KÜTÜPHANE |
STALIN
| ULUSAL SORUN
J.V. STALİN ULUSAL SORUN VE LENİNİZM
J.V. STALİN
ULUSAL SORUN VE LENİNİZM
MFŞKOV, KOVALÇUK VE ÖTEKİ YOLDAŞLARA YANIT
(8 MART 1929)
MEKTUPLARINIZI aldım. Aynı konuda bu ay içinde başka yoldaşlardan aldığım
mektuplarda ileri sürülen görüşlere benzer bir tutumu benimsiyorsunuz. Ama ben,
özellikle sizi yanıtlamaya karar verdim, çünkü siz, sorunu da sert olarak
koyuyorsunuz ve böylelikle konunun aydınlanmasına yardım ediyorsunuz. Kuşkusuz,
sözkonusu edilen sorunlara mektuplarınızda sunduğumuz çözüm yanlıştır; ama bu
başka bir konu; buna daha aşağıda değineceğiz. Sorunu ele alalım:
I. ULUS KAVRAMI
Rus marksistlerinin uzun zamandan beri bir ulus teorileri vardır. Bu teoriye
göre, ulus, tarihsel olarak oluşmuş, şu dört temel niteliğin birliği esası
üzerinde doğmuş, kararlı bir insan topluluğudur: dil birliği, toprak birliği,
iktisadi yaşam birliği ve ulusal kültürün özgül birliği içinde beliren ruhsal
biçimlenme birliği. Bilindiği gibi, bu teori, partimizde, herkesçe kabul
edilmiştir.
Mektuplarınızdan anlaşıldığına göre, siz bu teoriyi yetersiz bulmaktasınız. Ve
bunun için ulusun dört niteliğine bir beşincisinin eklenmesini salık
veriyorsunuz: Kendine özgü ayrı bir ulusal devletin varlığı. Bu beşinci nitelik
olmadan ulusun olmadığını, olamayacağını düşünüyorsunuz. Bence ulus kavramı için
önermekte olduğunuz bu yeni beşinci nitelik çok yanlıştır ve ne teorik bakımdan
ne pratik ve politik bakımdan haklı gösterilemez.
Sizin şemanıza göre, ancak kendine özgü ve ötekilerden ayrı devleti olan
ulusları, ulus olarak tanımak; ve bağımsız devlet niteliğinden yoksun bulunan
bütün ezilen ulusları, uluslar listesinden silmek gerekir. Ve aynı zamanda
ezilen ulusların ezen ulusa karşı savaşım, sömürge halklarının emperyalizme
karşı savaşımını da “ulusal hareket” ya da “ulusal kurtuluş hareketi” kavramı
dışında bırakmak gerekir.
Üstelik şemanıza göre şunu ileri sürmek mümkündür:
a) İrlandalıların ancak “özgür İrlanda Devleti” kurulduktan sonra ulus
olduklarını ve o zamana kadar ulus sayılamayacaklarını;
b) Norveçlilerin, Norveç’in İsveç’ten ayrılmasından önce bir ulus olmadıklarını
ve ancak ayrıldıktan sonra bir ulus sayılabileceklerini;
c) Ukraynalıların, Ukrayna, çarlık Rusyasının bir parçası iken bir ulus
oluşturmadıklarını ve ancak “Çentralnaya Rada” düzeni altında Ataman
Skoropatski’nin yönetiminde Sovyetler Rusyasından ayrıldıktan sonra bir ulus
olabildiklerini, ama Sovyet Ukrayna’nın, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
içinde öteki sovyet cumhuriyetleriyle birleştiği zaman onların bir ulus olmaktan
çıktıklarını.
Bu örneklerden daha niceleri belirtilebilir.
Kuşkusuz ki, bu kadar saçma sonuçlara varan bir şemayı bilimsel bir şema
saymayız.
Uygulamada, siyasal bakımdan sizin şemanız, kaçınılmaz olarak, insanı, ulusların
ezilmesinin haklı gösterilmesine, emperyalist baskının haklı gösterilmesine
götürür. Emperyalistler de ezilen ulusları, haklarına sahip olmayan ulusları,
ayrı bir devletleri bulunmayan ulusları gerçek ulus saymıyorlar. Ve bu durumun,
onlara, bu ulusları ezme ve sömürme hakkını verdiğini öne sürüyorlar.
Şemanızın, bizim sovyet cumhuriyetlerindeki burjuva milliyetçileri, sovyet
uluslarının kendi ulusal sovyet cumhuriyetlerini, sovyet Sosyalist Cumhuriyetler
Birliği içinde birleştirdikten sonra ulus olmaktan çıktıklarını iddia edenleri
haklı gösterge sonucu vermesi konusu üzerinde durmayacağım.
Ulus konusunda, Rus marksistlerinin teorisine “ekler” katmak, bu teoriyi
“doğrultmak” çabası üzerine söyleyeceklerim bu kadar.
Şimdi yapacak bir şey kalıyor: Rus marksizminin ulus teorisinin tek doğru teori
olduğunu tanımak.
II. ULUSLARIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ
Önemli yanılgılarınızdan biri, bugün varolan ulusların hepsini aynı çuvala
koymanız ve aralarındaki ilke farkını görmemenizdir.
Bu dünyada çeşitli uluslar var. Kapitalizmin yükselme çağında burjuvazi, feodal
düzeni ve feodal parçalanmayı yıkarak, ulusu bir bütün içinde kaynaştırdığı
zaman gelişmiş olan uluslar var. Bunlar “modern” denen uluslardır.
