ANA SAYFA | KÜTÜPHANE | STALİN | BOLŞEVİK PARTİ TARİHİ

 ANA SAYFA | KÜTÜPHANE | STALİN | BOLŞEVİK PARTİ TARİHİ

J. V. STALİN

SOVYETLER BİRLİĞİ KOMÜNİST PARTİSİ (BOLŞEVİK) TARİHİ
 

SOSYALİST TOPLUMUN İNŞASINI TAMAMLAMA MÜCADELESİNDE BOLŞEVİK PARTİ. YENİ ANAYASANIN KABULÜ. (1935 - 1937)

1 -1935-1937 YILLARINDA ULUSLARARASI DURUM. İKTİSADİ KRİZİN GEÇİCİ OLARAK HAFİFLEMESİ. YENİ BİR İKTİSADİ KRİZİN BAŞLAMASI. İTALYA'NIN HABEŞİSTAN'I İLHAKI. İSPANYA'DA ALMAN VE İTALYAN MÜDAHALESİ. JAPONYA'NIN MERKEZİ ÇİN'İİSTİLA ETMESİ. İKİNCİ EMPERYALİST SAVAŞIN BAŞLAMASI.

Kapitalist ülkelerde 1929 yılının ikinci yarısında patlak veren iktisadi kriz, 1933 yılının sonuna kadar devam etti. Daha sonra sanayideki düşüş durdu. Krizi bir durgunluk dönemi ve arkasından belirli bir canlanma, belirli bir yükseliş izledi. Ancak bu yükseliş, yeni ve daha yüksek düzeyde bir sanayi gelişme getirir nitelikte değildi. Dünya kapitalist sanayii 1929 düzeyine bile ulaşamadı, 1937 ortalarında, bu düzeyin ancak yüzde 95-96'sına erişebildi. Ve daha 1937'nin ikinci yarısında, herşeyden önce Amerika Birleşik Devletleri'ni etkileyen yeni bir iktisadi kriz başladı. 1937 sonunda ABD'de, işsizlerin sayısı tekrar 10 milyonu buldu. İngiltere'de işsizlik hızla artmaya başladı.

Böylelikle kapitalist ülkeler, henüz bir öncekinin yaralarını sarmadan yeni bir iktisadi krizle karşılaştılar.

Sonuç, gerek emperyalist ülkeler arasındaki, gerekse proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişmenin daha da keskinleşmesi oldu. Dolayısıyla, saldırgan devletler, iktisadi kriz sonucu içeride uğradıkları kayıpları, savunması zayıf başka ülkelerin sırtından karşılama çabalarını bir kat daha artırdılar. Önde gelen iki saldırgan devlet, Almanya ve Japonya'ya, bu defa bir üçüncüsü, İtalya da katıldı.

1935'te faşist İtalya Habeşistan'a saldırdı ve onu boyunduruk altına aldı. İtalya bunu herhangi bir sebep ya da “devletler hukuku”na uygun bir gerekçe göstermeksizin yaptı. Habeşistan'a, savaş ilan etmeden, faşist modaya uygun olarak bir haydut gibi saldırdı. Bu saldırı, sadece Habeşistan'a değil, aynı zamanda İngiltere’ye, onun Avrupa'dan Hindistan'a ve genel olarak Asya'ya uzanan deniz yollarına da indirilmiş bir darbeydi. İngiltere’nin, İtalya’nın Habeşistan'a yerleşmesini önlemek için harcadığı çabalar sonuçsuz kaldı. Daha sonra İtalya, serbestçe hareket edebilmek amacıyla Milletler Cemiyeti'nden çekildi ve yoğun bir silahlanmaya girişti.

Böylelikle, Avrupa ile Asya arasındaki en kısa deniz yolu üzerinde yeni bir savaş düğümü atılmış oldu.

Faşist Almanya, Versay Barış Anlaşmasını tekyanlı bir tasarrufla yırttı ve Avrupa haritasının zorla değiştirilmesi için bir plan hazırladı. Alman faşistleri, komşu devletleri boyunduruk altına almayı ya da en azından bu devletlerin Almanlarla meskûn bölgelerini ilhak etmeyi amaçladıklarını gizlemediler. Bu plana göre önce Avusturya ele geçirilecek, sonra Çekoslovakya ve belki de daha sonra -Almanya'ya komşu ve Almanlarla meskûn bir bölgeye sahip olan- Polonya, daha sonra da ... eh bakalım, “göreceğiz”.

