üzere resmi görevinden ayrıldığı haberiyle bütün gazeteler çalkalanmıştı; banka, kendisine, sözleşme gereğince, birkaç yıl içinde bir milyon rubleyi aşacak miktarda bir ücret vermeyi önermişti. Krediler Müdürlüğünün görevi, bütün devlet kredi kurumlarının, çalışmalarını birleştirmektir; bu cümleden olarak, başkentteki bankalara, 800 ila 1.000 milyon rubleye kadar yükselebilen krediler verir.[65]
Kapitalizmin özelliği, genel olarak, sermaye sahipliğini, bu sermayenin sanayide uygulanışından; para-sermayeyi, sınai ya da üretken sermayeden, yalnızca para-sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi, sanayiciden ve sermayenin yönetimi ile doğrudan ilgili herkesten ayırır. Bu ayrılma, geniş ölçülere ulaştığı zaman, mali-sermayenin egemenliği ya da emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşama çizgisine gelir. Mali-sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğü rantiyenin ve mali-oligarşinin egemenliği anlamını da taşır; mali yönden "güçlü" birkaç devletin bütün öbür devletler karşısındaki üstün durumunu da açıklar. (sayfa 71) Bu ayrılma, nereye dek gidebilir? Bu konuda, emisyon istatistiklerinden, yani her çeşit menkul kıymetlerin hangi ölçülerde çıkarıldığına ilişkin verilerden bir yargıya varılabilir
Uluslararası İstatistik Enstitüsü Bülteni'nde, A. Neymarck,[66] bütün dünyada kıymetli evrak çıkarılması üstüne çok geniş, tam ve karşılaştırmaya elverişli, ekonomi yazınında daha sonra defalarca parça parça yararlanılmış rakamlar vermişti.
İşte, onar yıllık dört dönem için verdiği rakamlar [tablo - 8]:
[TABLO - 8]
KIYMETLİ EVRAK EMİSYON TOPLAMI
(MİLYAR FRANK)
1871-1880 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
1881-1890 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
1891-1900 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
1901-1910 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
| 76.1
64.5
100.4
197.8
|
1870-1880 yılları arasında emisyon miktarı bütün dünyada, özellikle, Fransız-Prusya savaşından ve Almanya'da onu izleyen "Gründerzeit" dolayısıyla çıkarılan istikraz tahvilleriyle, artmıştır. 19. yüzyılın son üç on yıldaki artış, genellikle, pek hızlı değildir. Oysa, 20. yüzyılın ilk on yılında hemen hemen %100'ü bulan oranıyla çok hızlı bir artış görülmektedir. Şu halde, 20. yüzyılın başları, yalnızca daha önce sözünü ettiğimiz tekellerin (karteller, sendikalar, tröstler) değil, aynı zamanda mali-sermayenin de gelişme gösterdiği bir dönüm noktasıdır.
Neymarck, 1910'da, bütün dünyada çıkarılmış kıymetli evrak toplamını aşağıyukari 815 milyar frank olarak tahmin ediyor. Yinelenebilecek rakamları düşerek bu toplamı (sayfa 72) 575-600 milyara indiriyor; bunun da ülkeler arasındaki dağılışı şöyledir (toplam 600 milyar alırsak) [tablo - 9]:
[TABLO - 9]
1910'DA KIYMETLİ EVRAK TOPLAMI
(MİLYAR FRANK)
İngiltere . . . . . . . . . .
Birleşik Devletler . . . . . . .
Fransa . . . . . . . . .
Almanya . . . . . . . . .
Rusya . . . . . . . . . . .
Avusturya-Macaristan . . . . .
İtalya . . . . . . . . .
Japonya . . . . . . . . . . . .
|
142
132
110
95
31
24
14
12
|
|
479 |
Hollanda . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Belçika. . . . . . . . . . . . . . . . .
İspanya . . . . . . . . . . . . . . . . .
İsviçre . . . . . . . . . . . . . . . . .
Danimarka . . . . . . . . . . . . .
İsveç, Norveç,
Romanya vb. . . . . . . . . . . . . . . .
|
12,5
7,5
7,5
6,25
3,75
2,5
| | | | |
Toplam . . . . . . . . . . . . . . . . .
|
600
|
Kolayca görülebildiği gibi, bu rakamlar, herbiri elinde 100-150 milyarlık kıymetli evrak tutan en zengin dört kapitalist ülkede belirgin olmaktadır. Bunlardan ikisi —İngiltere ve Fransa—, en eski kapitalist ülkelerdir, ve göreceğimiz gibi sömürgecilik yönünden en zengin olanlarıdır; diğer iki ülke —Birleşik Devletler ve Almanya—, gelişme hızı bakımından da, sanayideki kapitalist tekellerin genişlik derecesi bakımından da en ileri gitmiş ülkelerdir. Bu dört ülke, toplam olarak 479 milyar franka, yani dünya mali-sermayesinin hemen hemen %80'ine sahiptir. Dünyadaki öbür ülkelerin hemen hemen hepsi, bu uluslararası banker ülkelere, dünya mali-sermayesinin bu dört "direğine", az ya da çok borçlu durumdadır, az ya da çok miktarda onlara haraç vermektedir. (sayfa 73)
DÖRT
SERMAYE İHRACI
SERBEST rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırdedici niteliği meta ihracıydı. Tekellerin hüküm sürdüğü bugünkü kapitalizmin ayırdedici niteliği ise, sermaye ihracıdır.
Kapitalizm, emek-gücünün kendisinin meta haline geldiği gelişmesinin en yüksek aşamasındaki meta üretimidir. Ulusal ve özellikle uluslararası değişimlerin artması, kapitalizmin belirgin çizgilerinden biridir. İşletmelerin, sanayilerin ve farklı ülkelerin, eşit olmayan ve kesintili gelişmeler içinde oluşu, kapitalist rejimde, kaçınılmazdır. İlk kapitalist ülke olan İngiltere, 19. yüzyılın ortalarına doğru serbest ticareti kabul ederek, "bütün dünyanın atelyesi" olmak, bütün (sayfa 74) ülkelere, aldığı hammadde karşılığında mamul eşya vermek iddiasındaydı. Ancak İngiltere, 19. yüzyılın son çeyreğinde, bu tekel durumunu yitirmeye başlamıştır; çünkü kendilerini "koruyucu" gümrük tarifeleriyle savunan diğer ülkeler de gelişerek, bağımsız kapitalist ülkeler haline gelmiştir. 19. yüzyılın eşiğinde ayrı bir tekel türünün kurulduğu görülüyor: ilkin, bütün gelişmiş kapitalist ülkelerde tekelci kapitalist birleşmeler; sonra, sermaye birikimi dev ölçülere ulaşmış çok zengin bazı ülkelerin kurduğu tekel durumu. Böylece ilerlemiş ülkelerde muazzam bir "sermaye fazlası" meydana gelmiş bulunuyor.