Siz kapitalizmden önce de ulusların doğmuş olduğunu ve varlıklarını
sürdürdüklerini iddia ediyorsunuz. Ama kapitalizmden önce, feodal düzen
zamanında, ülkelerin bağımsız devletçiklere bölünmüş olduğu bir zamanda, bu
devletçikler arasında ulusal bağların bulunmadığı ve üstelik böyle bağların
gereğinin ısrarla yadsındığı bir zamanda uluslar nasıl varolabilirler? Sizin
iddianızın tersine kapitalizm-öncesi dönemde, henüz ulusal pazarlar bulunmadığı
için, iktisadi ve kültürel merkezler olmadığı için ve belli bir ulusun ulusal
bakımdan parçalanmasına karşı etki yapan etkenler olmadığı için ve bu etkenler o
zamana kadar parçalanmış halde tutulan bu halkın tek bir ulusal bütün içinde
birleşmesini sağlayamadığı için uluslar yoktu ve olamazdı.
Kuşkusuz, ulusun öğeleri—dil, toprak, kültür birliği vb...—gökten düşmemişlerdir.
Ve dahası, kapitalizm-öncesi dönemde yavaş yavaş oluşmuşlardır. Ama bu öğeler o
zaman henüz embriyon halinde idiler. Ve en elverişli durumda, uygun belirli
koşulları varlığıyla gelecekte oluşacak olan ulusun ancak potansiyel etkenleri
sayılabilirler. Bu potansiyel, ancak ulusal pazarlarıyla, iktisadi ve kültürel
merkezleriyle yükselen kapitalizm döneminde gerçeğe dönüşebilmiştir.
Bu bakımdan, Lenin’in “Halkın Dostları” Kimlerdir ve Sosyal-Demokratlara Karşı
Nasıl Savaşırlar? adlı broşüründe yazdığı, ulusların doğuşu sorunu ile ilgili,
dikkate değer tümceleri buraya almak yerinde olur. Ulusal bağların ve ulusal
birliğin doğuşunu, klan bağlarının gelişmesiyle açıklayan “narodnik” Mihaylovski
ile polemiğe girişen Lenin şöyle yazıyor:
“Ve böylece, ulusal bağlar klan bağların bir devamı ve genellemesi oluyor!
Anlaşılan Bay Mihaylovski, toplum tarihine ilişkin fikirlerini okul çocuklarına
öğretilen masallardan almaktadır. Toplumun tarihi—bu harcıalem fikirlere göre—
şöyledir: önce, aile, o her toplumun hücresi olan aile vardı, sonra,—öyle
deniyor—aile, bir aşiret haline geldi, ve aşiret de bir devlet. Eğer Bay
Mihaylovski, ciddi bir havayla bu çocukça saçmalan yineliyorsa, bu—her şey bir
yana—yalnızca onun Rus tarihinin bile gidişi hakkında en ufak bir fikre sahip
olmadığını gösterir. Eski Rus klan yaşamından sözedilebilirse de, hiç kuşku yok
ki, ortaçağlarda, Moskov çarları döneminde, bu klan bağları artık yoktu, yani
devlet, hiç de klana bağlı olmayan yerel birliklere dayanıyordu: toprakbeyleri
ve manastırlar çeşitli yerlerden köyler edindiler, böyle oluşan topluluklar salt
bölgesel birliklerdi. Ama o zamanlar deyimin gerçek anlamıyla, ulusal bağlardan
güçlükle sözedilebilirdi: devlet, eski özerkliğin güçlü izlerini, yönetim
özelliklerini, bazan kendi birliklerini (yerel boyarlar, savaşa, kendi
bölüklerinin başında gidiyorlardı), kendi gümrük sınırlarını vb. koruyan ayrı “topraklara”,
hatta bazan prensliklere bölünmüştü. Yalnızca Rusya tarihinin modern dönemi (yaklaşık
olarak 17. yüzyıldan bu yana), böyle bölgelerin, torakların ve prensliklerin bir
bütün haline gerçekten kaynaşmasıyla nitelendirilebilir. Pek saygıdeğer Bay
Mihaylovski, bu kaynaşma, ne klan bağlarıyla, ne de hatta onların devamı ve
genelleşmesi ile sağlanmıştır: bölgeler arasındaki artan değişim, metaların adım
adım büyüyen dolaşımı ve küçük yerel pazarların bir tek tüm Rusya pazarı halinde
toplanması ile sağlanmıştır. Bu sürecin önderleri ve efendileri tüccar
kapitalistler olduğundan, bu ulusal bağların yaratılması, burjuva bağların
yaratılmasından başka bir şey değildir.”*
“Modern” denen ulusların doğuşu için söylenenler bunlardır. Burjuvazi ve onun
milliyetçi partileri, bu dönemde, bu gibi ulusların esas yönetici gücü idi ve
şimdi de öyledir. “Ulusal birlik” adına ulusun içinde sınıflararası barış,
yabancı ulusların topraklarını fethetme yoluyla kendi ulusunun toprağını
genişletme, başka uluslara karşı güvensizlik ve düşmanlık, ulusal azınlıkların
ezilmesi, emperyalizm ile ortak cephe, —işte ulusların toplumsal, siyasal,
ideolojik dağarcığının içeriği bunlardı.
Böyle ulusları, burjuva uluslar olarak nitelendirmek yerinde olur. Örneğin:
Fransız ulusu, İngiliz ulusu, İtalyan ya da Kuzey-Amerikan ulusları bunlardandır.
Sovyet rejiminin ülkemizde kurulmasından önce Rus ulusu, Ukrayna, Tatar, Ermeni,
Gürcü ve Rusya’daki öteki uluslar da böyle burjuva uluslardı.
Bu duruma göre bu tür ulusların kaderi kapitalizme bağlıdır. Ve kapitalizm
yıkılınca, bu uluslar da sahneyi terketmek zorundadırlar.
Stalin’in Marksizm ve Ulusal Sorun başlıklı broşüründe “Ulus yalnızca bir
tarihsel kategori değil ama belirli bir çağın, yükselen kapitalizm çağının
tarihsel bir kategorisidir.” ya da “Özünde burjuva bir nitelik taşıyan ulusal
hareketin yazgısı, doğal olarak burjuvazinin yazgısına bağlıdır.”, ve “ulusal
hareketin kesin çöküşü ancak burjuvazinin çöküşüyle mümkündür.”, ve “Tam bir
barış ancak sosyalizmin egemenliği altında kurulabilir.”* dendiğinde, gözönünde
tutulan işte bu tipteki burjuva uluslardır.