1936 yazında Almanya ve İtalya’nın İspanya Cumhuriyeti'ne karşı askeri müdahalesi başladı. İspanyol faşistlerini desteklemek bahanesiyle, İtalya ve Almanya, İspanyol toprakları üzerine, yani Fransa'nın gerisine üstü kapalı biçimde asker çıkarma ve donanmalarını İspanyol karasularına -güneyde Balear adalarına ve Cebelitarık çevresine, batıda Atlantik Okyanusuna, kuzeyde de Biskay körfezine- sokma imkânı buldular. 1938 başında Alman faşistleri Avusturya'yı ilhak ettiler, böylelikle orta Tuna boylarına yerleştiler ve- Avrupa'nın güneyine, Adriyatik denizine doğru yayıldılar.

Alman ve İtalyan faşistleri İspanya’ya müdahalelerini genişlettiler ve aynı zamanda dünyaya İspanya’da “Kızıllar” ile savaştıklarını ve başka bir niyetleri olmadığını ilan ettiler. Ama bu, saf kimseleri kandırmak için hazırlanmış kaba ve sığ bir tertipti, çünkü aslında onlar, İngiltere ve Fransa'nın Asya ve Afrika'daki geniş sömürgeleri ile deniz ulaşımlarını keserek, bu ülkelere darbeler indirmekteydiler.

Avusturya'nın ilhakına gelince, bu olay, Almanya'nın birinci Emperyalist Savaşta kaybettiği toprakları geri almak suretiyle “milli” çıkarlarını koruma çabasının bir parçası, Versay anlaşmasına karşı giriştiği bir mücadele olarak kesinlikle gösterilemezdi. Avusturya ne savaştan önce, ne de savaştan sonra Almanya'nın bir parçası olmamıştı. Avusturya'nın zorla Almanya'ya katılması, emperyalist toprak ilhakının Çarpıcı bir örneğiydi. Bu olay, faşist Almanya'nın Avrupa kıtasının batısı üzerinde hakim duruma gelme planları konusunda hiç kuşkuya yer bırakmıyor.

Bu, herşeyden önce Fransa'nın ve İngiltere’nin çıkarlarına indirilmiş bir darbeydi.

Böylelikle, Avrupa'nın güneyinde, Avusturya ve Adriyatik bölgesinde ve Avrupa'nın en batısında, İspanya ve kıyı suları bölgesinde yeni savaş düğümleri atılmış oluyordu.

1937'de Japon faşist militaristleri Pekin'i ele geçirdiler, merkezi Çin'e girdiler ve Şanghay'ı işgal ettiler. Birkaç yıl önce Mançurya'nın Japonya tarafından istila edilmesi gibi, merkezi Çin'in istilası da, alışılmış Japon yöntemiyle, haydutluk usulleriyle, bizzat Japonların tezgahladıkları çeşitli “yerel olaylarının alçakça istismar edilmesiyle ve bütün “uluslararası kurallar”ın, anlaşmaların, sözleşmelerin vb. çiğnenmesiyle gerçekleştirildi. Tientsin ve Şanghay'ın ilhakı, dev Çin pazarının anahtarını Japonya'nın eline verdi. Japonya Şanghay'a ve Tientsin'e sahip olduğu sürece, merkezi Çin'de büyük yatırımları bulunan İngiltere’yi ve ABD'ni, istediği an buradan atabilir.

Elbette ki, Çin halkının ve ordusunun Japon istilacılarına karşı kahramanca mücadelesi, Çin'deki büyük milli canlanış, Çin'in dev insan gücü kaynakları ve geniş toprakları, nihayet Çin Milli Hükümetinin kuruluş mücadelesini sonuna kadar, istilacılar Çin topraklarından tam olarak sökülüp atılıncaya kadar sürdürme azmi -tüm bunlar, Japon emperyalistleri için Çin'de istikbal olmadığını ve hiçbir zaman da olamayacağını hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde gösteriyor.

Ancak, bugün için Japonya'nın, Çin ticaretinin anahtarını elinde tuttuğu, ve Çin'e karşı yürüttüğü savaşın, İngiltere ve ABD'nin çıkarlarına indirilmiş çok ağır bir darbe olduğu bir gerçektir.

Böylece, Pasifik'te, Çin bölgesinde bir savaşdüğümü daha atılmıştır.

