Dilbiliminde Marksizm Üzerine, Stalin
BİR genç yoldaş grubu, dilbilim sorunları konusunda ve özellikle
dilbiliminde marksizm üzerine ne düşündüğümü basında açıklamamı istedi.
Dilbilimci olmadığımdan, doğal olarak, yoldaşlara yeteri kadar yararlı
olamayacağım. Dilbiliminde marksizme gelince, diğer toplumsal bilimler
gibi, bu, bilerek konuşabileceğim bir sorundur. Bunun içindir ki,
yoldaşların sorduğu bir dizi soruyu yanıtlamayı kabul ettim.
SORU. - Dilin, temelin üstünde bir üstyapı olduğu doğru mudur?
YANIT. - Hayır, yanlıştır. Temel, toplumun, gelişmesinin belirli bir
aşamasındaki [sayfa 9] iktisadî rejimdir. Üstyapı, toplumun siyasal,
hukuksal, dinsel, sanatsal, felsefî görüşleri ve bunlara tekabül eden
siyasal, hukuksal ve diğer kurumlardır.
Her temelin, o temele tekabül eden kendi üstyapısı vardır. Feodal
rejimin temelinin kendi üstyapısı, siyasal, hukuksal ve diğer görüşleri
ve bunlara tekabül eden kendi kurumları vardır; kapitalist temelin kendi
üstyapısı vardır, sosyalist temelin de. Temel değiştiği ya da tasfiye
edildiğinde, onun üstyapısı, onu izleyerek değişir ya da tasfiye olur,
yeni bir temel doğunca, bunu izleyen ve buna tekabül eden bir üstyapı
doğar.
Dil, bu bakımdan, üstyapıdan kökten farklıdır. Örneğin, Rus toplumunu ve
Rus dilini alalım. Son otuz yıl süresince eski temel, kapitalist temel,
Rusya'da tasfiye edildi; yeni, sosyalist bir temel kuruldu. Bunun sonucu
olarak kapitalist temele tekabül eden üstyapı tasfiye edildi ve
sosyalist temele tekabül eden yeni bir üstyapı yaratıldı. Böylece eski
siyasal, hukuksal ve diğer kurumların yerine, yeni, sosyalist kurumlar
geçti. Bununla birlikte, Rus dili, öz olarak, Ekim Devriminden önce
olduğu gibi kaldı.
O zamandan beri Rus dilinde değişen nedir? Rus dilinin sözcük hazinesi
bir dereceye kadar değişti, şu bakımdan değişti ki, yeni, sosyalist
üretimin meydana gelmesiyle, yeni bir devletin meydana gelmesiyle, yeni
bir sosyalist kültürün, yeni bir toplumsal ortamın, yeni bir ahlâkın ve
ensonu tekniğin ve bilimin gelişmesi ile dilde büyük sayıda yeni
sözcükler, yeni deyimler doğması anlamında bir zenginleşme oldu; birçok
sözcük ve deyimin anlamı değişti ve yeni bir anlam kazandı, eskimiş bazı
sözcükler de dilimizden yok oldu. Rus dilinin temelini oluşturan yeni
bir sözcük hazinesine ve gramer sistemine gelince, bunlar, kapitalist
temelin tasfiyesinden sonra tasfiye edilip, yerlerine sözcük hazinesinin
yeni bir temel özü ve yeni bir gramer sistemi getirilmemiş, tersine,
bunlar, oldukları gibi kalmışlar ve önemli hiç bir değişikliğe uğramadan
varlıklarını sürdürmüşlerdir; özellikle, günümüzün Rus dilinin temeli
olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Devam edelim. Üstyapıyı doğuran temeldir, ama bu, hiç bir zaman, onun
temeli yansıtmakla yetindiği, edilgen, yansız olduğu, temelin yazgısına,
sınıfların yazgısına, rejimin niteliğine karşı kayıtsız bulunduğu
anlamına gelmez.
Tersine, üstyapı bir kez doğunca, etkin pek büyük bir güç olur, temelin
billurlaşmasına ve güçlenmesine etkili bir biçimde yardım eder; eski
düzenin ve eski sınıfların yıkımının tamamlanmasında ve onların
tasfiyesinde, yeni düzene yardım etmek üzere gereken bütün önlemleri
alır.
Başka türlü olamazdı da. Üstyapı, özellikle, temel tarafından, kendisine
hizmet etmesi için billurlaşmasına ve güçlenmesine etkin olarak yardım
etmesi için, zamanı geçmiş bulunan eski temeli ve onun eski üstyapısını
tasfiye etmek üzere etkin olarak savaşım vermesi için yaratılmaktadır.
Üstyapının*bu alet rolünü oynamayı reddetmesi, onun, temelin etkin
savunucusu durumundan temele karşı kayıtsız bir duruma geçişi, sınıflara
karşı aynı tutumu takınması, niteliğini yitirmesi ve bir üstyapı
olmaktan çıkması için yeterlidir.
Dil, bu bakımdan, üstyapıdan kökten farklıdır. Dil, belirli bir toplumun
bağrında şu ya da bu, eski ya da yeni bir temel tarafından değil, toplum
tarihinin ve yüzyıllar boyunca temellerin tarihinin ilerleyişi
tarafından oluşturulmuştur. Dil, herhangi bir sınıfın eseri değildir,
bütün toplumun, toplumun bütün sınıflarının eseridir. İşte bu nedenledir
ki, bütün halkın dili olarak yaratılmıştır, bütün toplum için tektir ve
toplumun bütün üyeleri için ortaktır. Bunun sonucu olarak, dilin,
insanlar [sayfa 11] arasında bir iletişim aracı olarak yerine getirdiği
alet rolü, diğer sınıfların zararına, bir sınıfa hizmet etmekten ibaret
değildir, bütün topluma, toplumun bütün sınıflarına ayrım yapmaksızın
hizmet etmekten ibarettir. Özellikle bu yüzdendir ki, dil, aynı zamanda,
cançekişen eski düzene ve yükselen yeni düzene, eski temele ve yenisine,
sömürenlere ve sömürülenlere hizmet edebilmektedir.
Herkesçe bilinmektedir ki, Rus dili, Ekim Devriminden önce Rus
kapitalizmine ve Rus burjuva kültürüne ve bugün sosyalist rejime ve Rus
toplumunun sosyalist kültürüne aynı biçimde hizmet etmiştir. Ukrayna,
Beyazrus, Özbek, Kazak, Gürcü, Ermeni, Estonya, Letonya, Litvanya,
Moldav, Tatar, Azerî, Başkır, Türkmen dilleri ile Sovyet uluslarının
diğer dilleri için aynı şeyi söyleyebiliriz; bunlar da, bu ulusların
eski burjuva rejimlerine ve aynı ulusların, yeni, sosyalist rejimine
aynı biçimde hizmet etmiştir.
Başka türlü olamazdı da. Dil, özellikle insanlar arasında bir iletişim
aracı olarak tüm topluma hizmet etmek üzere, toplumun üyelerinin ortak
malı ve toplum için biricik araç olmak üzere, hangi sınıftan olursa
olsun toplum üyelerine aynı sıfatla hizmet etmek üzere oluşturulmuştur
ve bunun için vardır. Dilin, bütün halkın ortak aracı durumundan
uzaklaşması, belirli bir toplumsal grubu diğer toplumsal grupların
zararına yeğleyip onu desteklemeye eğilim göstermesi, niteliğini
yitirmesi için, toplumda insanlar arasında bir iletişim aracı olmaktan
çıkması için, herhangi toplumsal bir grubun jargonu haline gelmesi için,
aşağı duruma düşmesi ve yokolması için yeterlidir.
Bu yönden, dil, üstyapıdan, ilke olarak farklı olmakla birlikte, üretim
araçlarından ayırdedilemez, örneğin makineler de, dil gibi, sınıflar
karşısında seçim yapmaksızın aynı şekilde kapitalist rejime de,
sosyalist rejime de [sayfa 12] hizmet edebilirler.
Sonra, üstyapı, belirli bir iktisadî temelin canlı olduğu ve faaliyette
bulunduğu bir dönemin ürünüdür. Bundan dolayı, üstyapının yaşamı uzun
süreli değildir; belirli bir temelin tasfiyesi ve yokolması ile üstyapı
tasfiye edilir ve yokolur.
Dil, tersine, herbirinde, billurlaştığı, zenginleştiği, geliştiği,
inceldiği bir dizi dönemin ürünüdür. Bu yüzden bir dilin yaşamı,
herhangi bir temelin, herhangi bir üstyapının yaşamından son derece daha
uzundur. Bu, aslında, yalnızca bir temelin ve onun üstyapısının değil
de, birçok temelin ve bu temellere tekabül eden üstyapıların doğuşları
ve tasfiyelerinin, tarihte, belirli bir dilin ve yapısının tasfiyesine
ve yeni bir sözcük hazinesi ve yeni bir gramer sistemi ile yeni bir
dilin doğuşuna meydan vermediğini açıklar.
Puşkin'in ölümünden beri yüz yıldan fazla zaman geçti. Bu zaman
süresince Rusya'da feodal ve kapitalist rejimler tasfiye edildi ve bir
üçüncü rejim, sosyalist rejim ortaya çıktı. Demek ki, üstyapıları ile
birlikte iki temel tasfiye edildi ve bir yenisi, sosyalist temel, yeni
üstyapısı ile birlikte göründü. Oysa örneğin, Rus dili ele alınırsa,
görülür ki, bu uzun zaman süresince bu dil hiç yenilenmedi ve yapısı
yönünden, günümüzün Rus dili, Puşkin'in dilinden az farklıdır.
Bu sürede, Rus dilinde nasıl bir değişiklik oldu? Bu sürede, Rus dilinin
sözcük hazinesi belirgin bir biçimde zenginleşmiştir; devrini tamamlamış
büyük sayıda sözcük, sözcük hazinesinden kaybolmuştur; önemli sayıda
sözcüğün anlamı değişmiştir; dilin gramer sistemi gelişmiştir. Puşkin'in
dilinin yapısına gelince, gramer sistemi ve sözcük hazinesinin temel özü
ile bu dil, günümüz Rus dilinin temeli olarak anaçizgileri ile
süregelmiştir.
Bu, kolayca kavranılır. Gerçekten de, neden üstyapıda [sayfa 13] olduğu
gibi, her devrimden sonra, dilin var olan yapısının, gramer sisteminin
ve sözcük hazinesinin temel özünün yok edilmesi ve yerine yenilerinin
gelmesi gerekli olsun? Su, toprak, dağ, orman, balık, insan, gitmek,
yapmak, üretmek, alışveriş yapmak, vb. sözcüklerinin, artık su, toprak,
dağ vb. olarak adlandırılmamaları ve değişik olarak söylenmeleri, kimin
işine yarar? Dildeki sözcüklerin değişmesinin ve sözcüklerin
tümcelerdeki bileşiminin var olan gramere göre değil de, bambaşka bir
gramere göre yapılması, kimin işine yarar? Devrim, dildeki bu altüst
oluştan ne yarar sağlamış olur? Tarih, bir şeyin gerekliliği kesin bir
biçimde kendini kabul ettirmediği sürece, genel olarak, öze değgin bir
işlemde bulunmaz. Var olan dilin, yapısı ile birlikte anaçizgileri
bakımından yeni rejimin gereksinmelerini karşılamaya tamamen elverişli
olduğu tanıtlanmışken, bu dilbilimindeki böyle bir altüst oluşa niçin
gerek duyulacağı akla gelmektedir. Toplumun üretici güçlerinin özgürce
gelişebilmeleri için, eski üstyapı yıkılarak, birkaç yıl içinde yerine
bir yenisi getirilebilir, getirilmelidir; ama toplum yaşamında anarşi
yaratmadan, toplumun çözülüşü tehlikesini doğurmadan, mevcut dil
yıkılarak, yerine, birkaç yıl içinde, bir yenisi nasıl kurulabilir? Don
Kişotlardan başka kim böyle bir amaç güdebilir?
Ensonu, üstyapı ile dil arasında köklü bir fark daha vardır. Üstyapı,
üretime, insanın üretici faaliyetine doğrudan bağlı değildir. O,
üretime, ancak dolaylı bir biçimde, ekonominin aracılığı ile temelin
aracılığı ile bağlıdır. Bu yüzden, üstyapı, üretici güçlerin gelişme
düzeyindeki değişiklikleri, dolaysız ve doğrudan değil, temeldeki
değişikliklerden sonra, temeldeki değişikliklerin üretimdeki
değişikliklere dönüşmesinden sonra yansıtır. Bu, şu anlama gelir ki,
üstyapının etki alanı dar ve sınırlıdır. [sayfa 14]
Dil, tersine, insanın üretici faaliyetine doğrudan bağlıdır ve yalnızca
üretici faaliyetine değil, üretimden temele kadar, temelden üstyapıya
kadar, çalışmasının bütün alanlarında insanın bütün öteki faaliyetlerine
de bağlıdır. Bu yüzden, dil, temeldeki değişiklikleri beklemeksizin
üretimdeki değişiklikleri, dolaysız olarak ve doğrudan yansıtmaktadır.