Burjuva uluslar konusunda söyleyeceklerimiz bunlardır.
Ama bu dünyada başka uluslar da vardır. Bunlar yeni uluslardır. Rusya’da
kapitalizmin devrilmesinden sonra burjuvazinin ve onun milliyetçi partilerinin
tasfiyesinden sonra, sovyet rejiminin kurulmasından sonra, eski burjuva
uluslarının temeli üzerinde oluşan ve gelişen sovyet ulusu.
Bu yeni ulusları kaynaştıran ve onları yöneten, işçi sınıfı ve onun
enternasyonalist partisidir. Sosyalizmin başarıyla kurulabilmesi amacıyla
kapitalizm kalıntılarının tasfiyesi için ulus içinde işçi sınıfıyla köy
emekçilerinin birliği, ulusların ve ulusal azınlıkların hak eşitliği ve
serbestçe gelişmesi amacıyla ulusal baskı kalıntılarının ortadan kaldırılması,
halklar arasında dostluk ve enternasyonalizm anlayışını kurmak amacıyla
milliyetçilik kalıntılarının ortadan kaldırılması, fetih siyasetine ve fetih
savaşlarına karşı savaşımda, emperyalizme karşı savaşımda ezilen ya da tüm
haklarına sahip olmayan tüm uluslarla ortak cephe—bu ulusların manevi ve
toplumsal-siyasal çehreleri işte böyledir.
Bu tipte ulusları sosyalist uluslar olarak nitelendirmek yerinde olur.
Bu yeni uluslar, eski burjuva uluslar temeli üzerinde, kapitalizmin tasfiyesi ve
sosyalizm ruhunda kendilerinin kökten biçim değiştirmeleri sonucunda doğdular ve
geliştiler. Sovyetler Birliği’nin bugünkü sosyalist uluslarının—Rus, Ukrayna,
Beyaz-Rus, Tatar, Başkır, Özbek, Kazak, Azerbaycan, Gürcü, Ermeni uluslarının—ve
öteki ulusların eski Rusya’daki karşılıkları olan burjuva uluslarının sınıf
içeriği bakımından ve manevi çehresi bakımından, toplumsal-siyasal çıkarları ve
eğilimleri bakımından kökten değişik olduklarını kimse yadsıyamaz. İşte tarihin
tanımış olduğu iki tip ulus bunlardır.
Eski ulusların, burjuva ulusların yazgısının, kapitalizmin, yazgısına
bağlanmasını kabul etmiyorsunuz. Kapitalizmin tasfiyesiyle eski ulusların,
burjuva ulusların da tasfiye edileceği tezini kabul etmiyorsunuz. Ama bu
ulusların yazgısını, kapitalizmin yazgısına değil de neye bağlayabiliriz?
Kapitalizmin: yokolmasıyla, onun ortaya çıkardığı burjuva ulusların da ortadan
kalkacağını anlamak güç bir şey midir? Eski ulusların, burjuva ulusların, sovyet
rejimi altında, yaşamlarını sürdürebileceklerini mi düşünüyorsunuz? Bir bu
eksikti...
Kapitalizm düzeni içinde varolan ulusların tasfiyesinin, genel olarak ulusların
tasfiyesi anlamında, her tipten ulusun tasfiyesi anlamında alınacağından
korkuyorsunuz. Niçin ve neye dayanarak? Burjuva uluslardan ayrı başka ulusların
da, burjuva uluslardan çok daha birbirine kaynaşmış ve hayatiyet dolu uluslar
olduğunu bilmez misiniz?
Yanılgınız, burjuva uluslarından başka ulus görememenizde ve bunun sonucu olarak
Sovyetler Birliği’nde eski ulusların, burjuva ulusların enkazı üzerinden doğan
sosyalist ulusları yaratmak dönemini gözden kaçırmanızdadır.
Sorun, burjuva ulusların tasfiyesinin, genel olarak, ulusların tasfiyesi
anlamını taşımadığı ve ancak burjuva ulusun tasfiyesinin sözkonusu olduğudur.
Eski ulusların, yani burjuva ulusların enkazları üzerinde, herhangi bir burjuva
ulustan çok daha iyi kaynaşmış olan yeni uluslar, sosyalist uluslar doğarlar.
Yeni uluslar çok daha iyi kaynaşmışlardır, çünkü bunların bağrında burjuva
ulusları bölen uzlaşmaz sınıf çelişkileri yoktur. Ve bu uluslar, herhangi bir
burjuva ulustan çok daha evrensel halkçı bir nitelik taşırlar.
III. ULUSLARIN VE ULUSAL DİLLERİN GELECEĞİ
Sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferiyle, sosyalizmin bir ülkede zaferi arasında
bir eşit işareti koymakla ve sosyalizmin dünya ölçüsünde değil tek bir ülkede
zaferi sağlamasıyla, ulusal farkların ve ulusal dillerin ortadan kalkmasının,
ulusların birleşerek tek bir ortak dilin oluşmasının mümkün ve gerekli olduğunu
öne sürerek ciddi bir yanılgıya düşüyorsunuz. Burada tamamen ayrı olan şeyleri
birbirine karıştırıyorsunuz: “ulusal baskının ortadan kaldırılmasını”, “ulusal
farkların tasfiyesiyle”, “ulusal devlet çitlerinin ortadan kaldırılmasını”,
“ulusun yokoluşuyla”, “ulusların kaynaşmasıyla”.