Kuşkusuz, kapitalizm, bugün her yerde sanayie göre çok geri kalmış olan tarımı geliştirebilseydi, baş döndürücü teknik ilerlemeye karşın, her yerde aç ve yokluk içinde bulunan halk kitlelerinin yaşam düzeyini yükseltebilseydi, bir sermaye fazlası sorunu olmayacaktı. Kapitalizmin küçük-burjuva eleştirmenleri her fırsatta bu "kanıtı" ileri sürmektedirler. Ama o zaman da kapitalizm, kapitalizm olmaktan çıkacaktı; çünkü gelişmesindeki eşitsizlik, yığınların yarı-aç yaşıyor olması bu üretim tarzının koşulları ve kaçınılmaz, temel öncülleridir. Kapitalizm, kapitalizm olarak kaldıkça, sermaye fazlası, belli bir ülkede yığınların yaşam düzeyini yükseltmeye değil —çünkü bu durumda kapitalistlerin kazançlarında bir azalma sözkonusudur—, dış ülkelere, geri kalmiş ülkelere sermaye ihracı yoluyla, bu kârları artırmaya yönelirler. Geri kalmış ülkelerde, kâr her zaman yüksektir; çünkü buralarda sermaye pek az, toprak fiyatı nispeten düşük, ücretler az, hammadde ucuzdur. Sermaye ihracı olanağı, bir kısım geri kalmış ülkenin öteden beri dünya kapitalist çarkına kapılmış olmasından ileri gelmektedir; bu ülkelerde büyük demiryolları yapılmıştır ya da yapılmak üzeredir, sınai gelişmenin vb. gerekli koşulları yaratılmış bulunmaktadır. Sermayenin ihraç zorunluluğu, (tarımın geri kalmış olması ve yığınların yoksulluğu nedeniyle) sermayenin (sayfa 75) kârlı" yatırım alanı bulamadığı bazı ülkelerde, kapitalizmin "yüksek derecede bir olgunluk" kazanmasına bağlıdır.
Başlıca üç ülke tarafından yabancı ülkelere yatırılmış sermayenin önemini yaklaşık olarak gösteren veriler aşağıdadır[67] [tablo - 10]:
[TABLO - 10]
YABANCI ÜLKELERE YATIRILMIŞ SERMAYE
(MİLYAR FRANK)
Yıllar
|
İngiltere Tarafından
|
Fransa Tarafından
|
Almanya Tarafından
|
1862 . . . . . . . . . . .
1872 . . . . . . . . . . .
1882 . . . . . . . . . . .
1893 . . . . . . . . . . .
1902 . . . . . . . . . . .
1914 . . . . . . . . . . .
|
  3.6
15.0
22.0
42.0
62.0
75-100.0
|
---  
    10 (1869)  
    15 (1880)  
    20 (1890)
27-37   
60  
|
  ---  
  ---  
  ?  
  ?  
  12.5  
  44.0  
|
Bu tablo, sermaye ihracının, ancak 19. yüzyılın başlarında büyük bir gelişme kazandığını gösteriyor. Savaştan önce, başlıca üç ülke tarafından yabancı ülkelere yatırılan sermaye miktarı, 175-200 milyar frankı buluyordu. %5 gibi mütevazi bir oranla, bu sermayenin yılda 8-10 milyar frank gelir getirebileceğini düşünebiliriz. Burada, birkaç, zengin devletin kapitalist asalaklığı adına, dünya ülkelerinin ve halklarınm çoğunun emperyalist baskı ve sömürü altına girmesi için sağlam bir temel vardır! (sayfa 76)
Dış ülkelere yatırılmış bu sermaye, çeşitli devletler arasında nasıl dağılmaktadır? Nerelere gitmektedir? Bu sorulara ancak yaklaşık bir yanıt verilebilir; ama bu da modern emperyalizmin belli bazı genel çizgi ve ilişkilerine ışık tutmaya elverişlidir [tablo -11]:
[TABLO - 11]
ÇEŞİTLİ KITALAR ARASINDA
YABANCI SERAYENİN (YAKLAŞIK) DAĞILIMI
(1910 YILLARINDA)
(MİLYAR FRANK)
[Kıtalar] |
İngiltere
Tarafından
|
Fransa Tarafından
|
Almanya Tarafından
|
  Toplam  
|
Avrupa . . . . . . . . . . . . .
Amerika . . . . . . . . . . . .
Asya, Afrika, Avustralya
|
4
37
29
|
23
4
8
|
18
10
7
|
45
51
44
|
Toplam . . . . . . .
|
70
|
35
|
35
|
140
|
İngiltere için başlıca sermaye yatırım alanları, Asya'yı sözkonusu etmezsek, Amerika'da da çok büyük olan İngiliz sömürgeleridir (sözgelimi Kanada). Çok büyük ölçüler içindeki sermaye ihracı, daha sonra da emperyalizm için önemine değineceğimiz geniş sömürgelerin varlığına sıkı sıkıya bağlıdır. Fransa'nın durumu ise farklıdır. Bu ülkenin dış sermaye yatırımları, daha çok Avrupa'ya, özellikle de Rusya'ya (en az 10 milyar frank) yapılmıştır. Bunlar da sınai girişimlere yatırılmış sermayelerden çok, istikrazlar, devlet borçlarıdır. Sömürgeci İngiliz emperyalizminden farklı olarak, Fransız emperyalizmini, tefeci olarak adlandırabiliriz. Almanya'nın durumu ise, üçüncü bir türü ortaya çıkarmaktadır; Almanya'nın sömürgeleri azdır, yabancı ülkelere akan sermayesi de Avrupa ile Amerika arasında eşit ölçülerde dağılmaktadır. (sayfa 77)
İhraç edilmiş sermaye, ihraç edildiği ülkelerde, kapitalizmin gelişmesini etkiler, hızlandırır. Böylece, sermaye ihracı, ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eğilimi taşısa da, bunun, bütün dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek pahasına olduğunu unutmamalı.