Bu yüzden, insan faaliyetinin bütün alanlarını kucaklayan dilin etki
alanı, üstyapının etki alanından çok daha geniş ve çok daha çeşitlidir.
Ayrıca, hemen hemen sınırsızdır.
Dilin, özellikle de sözcük hazinesinin, hemen hemen kesintisiz bir
şekilde değişme durumunda bulunmasının esas nedeni budur. Sanayiin ve
tarımın, ticaretin ve ulaştırmanın, tekniğin ve bilimin kesintisizce
gelişmesi, bu ilerleyişin gerektirdiği yeni sözcükler ve yeni
deyimlerle, dilin sözcük hazinesi zenginleşmektedir. Bu gereksinmeleri
doğrudan yansıtan dil, böylece, sözcük hazinesini, yeni sözcüklerle
zenginleştirmekte ve gramer sistemini geliştirmektedir.
Böylece:
a) Bir marksist, dili, temelin üstünde bir üstyapı olarak göremez;
b) Dil ile bir üstyapıyı karıştırmak çok önemli bir yanılgıdır.
SORU. - Dilin, her zaman bir sınıf niteliği bulunduğu ve bunu koruduğu,
toplum için ortak ve birtek dil olmadığı, sınıf niteliği bulunmayan ve
bütün halkın dili olacak bir dil olamayacağı doğru mudur? YANIT. -
Hayır, yanlıştır.
Sınıfsız bir toplumda bir sınıf dilinin sözkonusu olamayacağını anlamak
güç değildir. îlkel topluluk düze-ı ninde, klanlar düzeninde sınıf
bilinmiyordu, sonuç olarak da sınıf dili olamazdı; onlarda dil,
ortaklığın tümü için ortak, tek idi. Sınıf derken, bütün insan
topluluklarının [sayfa 15] anlaşılması gerektiği, ilkel topluluğun buna
dahil olduğu itirazı, bir itiraz değil, yanıtlamaya değmeyen bir sözcük
oyunudur. Bundan sonraki gelişmeye gelince, klan dillerinden boy
dillerine kadar, boy dillerinden ulusal-topluluk (milliyet) dillerine
kadar ve ulusal-topluluk dillerinden ulusal dillere kadar - her yerde,
gelişmenin bütün aşamalarında, toplum içinde insanlar arasındaki
iletişim aracı olarak dil, toplum için ortak ve birtekti, toplum
üyelerine, toplumsal durumlarından bağımsız olarak, aynı biçimde hizmet
ediyordu.
Burada, köleci ya da ortaçağ dönemlerindeki imparatorluklardan
sözetmiyorum, bunlar, örneğin Keyhüsrev'in ve Büyük İskender'in ya da
Sezar'ın ve Şarlman'ın imparatorlukları gibi kendilerine özgü ekonomik
bir temele sahip değildiler ve geçici, dayanıksız askerî ve yönetsel
oluşumlardan meydana geliyordu. Bu imparatorluklar, bütün imparatorluk
için tek ve imparatorluğun bütün üyeleri için anlaşılır bir dile sahip
değillerdi, olamazlardı. Bunlar, herbiri kendi yaşamını yaşayan ve kendi
dillerine sahip bulunan bir boy ve ulusal-topluluk bileşiminden
oluşmuştu. Böylece, sözkonusu olan bu imparatorluklar ya da benzerleri
değildir, ama imparatorluğun parçaları bulunan kendilerine özgü iktisadî
bir temele sahip ve eski zamanlardan beri oluşmuş dilleri bulunan boylar
ve ulusal-topluluklardır. Bu boyların ve ulusal-topluluklarm dillerinin
sınıfsal bir niteliği olmadığını, bu dillerin, insan topluluklarının,
boyların ve ulusal-toplulukların ortak dilleri olduğunu, kendileri
tarafından anlaşılır bulunduklarını tarih bize öğretmektedir.
Kuşkusuz, buna paralel olarak lehçeler, yerel şiveler bulunmaktaydı; ama
boyun ya da ulusal-topluluğun birtek ve ortak dili, bu şivelere üstün
geliyor ve bunları [sayfa 16] buyruğu altına alıyordu.
Sonraları, kapitalizmin doğusuyla, feodal bölünmenin tasfiyesi ile ve
ulusal bir pazarın kurulmasıyla ulusal-topluluklar, ulus olarak ve
ulusal-topluluk dilleri de ulusal diller olarak gelişti. Tarih, bize,
ulusal bir dilin, bir sınıfın dili olmadığını, ama halkın tümünün ortak
bir dili, ulusun üyelerinin ortak ve ulus için birtek dili olduğunu
göstermektedir.
Yukarda dedik ki, toplum içinde insanlar arasında iletişim aracı olarak
dil, toplumun bütün sınıflarına eşit olarak hizmet eder ve bu bakımdan
sınıflara karşı, bir bakıma, ilgisiz kalır. Ancak insanlar, değişik
toplumsal, gruplar ve sınıflar, dile karşı ilgisiz değillerdir. Dili
kendi çıkarları yönünden kullanmaya, ona kendi özel sözcük hazinelerini,
özel deyimlerini, özel terimlerini zorla kabul ettirmeye bakarlar. Bu
bakımdan, halktan kopmuş bulunan ve ona karşı kin duyan varlıklı
sınıfların üst katmanları: soylu aristokrasi ve burjuvazinin üst
katmanları özellikle sivrilmektedirler. "Sınıfsal" lehçeler, jargonlar,
salon "ağızları" oluşmaktadır. Edebiyatta bu lehçeler ve jargonlar, çoğu
kez yanlış olarak, "proleter dili"ne, "köylü dili"ne karşıt olarak,
"soylu dili", "burjuva dili" diye adlandırılırlar. Bu nedenledir ki, ne
kadar garip görünürse görünsün, bazı yoldaşlarımız, ulusal dilin bir
hayal olduğu, gerçekte sınıf dillerinin var olduğu sonucuna varıyorlar.
Bu sonuca varmaktan daha hatalı bir şey olamayacağı kanısındayım. Bu
lehçelere, jargonlara dil gözüyle bakabilir miyiz? Hayır, bu
olanaksızdır. Önce şundan dolayı olanaksızdır ki, bu lehçelerin, bu
jargonların, ne kendilerine özgü gramer sistemi vardır, ne de kendi
sözcük hazinesi içeriği - onlar, bunları ulusal dilden aktarmaktadırlar.
Sonra şundan dolayı olanaksızdır ki, lehçelerin ve jargonların, şu ya da
bu sınıfın üst katmanları [sayfa 17] arasında dar bir dolaşım alanları
vardır ve böylece insanlar arasında, toplumun tümü için iletişim aracı
olmaya elverişli değillerdir. Bunlarda neler bulunur? Bunlarda,
aristokrasinin ya da burjuvazinin üst katmanlarının özel zevklerini
yansıtan özel bir sözcük seçimi bulunmaktadır; incelikleri ve
zariflikleri ile sivrilen bazı anlatım ve söz kuruluşları alınmış,
ulusal dildeki "kaba" anlatım ve söz kuruluşları dıştalanmıştır, ensonu,
belirli sayıda yabancı sözcük aktarılmıştır. Oysa öz bakımından, yani
sözcüklerin büyük çoğunluğu ve gramer sistemi, ulusal dilden, halkın
tümünün dilinden aktarılmıştır. Böylece lehçeler ve jargonlar bütün
halkın ortak dili olan ulusal dilin dallarıdır, bunların dilbilimi
bakımından herhangi bir bağımsızlıkları yoktur ve cançekişmeye
mahkûmdurlar. Lehçelerin ve jargonların ulusal dilin yerine geçebilecek
olan ayrı diller haline gelebileceğini düşünmek, tarihsel görüş açısını
yitirmek ve marksizmin saflarını terketmek demektir.
Marx'tan aktarma yapılıyor, Kutsal-Max yazısından bir bölüm ileri
sürülüyor, bu yazıda denmektedir ki: Burjuvazinin "kendi dili" vardır,
bu dil "burjuvazinin ürünüdür", ona bezirgânlık ve alım-satım ruhu
sinmiştir. Bazı yoldaşlar bu aktarma ile Marx'ın, sözümona, dilin "sınıf
niteliği"nden yana olduğunu, birtek ulusal dilin varlığını yadsıdığını
tanıtlamak istiyorlar. Eğer bu yoldaşlar, bu sorunda nesnel
davransaydılar, aynı Kutsal-Max yazısından başka bir parça da
aktarmaları gerekirdi, o bölümde, Marx, birtek ulusal dilin oluşması
yollarından sözederken "iktisadî ve siyasal merkezleşmeye bağlı olarak
lehçelerin birtek ulusal dil olarak tümleşmeleri"nden sözetmektedir.
Dolayısıyla, Marx, lehçelerin alt biçim olarak ona bağımlı bulunacağı,
birtek ulusal dilin üst biçim olarak gerekli olduğunu kabul etmektedir.
[sayfa 18]
Böyle olunca, Marx'a göre "burjuvazinin bir ürünü olan" burjuva dili ne
oluyor? Marx, bu dili, kendine özgü bir dil örgüsüne sahip ulusal diller
gibi bir dil olarak mı sayıyordu? Onu, bu tür dil olarak sayabilir
miydi? Kuşkusuz hayır! Marx, yalnızca burjuvaların, tek olan ulusal
dili, bezirgân deyimleri ile kirlettiklerini, yani burjuvaların kendi
bezirgân jargonları olduğunu söylemek istiyordu.
Demek ki, bu yoldaşlar, Marx'ın tutumunu tahrif etmişlerdir. Onu tahrif
etmişlerdir, çünkü Marx'tan aktarma yaparken marksist olarak değil de,
konunun özüne erişmeden, skolâstikçi gibi hareket etmişlerdir.
Engels'ten aktarma yapıyorlar; onun İngiltere'de Emekçi Sınıfların
Durumu yapıtından "... İngiliz işçi sınıfı, eninde sonunda, İngiliz
burjuvazisinden bambaşka bir halk haline girdi"; ve "... işçiler
burjuvaziden değişik bir lehçe konuşuyorlar, onların değişik fikirleri
ve değişik kavramları, değişik alışkı ve değişik ahlâk kuralları,
değişik bir dinleri ve değişik bir siyasetleri var."[1] dediği bölümü
öne sürüyorlar. Bu aktarmadan güç alarak, bazı yoldaşlar, Engels'in
bütün halk için ortak olan ulusal bir dilin gerekliliğini yadsıdığını,
sonuç olarak da dilin "sınıfsal niteliği"ni doğruladığını söylemeye
varıyorlar. Kuşkusuz Engels, burada, dilden değil, lehçeden
sözetmektedir; o, lehçenin, ulusal dilin bir dalı olarak dilin yerine
geçemeyeceğini çok iyi kavramıştır. Ama görülüyor ki, bu yoldaşlar, dil
ile lehçe arasındaki farka önem vermemektedirler...
Kuşkusuz aktarma yersiz olarak yapılmıştır, çünkü Engels, burada, "sınıf
dilinden" sözetmemekte, başlıca sınıfsal fikir, kavram, alışkı, ahlâk
kuralları, din ve siyasetten sözetmektedir. Fikirlerin, kavramların,
alışkıların, [sayfa 19] ahlâk kurallarının, dinin ve siyasetin
burjuvalarda ve proleterlerde, doğrudan doğruya karşıt olduğu, tümüyle
doğrudur. Ancak burada ulusal dilin, ya da dilin "sınıfsal niteliği"nin
ne işi var? Toplumda sınıf çelişkilerinin varlığı, dilin "sınıfsal
niteliği" yararına ya da birtek ulusal dilin gerekliliğine karşı kanıt
oluşturabilir mi? Marksizm, dil birliğinin, ulusun en önemli
niteliklerinden biri olduğunu söyler, bunu söylerken de ulusun içinde
sınıfsal çelişkiler olduğunu çok iyi bilmektedir. Sözü geçen yoldaşlar,
bu marksist tezi kabul etmiyorlar mı?
Lafargue'dan aktarmalar yapıyorlar, onun Devrimden Önce ve Sonra Fransız
Dili kitapçığında, dilin "sınıfsal niteliği"ni kabul ettiğini ve
söylediklerine göre, bütün halk için ortak bir dilin zorunluluğunu
yadsıdığını iddia ediyorlar. Yanlıştır. Gerçekte, Lafargue, "soylu" ya
da "aristokratik" dilden ve toplumun çeşitli katmanlarının
"jargonlarından sözetmektedir. Ancak, bu yoldaşlar unutuyorlar ki,
Lafargue, dil ile jargon arasındaki farkla ilgilenmemekte ve lehçeleri,
bazan "yapma dil", bazan da "jargon" olarak nitelendirmektedir,
kitapçığında açık" olarak ilân etmektedir ki, "aristokrasiyi ayırdeden
yapma dil ... burjuvanın ve zanaatçının, kentin ve köyün konuştukları
vülger dilden çıkartılmıştı".