Böyle birbirinden ayrı kavramların eşanlamda kullanılması, marksistlerce kabul
edilemez. Bizde, bizim ülkemizde, ulusal baskı çoktan yokedilmiştir, ama bu hiç
bir zaman, ulusal farkların yokolduğu, ülkemizin uluslarının tasfiye edildiği
anlamına gelmez. Bizim ülkemizde ulusal devlet çitleri, sınır muhafızlarıyla,
gümrükleriyle çoktan ortadan kaldırılmıştır, ama bu hiç bir zaman ulusların
birbiriyle kaynaştığı ve ulusal dillerin ( yokolduğu, bu dillerin yerini bütün
ulusların ortak bir dilinin aldığı anlamına gelmemektedir.
Doğu Halkları Üniversitesinde verdiğim söylev (1925) sizi tatmin etmemiş. Bu
söylevde, sosyalizmin tek bir ülkede zaferinden sonra, örneğin bizim ülkemizde
ulusal dillerin sönüp yokolacağı, ulusların birbiriyle kaynaşacağı ve ulusal
dillerin yerini tek bir ortak dilin alacağı tezini çürütüyorum. Sözlerimin,
Lenin’in, sosyalizmin amacının yalnızca, insanlığın küçük devletlere bölünmesini
ve uluslar arasında her türlü ayrıma son vermek değil, yalnızca, ulusları
birbirine yaklaştırmak değil, onları kaynaştırmak olduğu yolundaki ünlü teziyle
çeliştiğini düşünüyorsunuz.
Ve sonra bu sözlerimin, Lenin’in bir başka teziyle, sosyalizmin dünya ölçüsünde
zaferiyle ulusal farkların ve ulusal dillerin sönüp yokolmaya başlayacağı, böyle
zaferden sonra ulusal dillerin yerini ortak bir dilin almaya başlayacağı
yolundaki teziyle de çeliştiğini düşünüyorsunuz.
Bu tamamen yanlıştır yoldaşlar. Bu derin bir yanılgıdır.
Yukarda, bir marksistin, sosyalizmin tek bir ülkede zaferi ile sosyalizmin dünya
ölçüsünde zaferi gibi iki ayrı olayı bir çuvala koymaması gerektiğini belirttim.
Unutmamak gerekir ki,
bu birbirinden tamamen ayrı olan iki olay birbirinden tamamen ayrı olan iki
aşamayı ifade eder; yalnız zaman bakımından ayrı değil (ki bu da çok önemlidir),
öz bakımından da ayrıdır. Ulusal güvensizlik, ulusal tecrit, ulusal düşmanlık,
ulusal çatışmalar, hiç kuşku yok ki, bilmem hangi “doğuştan gelme” ulusal
saldırma duygusundan ileri gelmemektedir; emperyalizmin yabancı ulusları
köleleştirme eğiliminden, ulusal köleleştirme tehdidi karşısında bu ulusların
duydukları korkudan ileri gelmektedir. Kuşkusuz, dünya emperyalizmi varlığını
sürdürdükçe bu eğilim ve bu korku da kalacaktır. Ve bunun sonucu olarak
ülkelerin büyük çoğunluğunda ulusal güvensizlik, ulusal tecrit, ulusal düşmanlık
ve ulusal çatışmalar sürüp gidecektir. Tek bir ülkede sosyalizmin zaferinin ve
emparya1izmin tasfiyesinin, ülkelerin çoğunluğunda emperyalizmin ve ulusal
baskının tasfiyesi anlamına geldiği söylenebilir mi? Besbelli ki söylenemez.
Bundan çıkan sonuç şudur ki, sosyalizmin tek bir ülkede zaferi, dünya
emperyalizmini ciddi olarak zayıflatmakla birlikte, ulusların ve dünyanın ulusal
dillerinin bir ortak bütün içinde kaynaşması için gerekli koşulları yaratmaz ve
yaratamaz.
Sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferi dönemi, sosyalizmin tek bir ülkede zaferi
döneminden, her şeyden önce emperyalizmi bütün ülkelerde tasfiye etmesi, yabancı
ulusları köleleştirmek eğilimini olduğu gibi, ulusal köleleşme tehdidi
karşısında duyulan korkuyu da ortadan kaldırması bakımından, ulusal
güvensizliğin, ulusal düşmanlığın köklerini kazıması, ulusları tek bir dünya
sosyalist iktisadi sistemi içinde birleştirerek böylelikle bütün ulusların bir
bütün içinde derece derece birleşebilmeleri için gerekli gerçek koşulları
yaratması bakımından birbirinden ayırdedilmelidir.
İki dönem arasındaki temel fark budur.
Bundan çıkan sonuç şudur ki, birbirinden ayrı bu iki dönemi birbirine
karıştırmak ve bu ikisini aynı çuvala koymak bağışlanmaz bir yanılgıya düşmek
olur. Doğu Halkları Üniversitesindeki söylevimi ele alalım. Bunda şöyle
denmektedir:
“Sosyalizm döneminde bütün öteki diller yokolacağına göre, tüm insanlık için
ortak tek bir dilin yaratılmasından sözediliyor (örneğin, Kautsky). Ben bu
evrensel nitelikteki tek bir dil teorisine pek inanmıyorum. Herhalde, deneyim,
böyle bir yana teoriden yana değil, ama ona karşı konuşuyor. Şimdiye kadar işler,
sosyalist devrimin, dillerin sayısını azaltması değil, ama artırması biçiminde
oldu; çünkü insanlığın en derin katmanlarını sarsan ve onları siyasal alana
çeken sosyalist devrim, eskiden tanınmayan ya da az tanınan bir dizi yeni
milliyeti yeni bir yaşama uyandırır. Eski çarlık Rusyasının, içinde en az 50
milliyet ve etnik topluluk barındırdığına kim inanabilirdi? Oysa,
eski zincirleri kıran ve bir dizi unutulmuş halk ve topluluğu ileriye süren Ekim
Devrimi, onlara yeni bir yaşam ve yeni bir gelişme kazandırdı.”*
Yukarıya aldığım parçadan ilk olarak anlaşılacak şey, Kautsky tipinden kimselere
karşı dikildiğimdir. Kautsky her zaman ulusal sorunun cahili olmuştur, ulusların
gelişmesi mekanizmasını anlamayan, ulusların kararlılığını sağlayan devsel güç
hakkında fikri olmayan birisi, sosyalizmin zaferinden çok önce, daha burjuva
demokratik rejimler sırasında ulusların birbiriyle kaynaşabileceğini sanan bir
adam körü körüne Çeklerin ulus olarak, hemen hemen Almanlaştırıldığını, bir
gelecekleri olmadığını iddia eden ve Almanların Bohemya’daki Almanlaştırma
“çalışmalarını” övmek küçüklüğüne düşen bir adam olmuştur ve öyle de kalmıştır.