Sermaye ihraç eden ülkeler, hemen her zaman belli birtakım "avantajlar" elde etme olanağına sahiptir; bunlar, mali-sermaye ve tekeller çağının özelliklerine ışık tutacak niteliktedir. Örneğin, Berlin'de çıkan Die Bank dergisinin Ekim 1913 tarihli sayısından aşağıdaki parçayı okuyoruz:
"Kısa bir süreden beri, uluslararası mali-sermaye piyasasında Aristofanes'in kalemine yaraşacak bir komedi oynanmaktadır. İspanya'dan Balkan devletlerine, Rusya'dan Arjantin'e, Brezilya'ya, Çin'e kadar birçok yabancı devlet, açıkça ya da gizli olarak, bazısı çok ısrarlı borç istekleriyle para piyasalarında görünüyor. Para piyasalarının durumu, bugün hiç elverişli olmadığı gibi, siyasal görünüm de pek parlak değil. Bununla birlikte komşunun öne geçmesi korkusuyla, hiçbir para piyasasında, yabancı borç istekleri geri çevrilememekte, böylece hizmete karşı hizmet sağlanarak borç vermeye razı olunmaktadır. Bu çeşit uluslararası işlemlerde, borç veren taraf, hemen her zaman ek birtakım çıkarlar elde etmektedir: bir ticaret anlaşmasına konan lehte bir madde, bir kömür yatağı, bir liman yapımı, yağlı bir ayrıcalık ya da bir top sipariş gibi." [68]
Mali-sermaye, tekeller çağını yarattı. Tekeller ise her yere kendi ilkelerini götürüyor: kazançlı alışveriş işlemleri için, açık piyasada rekabetin yerini gitgide "ilişkiler"in alması bundandır. En fazla raslanan şekil, alınan borcun bir kısmının borç veren ülkelerden yapılacak satınalmalara, özellikle savaş araçları ya da gemi alımlarına harcanması (sayfa 78) koşulunun ileri sürülmesidir. Şu son yirmi yıllık dönemde (1890-1910), Fransa, daha çok bu yola başvurmuştur. Böylece, sermaye ihracı, meta ihracını da harekete geçiren bir araç haline gelmektedir. Büyük firmalar arasındaki alişverişler bu durumlarda öyle bir niteliğe bürünür ki, Schilder'in[69] "edeb-i kelâm"ıyla anlatmak gerekirse, "ahlâki bozulmaya bitişik" bir durum kazanır. Almanya'daki Krupp, Fransa'daki Schneider, İngiltere'deki Armstrong, dev bankalarla ve hükümetle sıkı ilişkileri olan ve bir borçlanma anlaşması yapılırken öyle kolay kolay "savsaklanamayacak" cinsten firmaların tipik birer örneğidir.
Rusya'ya borç veren Fransa, 1917'ye değin yürürlükte kalacak bazı ayrıcalıklar kopardığı 16 Eylül 1905 tarihli ticaret anlaşmasında, bu devleti iyice "sıkıştırmıştı". Aynı şeyi 19 Ağustos 1911'de Japonya ile yaptığı ticaret anlaşmasında da uyguladı. Avusturya ile Sırbistan arasında, yedi aylık kesintiyi hesaba katmazsak, 1906'dan 1911'e değin süren gümrük savaşı, biraz da Sırbistan'a savaş malzemesi satma konusunda Avusturya ile Fransa arasındaki rekabetten doğmuştu. 1912 Ocak ayında, Paul Deschanel, Fransız Millet Meclisinde, Fransız firmalarının 1908-1911 yılları arasında Sırbistan'a 45 milyon franklık savaş malzemesi çıkardığını söylemişti.
Avusturya-Macaristan'ın Sao-Paulo (Brezilya) konsolosunun bir raporunda şöyle deniyor:
"Brezilya demiryollarının yapımı, daha çok Fransız, Belçika, Britanya ve Alman sermayeleriyle gerçekleşmiştir. Bu ülkeler, demiryolu yapımıyla ilgili mali işlemler sırasında, gerekli malzeme siparişlerinin kendilerinden yapılmasını sağlamışlardır.
Böylece, mali-sermaye, sözcüğünü tam anlamıyla, denebilirse, ağlarını, dünyanın bütün ülkelerine yaymaktadır. (sayfa 79) Sömürgelerde kurulan ve şubeler açan bankalar, bu bakımdan önemli rol oynar. Alman emperyalistleri, bu yönden kendilerinin özellikle "elverişli" duruma getirmeyi saklamış bulunan "eski" sömürgeci ülkelere "kıskançlıkla" bakmaktadır. 1904'te İngiltere'nin, 2.279 şubesi bulunan 50 sömürge bankası vardı (1910'da, banka adedi 72'ye, şube adedi 5.449'a çıkmıştır); Fransa'nın 136 şubeli 20 bankası; Hollanda'nın 68 şubeli 16 bankası; Almanya'nın ise, topu topu, 70 şubeli 13 bankası.[70] Amerikan kapitalistleri de, kendi paylarına, İngiliz ve Alman meslektaşlarını kıskanıyorlar:
"1915'te, Güney Amerika'da, 5 Alman bankasının 40 şubesi ve 5 İngiliz bankasının 20 şubesi var diye yakınıyorlardı. ... İngiltere ve Almanya, son yirmibeş yılda, Arjantin'de, Uruguay'da ve Brezilya'da yaklaşık olarak 4 milyar dolarlık yatırım yapmışlardır; ve bu üç ülkenin toplam ticaretinin %46'sını ellerinde tutmaktadırlar." [71]
Sermaye ihraç eden ülkeler, dünyayı, sözcüğün mecaz anlamıyla, aralarında paylaşmıştı. Ama mali-sermaye, yeryüzünün, doğrudan paylaşılmasına götürdü. (sayfa 80)
BEŞ
KAPİTALİST GRUPLAR ARASINDA
DÜNYANIN PAYLAŞILMASI
KAPİTALIST tekel grupları —karteller, sendikalar, tröstler— kendi ülkelerinin bütün üretimine, çok ya da az mutlak ölçüde sahip olarak, ilkin içpazarı paylaşırlar. Ama, kapitalist düzende, içpazar, zorunlu olarak, dışpazara bağlıdır. Kapitalizm, uzun bir süreden beri dünya pazarını yaratmıştır. Sermaye ihracı arttıkça ve büyük tekel gruplarının yabancı ülkeler ve sömürgelerle ilişkileri ve "nüfuz bölgeleri" her bakımdan genişledikçe "pek doıal olarak", işler, bu gruplar arasında genel bir anlaşmaya ve uluslararasi kartellerin kurulmasına doğru yöneliyordu.