Yani Lafargue bütün halk için ortak bir dilin varlığını ve zorunluluğunu
kabul etmektedir ve "aristokratik dil"in ve öteki lehçelerin ve
jargonların bütün halkın ortak diline karşı ast niteliğini ve
bağımlılığını pek iyi kavramaktadır.
Bunun sonucu olarak da, Lafargue'dan yapılan aktarma, amacına
erişememektedir.
Belirli bir çağda, İngiltere'de İngiliz feodallerinin "yüzyıllar
boyunca" Fransızca konuştukları, oysa İngiliz halkının İngilizce
konuştuğu verisine dayanıyorlar, [sayfa 20] bundan, dilin "sınıfsal
niteliği" yararına ve tüm halk için ortak bir dilin zorunluluğuna karşı
bir kanıt çıkarmak istiyorlar. Bu, bir kanıtlama değildir, daha çok bir
anekdottur. Önce o dönemde bütün feodaller Fransızca konuşmamaktaydılar,
konuşanlar, kralın sarayında ve kontluklardaki önemsiz sayıdaki büyük
feodallerdi. İkinci olarak, herhangi bir "sınıf dili"ni değil, yalnızca
bütün Fransız halkının ortak dili olan sıradan Fransızcayı
konuşmaktaydılar. Üçüncü olarak, bilinmektedir ki, Fransız dilini
konuşarak eğlenenlerin bu tutkuları, sonraları iz bırakmadan yok
olmuştur, bütün halkın ortak dili İngilizceye yerini bırakmıştır. Bu
yoldaşlar sanıyorlar mı ki, "yüzyıllar boyunca" İngiliz feodalleri,
İngiliz halkı ile tercümanlar aracılığıyla anlaşmışlardır; sanıyorlar mı
ki, İngiliz feodalleri İngiliz dilini kullanmıyorlardı ve o zamanlarda
bütün halk için ortak bir İngiliz dili yoktu, Fransız dili o zamanlarda
İngiltere'de yalnızca yüksek aristokrasinin dar çevresinde kullanılan
bir salon dilinden fazla bir şeydi? Bu tür anekdot düzeyindeki
"kanıtlara" dayanılarak, nasıl bütün halk için ortak bir dilin varlığı
ve zorunluluğu yadsınabilir?
Rus aristokratları da çarların sarayında ve salonlarında bir süre
Fransızca konuşmakla eğlenmişlerdir. Rusça konuşurken Fransızca
çatlatmakla ve Rusçayı ancak Fransız şivesi ile konuşabilmekle
övünürlerdi. O zamanlarda Rusya'da bütün halkın ortak bir Rus dili yok
muydu, bütün halkın ortak dili bir hayal miydi ve "sınıf dilleri" bir
gerçek miydi, böyle mi söylemek gerekir? Yoldaşlarımız burada en azından
iki yanlış yapmaktadırlar.
Birinci yanlışları şudur ki, dil ile üstyapıyı karıştırmaktadırlar.
Düşüncelerine göre eğer üstyapının sınıfsal bir niteliği varsa, dilin de
aynı şekilde bütün halk için ortak olmaması gerekir, o da bir "sınıfsal
nitelik" [sayfa 21] taşımalıdır. Dilin ve üstyapının iki ayrı kavram
olduğunu ve bir marksistin bunları karıştıramayacağını daha önce
belirtmiştim.
İkinci yanlışları şudur ki, bu yoldaşlar, burjuvazi ile proletaryanın
çıkarlarının karşıtlığını, onların zorlu sınıf savaşımlarını, toplumun
bir çözülüşü, düşman sınıflar arasındaki bütün bağların kopması
biçiminde kavramaktadırlar. Bunlar, mademki toplum çözülmüştür ve artık
birtek toplum yoktur, ama yalnızca sınıflar vardır, toplum için birtek
dile gereksinme kalmamıştır, ulusal bir dile gereksinme kalmamıştır
kanısındadırlar. Toplum çözüldüyse ve bütün halk için ortak bir dil
kalmadıysa, kalan nedir ki? Sınıflar ve "sınıf dilleri" kalır. Doğal
olarak her "sınıfsal dilin" "sınıfsal" grameri olacaktır, "proletarya"
grameri, "burjuva" grameri olacaktır. Aslında bu gramerler gerçeklik
olarak yoktur; ama bu yoldaşlar bundan tedirgin olmamaktadırlar, bu
gramerlerin doğacağına güvenmektedirler.
Bizde, bir zamanlar, Ekim Devriminden sonra, ülkemizdeki demiryollarının
burjuva demiryolları olduğunu, biz marksistlerin bunları kullanmamızın
doğru olmadığını, bunları söküp yenilerini, "proleter" demiryollarını
kurmamız gerektiğini savunan "marksistler" çıkmıştı. Bunlara o zaman
"mağara adamı" lakabı takıldı... Besbellidir ki, toplum, sınıflar ve dil
hakkındaki ilkel bir anarşizmin ifadesi olan bu görüşlerin marksizm ile
hiç bir ilişkisi yoktur. Ama şu da besbelli ki, bu görüşler kuşku
götürmeyecek biçimde vardır ve yönlerini şaşırmış bazı yoldaşlarımızın
zihinlerini kurcalamaktadır.
Zorlu bir sınıf savaşı sonucunda toplumun artık iktisadî yönden birtek
toplumun bağrında birbirine bağlı olmayan sınıflar halinde çözülmüş
bulunacağı, apaçık olarak yanlıştır. Tersine, kapitalizm var oldukça
burjuvalar ve proleterler, birtek kapitalist toplumun kurucu [sayfa 22]
bileşkeleri olarak bütün iktisadî yaşamın bağları ile birbirine bağlı
olarak kalacaklardır. Burjuvalar, ellerinin altında ücretli işçiler
bulunduramazlarsa yaşayamaz ve zenginleşemezler; proleterler ise,
kapitalistlerden iş alamazlarsa geçimlerini sağlayamazlar. Aralarındaki
bütün ekonomik bağların kopması her çeşit üretimin durması demek olur;
oysa her çeşit üretimin durması, toplumun ölümüne, sınıfların
kendilerinin ölümlerine varır. Hiç bir sınıfın, kendisini yok olmaya
adamak istemeyeceği besbellidir. Bu yüzdendir ki, sınıf savaşımı, ne
kadar keskin olursa olsun, toplumun çözülüşüne varamaz. Ancak marksizm
konusundaki bilisizlik ve dilin niteliği hakkında kesin bir
anlayışsızlık, bazı yoldaşlarımızda, bu, toplumun çözülüşü, "sınıfsal"
diller, "sınıfsal" gramerler efsanesini doğurabilmiştir.
Sonra Lenin'den aktarmalar yapılmaktadır, Lenin'in kapitalist düzende
burjuva ve proleter olarak iki kültürün varlığını kabul ettiği;
kapitalist dönemde ulusal kültür sloganının milliyetçi bir slogan olduğu
anımsatılmaktadır. Bütün bunlar doğrudur ve bu noktada Lenin tamamen
haklıdır. Ancak burada dilin "sınıfsal niteliği"nin işi ne? Kapitalist
düzende, Lenin'in iki kültür konusundaki sözlerini öne sürmekle,
görülüyor ki, bu yoldaşlar, okura, dil, kültüre bağlı olduğundan,
toplumda burjuva ve proletarya kültürü olarak iki kültürün varlığının,
aynı zamanda iki dil olması gerekliliğini ifade ettiğini, yani Lenin'in
tek ulusal bir dilin gerekliliğini yadsıdığını, "sınıfsal" dillerden
yana olduğunu anlatmak istiyorlar. Bu yoldaşların buradaki yanlışı, dil
ile kültürü özdeş saymaları ve karıştırmalarıdır. Oysa kültür ve dil
ayrı iki şeydir. Kültürün burjuvası ya da sosyalisti olabilir, oysa
insanlar arasında bir iletişim aracı olarak dil, her zaman bütün halk
için ortaktır, o, hem burjuva kültürüne, hem de sosyalist kültüre hizmet
edebilir. [sayfa 23] Rus, Ukrayna, Özbek dillerinin Ekim Devriminden
önce burjuva kültürüne hizmet ettiği gibi, bugün bu ulusların sosyalist
kültürlerine de hizmet ettiği, bir olgu değil midir? Böylece, iki ayrı
kültürün varlığının, iki ayrı dilin oluşmasına vardığını ve birtek dilin
gerekliliğinin yokolduğunu iddia etmekle bu yoldaşlar, ağır biçimde
aldanmaktadırlar.
Lenin, iki kültürden sözederken, özellikle, iki kültürün var oluşunun
birtek dilin yadsınmasına ve iki dilin oluşmasına varamayacağı, dilin
tek olması gerektiği tezinden hareket etmekteydi. Bundcular, Lenin'i,
ulusal dilin gerekliliğini yadsımakla ve kültürün "ulusallığı
bulunmadığı" görüşünde olmakla suçladıklarında, bilindiği gibi, Lenin,
bu suçlamaya şiddetle karşı çıkmış ve tartışılmaz bir gereklilik olarak
gördüğü ulusal dile karşı değil de, burjuva kültürüne karşı savaştığını
ilân etmişti. Bazı yoldaşlarımızın, bundcuların izinden yürüdüğünü
görmek gariptir.
Lenin'in, sözde gerekliliğini yadsıdığı birtek dil konusuna gelince,
Lenin'in aşağıdaki sözlerini anlamak gerekir:
"Dil, insanlar arasında çok önemli bir iletişim aracıdır; dilin birliği
ve onun engelsiz gelişmesi, hem çağdaş kapitalizme tekabül eden
gerçekten özgür ve geniş ticarî alışverişin, hem de halkın çeşitli
sınıflar içersinde özgür ve geniş şekilde gruplaşmasının en önemli
koşullarından biridir." Bundan şu çıkar ki, saygıdeğer yoldaşlarımız,
Lenin'in düşüncelerini tahrif etmişlerdir.
Ensonu Stalin'den aktarmalar yapılmaktadır. Stalin'in "... burjuvazi ve
onun ulusal partileri, bu dönem süresince, bu ulusların başlıca yönetici
gücü olmuşlar ve olmaktadırlar." dediği bir tümceyi öne sürüyorlar.
Bütün bunlar doğrudur. Burjuvazi ve onun milliyetçi [sayfa 24] partisi
gerçekten burjuva kültürünü yönetmektedir; nasıl ki, proletarya ve onun
enternasyonalist partisi proletarya kültürünü yönetiyorsa. Ancak, burada
dilin "sınıfsal niteliği"nin işi nedir? Bu yoldaşlar bilmiyorlar mı ki,
ulusal dil, ulusal kültürün bir biçimidir, ulusal dil, burjuva kültürüne
de, sosyalist kültüre de hizmet edebilir? Bu yoldaşlar, marksistlerin
ünlü formülüne göre, şimdiki Rus, Ukrayna, Beyazrus ve benzeri
kültürlerin içerik bakımından sosyalist ve biçim bakımından, yani dil
bakımından ulusal olduklarını bilmiyorlar mı? Bu marksist formülü kabul
etmiyorlar mı?
Yoldaşlarımızın yanılgısı şurdan gelmektedir ki, kültür ile dil
arasındaki farkı görmüyorlar ve kültürün, toplumun gelişmesinin her yeni
aşamasında içeriğini değiştirdiğini, dilin ise özü bakımından, birçok
dönem süresince, olduğu gibi kaldığını ve aynı ölçüde yeni kültüre de,
eskisine de hizmet ettiğini anlayamıyorlar.
Böylece:
a) Dil, iletişim aracı olarak toplum için birtek ve toplumun bütün
kişileri için ortak bir dil olmuştur ve böyle olmaktadır;
b) Lehçelerin ve jargonların varlığı bütün halk için ortak bir dilin
varlığını yalanlamaktansa onu doğrulamaktadır, bunlar dilin dallarını
oluştururlar ve ona bağımlıdırlar; c) Dilin "sınıfsal niteliği" tezi,
yanlış, marksist olmayan bir tezdir.
SORU. - Dilin karakteristik çizgileri nelerdir?
YANIT. - Dil, toplumun tüm varlığı süresince etkili olan olgular
arasında sayılır. O, toplumun doğup gelişmesi ile aynı zamanda doğup
gelişir. Toplumla aynı zamanda ölür. Toplumun dışında dil yoktur. Bu
yüzdendir ki, dili ve onun gelişmesinin yasalarını anlamak, ancak
toplumun tarihi ile, incelenen dile sahip olan ve [sayfa 25] onu yaratan
ve taşıyan halkın tarihi ile sıkı ilişkileri içersinde incelemekle
mümkündür.