Tüm bu olgular, ikinci emperyalist savaşın hâlihazırda fiilen başlamış olduğunu gösteriyor. Bu savaş herhangi bir savaş ilanı olmaksızın sinsice başlamıştır. Devletler ve halklar, hemen hiç farkedilmeksizin ikinci emperyalist savaşın yörüngesine girmişlerdir. Dünyanın çeşitli yerlerinde savaşı başlatanlar, üç saldırgan devlettir, Almanya, İtalya ve Japonya'nın faşist hakim çevreleridir. Bu savaş Cebelitarık'tan Şanghay'a kadar uzanan çok geniş bir alan üzerinde cereyan etmektedir. Savaş daha şimdiden, 500 milyondan fazla insan yörüngesine sokmuştur. Son tahlilde bu savaş, İngiltere, Fransa ve ABD'nin kapitalist çıkarlarına karşı yürütülmektedir, çünkü amacı, saldırgan ülkeler lehine ve demokratik diye adlandırılan ülkeler aleyhine olarak, dünyanın ve nüfuz bölgelerinin yeniden paylaşımıdır.

İkinci emperyalist savaşın bir ayırt edici özelliği, savaşın şu ana kadar saldırgan devletler tarafından yürütülmesi ve yaygınlaştırılması karşısında, savaşın aslında hedef aldığı diğer devletlerin, “demokratik” devletlerin, savaş kendilerini ilgilendirmezmiş gibi davranmaları, savaşa ellerini bulaştırmak istememeleri, geri durmaları, barışseverlikleriyle böbürlenmeleri, faşist saldırganları azarlamaları ve ... direnmeye hazırlandıklarını ileri sürerken kendi mevzilerini adım adım saldırganlara teslim etmeleridir.

Görüldüğü gibi bu savaş, tekyanlı ve oldukça garip bir karakter taşımaktadır. Ama bu durum, bu savaşın, savunması zayıf Habeşistan, İspanya ve Çin halkları aleyhine yürütülen zalimane bir ilhak savaşı olmasını önlememektedir.

Savaşın bu tekyanlı karakterini “demokratik” devletlerin askeri ya da iktisadi zaafına bağlamak yanlış olur. “Demokratik” devletler, elbette ki, faşist devletlerden daha güçlüdürler. Gelişen dünya savaşının tekyanlı karakteri, “demokratik” devletlerin faşist devletlere karşı bir birleşik cephesinin bulunmamasından ileri gelmektedir. Elbette, bu “demokratik” diye adlandırılan devletler, faşist devletlerin “aşırılıkları”nı tasvip etmemekte ve bu devletlerin güçlenmesinden korkmaktadırlar. Ama Avrupa'daki işçi sınıfı hareketinden ve Asya'daki milli kurtuluş hareketinden daha da çok korkmakta ve faşizmi bu “tehlikeli” hareketlere karşı “fevkalâde bir panzehir” saymaktadırlar. Bunun için “demokratik” devletlerin hükümet çevreleri, özellikle İngiltere'nin Muhafazakâr hükümet çevreleri, kendini beğenmiş faşist yöneticileri yatıştırma politikasıyla -”aşırılığa kaçmama”- yetiniyorlar ve aynı zamanda onlara, işçi sınıfı hareketine ve ulusal kurtuluş hareketlerine karşı izledikleri gerici baskı politikasını “tam olarak anladıklarını esas olarak desteklediklerini sezdiriyorlar. Bu açıdan İngiltere'nin hükümet çevreleri, Çarlık yönetimi sırasında Çarlık politikasının “aşırılıklarından” korkmakla birlikte, halktan daha da çok korkan ve bu yüzden Çarı yatıştırma ve dolayısıyla Çarlıkla halka karşı anlaşma politikasına başvuran Rus liberal-monarşist burjuvazisiyle aşağı-yukarı aynı politikayı izlemektedir. Bilindiği gibi, bu ikili politika, Rus liberal-monarşist burjuvazisine pahalıya malolmuştur. İngiltere'nin hükümet çevrelerinin ve onların Fransa ve ABD'deki dostlarının da tarihin cezalandırmasından kaçamayacaklarını kabul etmek gerekir.