Sermaye ve üretimde görülen evrensel yoğunlaşmanın bu yeni derecesi, daha önceki dönemlerde görülenlerden çok (sayfa 81) yüksektir. Bu süper-tekel durumunun nasıl oluştuğunu görelim.
Elektrik sanayii, teknikteki modern ilerlemelerin, 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başlarındaki kapitalizmin, tipik bir örneğidir. Bu sanayi, özellikle, en fazla ilerlemiş iki yeni ülkede, Birleşik Devletler ve Almanya'da, gelişmiş bulunmaktadır. Almanya'da sözkonusu alandaki yoğunlaşma, özellikle 1900 bunalımıyla hızlanmıştır. O sıralarda, sanayi ortamına yeterince dadanmış bulunan bankalar, bunalım günlerinde nispeten az önemli işletmelerin silinip gitmesi ve büyük işletmeler tarafından yutulması olayını hızlandırmış, yüksek ölçüde şiddetlendirmiştir.
"Bankalar, diyor Jeidels, sermayeye en fazla gereksinmesi olan işletmelere her türlü yardımı reddetmekle, başdöndürücü bir yükselişe neden olmakta, sonuçta da kendilerine simsıkı bağlı olmayan şirketlerin kaçınılmaz iflaslarını hazırlamaktır."[72]
Bunun sonucu şu olmuştur: yoğunlaşma olayı, 1900'den sonra dev adımlarla ilerlemiştir. 1900 yılına dek elektrik sanayiinde herbiri birçok şirketten (toplamı 28) meydana gelmiş 7 ya da 8 "grup" vardı; bunların herbiri 2 ila 11 banka tarafından desteklenmekteydi. Bütün bu gruplar, 1908-1912 yılları arasında bir ya da iki grup meydana getirmek üzere birleşti. Bu birleşme şöyleydi [tablo - 12]:
[TABLO - 12]
ELEKTRİK SANAYİİNDE GRUPLAR
1900 öncesi |
|
Felten ve Guil- laume
|
Lahme- mayer
|
Union AEG
|
Siemens ve Halske
|
Schuc- kert ve Co.
|
Bergman | |
|
Kummer | |
|
|
|
Felten ve Lahmeyer |
AEG (Gen. El. Şirketi) |
Siemens ve Halske- Schuckert |
Bergmann |
1900'de iflas |
1912'ye Doğru |
|
AEG (Gen. Elekt. Şirketi)
|
|
|
Siemens ve Halske-Scuckert
|
|
|
|
|
(1908'den beri sıkı "işbirliği") |
|
|
|
|
Bu şekilde büyüyen ünlü AEG (General Elektrik Şirketi), holding sistemi yoluyla, 175-200 şirkete hükmetmekte ve 1,5 milyar marka ulaşan bir sermaye bütününü çekip çevirmektedir, Yalnızca dış ülkelerdeki temsilciliklerinin sayısı 34'tür; bunların 12'si, sermayesi hisse senetlerine bölünmüş şirket olup, 10'dan fazla devlet sınırı içindedir. Daha 1904 yıllarında Alman elektrik sanayiinin yabancı ülkelerdeki sermaye yatırımları, 233 milyon mark olarak tahmin edilmişti; (sayfa 82) bu miktarın 62 milyonu, Rusya'da yatırılmıştı. General Elektrik şirketinin muazzam bir "birleşmiş" işletme olduğunu (yalnızca sınai şirketlerin sayısı 16'dır), kablo ve yalıtkan malzemeden otomobile, uçağa kadar çok değişik maddeler imal ettiğini söylemek bile fazla.
Ancak, Avrupa'daki yoğunlaşma hareketi, aynı zamanda, Amerika'daki yoğunlaşma sürecinin bileşik bir unsurudur. Bu durum aşağıdaki şekilde oluşmaktadır [tablo - 13]:
[TABLO - 13]
|
General Electric Co.
| |
Birleşik Devletler :
|
|
Thompson-Houston Şirketi Avrupa için bir firma kurar
|
Edison Şirketi Avrupa için "Edison Fransız Şirketi"ni kurar; bu şirket de patent- lerini bir Alman firmasına devreder
|
Almanya :
|
|
Union Electric Şirketi
|
General Elektrik Şirketi (AEG)
|
|
General Elektrik Şirketi (AEG)
| |
Elektrik sanayiindeki iki "güç" böyle kurulmuş oldu. Heinig, "Elektrik Tröstünün Yolları" adlı makalesinde, "Yeryüzünde bunlardan büsbütün bağımsız hiçbir elektrik şirketinin (sayfa 83) bulunmadığını" yazar. Bu iki tröstün ciroları ve girişimlerinin yaygınlığına gelince, aşağıdaki rakamlar, bu konuda tam olmasa da, bir fikir vermektedir. [tablo - 14]:
[TABLO - 14]
| |
Yıllar
|
Yıllık Ciro Milyon Mark
|
Müsdahdem Sayısı
| Net Kâr Milyon Mark
|
Amerika : General Electic Co (GEC) |
|
1907 1910
|
252 298
|
28.000 32.000
| 35,4 45,6
|
Almanya : General Elektrik Şirketi (AEG) |
|
1907 1911 |
216 362
|
30.700 60.800
|
14,5 21,7
|
Böylece, 1907'de, Amerikan ve Alman tröstleri arasında dünyanın paylaşılması amacıyla, bir anlaşma yapılmış oluyordu. Aralarındaki rekabet son buldu. General Electric Company (GEC), Birleşik Devletler ve Kanada'yı alıyor; AEG'nin payına ise, Almanya, Avusturya, Rusya, Hollanda, Danimarka, İsviçre, Türkiye, Balkan ülkeleri düşüyordu. Yeni sanayi dallarına ve henüz kesinlikle paylaşılmış olmayan "yeni" ülkelere sızan "bağlı şirketler"in faaliyet düzeni, özel ve elbette ki gizli birtakım anlaşmalarla saptandı. İki tröst arasında buluş ve deney değişimi yapılacaktı. [73]
Fiilen tek ve dünya çapında bir nitelik gösteren, milyonlarca sermayeyi çekip çeviren, dünyanın her köşesinde "şubeleri", temsilcilikleri, ajansları, ilişkileri bulunan bu tröste karşı rekabet etme zorluğu apaçık ortadadır. Ne var ki, dünyanın, iki güçlü tröst arasında bu şekilde paylaşılması, gelişmenin eşitsizliği, savaşlar, iflâslar gibi nedenlerle güçler arasındaki denge bozulduğu takdirde yeni bir paylaşılmaya gidilmeyecek anlamını taşımamaktadır. (sayfa 84)
Böyle bir yeniden paylaşma eğiliminin, bu yeni paylaşma için girişilen savaşımın ilginç örneğini petrol sanayiinde görüyoruz.