Dil, insanlar arasında iletişimi, fikir alışverişi yapmalarını ve
meramlarını anlatabilmelerini sağlayan bir araç, bir alettir. Dil,
doğrudan doğruya düşünceye bağlı bulunup tümceleri oluşturan sözcüklerde
ve sözcük bağlaşımlarında düşüncenin çalışmasının sonuçlarını, insanın
bilgilerini genişletmek için yaptığı çalışmanın gelişmelerini
kaydediyor, saptıyor ve böylece insan toplumunda düşüncelerin alışverişi
olanağını doğuruyor.
Düşünce alışverişi, değişmez ve hayatî bir zorunluluktur, çünkü o
olmasa, insanların doğa güçlerine karşı savaşımlarında, gerekli maddî
ürünlerin üretimi için verilen savaşımda ortak eylemlerini örgütlemeleri
olanağı olmazdı - toplumun üretici faaliyetinde ilerlemeleri
gerçekleştirmek olanaksız olurdu, dolayısıyla, toplumsal üretimin bile
var olması olanaksız olurdu. Dolayısıyla, toplum için anlaşılır ve
üyeleri için ortak bir dil olmazsa, toplum artık üretim yapamaz, çözülür
ve artık toplum olarak var olamaz. Bu anlamda dil, iletişim aracı
olmakla birlikte, aynı zamanda, toplumun bir savaşım ve gelişme
aracıdır.
Bilindiği gibi bir dilde var olan bütün sözcüklerin tümü, onun sözcük
hazinesini oluşturur. Bir dilin sözcük hazinesinde esas, çekirdeğini,
köklerin meydana getirdiği sözcük varlığının temel özüdür. Bu çekirdek,
sözcük hazinesinden çok daha dardır, ama çok uzun süre, yüzyıllarca
yaşar ve dile yeni sözcüklerin oluşması için bir temel sağlar. Sözcük
hazinesi dilin durumunu yansıtır: sözcük hazinesi ne kadar zengin ve
çeşitli ise, dil, o ölçüde daha zengin ve gelişmiştir.
Oysa kendi başına alınırsa sözcük hazinesi dili oluşturmamaktadır - o,
daha çok dili kurmak için gerekli olan malzemedir. Nasıl ki, inşaatta,
inşaat malzemesi bina [sayfa 26] demek değildir ve buna karşın, onlar
olmadan binayı yapmak olanaksızdır; aynı şekilde, bir dilin sözcük
hazinesi, dilin kendisi demek değildir, ve buna karşın, onsuz herhangi
bir dil olanaksızdır. Ancak sözcük hazinesi bir dilin gramerinin emrine
verildiğinde büyük bir önem kazanır; gramer, sözcüklerin değişimine; bir
tümcecik içinde sözcüklerin bileşimine egemen olan kuralları
belirlemektedir, böylece gramer, dile uyumlu ve mantıklı bir özellik
verir. Gramer (morfoloji ve sentaks)[2] bir tümceciğin gövdesinde
sözcüklerin değişiminin ve bileşimlerinin kurallarının toplamıdır. Bunun
sonucu olarak, özellikle gramer sayesindedir ki, dil, insan düşüncesini,
maddî bir kılıfla, dilbilimi ile sarmalayabilmektedir.
Gramerin belirleyici yönü, sözcüklerin değişim kurallarını, somut
sözcükleri gözönüne alarak değil de, genel olarak, bütün somut
niteliklerinden arınmış olarak alman sözcükler üzerinden vermektedir;
tümceciklerin kuruluş kurallarını somut tümcecikler, örneğin somut bir
özne, somut bir fiil vb. gözönüne alarak değil de, şu ya da bu
tümceciğin somut biçiminden arınmış olarak, genel olarak bütün
tümcecikler üzerinden vermektedir. Bunun sonucu olarak, gerek
sözcüklerde, gerek tümcecikler de özel ve somut olanı bir yana
bırakırsak; gramer, sözcüklerdeki değişimlerin ve bir tümcenin bağrında
sözcüklerin bileşiminin temelinden genel olanı alır ve bundan gramer
bilimi kuralları, gramer bilimi yasaları çıkarır. Gramer, insan
düşüncesinin uzun bir soyutlama çalışmasının sonucu, düşüncenin dev
gelişmelerinin belirtisidir.
Bu bakımdan, gramer, somut nesneleri soyutlayan, bu nesneleri somut
nitelikten yoksun görerek ve aralarındaki ilişkileri şu ya da
bu somut nesne arasındaki somut ilişkiler olarak değil, her türlü somut
nitelikten arınmış, genel olarak nesne olarak ele alan ve böylece
yasalar çıkaran geometriyi anımsatmaktadır.
Üretime doğrudan değil, ekonomi aracılığı ile bağlı bulunan üstyapıdan
farklı olarak, dil, insanın üreti-. ci faaliyetine ve aynı zamanda
çalışmasının istisnasız bütün alanlarındaki bütün öteki faaliyetine
doğrudan bağlıdır. Bundan dolayı, en çok değişebilecek durumda olan
dilin sözcük hazinesi, aşağıyukarı duraksamasız değişim halindedir; aynı
zamanda, üstyapıdan farklı olarak, dil, temelin tasfiyesini beklemek
durumunda değildir, kendi sözcük hazinesinde, temelin tasfiyesinden önce
ve temelin durumundan bağımsız olarak değişiklikler getirmektedir.
Bununla birlikte, dilin sözcük hazinesi, üstyapı gibi eski olanı yok
ederek ve yeniyi kurarak değil, üretimin gelişmesi, kültürün, bilimin
ilerlemesi vb. dolayısıyla, toplumsal düzende meydana gelen
değişikliklerin doğurduğu yeni sözcüklerle, var olan sözcük hazinesini
zenginleştirerek değişir. Aynı zamanda, zamanı geçmiş bazı sözcükler,
genel olarak, sözcük hazinesinden yok olmakla birlikte, bu hazineye çok
daha büyük sayıda yeni sözcük eklenmektedir. Sözcük hazinesinin temel
özüne gelince, o anaçizgileri ile korunur ve dilin sözcük hazinesinin
temeli olarak kullanılır.
Anlaşılır bir şeydir bu. Birçok tarih döneminde başarılı bir biçimde
kullanılabilecek iken, sözcük hazinesinin temel özünü yok etmenin gereği
yoktur; kaldı ki, yüzyıllar boyunca birikmiş bulunan sözcük hazinesinin
temel özünün yok edilişi, kısa bir sürede yenisini kurmak olanağı
bulunmadığından, dilin felcini ve insanların birbiri arasındaki
ilişkilerin tümden çözülüşünü yaratırdı. Dilin gramer sistemi, sözcük
hazinesinin temel özünden daha da yavaş olarak değişmektedir. Birçok
dönem [sayfa 28] boyunca özümlenmiş bulunan ve dil ile tek vücut olan
gramer sistemi, sözcük hazinesinin temel özünden daha da yavaş olarak
değişmektedir. Kuşkusuz, eninde sonunda değişmelere uğrar, yetkinleşir,
kurallarını iyileştirir ve açık-seçik duruma getirir, yeni kurallarla
zenginleşir; ancak gramer sisteminin temelleri çok uzun bir dönem
süresince varlığını sürdürmektedir, çünkü tarihin gösterdiği gibi,
birçok dönem boyunca, onlar topluma başarılı bir biçimde hizmet
edebilirler.
Böylece, dilin gramer sistemi ve sözcük hazinesinin esas temeli, dilin
temelini, özgül niteliğinin özünü oluşturmaktadır.
Tarih, dilin zoraki bir özümlemeye karşı aşırı kalımlılığına ve aşırı
direncine tanıklık eder. Bazı tarihçiler, bu olguyu açıklamak yerine,
şaşkınlıklarını belirtmekle yetinirler. Ama burada şaşılacak bir şey
yoktur. Dilin kalımlılığı, onun gramer sisteminin ve sözcük hazinesinin
temel özünün kalımlılığı ile açıklanır. Türk özümleyicileri yüzyıllarca
Balkan halklarının dillerini bozmaya, yıkmaya, yok etmeye
çalışmışlardır. Bu dönem süresince, Balkan dillerinin sözcük hazineleri
ciddî değişimlerle karşılaştı, büyük sayıda Türkçe sözcük ve deyim kabul
edildi, "yakınsamalar" ve "ıraksamalar" oluştu, ancak Balkan dilleri
direndi ve yaşamlarını sürdürebildiler. Niçin? Çünkü gramer sistemleri
ve sözcük hazinesinin temel özü, anaçizgileriyle korunabildi.
Bütün bunlar gösterir ki, dile ve onun yapısına, belirli bir dönemin
ürünü olarak bakılamaz. Dilin örgüsü, onun gramer sistemi ve sözcük
hazinesinin temel özü, bir dönemler dizisinin ürünüdür.
Modern dilin unsurlarının, kölelik döneminden önce, en eski çağda
yaratılmış olmaları mümkündür. Bu, pek karmaşık olmayan, çok yoksul bir
sözcük hazinesi bulunan ve ama buna karşın, ilkel olmakla birlikte, gene
de [sayfa 29] bir gramer sistemi olan, kendine özgü bir gramer sistemine
sahip bir dildi.
Üretimin sonraki gelişmesi, sınıfların ortaya çıkışı, yazının ortaya
çıkışı, yönetimi için azçok düzenli bir yazışmaya gereksinmesi bulunan
bir devletin ortaya çıkışı ve düzenli bir yazışmaya gereksinmesi olan
ticaretin gelişmesi, baskı araçlarının ortaya çıkışı, edebiyatın
gelişmesi, bütün bu olgular, dilin gelişmesinde büyük değişmeler
yarattı. Bu zaman süresinde boylar ve ulusal-topluluklar bölünüyor ve
dağılıyorlardı, karışıyor ve çaprazlaşıyordu; daha sonra ulusal diller
ve ulusal devletler ortaya çıktı, devrimci altüst oluşlar gerçekleşti,
eski toplumsal düzenler yerlerini başkalarına bıraktılar. Bütün bu
olgular, dilde ve onun evriminde daha da fazla değişmelere yolaçtı.
Oysa dilin, üstyapının geliştiği biçimde, yani var olanı yok ederek ve
yeniyi kurarak geliştiğini sanmak ağır bir yanılgı olurdu. Gerçekte, dil
var olan dili yok ederek ve bir yenisini oluşturarak değil, var olan
dilin esas öğelerini geliştirerek ve yetkinleştirerek gelişmiştir. Ve
dilin bir nitelikten diğer niteliğe geçişi, eskiyi bir tek darbede yıkıp
ve yeniyi kurarak, bir patlama biçiminde olmayıp da yeni niteliğin, yeni
dil yapısının öğelerinin uzun bir dönem süresince yavaşça birikimi ve
eski niteliğin öğelerinin yavaş ve sürekli yok oluşları ile oluşur.
Diyorlar ki, dilin aşamalı evrimi teorisi, marksist bir teoridir, çünkü
dilin eski nitelikten yeni bir niteliğe geçişi için anî patlamaların
zorunluluğunu kabul etmektedir. Kuşkusuz, bu yanlıştır, çünkü bu
teoride, marksist bir yan bulmak güçtür. Ve eğer aşamalı evrim teorisi,
gerçekten dilin gelişmesi tarihinde anî patlamalar kabul ediyorsa,
teoriye yazıklar olsun. Marksizm, dilin gelişmesinde anî patlamalar ve
var olan bir [sayfa 30] dilin anî yok oluşu ile yeni bir dilin aniden
kuruluşunu kabul etmemektedir. Lafargue, Fransa'da, "1789'dan 1794'e
kadar oluşan anî dil devrimi"nden sözederken yanılıyordu (Devrimden Önce
ve Sonra Fransız Dili kitapçığına bakınız). O dönemde Fransa'da hiç bir
dil devrimi olmamıştır, nerede kaldı anî bir devrim! Kuşkusuz, bu dönem
süresince Fransız dilinin sözcük hazinesi, yeni sözcükler ve yeni
deyimlerle zenginleşmiştir; zamanını doldurmuş sözcükler yok olmuştur,
bazı sözcüklerin anlamları değişmiştir, ancak o kadar. Oysa bu tür
değişmeler, hiç bir zaman bir dilin yazgısını belirleyemez. Bir dilde
esas olan, gramer sistemi ve sözcük hazinesinin temel özüdür. Ama
Fransız dilinin gramer sistemi ve sözcük hazinesinin temel özü, Fransız
burjuva devrimi süresince yok olmadığı gibi, bunlar, önemli değişmelere
uğramadan korunmuşlardır. Yalnızca korunmuş da değillerdir! - bunlar
hâlâ bugün modern Fransız dilinde varlıklarını sürdürüyorlar. Şunu da
hesaba katmalıyız ki, var olan bir dili tasfiye edip, yeni bir ulusal
dil kurmak için ("anî dilbilimi devrimi"!) beş-altı yıllık bir süre,
gülünç denecek kadar kısadır - bunun için yüzyıllar gerekir.
Marksizme göre dilin eski bir nitelikten yeni bir niteliğe geçişi, ne
patlama biçiminde, ne de eski dilin yok edilişi ve bir yenisinin
kuruluşu biçiminde oluşmaktadır, ama yeni niteliğin öğelerinin tedricî
birikimi ile ve böylece, eski niteliğin öğelerinin tedricî olarak
sönmesi biçiminde olur.