Konuşmamdan aldığım yukardaki parçadan çıkan bir sonuç da, benim gözönünde
bulundurduğum şeyin sosyalizmin dünya
ölçüsünde zaferi değil, yalnız sosyalizmin tek bir ülkede zaferi olduğudur. Bu
bakımdan tek bir ülkede sosyalizmin zaferi döneminin, ulusların ve ulusal
dillerin kaynaşması için gerekli koşulları sağlamadığını, tam tersine bu dönemin
eskiden çarlık emperyalizmi tarafından ezilen ve bugün sovyet devrimi tarafından
ulusal baskıdan kurtarılan ulusların dirilişi ve gelişmesi için elverişli bir
durum yarattığını öne sürdüm (ve öne
sürmekteyim).
Ve ensonu, söylevin bu bölümünden çıkan sonuç şudur ki, iki ayrı tarihsel dönem
arasındaki pek büyük farkı gözden kaçırmışsınız ve bu yüzden de, Stalin’in
söylevinin anlamını kavramamışsınız ve sonunda da kendi yanılgılarınızın
çıkmazında kaybolup gitmişsiniz.
Lenin’in, sosyalizmin dünya ölçüsünde zaferinden sonra ulusların sönüp
yokolmaları ve birbirleriyle kaynaşmaları tezlerine geçelim.
İşte 1916’da yayınlanmış olan ve bilmem neden, mektuplarınızda tam olarak
belirtilmeyen Lenin’in “Sosyalist Devrim ve Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı”
başlıklı yazısından çıkardığımız bu tezlerden biri:
“Sosyalizmin amacı yalnızca insanlığın küçücük devletlere bölünmesine ve
ulusların herhangi bir şekilde tecrit edilmesine son vermek değildir. Amaç
yalnızca ulusları birbirine yaklaştırmak değildir, onları bütünleştirmektir. ... Nasıl ki, insanlık, sınıfların ortadan kalktığı döneme ancak
ezilen sınıfın
diktatörlüğünün sürdüğü bir geçiş dönemini aşarak ulaşabilirse, ulusların
kaçınılmaz olan bütünleşmesine de ancak bütün ezilen ulusların kurtulduğu, yani
ezen ulustan ayrılma özgürlüğüne kavuştuğu bir geçiş dönemini aşarak varabilir.”*
Ve İşte Lenin’in öteki tezi ki, bu da sizin mektubunuzda tam
olarak belirtilmemiştir:
“Halklar ve ülkeler arasında ulusal ve siyasal bakımından farklar olduğu sürece—ki
bu farklar, dünya ölçüsünde proletarya diktatörlüğü kurulduktan sonra bile uzun,
pek uzun zaman devam edecektir—, bütün ülkelerin işçi sınıfı hareketinin
uluslararası taktik birliği, bu farklılıkların silinmesini değil, ulusal
ayrılıkların yokedilmesini değil (şu anda bu anlamsız bir hayaldir), tam tersine,
komünizmin temel ilkelerini (sovyet iktidarı ve proletarya diktatörlüğünü) belli
özelliklerinde doğru bir biçimde değiştirecek uygulamanın ulusal ve siyasal
farklılıklarına, doğru bir biçimde uyarlanmasını ve uygulanmasını gerektirir.”**
Burada belirtmek gerekir ki, yukardaki parça Lenin’in 1920’de yayınlanan “Sol”
Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı adlı broşüründen alınmadır; yani sosyalist
devrimin tek bir ülkede zaferinden sonra, sosyalist devrimin bizim ülkemizdeki
zaferinden sonra yayınlanan broşürden.
Aktarılan bu parçalardan çıkan sonuç şudur ki, ilkin Lenin, ulusal ayrılıkların
yokolması ve ulusların kaynaşması sürecini, sosyalizmin tek bir ülkede zaferi
döneminde değil, ancak onu izleyen dönemde, yani bir dünya sosyalist
ekonomisinin temellerinin atılmış olacağı sosyalizmin bütün ülkelerde zaferi
döneminde düşünmektedir.
Aktarılan bu parçalardan çıkan bir başka sonuç da, Lenin’in, ulusal farkların
sosyalizmin tek bir ülkede zaferi döneminde ortadan kalkacağını düşünmeyi “saçma
bir düş” olarak nitelendirmesidir.
Aktarılan bu parçalardan şu anlam da çıkmaktadır ki, Stalin, Doğu Halkları
Üniversitesindeki söylevinde, ulusal farkların ve ulusal dillerin, sosyalizmin
tek bir ülkede, bizim ülkemizde zaferi döneminde ortadan kalkabileceğini
yadsımakta tamamen haklıydı ve siz Stalin’inkine karşıt bir görüşü savunmakla
tam bir yanılgı içindesiniz.
Ve ensonu bu aktarılan parçalardan çıkan sonuç şudur ki, sosyalizmin zaferinin
tamamen ayrı olan iki dönemini birbirine karıştırmakla, siz, Lenin’i
anlamamışsınız, ulusal sorunda Lenin’in çizgisini çarpıtmışsınız ve bunun
sonucunda istemediğiniz halde Leninizm’e aykırı bir tutumu benimsemişsiniz.