Jeidels, 1905'te, şöyle yazıyordu: "Dünya petrol pazarı bugün henüz iki büyük mali grup arasında paylaşılmış durumdadır: Rockefeller'in Standart Oil Company'si ve Bakü'daki Rus petrolünün sahipleri olan Rothschild ve Nobel. Bu iki grup, birbirine sımsıkı bağlıdır. Ancak bunların kurdukları tekel, yıllardan beri, beş düşman tarafından tehdit edilmektedir;"[74] 1° Amerikan petrol kaynaklarının tükenmekte oluşu; 2° Bakü'daki Mantaşev firmasının rekabeti; 3° Avusturya'daki petrol kaynakları; 4° Romanya'daki petrol kaynakları; 5° Okyanus ötesindeki, özellikle Felemenk sömürgelerindeki kaynaklar (zengin Samuel ve Shell firmaları da İngiliz sermayesine bağlıdır). Son üç işletme grubu, başta güçlü Deutsche Bank olmak üzere, büyük Alman bankalarına bağlıdır. Bu bankalar, sistemli olarak ve özerk biçimde, örneğin Romanya'da, petrol sanayiini, "kendilerine" destek noktası olması için geliştirmişlerdir. 1907'de Romen petrol sanayiine yatırılmış yabancı sermaye, 185 milyon franka yükseliyordu; bunun 74 milyonu, Alman sermayesidir.[75]
Dünya ekonomi yazınında "dünyanın paylaşılması" için savaşım denen şey, başlamıştı. Bir yandan, Rockefeller petrol tröstü her şeyi ele geçirmek amacıyla Hollanda'da bile bir bağlı şirket kurdu; başlıca düşmanı olan Felemenk-İngiliz Shell tröstüne yetişmek için Felemenk Hindistanı'ndaki petrol kaynaklarını ele geçirdi. Deutsche Bank'a ve öbür Berlin bankalarına gelince, onlar da, kendi paylarına Romanya'yı "saklı tutmanın" ve Rockefeller'e karşı Rusya ile birleşmenin yollarını arıyorlardı. Rockefeller çok daha büyük bir sermayeye ve petrolün ulaştırılması ve tüketiciye yetiştirilmesi konusunda üstün bir örgüte sahip bulunuyordu. (sayfa 85) Savaşımın Deutsche Bank'ın aleyhine sonuçlanması kaçınılmazdı, öyle oldu, "petrol çıkarlarını" tasfiye ederek milyonlar yitirmek ya da boyuneğmek şıkları karşısında kalan Deutsche Bank, 1907'de, tam bir yenilgiye uğradı. İkinci yolu seçti, "petrol tröstü" ile kendisi için çok elverişsiz bir anlaşmaya vardı; bu anlaşmaya göre Deutsche Bank, "Amerikan çıkarlarına zararlı olabilecek hiçbir işe kalkışmamaya" razı oluyordu. Bununla birlikte, Almanya'da, yasa tarafından petrole tekel konulursa, sözkonusu anlaşmanın hükümsüz kalacağını öngören bir ek madde eklenmişti.
İşte o zaman "petrol komedisi" başladı. Alman mali krallarından biri, Deutsche Bank'ın müdürlerinden von Gwinner, özel sekreteri Stauss aracılığı ile petrol konusunda tekel sistemi için bir kampanya açtı. Büyük Berlin Bankasının muazzam örgütü "bütün geniş ilişkileriyle" birlikte harekete geçirildi. Basın da Amerikan tröstünün "sulta"sına karşı bu harekete "yurtsever" alkışlarını esirgemedi, ve 15 Mart 1911'de, Reichstag petrole tekel konması konusunda hükümetçe bir yasa tasarısı hazırlanmasına ilişkin önergeyi hemen hemen oybirliğiyle kabul etti. Hükümet, bu "halkçı" fikre hemen yanaşıvermiş ve Amerikan ortağını gafil avlamak, devlet tekelinin yardımıyla durumunu düzeltmek isteyen Deutsche Bank da oyunu kazanmış görünüyordu. Daha şimdiden Alman petrol prensleri, Rus şeker fabrikalarında bile görülemeyen büyük kazanç düşleri kurmaya başlamışlardı. Ne var ki, ganimetin paylaşılması konusunda büyük Alman bankaları arasında daha başlangıçta anlaşmazlık çıktı, ve Disconto Gesellschaft, Deutsche Bank'ın gizli amaçlarını ortaya koydu; hükümet ise, Rockefeller'le savaşıma girme fikrinden korkuyordu; çünkü Almanya'nın daha başka kaynaklardan petrol edinmesi kuşkuluydu (Romanya'nın petrol üretimi pek önemli ölçüde değildi). Sonunda, 1913'te, savaş hazırlıkları için, Almanya'da bir milyar marklık bir ödenek ayrıldı. Tekel tasarısı ertelendi. (sayfa 86) Rockefeller petrol tröstü, savaşımdan şimdilik galip çıkıyordu.
Berlin'de çıkan Die Bank dergisi, Almanya'nin, petrol tröstü ile, ancak elektriğe tekel koyarak ve su gücünü ucuz yoldan elektrik enerjisine dönüştürerek savaşım verebileceğini yazıyordu.