Patlamalara karşı tutkuları olan yoldaşlar için genel olarak şunu
anımsatmak gerekir ki, eski bir nitelikten yeni bir niteliğe patlama
yoluyla geçişi öngören yasa, yalnızca dilin gelişmesinin tarihine
uygulanamayacak durumda değildir: aynı zamanda, bu yasa, temeli ya da
üstyapıyı ilgilendiren başka toplumsal olgular için de [sayfa 31] her
zaman uygulanabilecek durumda değildir. Bu, düşman sınıflara bölünmüş
bir toplum için zorunludur. Ancak düşman sınıfları kapsamayan bir toplum
için hiç de zorunlu değildir. Sekiz-on yıllık bir süre içinde, ülkemizin
tarımından, burjuva düzeninden, bireysel köylü işletmeciliği düzeninden,
sosyalist kolhoz düzenine geçişi başardık. Bu, köyde eski burjuva
iktisadî düzeni tasfiye edip, yeni, sosyalist bir düzen yaratan bir
devrim olmuştur. Oysa bu köklü dönüşüm, patlama yoluyla yapılmadı, yani
var olan iktidarın devrilmesi ile ve yeni bir iktidarın yaratılması ile
değil, eski kırsal burjuva düzenden yeni bir düzene tedricî geçişle
yapılmıştır. Bu devrim bu şekilde yapılabildi, çünkü bu, yukardan
yapılan bir devrimdi, çünkü bu köklü dönüşüm, varolan iktidarın girişimi
üzerinde ve köylülüğün esas yığınının desteği ile başarıldı.
Denmektedir ki, tarihte oluşan birçok dil karışımı olayının, bu karışım
sırasında, patlama yoluyla eski nitelikten yeni niteliğe anî bir geçiş
biçiminde, yeni bir dil oluşturduğu düşünülebilir. Bu, kesin olarak
yanlıştır.
Dillerin karışımını birkaç yılda sonuçlar veren birtek eylem, tek kesin
bir darbe olarak düşünemeyiz. Dillerin karışımı, yüzyıllarca kademeleşen
uzun bir süreçtir. Görüldüğü gibi burada hiç bir patlama sözkonusu
olamaz.
Devam edelim. Örneğin iki dilin karışımının, bir yenisini, karışmış
dillerin hiç birine benzemeyen ve nitelik bakımından herbirinden
ayırdedilebilen üçüncü bir dil yarattığını sanmak, tümüyle yanlış olur.
Gerçekte, karışımdan, genellikle, dillerin bir tanesi galip çıkmakta,
gramer sistemini, sözcük hazinesinin temel özünü sürdüregelmekte ve
kendi gelişmesinin iç yasaları uyarınca gelişmeyi sürdürmektedir, oysa
diğer dil yavaş yavaş niteliğini yitirmekte ve zamanla sönmektedir.
Bunun sonucu olarak, karışım, yeni bir dil, üçüncü [sayfa 32] bir dil
yaratmamakta ve ama dillerin bir tanesini, onun gramer sistemini ve
sözcük hazinesinin temel özünü korumakta ve onun, böylece kendi
gelişmesinin iç yasalarına göre evrimini sürdürmesine olanak
vermektedir.
Doğrudur ki, bu durumda, egemen dilin sözcük hazinesinde, yenik dilin
sırtından belirli bir zenginleşme oluşmaktadır, ancak bu, onu
zayıflatmaktan çok, güçlendirmektedir.
Örneğin bu, tarihsel gelişme süresince başka halkların dilleri ile
karışan ve her zaman üstün gelen Rus dili için de böyle olmuştur.
Kuşkusuz, Rus dilinin sözcük, hazinesi o zaman başka dillerin sözcük
hazinesini özümlemekle tamamlanmıştır, ama bu süreç Rus dilini
zayıflatmak şöyle dursun tersine onu zenginleştirmiş ve güçlendirmiştir.
Rus dilinin özgünlüğüne gelince, ona en küçük bir zarar gelmemiştir,
çünkü gramer sistemini ve sözcük hazinesinin temel özünü korumakla Rus
dili, evriminin iç yasalarına göre gelişmeyi ve yetkinleşmeyi
südürmüştür.
Kuşku yoktur ki, karışım teorisi, Sovyet dilbilimine ciddî bir şey
getiremez. Eğer dilbilimin başlıca sorununun, dilin evriminin iç
yasalarını incelemek olduğu doğru ise, şunu kabul etmek gerekir ki, dil
karışımı teorisi bu sorunu çözümlememektedir; üstelik onu ortaya bile
atmamaktadır, daha yalın bir anlatımla, sorunun farkına varmamakta ya da
onu kavrayamamaktadır.
SORU. - Pravda gazetesinin, dilbilimi konusunda açık bir tartışma açması
doğru muydu?[3] [sayfa 33] YANIT. - Evet, doğruydu.
Dilbilimi sorunlarının hangi yönde çözümleneceği, tartışmanın sonunda
açıklıkla belirecektir. Ama şimdiden, tartışmanın çok yararlı olduğunu
söylemek mümkündür.
Tartışma, her şeyden önce şunu saptamıştır ki, merkezde olduğu gibi
cumhuriyetlerde de dilbilimi ile ilgili kurumlarda, bilimle ve bilim
adamı niteliğiyle uzlaşmayan bir anlayış egemen bulunmaktadır. Sovyet
dilbilimindeki durum hakkında yapılacak en küçük eleştiri, hatta
dilbilimindeki "yeni öğretiyi" eleştirmek için yapılan en çekingen
girişimler bile, dilbiliminin yönetici çevreleri tarafından kovuşturmaya
uğrayıp boğulmaktaydı. N. Marr'ın [fikrî -ç] mirası hakkında eleştirici
bir davranışa karşı, N. Marr öğretisini en hafif şekilde yetersiz bulma
durumlarına karşı, dilbilimi ile ilgili değerli çalışmacılar ve
araştırıcılar görevlerinden almıyor ya da alt görevlere atanıyorlardı.
Dil bilginleri, bilimsel niteliklerinden dolayı değil de, N. Marr'ın
öğretisini kayıtsızca kabul etmeleri koşuluyla yüksek görevlere
getiriliyorlardı.
Herkesçe kabul edilmektedir ki, hiç bir bilim, fikir savaşımı olmadan,
eleştiri özgürlüğü olmadan gelişemez ve ilerleyemez. Ancak, herkesçe
kabul edilen bu kural bilmemezlikten geliniyordu ve kayıtsızca ayaklar
altına alınıyordu. Dar bir yanılmaz yönetici grubu oluştu, bunlar her
türlü eleştiri olasılıklarına karşı önlemler aldıktan sonra, keyfiliğe
ve umursamazlığa daldılar.
Bir örnek verelim: Bakû Dersleri (N. Marr tarafından adı geçen kentte
verilen konferanslar) kusurlu sayılmış ve yeniden yayınlanması yazarın
kendisi tarafından yasaklanmıştı; oysa bunlar (Meşçaninov yoldaşın
[sayfa 34] N. Marr'ın "öğretilileri" diye adlandırdığı) yöneticiler
"kast"ı tarafından yeniden basılmış ve öğrencilere hiç bir kayıt
konmaksızın salık verilmişti. Yani yanlış bir kitabı, değerli bir yapıt
gibi tanıtarak öğrencileri aldatmışlardır. Eğer Meşçaninov yoldaşın ve
öteki dilbilimi uzmanlarının dürüstlüklerinden emin olmasaydım, böyle
bir tutumun sabotaj ile eşdeğer olduğunu söylerdim.
Bu, nasıl olabildi? Bunun olabilmesinin nedeni, dilbilimi dalında
yerleşmiş bulunan Arakçeyev'vari anlayışın sorumsuzluk ruhunu beslemesi
ve bu tür taşkınlıklara açık kapı bırakmasmdadır.
Tartışma, her şeyden önce, bu Arakçeyev'vari anlayışı günışığına çıkarıp
temelinden yıktığı için çok yararlı oldu.
Ancak tartışmanın yararı bununla kalmamaktadır. Dilbilimindeki eski
anlayış yıkılmakla kalınmamış, bilimin bu alanının yönetici çevrelerinde
dilbiliminin en önemli sorunlarında egemen olan inanılmaz düşünce
karışıklığını da, bu tartışma ortaya çıkarmıştır. Bunlar tartışma
başlayıncaya kadar susuyorlardı ve dilbilimi dalında işlerin iyi
gitmediğini saklıyorlardı. Ancak tartışma bir kez başlayınca, artık
susmak mümkün değildi - onlar görüşlerini basında açıklamak zorunda
kaldılar. O zaman ne oldu? N. Marr'ın öğretisinin, birçok eksikleri,
yanlışları, açıklanmamış sorunları, yeterince özümlenmemiş tezleri
kapsadığı ortaya çıktı. Şu soru ortaya çıkmaktadır: N. Marr'ın
"öğretilileri" neden ancak şimdi, tartışmanın başlamasından sonra
konuşmaya başladılar? Neden bunu daha önce yapmadılar? Neden bilim
adamlarına yakışacak biçimde bunları zamanında, açıkça ve dürüstçe
söylemediler?
N. Marr'ın "bazı" yanlışlarını kabul ettikten sonra onun "öğretilileri",
söylendiğine göre, Sovyet dilbiliminin, ancak, marksist saydıkları N.
Marr'ın düzenlediği [sayfa 35] teorinin temeli üzerinde gelişebileceğini
düşünmekteymişler. Hayır, beyler, N. Marr'ın "marksist"liğinden bizi
azat ediniz. N. Marr gerçekten marksist olmak istiyordu ve olmak için
çaba harcadı, ama bu işi beceremedi. Yalnızca marksizmi basitleştirdi,
bayağılaştırdı. Proletkült[4] ya da RAPP üyelerinin[5] yaptığı gibi.
N. Marr, dilbilimine yanlış, marksist olmayan, dilin bir üstyapı olarak
ele alınması gerektiği tezini soktu, - onun için de kendi kendini
köstekledi ve dilbilimini de köstekledi. Sovyet dilbilimini, yanlış bir
tezin temeli üzerinde geliştirmek olanaksızdır.
N. Marr, dilbilimine, aynı ölçüde yanlış ve marksist olmayan, başka bir
tez, dilin "sınıfsal niteliği" tezini de soktu - burada da kendi kendini
ve dilbilimini köstekledi. Sovyet dilbilimini, halkların ve dillerin
bütün tarihinin gelişmesi ile çelişki halinde olan yanlış bir tez temeli
üzerinde geliştirmek olanaksızdır.
N. Marr, dilbiliminde kendini beğenmişlik, yüksekten atma ve küstahlık
gibi marksizm ile uzlaşamayacak bir hava estirdi ve böylece
tanıtlamaksızın ve hafiflikle, dilbiliminde, N. Marr'dan önce ne var ne
yok hepsini yadsıdı.
N. Marr, gürültülü bir biçimde, "idealist" diye adlandırdığı
karşılaştırmalı tarihsel yöntemi kötülemektedir. Şunu söyleyelim ki,
büyük yanlışlarına karşın, karşılaştırmalı tarihsel yöntem, N. Marr'ın
özünde idealist [sayfa 36] olan dört öğeli tahlilinden[6] daha
değerlidir, çünkü birincisi, insanı, çalışmaya, dillerin incelenmesine
götürür; oysa ikincisi, yalnızca insanı yan yatıp kahve falında bü ünlü
dört öğenin gizemini aramaya götürür.
N. Marr, dil gruplarını (ailelerini) incelemek girişimlerini, "anaç dil"
teorisinin bir belirtisi olarak yukardan bakarak reddeder. Oysa örneğin
Slav ulusları gibi ulusların dil akrabalığı kuşku götürmez, bu ulusların
dilbilimi yönünden akrabalığının, dilin gşlişme yasalarının incelenmesi
bakımından büyük bir yararı olabilir. Kaldı ki, "anaç dil" teorisinin
bununla bir ilişkisi yoktur.
N. Marr'ı ve hele "öğretililerini" dinleyecek olursanız, N. Marr'dan
önce hiç bir dilbilimi olmadığı, dilbiliminin N. Marr'ın "yeni öğretisi"
ile başladığı sanılır. Marx ve Engels, alçakgönüllü idiler, onlar kendi
diyalektik materyalizmlerinin, felsefe dahil olmak üzere, bilimlerin
önceki dönemde gelişmesinin ürünü olduğunu ileri sürüyorlardı.
Böylece, Sovyet dilbiliminin ideolojik eksikliklerini günışığma
çıkarması bakımından da tartışma yararlı olmuştur.
Kanıma göre, bizim dilbilimimiz, N. Marr'ın yanlışlarından ne kadar
erken arınırsa, bugün geçirmekte olduğu bunalımdan o ölçüde hızla
kurtarılabilir.