Ulusal farkların kaldırılmasının ve ulusal dillerin yokolmasının, dünya
emperyalizminin yenilgisinden hemen sonra, bir atılımda, örneğin tepeden alınma
bir kararname ile mümkün olacağını düşünmek yanlış olur. Bundan büyük bir
yanılgı olamaz. Yukardan bir kararname ile, zorbalık yoluyla ulusların
kaynaşmasını sağlamaya kalkışmak, emperyalistlerin oyununa gelmek, ulusların
kurtuluş davasına kötülük etmek, uluslar arasında kardeşçe işbirliğini
örgütlendirme davasını toprağa gömmek olur. Böyle bir siyaset, çarlık
yönetiminin Ruslaştırma siyaseti gibi bir şey olur.
Herhalde biliyorsunuz ki, bu türden bir ulusal özümleme siyasetine, halk düşmanı
karşı-Devrimcilerin siyaseti olarak, felaket getiren bir siyaset olarak,
Marksizm-Leninizm ideolojisinde yer yoktur.
Ayrıca ulusların ve ulusal dillerin olağanüstü bir kararlılıkla, devsel bir
direnme gücüyle, özümleme siyasetine karşı koyduğunu da biliyorsunuzdur.
Özümleme siyasetini en “sert biçimde uygulamaya kalkışan Türkler, yüzyıllar
boyunca Balkan Uluslarını ortadan kaldırmak şöyle dursun, en sonunda gerçeği
kabul etmek zorunda kalmışlardır. Türk özümleyicilerinin [...] sertliğinden geri
kalmayan çarlık Rusyasının Ruslaştırıcıları, Prusya Almanyasının
Almanlaştırıcıları, (...) yüzyıldan uzun bir süre Polonya ulusunu parçalamaya ve
dağıtmaya çalıştılar: bu ulusları yokedemedikleri gibi, onlar da boyuneğmek
zorunda kaldılar.
Dünya emperyalizminin yenilgisinden hemen sonra, ulusların evrimi bakımından
olayların olası gelişmesini tam doğru olarak görebilmek için bütün bunları
hesaba katmak gerekir.
Sosyalizmin bütün ülkelerde zaferi döneminin birinci evresinin, ulusların ve
ulusal dillerin yokoluşunun başlangıcı tek bir dünya dilinin kuruluşunun
başlangıcı olacağını sanmak yanlış olur. Tam tersine, ulusal baskı1ann kesin
o1arak tasfiye edileceği bu birinci aşama, daha önce ezilmekte olan ulusların ve
ulusal dillerin açılıp gelişmesi aşaması, uluslar arasında fark eşitliğinin
uygulanması aşaması, karşılıklı ulusa1 güvensizliğin ortadan kaldırılması
aşaması, uluslar arasındaki bağların kurulması ve sıklaştırılması aşaması
o1acaktır. Ancak bu dönemin ikinci evresinde, kapitalist dünya ekonomisi yerine
birleşmiş bir sosyalist dünya ekonomisi kuruldukça, ancak bu evrede ortak dil
türünden bir şey yerleşmeye başlar; çünkü uluslar ancak o aşamada kendi ulusal
dillerinin yanında, ilişkilerini kolaylaştırmak için iktisadi, siyasa1 ve
kültürel işbirliğini kolaylaştırmak için uluslararası bir dilin gereğini
duyacaklardır. Demek ki bu evrede, ulusal diller ile, ortak uluslararası dil,
birbirine paralel olarak varlıklarını sürdürebileceklerdir. Başlangıçta tek bir
ortak dili olan bütün uluslar için yalnız bir dünya iktisadi merkezinin
yaratılmaması, ayrı ayrı uluslar grupları için birçok bölgesel iktisadi
merkezler meydana getirilmesi ve bu merkezlerde her grubun kendi ortak dilinin
konuşulması mümkündür. Bu merkezlerin tek bir dünya sosyalist ekonomi merkezi
içinde birleşmeleri ve bütün ulusların ortak diliyle konuşmaları, daha sonra
olacaktır.
Proletaryanın dünya diktatörlüğü döneminin ancak bu sonraki evresindedir ki,
dünya sosyalist ekonomi sistemi yeteri kadar güçlenip sosyalizm, halkların kendi
doğasına gireceği zamandır ki, ulusların deneyim ile ortak bir dilin ulusal
diller üzerindeki üstünlüğünü anladıkları zamandır ki, ancak o zamandır ki,
ulusal farklar, yerini herkesin konuştuğu ortak dünya diline terkederek sönüp
yokolmaya başlayacaktır.
Bence ulusların geleceği tablosu, ulusların, gelecekte birbirleriyle
kaynaşmaları yolunda gelişmeleri tablosu aşağı yukarı böyle bir tablodur.
IV. ULUSAL SORUNDA PARTİNİN SİYASETİ
Yanılgılarınızdan biri ulusal sorunu toplumun toplumsal-siyasal evriminin genel
sorununun bir parçası olarak ve bu genel soruna bağımlı olarak ele almamanız,
bunu kendi kendine yeten, yönelimi ve niteliği bir bütün olarak tarih boyunca
değişmeyen bir şey gibi düşünmenizdir. Onun için siz, her marksistin gördüğü
şeyi, ulusal sorunun her zaman aynı niteliği taşımadığını ve ulusal hareketin
nitelik ve görevlerinin devrimin değişik gelişme dönemlerine göre değiştiğini
göremiyorsunuz.
Ve böylece gelişmesinin ayrı ayrı evrelerinde devrimin nitelik ve görevlerindeki
değişmelerin ulusal sorunun nitelik ve görevlerinde buna uygun değişiklikler
meydana getirdiğini ve bunun sonucu olarak partinin ulusal sorundaki siyasetinin
de değiştiğini ve devrimin belirli bir değişme dönemiyle bağlı olan partinin
ulusal sorundaki siyasetinin bu dönemle bağını koparamayacağını ve keyfi olarak
bir başka döneme geçemeyeceğini anlamadan, sizin devrimin türdeş olmayan gelişme
dönemlerini bu kadar kolaylıkla aynı çuvala koyabilmenizin ve bu ikisini
birbirine karıştırabilmenizin mantıksal açıklaması bundadır.