"Ne var ki, diye ekliyordu bu derginin yazarı, elektrik tekeli, ancak elektrik üreticileri buna bir gereksinme duydukları zaman, yani elektrik sanayii yeni bir iflâsın eşiğine geldiği zaman kurulabilecektir; başka bir deyişle, bugün, her yerde, kentlerden, devletlerden ve benzeri kurumlardan kısmi tekeller koparmakta olan özel elektrik "konsorsiyum"larının onca pahalı bir biçimde kurdukları dev elektrik santralları artık kârla çalışamaz bir duruma geldikleri zaman. Çünkü, o zaman, su gücüne başvurmak gerekecektir. Ne var ki, devlet eliyle bunu ucuz yoldan elektrik enerjisine dönüştürmek olanaklı olamayacaktır; özel sanayi, daha şimdiden, bunun için bir dizi anlaşma yapmış ve ağır tazminat hükümleri koydurmayı başarmış bulunduğundan, bu işi de "devletin denetimi altında özel sanayie devretmek" gerekecektir. ... Örneğin potas tekeli sözkonusuyken, böyle olmuştu; bugün, petrol tekeli konusunda durum böyledir; yarın elektrik tekeli için de aynı şey sözkonusu olacaktır. Güzel ilkelerin, gözlerini kör etmesine ses çıkarmayan bizim devlet sosyalistlerinin, Almanya'daki tekellerin, tüketicilerin yararına olacak, ya da hatta işletme kârlarından bir kısmının devlete kalmasını gerektirecek hiçbir amaç taşımadığını; bu tekellerin hep devletin aleyhine olarak iflâsın eşiğine gelmiş özel işletmeleri kalkındırmaya yaradığını artık kavramaları gerekir."[76]
İşte Alman burjuva iktisatçılarının yapmak zorunda kaldıkları değerli itiraflar böyledir. Bu iktisatçılar, mali-sermaye döneminde, özel tekeller ile devlet tekellerinin nasıl (sayfa 87) içiçe bir durum gösterdiğini ikisinin de, dünyanın paylaşılması amacıyla en büyük tekeller arasındaki emperyalist savaşım halkalarından başka şey olmadığıni çok açık bir biçimde belirtmektedirler.
Deniz ticaretinde de, korkunç ölçüde gelişen yoğunlaşma, dünyanın paylaşılmasına gelip dayanmıştır. Bu konuda, Almanya'da, iki kuvvetli şirketin birinci plana çıktığı görülüyor: Hamburg-Amerika ve Norddeutscher Lloyd. Bunların herbiri, (esham ve tahvilat olarak) 200 milyon marklık bir sermayeye ve 185-189 milyon mark değerinde buharlı gemiye sahiptir. Öte yandan, 1 Ocak 1903'te, Amerika'da, Morgan tröstü diye anılan Uluslararası Dış Ticaret Şirketi kuruldu; bu şirket, dokuz İngiliz ve Amerikan deniz ulaştırma kumpanyasını biraraya getirmekte ve 120 milyon dolarlık (480 milyon mark) bir sermayeye sahip bulunmaktaydı. 1903'ten sonra, Alman devleri ile bu İngiliz-Amerikan tröstü, kârları paylaşmak için, dünyayı aralarında paylaştıkları bir anlaşma yaptılar. Buna göre, Alman şirketleri, İngiltere ile Amerika arasındaki deniz ulaştırma işlerinde, bu tröstle rekabet etmekten vazgeçiyorlardı. Hangi limanların hangi tarafa "tahsis" edildiği, açık ve tam olarak belirtilmişti; ortak bir denetim komitesi kurulmuştu vb.. Anlaşma, yirmi yıllıktı. Ancak savaş halinde hükümsüz kalacağını belirten ihtiyati bir maddenin eklenmesi de unutulmamıştı.[77]
Uluslararası ray kartelinin kuruluş öyküsü de son derece yararlıdır. Bu kartelin kurulması yolunda ilk girişim, İngiliz, Belçika ve Alman fabrikatörleri tarafından, bu sanayide görülen ağır bir çöküntü döneminde, 1884'te yapılmıştır. Anlaşmaya giren ülkelerin içpazarlarında birbirleriyle rekabet etmeyecekleri kararlaştırılmış, dışpazarlar ise aşağıdaki gibi paylaşılmıştı: İngiltere %66; Almanya %27; (sayfa 88) Belçika %7. Hindistan tamamen İngiltere'ye bırakılıyordu. Kartelin dışında kalan bir İngiliz firmasına karşı ortak bir savaşıma girişildi; bunun giderleri, toplam satışın bir yüzdesiyle karşılanıyordu. Ancak iki İngiliz firmasının ayrılmasıyla, 1886'da, bu kartel çökecektir. Buradaki karakteristik olay, daha ilerdeki sınai yükseliş döneminde anlaşmanın gerçekleştirilememesidir.
1904 başlarında, Almanya'da, bir çelik sendikası kuruldu. Kasım 1904'te, uluslararası ray karteli, aşağıdaki oranlarla yeniden canlandı: İngiltere %53,5; Almanya %28,83; Belçika %17,67. Fransa, birinci, ikinci ve üçüncü yıllarda, sırasıyla, yüzde-yüzün ötesinde, yani %104,8, toplam üzerinden %4,8; %5,8 ve %6,4 oranlarla kartele katıldı. 1905'te Amerikan Steel Corporation, daha sonra da Avusturya ve İspanya kartele katıldılar.
Vogelstein, 1910'da, şöyle yazıyordu: "Şu sıralarda dünyanın paylaşılması tamamlanmış bulunuyor; büyük tüketiciler de, başta devlet demiryolları olmak üzere, dünya, kendi çıkarları gözönünde tutulmadan paylaşılmiş bulunduğundan, şair gibi, Jüpiter'in cennetinde oturabiliyor."[78]
1909 yılında kurulmuş olan ve üretim hacmi beş büyük fabrika grubu (Alman, Belçika, Fransız, İspanyol, İngiliz) arasında bölüşülen uluslararası çinko sendikasını da bu arada anmalıyız. Öte yandan uluslararası barut tröstü var. Liefmann, bu tröst hakkında, söyle diyor:
"Aynı biçimde örgütlenmiş Fransız ve İngiliz dinamit fabrikaları ile birlikte dünyayı paylaşmakta bulunan Alman patlayıcı madde fabrikaları arasında kurulmuş son derece modern ve sıkı bir ittifak. ..."[79]
Liefmann, 1897'de, Almanya'nın katıldığı kırk kadar uluslararası kartel bulunduğunu, 1910'da ise bunların sayısının yüz dolayında olduğunu hesaplamıştı. (sayfa 89)