Dilbiliminde Arakçeyev anlayışını tasfiye etmek, N. Marr'ın
yanlışlarından vazgeçmek, dilbilimine marksizmi sokmak: işte benim
kanıma göre Sovyet dilbilimini rayına oturtmaya olanak sağlayacak yol.
[sayfa 37]
E. KRAŞENİNNİKOVA YOLDAŞA MEKTUP
Kraşeninnikova yoldaş, sorularınızı yanıtlıyorum.
SORU. - Yazınızda, dilin, ne bir temel, ne bir üstyapı olmadığını
inandırıcı bir biçimde gösteriyorsunuz. Dili temele ve üstyapıya özgü
bir olgu saymak mı gerekiyor, ya da ona, ara bir olgu olarak bakmak mı
daha doğru olur?
YANIT. - Apaçıktır ki, temel ve üstyapı dahil olmak üzere, bütün
toplumsal olgularda bulunan ortak öğe, toplumsal olgu olarak alman dile
de özgüdür; yani dil, temel ve üstyapı dahil olmak üzere, bütün öteki
toplumsal olgular gibi toplumun hizmetindedir. Ama işte bütün toplumsal
olgularda var olan ortak öğe burada bitmektedir. [sayfa 38] Sonradan
toplumsal olgular ciddî olarak farklılaşmaya başlamaktadır.
Gerçek şudur ki, bu ortak öğe dışında, toplumsal olguların kendilerini
birbirinden ayırdeden ve bilim için özel bir önemi bulunan, kendilerine
özgü özellikleri vardır. Temelin kendine özgü özellikleri, onun,
ekonomik olarak, toplumun hizmetinde olmasındadır. Üstyapının kendine
özgü özellikleri, onun, siyasal, hukuksal, estetik ve diğer fikirleri
toplumun hizmetine sokmasında ve toplum için bunlara tekabül eden
siyasal, hukuksal ve diğer kurumları yaratmasmdadır. Dili, öteki
toplumsal olgulardan ayırdeden kendine özgü özellikleri nedir? Şudur ki,
dil, insanlar arasında bir iletişim aracı olarak, toplumda fikir
alışverişi aracı olarak toplumun hizmetindedir; dil, üretim alanında
olduğu kadar, ekonomik ilişkiler alanında da, siyasal alanda olduğu
kadar kültür alanında da, toplumsal yaşamda olduğu kadar, günlük yaşamda
da, insanların birbirlerini anlamaları ve insan faaliyetlerinin bütün
alanlarında ortaklaşa bir çalışmayı düzenlemeleri için toplumun
hizmetindedir. Bu özellikler yalnızca dile özgüdür ve işte yalnızca dile
özgü olduklarmdandır ki, dil, bağımsız bir bilimin, dilbilimin araştırma
konusu olmaktadır. Dilin bu özellikleri olmasaydı, dilbilimi bağımsız
bir varlığa sahip olma hakkını yitirirdi.
Kısacası, dili, ne temel kategoriler arasına, ne de üstyapı kategorileri
arasına koyabiliriz.
Onu, temel ile üstyapı arasındaki "ara" olgular kategorisine
yerleştirenleyiz, çünkü bu tür "ara" olgular yoktur.
Ama dili, toplumun üretici güçler kategorisi içinde, örneğin üretim
araçları kategorisi içinde sayabilir miyiz? Dil ile üretim araçları
arasında bir tür benzerlik olduğu doğrudur: üretim araçları da dil gibi
sınıflar [sayfa 39] karşısında bir bakıma ilgisiz kalır ve toplumun
çeşitli sınıflarına, eskilerine de, yenilerine de aynı biçimde hizmet
edebilir. Bu durum, dili, üretim araçları kategorisine sokmamıza olanak
verir mi? Hiç bir şekilde.
Bir zamanlar, N. J. Marr, "dil, temel üzerindeki bir üstyapıdır"
formülünün itirazlarla karşılandığını görünce, sistemini değiştirmeye
karar vermişti ve "dil, bir üretim aracıdır" diye ilân etti. N. J.
Marr'ın, dili üretim araçları kategorisine sokmaya hakkı var mıydı?
Hayır, kesinlikle haksızdı.
Kesindir ki, dil ile üretim araçları arasındaki benzerliğin, yukarda
sözünü ettiğim benzetiş ile kaldığı bir gerçektir. Çünkü ondan sonra dil
ile üretim araçları arasında temel bir fark bulunmaktadır. Bu fark,
üretim araçlarının maddî mallar üretmesinde, oysa dilin hiç bir şey
üretmemesinde ya da yalnızca sözcükler "üretme-si"ndedir. Daha açık
konuşalım, üretim araçlarına sahip olan insanlar, maddî mallar
üretebilirler; oysa dile sahip olup üretim araçları olmayan aynı
insanlar, maddî mallar üretemezler. Şunu anlamak zor değildir ki, eğer
dil, maddî mallar üretebilseydi, gevezeler dünyanın en zengin insanları
olurlardı.
SORU. - Marx ve Engels, dili, "düşüncenin dolaysız gerçekliği" olarak,
"gerçek ... pratik bilinç" olarak tanımlarlar. "Fikirler, diyor Marx,
dilin dışında varlığa sahip değildir." Sizce dilbilimi ne dereceye kadar
dilin anlamı ile, semantikle, tarihsel semaziyoloji ile ve
stilistikle[7] ilgilenmelidir, yoksa dilbiliminin konusu yalnızca biçim
mi olmalıdır? [sayfa 40]
Semantik (semaziyoloji), dilbiliminin önemli bir öğesidir. Sözcüklerin
ve deyimlerin semantik görünüşünün dilin incelenmesinde büyük bir önemi
vardır. Bu yüzden semantik (semaziyoloji), dilbiliminde kendisine
yaraşır bir yere sahip olmalıdır.
Oysa semantik sorunları incelenirken ve onun verilerini kullanırken hiç
bir durumda onun önemini aşırı ölçüde tutmamalı ve hele bu, kötüye
kullanılmamalı. Semantiğe karşı aşırı bir tutkusu olan dilciler
gör-müşümdür, bunlar düşünceye ayrılmaz bir biçimde bağlı bulunan
"düşüncenin dolaysız gerçekliği" olarak ele alman dili ihmal etmekte,
düşünce ile dili birbirinden ayırmakta, dilin yaşamının sonuna varmakta
olduğunu, onsuz yaşanılabileceğini öne sürmektedirler.
Bakınız N. J. Marr ne diyor:
"Dil, ancak seslerle ifade edildiği ölçüde vardır; düşünce işlemi, ifade
edilmeksizin de oluşturulmaktadır. ... Dil (fonetik [= konuşma dili]),
bugünden, uzayda sınırsız başarılara ulaşan modern buluşlara görevlerini
devretmeye başlamıştır, oysa düşünce, dilin geçmişte kullanmadan
biriktirdiklerinden ve yeni olarak elde ettiklerinden hareket ederek,
konuşmayı yerinden kovup onun yerine geçmeye çağrılan, doruklara doğru
yürümektedir. Geleceğin dili, doğal maddeden kurtulmuş bir teknik içinde
büyüyen düşüncenin kendisidir. Hiç bir dil, ona karşı dayanamayacaktır,
doğa kurallarına bağlı bulunan fonetik dil bile."
Eğer bu "büyülü" saçmalıklar, basit bir dile çevrilirse, şu sonuç
çıkarılabilir:
a) N. J. Marr, düşünceyi dilden ayırmaktadır;
b) N. J. Marr, insanların, aralarında, dilden yararlanmadan
haberleşebileceklerini, bunu, "doğal madde"den kurtulmuş, "doğa
kuralları"ndan kurtulmuş düşüncenin kendisinin yardımıyla yapabileceğini
düşünmektedir. [sayfa 41]
c) Düşünce ile dili birbirlerinden ayırarak ve onu "doğal madde"sinden,
dilden "kurtararak", N. J. Marr'ın dili idealizmin bataklığına
saplanmaktadır.
Diyorlar ki, düşünceler insanın aklına demeç halinde ifade olunmadan
gelirler, bunlar dil malzemesi olmaksızın, dil zarfı olmaksızın,
sözümona, çıplak olarak doğarlar. Oysa bu, kesinlikle yanlıştır. İnsanın
aklına gelen düşünceler ne olurlarsa olsunlar, bunlar, ancak dil
malzemesinin temeli üzerinde, dilin deyim ve tümcelerinin temeli
üzerinde doğabilirler ve varolabilirler. Çıplak, dilin malzemesinden
kurtulmuş, dil denen "doğal madde"den kurtulmuş düşünce olamaz. "Dil,
düşüncenin dolaysız gerçekliğidir." (Marx.) Düşüncenin gerçekliği dilde
belirir. Yalnızca idealistler, "doğal madde"si olan dilden kopmuş bir
düşünceden, dilsiz bir düşünceden sözedebilirler. Kısacası, N. J. Marr,
semantiğe çok fazla önem verdiğinden ve onu kötüye kullandığından,
idealizme varmıştır.
Bunun sonucu olarak, semantik, N. J. Marr'ın ve bazı "öğretilileri"nin
yaptıkları türden aşırılıklar ve kötüye kullanmalardan kurtarılırsa,
bunun dilbilimi için büyük bir yararı olabilir.
SORU. - Çok haklı olarak diyorsunuz ki, burjuvanın ve proleterin
fikirleri, kavramları, alışkıları ve ahlâk ilkeleri doğrudan doğruya
karşıttır. Bu olguların sınıfsal niteliği kaçınılmaz olarak dilin
semantik görünüşünde (makalenizde doğru olarak belirttiğiniz gibi, bazan
da morfolojisinde, sözcük hazinesinde) yansımaktadır. Dilbilimine değgin
somut bir malzeme ve her şeyden önce bir dilin semantik görünüşü tahlil
edildiğinde, yalnızca insanın düşüncesi değil, aynı zamanda, onun
gerçeğe karşı tutumu sözkonusu olunca ki bu tutumunda onun belirli bir
sınıftan oluşu özel bir açıklıkla belirmektedir, [sayfa 42] işte böyle
bir durumda, özellikle dil aracıyla ifade sözkonusu olunca, dilin ifade
ettiği görüşlerin sınıfsal özünden sözedilebilir mi?
YANIT. - Kısacası bilmek istediğiniz şudur: sınıfların dil üzerinde
etkisi var mıdır, dilin içine kendi özgül sözcük ve deneyimlerini
sokarlar mı, insanların sınıfsal durumlarına göre tek ve aynı bir
sözcüğe, tek ve aynı bir deyime, değişik bir anlam verdikleri durumlar
bulunur mu?
Evet, sınıflar dili etkilerler, dilin içine kendi özgül sözcük ve
deyimlerini sokarlar ve bazı durumlarda, tek ve aynı bir sözcüğü, tek ve
aynı bir deyimi değişik olarak anlarlar. Bunda kuşku yoktur.
Oysa bundan, özgül sözcük ve deyimlerin ve bunun gibi semantikteki
farklılıkların bütün halk için ortak, tek bir dilin gelişmesi için ciddî
bir önemi olduğu, bunların (bu ortak dilin) önemini zayıflatabileceği ya
da onun niteliğini değiştirebileceği sonuçları çıkartılamaz.
İlkin, bir dilde böyle özgül sözcük ve deyimler o kadar azdır ki, böyle
semantik farklılık örnekleri o kadar azdır ki, bunlar, bütün dil
malzemesinin ancak yüzde-bi-rini oluştururlar. Bunun sonucu olarak, geri
kalan bütün büyük sözcük ve deyimler kitlesi ve onların semantiği,
toplumun bütün sınıfları için ortaktır.
İkinci olarak, bir sınıf ayrımına sahip özgül sözcük ve deyimler,
konuşmada gerçekte var olmayan, bilmem hangi bir "sınıfsal" gramerin
kurallarına göre kullanılmazlar, ama bütün halk için ortak var olan
gramer kurallarına göre kullanılırlar.
Böyle olunca, özgül sözcük ve deyimlerin varlığı ve bir dilin
semantiğindeki farkların varlığı, bütün halk için ortak, tek bir dilin
varlığını ve zorunluluğunu bozmaz, yalanlamaz, tersine, bunları
doğrular. [sayfa 43]
SORU. - Yazınızda Marr hakkında marksizmin basitleştiricisi olarak
tamamen doğru bir değerlendirme yapıyorsunuz. Bu sözleriniz dilbilimi
uzmanlarının ve bunların arasında da biz gençlerin, Marr'ın bütün
dilbilimi mirasını reddetmemiz gerektiği anlamına gelir mi? Oysa Marr'ın
yapıtları arasında (tartışma sırasında Çikobava, Sanjeyev ve öteki
yoldaşların sözünü ettikleri) değerli bir dizi dilbilimi araştırması
vardır. Marr'a karşı eleştirici bir tavır takınmakla birlikte, onun
yazıları arasında yararlı olanı, değerli olanı alabilir miyiz?