Rus marksistleri, ulusal sorunun, devrimin gelişmesi genel sorununun bir parçası
olduğu ilkesini, devrimin değişik evrelerinde ulusal sorunun değişik görevler
gerektirdiği ilkesini ve bu görevlerin her belirli tarihsel anda devrimin
niteliğine uyması gerektiği ilkesini ve partinin ulusal sorunun değişik görevler
gerektirdiği ilkesini ve bu görevlerin her belirli tarihsel anda devrimin
niteliğine uyması gerektiği ilkesini ve partinin ulusal sorundaki siyasetinin bu
unsurlara göre değiştiği ilkesini her zaman benimsemişlerdir. Birinci Dünya
Savaşından önceki dönemde, tarih, o zamanın görevi olarak, Rusya’da, burjuva
demokratik devrimi gündeme koyduğu zaman, Rus marksistleri ulusal sorunun
çözümünü, Rusya’da demokratik devrimin yazgısına bağladılar. Partimiz, çarlığın
devrilmesinin, feodal kalıntıların temizlenmesinin ve ülkenin tam
demokratlaşmasının, kapitalizmin çerçevesi içinde ulusal sorunun, mümkün olan en
iyi çözümü olduğu görüşünü benimsemişti.
Bu dönemde. partinin siyaseti bu oldu.
Lenin’in ulusal sorun üzerinde tanınmış yazıları ve özellikle “Ulusal Sorun
Üzerine Eleştirici Notlar” başlıklı yazısı, bu dönemi ele almaktadır. Bu
yazısında Lenin şöyle der:
“Ulusal sorunun biricik çözümünün, bu sorun kapitalist dünyada çözümlenebildiği
kadar, tutarlı demokratizm olduğunu belirttim. Ve bu görüşümü tanıtlamak için
İsviçre örneğini verdim.”*
Stalin’in Marksizm ve Ulusal Sorun başlıklı broşürü de bu döneme aittir. Bu
broşürde bir yerde şöyle der:
“Ulusal hareketin kesin çöküşü, ancak burjuvazinin çöküşü ile mümkündür. Tam bir
barış ancak sosyalizmin egemenliği altında kurulabilir. Ama ulusal savaşımı en
aza indirmek, onun köklerine saldırmak, onu proletarya için iyice zararsız
kılmak— bu, kapitalizm çerçevesinde de mümkündür. Yalnızca İsviçre ve Amerika
örneği de olsa, buna tanıktır. Bunun için, ülkeyi demokratlaştırmak ve ulusların
özgürce gelişmesini sağlamak gerekir.”*
Bunu izleyen dönemde, Birinci Dünya Savaşı döneminde, iki emperyalist ittifak
arasındaki uzun savaş, dünya emperyalizminin gücünü baltaladığı zaman, dünya
kapitalist sistemindeki bunalım en aşırı derecelere ulaştığı zaman,
“metropollerin” işçi sınıflarının yanında, sömürgeler ve bağımlı ülkeler
kurtuluş hareketine atıldığı ve ulusal sorun gelişerek uluslar ve sömürgeler
sorunu haline geldiği zaman, ileri kapitalist ülkelerin işçi sınıfı ile ezilen
sömürgeler ve bağımlı ülkeler halklarının tek cephesi gerçek bir güç niteliği
kazandığı zaman, ve bunun sonucu olarak sosyalist devrim tarih gündemine girdiği
zaman Rus marksistleri, bir önceki dönemin siyasetiyle yetinemezlerdi; ve
uluslar ve sömürgeler sorununun yazgısını sosyalist devrimin yazgısına bağlama
gereğini duydular.
Parti, sermaye iktidarının yıkılmasının, proletarya diktatörlüğünün kurulmasının,
emperyalist orduların sömürge ve bağımlı ülkelerden kovulmasının ve bu ülkelere
ulusal devletler olarak örgütlenme ve ayrılma hakkının tanınmasının, ulusal
düşmanlıkların ve milliyetçiliğin tasfiyesiyle halklar arasında uluslararası
bağların güçlendirilmesinin, birleşmiş bir sosyalist halk ekonomisinin
örgütlenmesinin ve bu temel üzerinde halklar arasında kardeşçe işbirliğinin
kurulmasının, yeni koşullar altında uluslar ve sömürgeler sorununun en iyi
çözümü olabileceği görüşüne vardı.
Partinin bu dönemdeki siyaseti işte böyle idi.
Bu dönem henüz tam hız kazanma aşamasına gelmiş . değildir, çünkü henüz
başlamıştır; ama hiç kuşku yok ki, bu dönemin de söyleyecek sözü olacaktır...
Bu, devrimin bu evredeki gelişmesinden ve şu andaki parti siyaseti sorunundan
ayrı bir sorundur.
İlkin belirtmek gerekir ki, bizim ülkemiz, şu anda kapitalizmi devirebilecek
durumda tek ülke olmuştur. Ve fiilen de kapitalizmi devirmiş, aynı zamanda da
proletarya diktatörlüğünü örgütlendirmiştir.
Demek ki, sosyalist yönetimin dünya ölçüsünde kurulmasına, ve hele sosyalizmin
bütün ülkelerde zaferine henüz daha çok yolumuz var.
Şunu da belirtmek gerekir ki, eski demokratik geleneklerinden çoktan vazgeçmiş
olan burjuvazinin iktidarına son verirken, yolumuzda “ülkenin tam
demokratlaştırılması” sorununu da çözdük. Ulusal baskı sistemini ortadan
kaldırdık ve ülkemizin ulusları arasında hak eşitliğini kurduk.
Bilindiği gibi bu önlemler, milliyetçiliğin ortadan kaldırılması, ulusal
düşmanlıkların küllendirilmesi, halklar arasında güvenliğin kurulması için en
etkili önlemler olmuştur.