Bir zamanlar, (örneğin 1909'larda, katıldığı marksizmi iyice bırakmış bulunan Kautsky'nın de içlerinde bulunduğu) bir kısım burjuva yazarları, sermaye enternasyonalizasyonunun en belirgin bir ifadesi olan uluslararası kartellerin, kapitalist rejim içinde yaşayan halklar arasında barış umudu doğurduğu kanısındaydılar. Teorik açıdan alınırsa, bu görüş tamamen saçmadır; pratikte ise, en kötü cinsten bir oportünizmin hiç de dürüst olmayan bir savunma biçimi ve bir bilgiççilik anlamına gelmektedir. Uluslararası karteller, kapitalist tekellerin günümüzde hangi noktaya dek gelişme gösterdiğini, kapitalist gruplar arasındaki savaşım konusunun ne olduğunu göstermektedir. Bu son nokta çok önemlidir; yalnız bununla bile olayların ekonomik ve tarihsel anlamını çözebiliriz; çünkü savaşımın biçimleri değişebilir, nitekim özel ve geçici nedenlere bağlı olarak değişmektedir de; ama savaşımın özü, onun sınıfsal içeriği, sınıflar var oldukça değişmez. Günümüzdeki ekonomik savaşımın (dünyanın paylaşılması) içeriğinin gizlenmesi ve bu savaşımın bazan bu, bazan şu noktasına dikkatin çekilmesi, teorik gelişmeleriyle Kautsky'nin de sonunda katıldığı (bu konuya ilerde döneceğiz) Alman burjuvazisinin çıkarına olmaktadır elbet. Kautsky'nin yanıldığı nokta da buradadır zaten. Kuşkusuz, yalnız Alman burjuvazisi değil, bütün burjuvazi sözkonusudur burada. Kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, bunu, kendilerinde bulunan hain duygulardan ötürü değil, ulaştıkları yoğunlaşma düzeyi, kâr sağlamak için kendilerini bu yola başvurma zorunda bıraktığından yapıyorlar. Ve dünyayı, mevcut "sermayeleri", "güçleri" oranında paylaşıyorlar, çünkü kapitalizmin ve meta üretimi sisteminin var olduğu bir ortamda daha başka bir paylaşma biçimi sözkonusu olamaz. Şu da var ki, ekonomik ve siyasal gelişmeye göre, güçler de değişmektedir. Olayların ardındaki gerçeği kavrayabilmek için, güçler arasındaki ilişkilerin değişmesiyle hangi sorunların çözülmüş olduğunu (sayfa 90) bilmek gerekir. Bu değişikliklerin salt ekonomik mi, yoksa ekonomik-olmayan (örneğin askeri) bir nitelik mi taşıdığı sorunu, kapitalizmin şu içinde bulunduğumuz çağına ilişkin hiçbir temel kanıyı değiştiremeyecek ikinci bir sorundur. Kapitalist gruplar arasındaki savaşımın içeriği sorunun yerine, bunların (bugün için barışçı, yarın için barışçı olmayacak, öbür gün için gene barışçı olmayacak) biçimleri sorununu koymak, bir bilgiççi (sofist) gibi hareket etmekten başka bir sey değildir.
Kapitalizmin bugünkü aşaması bize gösteriyor ki, kapitalist gruplar arasında, dünyanın ekonomik yönden paylaşılması esasına dayanan bazı ilişkiler doğmakta, buna koşut ve bağlı olarak da, siyasal gruplar, devletler arasında, dünyanın toprak bakımından paylaşılması, sömürge savaşı, "ekonomik önem taşıyan topraklar için savaşım" esasına dayanan birtakım ilişkiler kurulmaktadır. (sayfa 91)
Dipnotlar
[1] Annalen des deutschen Reich'a göre, Zahn 1911, a. 165-169.
[2] Statistical Absract of the United States, 1912, s. 202.
[3] Rudolf Hilferding, Das Finanzkapital, 2. baskı, s. 254.
[4] Hans Gideon Heymann, Die gemischten Werke im deutschen Grosscisengewerbe, Stuttgart 1904, (s. 256 ve 278).
[5] Hermann Levy, Monopole, Kartelle und Trusts, Yena 1909. s. 286, 290, 298.
[6] Hermann Levy, aynı yapıt, s. 286, 290, 298.
[7] Th. Vogelstein, "Die finanzielle Organisation der Kapitalistischen Industrie und die Monopolbildungen". Grundriss der Sozialökonomik, VI. Abt., Tübingen 1914. Aynı yazarın Organisationsformen der Eisenindustrie und der Textilitidustrie in England und Amerika, Bet. I, Leipzig 1910'una bakınız.
[8] Dr. Riesser, Die deutschen Grüssbanken und ihre Konzentration ini Zusammenhange mit der Entwicklung der Gesamtwirtschaft in Deutschland, 4. baskı, 1912, s. 149; Robert Liefmann, Kartelle sind Trusts und die Weiterbildung der volkswirtschaftlichen Organisation, 2. baskı, 1910, s. 25.
[9] Dr. Fritz Kestner, Der Organisationzwang. Eine Untersuchung über die Kämpfe zwischen Kartellen und Aussenseitern, Berlin 1912, s. 11.
[10] R. Liefmann, Beteitigungs-und Finanzierungsgesellschaften, Eine Studie über den modernen Kapitalismus und das Effektenwesen, Yena 1909, s, 212.
[11] Aynı yapıt, s. 218.
[12] Dr. S. Tschierschky, Kartell und Trust, Göttingen 1903, a. 13.
[13] Th. Voglstein, Organisationsformen, s. 275.
[14] Report of the Commissioner of Corporation on the Tobacco Industry. Washington 1909, s. 266. Dr. Paul Tafel'in şu kitabından alınmıştır: Die nordamerikanischen Trusts und ihre Wirkungen auf den Fortschritt der Technik, Stuttgart 1913, s. 49.
[15] P. Tafel, aynı yapıt s. 49.
[16] Riesser, adı geçen yapıt, s. 547 ve devamı, 3. baskı. Haziran 1916 tarihli gazeteler Alman kimya sanayiini biraraya getiren yeni bir dev tröstün kuruluşunu bildiriyor.
[17] Kestner, adı geçen yapıt.
[18] Kestner, adı geçen yapıt, s. 254
[19] L. Eschwege, "Zement", Die Bank dergisinde, 1. s. 115 ve devamı.
[20] Jeidels, Das Verhältnis, der deutschem Grossbanken zur besonderer Berücksichtigung der, Eisenindustrie, Leipzig 1905, s. 271
[21] Liefmann, Beteitigungs-und Finanzierungsgesellschaften, s. 434
[22] Liefmann, aynı yapıt, a. 465, 466.
[23] Jeidels, aynı yapıt, s. 108
[24] Alfred Lansburgh, "Fünf Jahre deutsches Bankwesen", Die Bank, 1913, n° 8, s. 728
[25] Schulze-Gaevernitz, "Die deutsche Kreditbank" Grundriss der Sozialökonomik, Tübingen 1915, s. 12 ve 137.
[26] R. Liefmann, Beteiligungs-und Finanzierungsgesellschaften, Eine Studie über den modernen Kapitalismus und des effektenwesen, Yena 1909, s. 212.
[27] Alfred Lansburg, "Das Beteiligungssystem im deutschen Bankwesen", Die Bank, 1910, 1. s. 500.