YANIT. - Kuşkusuz N. J. Marr'ın yapıtlarında, yalnızca yanlışlar vardır
denemez, N. J. Marr, dilbilimine marksizmin öğelerini bozarak
soktuğunda, dil konusunda bağımsız bir teori kurmaya uğraştığında, kaba
yanlışlar yapmıştır. Ancak N. J. Marr'ın bazı iyi, ustaca yazılmış
yapıtları da vardır; bu yapıtlarında, teorik ukalâlıklarını bırakarak
bazı dilleri özenle ve ustalıkla incelediğini söylememiz gerekir. Bu
yapıtlarında, oldukça büyük sayıda değerli ve eğitici şeyler
bulunabilir. Açıktır ki, N. J. Marr'daki bu değerli ve eğitici şeyleri
almak ve onlardan yararlanmak gerekir.
SORU. - Birçok dil bilginine göre Sovyet dilbilimindeki duraklamanın
nedenlerinin en önemlilerinden biri biçimciliktir. Sizin kanınıza göre
dilbiliminde biçimcilik ne anlama gelir ve nasıl yenilmelidir, bunu
iyice bilmek isterdim?
YANIT. - N. J. Marr ve "öğretilileri", N. J. Marr'ın "yeni öğretisine"
katılmayan bütün dilbilginlerini "biçimcilik" ile suçlamaktadırlar.
Kuşkusuz, bu tutum, ciddî değildir, mantıksal değildir.
N. J. Marr'a göre gramer "salt biçimsel şey"dir ve gramer örgüsüne dilin
temeli olarak bakanlar biçimci kişilerdir. Bu salt budalalıktır.
Sanıyorum ki, "yeni öğreti"nin sahipleri, dilbiliminde [sayfa 44]
kendilerine karşı gelenlerle savaşımlarını kolaylaştırmak için
"biçimciliği" türetmişlerdir. Sovyet dilbilimindeki duraksamanın nedeni,
N. J. Marr'ın ve "öğretililer"inin türettikleri "biçimcilik"te değil,
dilbilimindeki Arakçeyev'vari davranışta ve teorik eksikliklerde
bulunmaktadır, bunu dilbiliminde uygulayanlar ise, N. J. Marr'ın
"öğretilileri"dir. Dilbilimindeki teorik kargaşalığı yaratanlar N. J.
Marr ve en yakın silah arkadaşlarıdır. Artık duraksama olmaması için, bu
iki nedeni ortadan kaldırmalıdır. Bu yaralardan arınmak, Sovyet
dilbilimini sağlığa kavuşturacaktır, ona geniş ufuklar açacak ve Sovyet
dilbiliminin dünya dilbiliminde başköşeye geçmesine olanak
sağlayacaktır. [sayfa 45]
29 Haziran 1950
SANJEYEV YOLDAŞA MEKTUP
Sevgili Sanjeyev Yoldaş, Mektubunuzu pek geç yanıtlıyorum, çünkü onu,
Merkez Komitesi görevlileri bana ancak dün ilettiler.
Lehçeler sorunundaki tutumumu tamamen doğru bir biçimde
yorumlamaktasınız.
"Sınıfsal" lehçeler, ki bunlara jargon adını vermek daha doğru olurdu,
halk yığınlarına değil de, toplumsal kademenin tepesindeki küçük bir
katmana hizmet etmektedir. Üstelik bunların ne gramer sistemleri, ne de
kendilerine özgü sözcük hazineleri vardır. Bu bakımdan hiç bir biçimde
bağımsız dile dönüşemezler.
Yerel ("bölgesel") lehçeler, tersine, halk yığınlarına [sayfa 46] hizmet
ederler ve burada, kendi gramer sistemleri ve kendi sözcük hazinelerinin
esas temelleri vardır. Bu yüzdendir ki, ulusların oluşumu sürecinde,
bazı yerel lehçeler ulusal dillerin temeli olabilirler ve bağımsız
ulusal dil haline dönüşebilirler. Örneğin Kursk-Orel lehçesi (Kursk-Orel
"konuşuşu"), Rus ulusal dilinin temelini oluşturmuştur. Ukrayna dilinin
Poltava-Kiev lehçesi için aynı şeyi söyleyebiliriz, o da Ukrayna ulusal
dilinin temeli haline gelmiştir. Aynı dillerin öteki lehçelerine
gelince, bunlar, özlüklerini yitirip bu dillerin içinde erirler ve
onların içinde kaybolurlar.
Ters yönde oluşan süreçler de vardır, gelişmesi içi» zorunlu olan
ekonomik koşulların yokluğu yüzünden hâlâ ulus haline gelmeyen bir
halkın tek dili, bu halkı» devlet olarak çözülüşü sonucunda batabilir ve
birtek dil halinde harmanlaşmaya daha zaman bulamayan j'erel lehçelerin
yeniden yaşam kazanıp bağımsız dillerin oluşumunun çekirdeği olurlar.
Örneğin birtek Moğol dilinin böyle olmuş olması olasıdır. [sayfa 47] 11
Temmuz 1950
D. BELKİN VE S. FURER YOLDAŞLARA MEKTUP
Mektuplarınızı aldım.
Sizin yanlışınız, iki ayrı şeyi karıştırmış olmanızda ve Kraşeninnikova
yoldaşa verdiğim yanıtta incelenen olayın yerine başka bir olay koymuş
bulunmanızdadır.
1. Bu yanıtımda, (fonetik) dilden ve düşünceden sözederken, dili
düşünceden ayırarak idealizme düşen N. J. Marr'ı eleştirmiştim. Böylece
yanıtımda sözkonusu olan, bir dile sahip bulunan normal insanlardır.
İddia ediyorum ki, böyle insanlarda düşünceler, ancak dil malzemesinin
temeli üzerinde oluşabilirler, çıplak, dil malzemesi ile ilişkisi
bulunmayan düşünceler, bir dile sahip olan insanlarda mevcut değildir.
[sayfa 48]
Bu tezi kabullenmek ya da onu reddetmektense, bunun yerine,
anormalliklere sahip insanları, dilsiz insanları, sağır-dilsizleri, yani
dili olmayanları ve doğal olarak düşünceleri dil malzemesine dayanma
olanaklarından yoksun olanları koymaktasınız. Gördüğünüz gibi, bu,
bambaşka bir konudur, ele almadığım, ele alamayacağım bir konudur, çünkü
dilbilimi, bir dili olan normal insanlarla ilgilenmektedir, dilleri
olmayan, anormalliklere sahip insanlarla, sağır-dilsizlerle değil.
Tartışılan konunun yerine bir başkasını, tartışma konusu olmayanını
koymuş bulundunuz.
2. Belkin yoldaşın mektubundan şu çıkmaktadır ki, o, "konuşulan dil"
(fonetik dil) ile "işaret dili"ni (N. J. Marr'a göre "eller"in dilini)
aynı düzeyde ele almaktadır. Yoldaşımız belirgin bir biçimde, işaret
dili ile konuşulan dilin eşdeğer olduğunu, insan toplumunun bir dönemde
konuşulan dile sahip bulunmadığını, o zamanlar "eller"in dilinin
sonradan gelen konuşulan dilin yerini aldığını sanmaktadır.
Ama Belkin yoldaş gerçekten böyle düşünüyorsa ciddî bir yanlış
yapmaktadır. Fonetik dil ya da konuşulan dil, her zaman, insan
toplumunda, insanlar arasında tam değeri olan bir iletişim aracı olmak
olanaklarına sahip bulunan tek dil olmuştur. Tarih, ne kadar ilkel
olursa olsun, kendi fonetik dili olmayan, hiç bir insan toplumu
tanımamaktadır. Etnografya -örneğin geçen yüzyılda Ateş Toprağı bölgesi
ya da Avustralya sakinleri kadar ilkel olsa bile- konuşma dili olmayan
hiç bir geri kalmış aşağı topluluk tanımamaktadır. İnsanlık tarihinde
konuşma dili, insanların hayvanlar dünyasından ayrılmasına, toplum
olarak toplanmasına, düşünme olanaklarını geliştirmesine, toplumsal
üretimlerini örgütlendirmeye, doğa güçlerine karşı başarıyla savaşım
vermelerine ve bugün bildiğimiz gelişmeye erişmelerine [sayfa 49] yardım
eden güçlerin bir tanesi olmuştur.
Bu bakımdan, "işaret" dili dediğimiz dil, aşırı yoksulluğu ve sınırlı
niteliği bakımından, kayda değmez bir öneme sahiptir. Aslında bu, bir
dil değildir, hatta fonetik dilin yerine şu ya da bu biçimde geçebilecek
olan bir eşdeğerli bir şey bile değildir, yalnızca insanın konuşmasının
şu ya da bu anını değerlendirmek için bazan kullandığı, olanakları çok
sınırlı, yardımcı bir araçtır, işaret dili fonetik dil ile
karşılaştırılamaz, nasıl ki, ilkel ağaç çapa, modern paletli traktörün
çektiği beşli pulluk ve mibzerle karşılaştırılamazsa.
3. Görülüyor ki, siz, öncelikle sağır-dilsizlerle ve bundan sonra
dilbilim sorunlarıyla ilgileniyorsunuz. Herhalde bana bir sürü soru
sormanıza neden olan budur. Pekâlâ, eğer ısrar ederseniz bu isteğinizi
yerine getirmeye hazırım. Bakalım sağır-dilsizlerdeki durum nedir? Onlar
düşünme olanağına sahip midirler? Düşünceleri var mıdır? Evet, düşünme
yetisine sahiptirler, düşünceleri vardır. Açıktır ki, sağır-dilsizlerin
dilleri olmadığı için, düşünceleri, dil malzemesi temeli üzerinde
meydana gelmez. Bu demek midir ki, sağır-dilsizlerin düşünceleri (N. J.
Marr'ın ifadesine göre) çıplaklaşmış, "doğanın kuralları" ile
ilişkisizdir? Hayır, sağır-dilsizlerin düşünceleri ancak onların günlük
yaşamlarında karşılarına çıkan, dış dünyanın nesneleri ile ve bu
nesnelerin birbirleriyle olan ilişkileri ile ilgili olarak karşılarına
çıkan imgelerin, algıların, betimlemelerin temeli üzerine, görme,
dokunma, tadalma ve koklama duyuları sayesinde oluşur. Bu imge, algı ve
betimlemeler dışında düşünce boştur, her türlü kapsamdan yoksundur, yani
yoktur. [sayfa 50]
22 Temmuz 1950
A. HOLOPOV YOLDAŞA MEKTUP
Mektubunuzu aldım. Çok fazla işim olduğu için yanıtım biraz gecikti.
Mektubunuz, üstü kapalı iki varsayım içermektedir: Birincisi, şu ya da
bu yazarın yapıtlarından bir parçayı, o parçanın incelediği tarihsel
dönemden ayırarak çıkartmanın mümkün olduğu varsayımını; ve ikincisi,
tarihsel gelişmenin dönemlerinden bir tanesinin incelenmesinden
çıkartılan marksizmin şu ya da bu vargı ve formülünün, gelişmenin bütün
dönemleri için doğru olduğu ve bunun sonucu değişmez olarak kalması
gerektiği varsayımını.
Bu iki varsayımın tümüyle yanlış olduğunu söylemeliyim. [sayfa 51]
Birkaç örnek vermek istiyorum.
1. 1840-1850 yıllarına doğru, henüz tekelci kapitalizm yokken,
kapitalizm bir yükseliş çizgisini izleyerek ve kendisinin henüz işgal
etmediği yeni ülkelere yayılarak azçok düzenli bir biçimde gelişirken ve
eşit olmayan gelişme yasasının henüz tüm gücü ile beliremeyeceği bir
dönemde, Marx ve Engels, sosyalist devrimin tek olarak ele alınan
herhangi bir ülkede zafer sağlayamayacağı, ancak bütün uygar ülkelerde
ya da bunların çoğunda genel bir darbe ile zafere ulaşabileceği sonucuna
varmışlardı. Bu sonuç, sonraları bütün marksistler için, yön gösterici
bir ilke durumuna girdi.
Oysa, 20. yüzyılın başlangıcında, ve hele Birinci Dünya Savaşı
döneminde, tekel-öncesi kapitalizmin görünür bir biçimde tekelci
kapitalizme dönüştüğü herkes için apaçık olunca; yükseliş çizgisini
izleyen kapitalizm, cançekişen kapitalizm haline dönüşünce; savaş, dünya
emperyalist cephesinin onarılmaz zayıflıklarını açıkça ortaya çıkarınca;
ve eşit olmayan gelişme yasası proletarya devriminin değişik ülkelerde,
değişik dönemlerde olgunlaşacağını belirgin hale getirince, marksist
teoriden hareket eden Lenin, yeni koşullara göre, sosyalist devrimin,
ayrı olarak ele alman bir ülkede pekâlâ zafere ulaşabileceği; bütün
ülkelerde ya da uygar ülkelerin çoğunda sosyalist devrimin zafere
ulaşmasının, bu ülkelerde devrimin eşit olmayan bir şekilde olgunlaşması
sonucunda olanaksız olduğu, Marx ve Engels'in eski formülünün yeni
tarihsel koşullara artık uymadığı sonucuna vardı.