Ve son olarak, şunu da belirtmek gerekir ki, ulusal baskıların kaldırılması,
ülkemizin eskiden ezilmekte olan uluslarının ulusal kültürlerinin hızla
gelişmesi, ülkemizin halkları arasında uluslararası bağların güçlenmesi ve bu
halklar arasında sosyalizmi kurma davasını gerçekleştirmek için işbirliğinin
kurulması sonucunu vermiştir.
Anımsatalım ki, yeniden yaşam bulan bu uluslar, burjuvazinin yönettiği burjuva
uluslar, eski uluslar değillerdir, yeni uluslardır, eski ulusların enkazları
üzerinde doğan ve emekçi yığınlarının enternasyonalist partisi tarafından
yönetilen sosyalist uluslardır.
Bununla ilgili olarak parti, ülkemizin yeniden yaşam bulan bu uluslarının
ayakları üzerine tüm gövdeleriyle dikilmeleri için kendilerine yardım etmek,
ulusal kültürlerini canlandırmalarına ve geliştirmelerine, kendi ana dillerinde
okullar, tiyatrolar ve öteki kültür kurumları şebekesinin yaratılmasına, parti
aygıtını, sendikalar, kooperatifler, devlet ve ekonomi aygıtını ulusallaştırmaya,
yani içerik bakımından ulusal kılmaya, parti ve Sovyetler için ulusal
kadrolarını eğitmeye yardım etmeyi gerekli saymakta, ve sayısı çok olmasa da
partinin bu siyasetini dizginlemeye kalkışacak olan unsurlarla savaşımı uygun
görmektedir.
Bu demektir ki, parti ülkemizin ulusal kültürlerinin açılıp gelişmesini
destekliyor ve destekleyecektir, yeni sosyalist uluslarımızın güçlenmesine
yardımcı olacaktır, ve bu davayı her çeşit anti-Leninist unsurlara karşı
savunacaktır.
Mektuplarınızdan anlaşıldığına göre, partinin bu siyasetini, siz doğru
bulmuyorsunuz. Bu yeni buluşlar, sosyalist ulusları eski uluslarla, burjuva
uluslarla birbirine karıştırmanızdan ve yeni Sovyet uluslarımızın ulusal
kültürlerinin içerik bakımından sosyalist kültürler olduğunu anlamamanızdandır.
Üstelik bu —kabalığımı hoşgörünüz—Leninizm sorunlarında ciddi olarak
topalladığınızdan ve ulusal sorunda çok acemilikler ettiğinizden ötürüdür.
Hiç değilse şu ilksel soruna dikkat ediniz. Hepimiz ülkemizde bir kültür
devriminin gereğinden sözediyoruz. Eğer bu sorun ile, boş lafı bırakıp, ciddi
olarak ilgilenilecekse, bu yönde hiç değilse ilk adımı atmak gerekir: her şeyden
önce milliyetini ayırdetmemek, ülkenin bütün yurttaşları için zorunlu
ilköğrenimi sağlamak ve bunun ardından da zorunlu ortaöğrenimi sağlamak. Açıktır
ki, bu yapılmadan ülkemizde hiç bir kültürel gelişme mümkün değildir, kültür
devriminden asla sözedilemez. Üstelik bu yapılmadan bizde sanayi ve tarım
ekonomisinin gerçek bir atılımı gerçekleşemez, ya da güvenilir bir ulusal
savunma örgütlendirilemez..
Peki, ülkemizde alfabesizlerin yüzdesinin pek yüksek olduğunu ve ülkemizin bazı
uluslarında okuma-yazına bilmeyenlerin oranının %80 ila %90’a çıktığı gözönünde
tutulursa, bu, nasıl yapılacaktır?
Bunu başarmak için ülkeyi bir ulusal diller okulları şebekesiyle donatmak ve bu
okullara yerel dilleri bilen öğretmenler sağlamak gerekir.
Bunun için de ulusallaştırma gerekir, yani yönetimin bütün aygıtlarını, partiden
ve sendikalardan devlete ve ekonomiye kadar bütün aygıtlarını ulusal kılmak
gerekir.
Bunu başarabilmek için basını, tiyatroyu, sinemayı ve öteki kültürel kurumları
ulusal dilleriyle geliştirmek gerekir. Niçin yerel ulusal dilleriyle diye
sorulabilir, çünkü, milyonlarca insanın, halk yığınlarının, kültürel, siyasal ve
iktisadi gelişme görevinin üstesinden ancak kendi ulusal diliyle gelinebilir.
Bütün bu söylenenlerden sonra öyle sanıyorum ki, Leninistlerin, eğer Leninist
olarak kalmak istiyorlarsa, ulusal sorunda izleyebilecekleri biricik doğru
siyasetin şu anda ülkemizde uygulanan siyaset olduğunu anlamaları o kadar zor
olmayacaktır.
Öyle değil mi?
Öyleyse sözümüzü burada bitirelim.
Öyle sanıyorum ki, bütün sorularınızı ve bütün kuşkularınızı yanıtlamış oldum.
Komünist selamlarla.
Kaynak: J.V. Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve
Sömürge Sorunu, Sol Yayınları, sayfa 286-304.
Elektronik kopyası:
Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek Londra Bürosu.
Aralık 2006
* V.İ. Lenin, “Halkın Dostları” Kimlerdir ve Sosyal-Demokratlara Karşı Nasıl
Savaşırlar?, Sol Yayınları, Ankara 1978, s. 32-33,—Ed.
* Bu yapıtın 20 ve 28. sayfalarına bakınız.—Ed.
* Bu yapıtın 257-258. sayfalarına bakınız.—Ed.
* V.İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 144-145.—Ed.
** V.İ. Lenin, “Sol”‘ Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı, Sol Yayınları, Ankara
1978, s. 105.—Ed.
* V.İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 39.—Ed.
* Bu kitabın 28. sayfasına bakınız.—Ed.
|