[28] Eugen Kaufmann, Das französische Bankwesen, Tübingen 1911, s. 356 ve 362.
[29] Jean Lescure, L'Epargne en France, Paris 1914, s. 52.
[30] A. Lansburgh, "Die Bank mit den 300 millionen", Die Bank, 1914, 1, s. 426.
[31] S. Tschierschky, adı geçen yapıt, s. 128.
[32] Statistics of the National Monetary Commision", Die Bank, 1910, s. 1200.
[33] Die Bank, 1913, s. 811, 1022; 1914, s. 713.
[34] Die Bank, 1914, s. 316.
[35] Dr. Oscar Stillich, Geld-und Bankwesen. Berlin L%7, s. 169.
[36] Schulze-Gaevernitz, "Die deutsche Kreditbank", Grundriss der Sozialökonomik'de, Tübingen 1915, a. 101.
[37] Riesser, adı geçen yapıt, 4. baskı, s. 629.
[38] Schulze-Gaevernitz, "Die deutsche Kreditbank", Grundriss der Sozialökonomik, Tübingen 1915, s. 151.
[39] Die Bank, 1912, 1. s. 435.
[40] Schulze-Gaevernitz'den naklen, Grundriss der Sozialökonomik, s. 165
[41] Jeidels, adı geçen yapıt, Riesser, aynı yapıt.
[42] Jeidels, adı geçen yapıtı s. 157.
[43] Eugen Kaufmann'ın Die Bank'ta Fransız bankaları üzerine yayımlanmış yazısı, 1909, II, s. 851 ve devamı.
[44] Dr. Oscar StilIich, Geld-und Bankwesen, Berlin 1907, s. 148.
[45] Jeidels, adı geçen yapıt, s. 183-184.
[46] Jeidels, adı geçen yapıt, s. 181.
[47] R. Hilferding, Das Finanzkapital, 2. baskı, s. 301.
[48] R. Liefmann, adı geçen yapıt, s. 476.
[49] Hans Gideon Heymann, Die Gemischten werke im deutschen Grosseisengewerbe, Stuttgart 1904, s. 268-269.
[50] Liefmann, Beteiligungsges, vb., s. 258.
[51] Schulze-Gaevernitz, Grundriss der Sozialökonamik, c. 2, s. 110
[52] L. Eschwege, "Tochtergesellschaften", Die Bank, 1914, I, s. 545.
[53] Kurt Heinig, "Der weg des Elektrotrusts", Die Neue Zeit, 1912, Otuzuncu yıl, 2, s. 484.
[54] E. Agahd, Grossbanken und Weltmarkt. Die Wirtschaftliche und politische Bedeutung der Grossbanken im Weltmarkt unter Berücksichtigung ihresEinflusses auf Russland Volkswirtschaft und die deutscherussischen Beziehungen, Berlin 1914.
[55] Lysis, Contre l'oligarchie financière en France, Paris 1908, 5. baskı, s. 11, 12, 26, 39, 40, 48.
[56] Die Bank, 1913, 7. sayı, s. 630.
[57] Stillich, adı geçen yapıt, s. 143 ve W. Sombart, Die deutsche Volkswirtschaft in 19 Jarhundert, 2. baskı, 1909, s. 526, ek 8.
[58] Hilferding, Das Finanzkapital, s. 152.
[59] Stilich, adı geçen yapıt, s. 138 ve Liefmann, s. 51.
[60] Die Bank, 1913, 2. s. 952, L. Eschwege, Der Sumpf; aynı yapıt, 1912, 1. s. 223 ve devamı.
[61] "Verkehrstrust", Die Bank, 1914, s. 89.
[62] "Der Zug zur Bank", Die Bank, 1909, 1. s. 79.
[63] Aynı yapıt, s. 301.
[64] "Der Zug zur Bank", Die Bank, 1911, 2, s. 825; 1913, 2, s. 962.
[65] E. Agahd, s. 202.
[66] Bulletin de l'institut international de statistique, c. XIX, kitap II, La Haye 1912. Küçük devletlere ait rakamlar 1902 rakamlarıdır. (%20 fazlalaştırılmıştır.)
[67] Hobson, Imperialism, Londrés 1902, s. 58. - Riesser, adı geçen yapıt, s. 395 ve 404. - P. Arndt, Weltwirtschaftliches Archiv'de, e. VII. s. 35, 1916. - Neymarck, Bulletin'de. - Hilferding, Das Finanzkapital, s. 492. - Lloyd George, Avam Kamarasında söylev, (5 Mayis 1915 tarihli Daily Telegraph'a göre 4 Mayıs 1915'te). - B. Harms. Probleme der Weltwirtschaft, Yena 1912, s. 235 ve devamı. - Dr. Siegmund Schilder, Entwicklungstendenzen der Weltwirtschaft, Berlin 1912, c. 1, s. 150. - George Paish, "Great Britain's Capital Investments, etc.", Journal of the Royal Statistical Society, c. LXXIV, 1910-11, s. 167 ve devamı. - Georges Diouritch: L'Expansion des banques allemandes à l'étranger, ses rapports avec le développement économique de l'Allemagne, Paris 1909, s. 84.
[68] Die Bank, 1913, 2, s. 1024.
[69] Schilder, adı geçen yapıt, s. 346, 350, 371.
[70] Riesser, adı geçen yapıt, 4, baskı, s. 375; ve Diouritch, adı geçen yapıt, s. 283.
[71] The Annals of the American Academy of Political and Social Science, c. LIX, Mayıs 1915, s. 301. Aynı cildin 331. sayfasında ünlü istatistikçi Paish, Statist adlı maliye dergisinin son sayısında, İngiltere, Fransa, Almanya, BeIçika ve Hollanda tarafından ihraç edilen sermaye toplamını 40 milyar dolar, yani 200 milyar frank olarak tahmin ediyor.
[72] Jeidels, adı geçen yapıt, s. 232.
[73] Riesser, adı geçen yapıt:, Diouritch, adı geçen yapıt, s. 239; Kurt Heinig, adı geçen yapıt.
[74] Jeidels, adı geçen yapıt, s. 193.
[75] Diouritch, adı geçen yapıt, s. 245.
[76] Die Bank, 1912, 1, 1036; 1912, 2, 629; 1913, 1, 388.
[77] Riesser, adı geçen yapıt, s. 125.
[78] Vogelstein, Organisationsformen, s. 100.
[79] Liefmann, Kartelle und Trusts, 2. baskı, s. 161.
|