Görüldüğü gibi, sosyalizmin zaferi sorununda, burada iki değişik sonuçla
karşı karşıyayız, bu sonuçlar yalnızca karşıt olmakla kalmayıp,
karşılıklı olarak biri ötekini yok etmektedir.
Olayların özüne erişmeden, onları tarihsel koşullarından [sayfa 52]
ayırarak mekanik bir biçimde yapıtlardan aktarmalar yapan papaz
çömezleri ve talmutçular[8] bu iki sonucun bir tanesinin kesin olarak
yanlış diye reddedilmesi ve ötekinin kesin olarak doğru sayılarak
gelişmenin bütün dönemlerine uygulanması gerektiğini söyleyebilirler.
Ancak marksistler papaz çömezlerinin ve talmutçuların aldandıklarını
bilmemezlikten gelemezler, bu iki sonucun doğru olduğunu, ama bunun
mutlak olarak değil, herbirinin kendi dönemi için doğru bulunduğunu
bilmemeleri olanaksızdır: Marx ve Engels'in vardıkları sonuç
tekel-öncesi kapitalizm dönemi için doğrudur, ve Lenin'in vardığı sonuç
tekelci kapitalizm dönemi için doğrudur.
2. Engels, Anti-Dühring'de, sosyalist devrimin zaferinden sonra devletin
çözülmesi gerektiğini söylemiştir. Bu yüzdendir ki, ülkemizde sosyalist
devrimin zaferinden sonra, partimizdeki papaz çömezleri ve talmutçular,
devletimizin bir an önce çözülmesi için, devlet örgütünü dağıtmak için,
ve sürekli bir ordudan vazgeçmek için partinin önlemler almasını
istemeye koyuldular.
Oysa, dönemimizdeki dünya durumunun incelenmesine dayanarak Sovyet
marksistleri şu sonuca vardılar ki, kapitalizmin kuşatması olgusu
karşısında, sosyalist devrimin zaferi ancak bir tek ülkede sağlanmışken
ve kapitalizm bütün öteki devletlerde egemenken, devrimin zafer
kazandığı ülke, kapitalist kuşatma tarafından ezilmeyi istemiyorsa,
devletini, devlet örgütlerini, haberalma kurumlarını, orduyu zayıflatmak
değil, ama her önleme başvurarak güçlendirmek zorundadır. Rus
marksistleri şu sonuca vardılar ki, Engels'in formülü, sosyalizmin bütün
ülkelerde ya da ülkelerin çoğunda zafere ulaşmasını gözönüne almaktadır,
bu formül sosyalizmin [sayfa 53] ayrı olarak alman bir tek ülkede zafere
ulaştığı ve kapitalizmin bütün öteki ülkelerde egemen olduğu durumlarda
uygulanamaz.
Görüldüğü gibi, burda iki değişik formül karşısındayız, sosyalist
devletin yazgısı konusunda birbirini yok eden iki formül karşısındayız.
Papaz çömezleri ve talmutçular bu durumun dayanılmaz bir tutum
yarattığını, bu formüllerden birinin kesin olarak yanlış diye atılması
gerektiğini ve ötekinin kesin olarak doğru diye sosyalist devletin
gelişmesinin bütün dönemlerine uygulanması gerektiğini söyleyebilirler.
Ancak marksistler, papaz çömezleriyle talmutçuların aldandıklarını
bilmemezlikten gelemezler, çünkü bu iki formül doğrudur, ama mutlak
olarak değil, herbiri kendi dönemi için doğrudur; Sovyet marksistlerinin
formülü, sosyalizmin bir ya da birkaç ülkede zafere ulaştığı dönem için
doğrudur, ve Engels'in formülü, sosyalizmin değişik ülkelerde giderek
zafere ulaşmasının ülkelerin çoğunluğunda sosyalizmin zaferini
sağlayacağı dönem için doğrudur, o zaman Engels'in formülünün
uygulanması için gerekli olan koşullar yerine getirilmiş olacaktır.
Bu gibi örnekler çoğaltılabilir.
Aynı şey, dil sorunu konusunda Stalin'in değişik yapıtlarından
çıkartılan ve Holopov yoldaşın mektubunda aktardığı iki değişik formül
için de söylenebilir.
Holopov yoldaş, Stalin'in Dilbiliminde Marksizm Üzerine yazısına
başvurmaktadır. Bu yazıda şu sonuca varılmaktadır: iki dilin karışımı
sonucunda, genel olarak, biri zafere ulaşır ve öteki çözülür ve bunun
sonucu olarak, karışım, yeni bir dil, üçüncü bir dil meydana getirmez,
ama dillerin birini sürdürür. Sonra Stalin'in SSCB Komünist (B) Partisi
XVI. Kongresine sunduğu rapordan çıkan başka bir sonuca
başvurmaktadır.[9] Buna göre [sayfa 54] sosyalizmin dünya çapında zaferi
döneminde, sosyalizmin güçlenip günlük yaşama gireceği zaman, ulusal
diller kaçınılmaz olarak ortak bir dil halinde birleşmelidir, bu dil,
kuşkusuz, ne Rusça, ne Almanca olacak; ama yeni bir şey olacaktır. Bu
iki formülü karşılaştırdığında, yalnızca birbiriyle çakışmadıklarını
değil, ama birbirini yok ettiklerini görerek, Holopov yoldaş umutsuzluğa
düşüyor. Mektubunda diyor ki:
"Yazınıza göre, anladığım kadarıyla, dillerin karışımı sonucunda hiç bir
zaman yeni bir dil kurulamaz, oysa bu yazıdan önce SSCB Komünist(B)
Partisi XVI. Kongresindeki müdahaleniz sonucunda kesin olarak emindim
ki, komünizm döneminde, diller birtek ortak dil halinde
birleşeceklerdir."
Görülüyor ki, Holopov yoldaş, bu iki formül arasında bir çelişki
bulduktan sonra, bu çelişkinin tasfiye edilmesi gerektiğine sonuna kadar
emin olduğundan, bu iki formülden birinin yanlış olarak atılması ve
öteki formülün her zaman ve her ülke için doğru olacağını düşünerek
sımsıkı sarılmak gerektiği kanısındadır. Ancak hangi formüle sımsıkı
sarılması gerektiğini pek iyi bilmemektedir. Bunun sonucunda çıkışı
olmayan bir durum doğmaktadır. İki formülün de, herbirinin kendi dönemi
için doğru olabileceği, Holopov yoldaşın aklına gelmemektedir bile.
Olayların temeline inmeden, aktarılan yazıların değindikleri tarihsel
koşullara bakmadan, mekanik bir biçimde aktarmalara başvuran papaz
çömezlerinin ve tal-mutçularm başına her zaman böyle şeyler gelir, onlar
her zaman çıkışı olmayan durumlarla karşılaşırlar. Oysa, sorunun temeli
incelenirse durumun çıkmaza [sayfa 55] saplandığını sanmak için hiç bir
neden yoktur. Olay şudur ki, Stalin'in Dilbiliminde Marksizm Üzerine
yazısı ve Stalin'in Partinin XVI. Kongresindeki konuşması, tamamen
değişik iki dönemi gözönüne almaktadırlar ve bunun sonucunda da değişik
iki formül ortaya çıkmaktadır.
Dillerin karışımının sözkonusu olduğu Stalin'in yazısındaki formül,
sosyalizmin dünya çapındaki zaferinden önceki dönemi gözönüne
almaktadır, bu dönemde sömürücü sınıflar, dünyadaki egemen güçtür,
ulusal ve sömürgesel baskı yürürlükte bulunmaktadır, ulusal ayrılıklar
ve ulusların karşılıklı olarak birbirinden kuşku duyması, devlet çapında
farklar tarafından koşullandırılmışlar, ulusların arasında hak eşitliği
daha kurulmamıştır, dillerin karışımı dillerin birinin egemen olması
için verilen savaşım sırasında oluşmaktadır, ulusların ve dillerin barış
içinde beraberce işbirliği için gerekli koşullar henüz bulunmamaktadır;
gündemde olan, dillerin karşılıklı işbirliği ve zenginleşmesi değil,
bazı dillerin özümlenişi ve ötekilerin zaferidir. Anlaşılmaktadır ki, bu
koşullar altında, ancak zafere ulaşan diller ile yenik diller
bulunabilir. Stalin, örneğin iki dilin karışımının yeni bir dilin
oluşması ile son bulmadığını, ama bir dilin zaferi ve ötekinin yenilgisi
ile sonuçlandığını formülünde belirttiğinde, özellikle bu koşulları
gözönünde bulundurmaktadır.
Stalin'in XVI. Parti Kongresindeki konuşmasından aktarılan öteki
formülüne gelince, dillerin birtek ortak dil halinde birleşmesinin
sözkonusu edildiği bu formül, başka bir dönemi gözönüne getirmektedir,
bu dönem sosyalizmin dünya çapında zaferinden sonraki dönemdir, artık
dünya emperyalizmi var olmayacaktır, sömürücü sınıflar devrilmiş
bulunacaktır, ulusal ve sömürgesel baskı tasfiye edilmiş olacaktır,
ulusal ayrılık ve ulusların karşılıklı olarak birbirinden kuşku duyması
[sayfa 56] yerine, ulusların yakınlaşması ve karşılıklı olarak
birbirlerine güvenmesi yer alacaktır, ulusların hak eşitliği gelişmenin
içinde gerçekleşecektir; o zaman uluslar arasındaki işbirliği, örgütlü
bir biçimde gerçekleşecek ve ulusal diller kendi işbirlikleri sırasında
tam bir özgürlük içinde karşılıklı olarak birbirini zenginleştirmek
olanaklarına sahip olacaklardır. Anlaşılır ki, bu koşullar altında bazı
dillere baskı yapılması ve onların yenilgisi, ötekilerin de zaferi
sözkonusu olamayacaktır. Artık karşımızda birinin yenik çıkacağı ve
ötekinin savaşımda zafere ulaşacağı iki dil bulunmayacaktır; ama
ulusların uzun bir iktisadî, siyasal ve kültürel işbirliği sonucunda,
karşı karşıya bulunan yüzlerce ulusal dil arasından önce en zenginleşmiş
tek bölgesel diller ayrılacaktır, sonra da bölgesel diller birtek ortak
enternasyonal dil halinde birleşecektir, kuşkusuz, bu dil, elbette ne
Almanca, ne Rusça, ne İngilizce olacak, ama bölgesel ve ulusal dillerin
en iyi öğelerini içeren yeni bir dil olacaktır.
Sonuç olarak, bu iki değişik formül, toplum gelişmesinin iki değişik
dönemine uygun düşmektedir ve özellikle bu dönemlere uygun düştükleri
içindir ki, herbiri kendi dönemi için doğrudur.
Bu formüllerin birbiriyle çelişmemesini ve birbirini yok etmemesini
istemek, kapitalizmin egemenliği döneminin, sosyalizmin egemenliği
dönemi ile çelişki halinde olmamasını ve sosyalizm ile kapitalizmin
birbirini yok etmemesini istemek kadar anlamsızdır.
Papaz çömezleri ve talmutçular, marksizme, marksizmin değişik sonuç ve
formüllerine hiç bir zaman değişmeyen, hatta toplumun gelişme koşulları
değiştiği zaman bile değişmeyen bir dogma olarak bakarlar. Sanırlar ki,
bu sonuçları ve bu formülleri ezberlerlerse ve yerli-yersiz onları
aktarırlarsa, herhangi bir sorunu çözümleyecek [sayfa 57] duruma
gelirler, umarlar ki, öğrendikleri bu sonuçlar ve formüller, kendilerine
her dönemde, bütün ülkeler ve yaşamın bütün koşulları için yarar
sağlayacaktır. Oysa ancak marksizmin lafzını gören, ama onun özünü
görmeyen, marksizmin sonuçlarını ve formüllerini ezbere öğrenen, ama
kapsamını anlamayan insanlar böyle düşünebilirler.
Marksizm, doğanın ve toplumun gelişmesinin yasalarının bilimidir, ezilen
ve sömürülen sınıfların devriminin bilimidir, bütün ülkelerde
sosyalizmin zaferinin bilimidir, komünist toplumun kuruluşunun
bilimidir. Bilim olarak marksizm, olduğu yerde kalamaz, gelişir ve
olgunlaşır. Gelişmesi sırasında marksizm, yeni deneyimlerle ve yeni
bilgilerle mutlaka zenginleşecektir; bunun sonucu olarak da,
formüllerinin ve sonuçlarının bazıları mutlaka zamanla değişecektir,
mutlaka yeni tarihsel görevlere tekabül edecek yeni formül ve sonuçlar
onların yerini alacaktır. Marksizm, bütün dönemler ve bütün devreler
için değişmez ve zorunlu sonuçlar ve formüller kabul etmez. Marksizm,
her türden dogmacılığın düşmanıdır.
28 Temmuz 1950