Açıktır ki, Sovyetler Birliği, uluslararası durumdaki bu dönüşe gözlerini kapayıp, meşum olaylara seyirci kalamazdı. Saldırganlar tarafından başlatılan herhangi bir savaş, ne kadar küçük olursa olsun, barışsever ülkelere bir tehdit teşkil eder. “Hissettirmeden” ulusları ve 500 milyondan fazla insanı sarmış olan ikinci emperyalist savaşın, bütün uluslar ve ilk planda da Sovyetler Birliği için en ciddi bir tehlike teşkil etmesi kaçınılmazdır. Bu durum, Almanya, İtalya ve Japonya tarafından” Anti-Komünist Blok”un kurulmasıyla açık bir biçimde ortaya konmuştur. Bu yüzden ülkemiz, bir yandan barış politikası izlerken, diğer yandan da sınırlarımızın savunmasını güçlendirmeye ve Kızıl Ordunun ve Kızıl Donanmanın savaş gücünü artırmak için çalıştı. 1934 sonlarına doğru Sovyetler Birliği Milletler Cemiyeti'ne katıldı. Bunu yaparken, Cemiyet'in, bütün zaaflarına rağmen yine de saldırganların teşhir edilebileceği bir yer olabileceğinin ve ne kadar güçsüz olursa olsun, belli bir barış aracı olarak, savaşın aracı olarak, savaşın patlak vermesini önleyebileceğinin bilincindeydi. Sovyetler Birliği, böyle zamanlarda, Milletler Cemiyeti kadar güçsüz bir uluslararası örgütün bile ihmal edilmemesi gerektiğini düşünüyordu. Mayıs 1935'te, Fransa ile Sovyetler Birliği arasında, saldırganların muhtemel bir taarruzuna karşı bir yardımlaşma anlaşması imzalandı. Aynı sıralarda. Çekoslovakya ile de benzer bir anlaşma imzalandı. Mart 1936'da Sovyetler Birliği, Moğolistan Halk Cumhuriyeti ile bir karşılıklı yardımlaşma anlaşması ve Ağustos 1937'de Çin Cumhuriyeti ile bir karşılıklı saldırmazlık paktı imzaladı.

2 - S0VYETLER BİRLİĞİ’NDE SANAYİ VE TARIMIN DAHA DA GELİŞMESİ. İKİNCİ BEŞ YILLIK PLANIN ZAMANINDAN ÖNCE GERÇEKLEŞTİRİLMESİ. TARIMIN YENİDEN İNŞASI VE KOLLEKTİFLEŞTİRMENİN TAMAMLANMASI. KADRO- LARIN ÖNEMİ. STAHANOV HAREKETİ. YÜKSELEN REFAH DÜZEYİ. YÜKSELEN KÜLTÜR DÜZEYİ. SOVYET DEVRİMİNİN GÜCÜ.

1930-1933 iktisadi krizinden üç yıl sonra kapitalist ülkelerde yeni bir iktisadi kriz başlarken, Sovyetler Birliği'nde tüm bu dönem boyunca sanayi sürekli bir gelişme gösterdi. 1937'nin ortalarında; bir bütün olarak kapitalist dünyanın sanayii 1929 yılı düzeyinin yüzde 95-96'sına ancak ulaşabilmiş ve 1937'nin ikinci yarısında yeni bir krizin sancılarına yakalanmışken, Sovyetler Birliği sanayii bütün alanlarda gelişmesini sürdürerek 1937 yılının sonunda 1929 yılı üretiminin yüzde 428'ine, savaş öncesi seviyenin ise yedi mislinden fazlaya ulaştı.

Bu başarılar, doğrudan doğruya, Partinin ve Hükümetin ısrarla izlediği yeniden inşa politikasının bir sonucuydu.

Bu başarılar sayesinde, sanayi için ikinci Beş Yıllık Plan zamanından önce gerçekleştirildi. Plan, 1 Nisan 1937'de, yani dört yıl üç aylık bir süre sonunda gerçekleştirildi.

Bu, sosyalizmin muazzam bir zaferiydi.

Tarım alanındaki gelişme de aşağı yukarı aynı oldu. Tüm kültürlerin toplam ekim alanı 1913'te (savaş öncesinde) 105 milyon hektar iken, 1937'de, 137 milyon hektara yükseldi. Tahıl üretimi 1913'te 4,8 milyar puddan 1937'de 6,8 milyar puda; işlenmemiş pamuk üretimi 44 milyon puddan 154 milyon puda; keten elyafı üretimi 19 milyon puddan 31 milyon puda; şeker pancarı üretimi 654 milyon puddan 1,311 milyar puda ve yağlı tohum üretimin 129 milyon puddan 306 milyon puda yükseldi.

Belirtmek gerekir ki, 1937 yılında (Sovyet çiftlikleri hariç) yalnız kollektif çiftlikler, pazara 1,7 milyar pudu aşkın tahılı fazlası arzettiler. Bu miktar, 1913 yılında büyük toprak sahiplerinin, Kulakların ve köylülerin pazara arzettikleri miktardan en az 400 milyon pud daha fazlaydı.

Sadece bir tek tarım dalı, hayvancılık, savaş öncesi düzeyin gerisinde kaldı ve daha yavaş bir gelişme gösterdi.

Tarımda kollektifleştirmeye gelince, onun tamamlanmış olduğu söylenebilir. 1937'de, 18,5 milyon köylü hanesi, yani tüm köylü hanelerinin yüzde 93'ü kollektif çiftliklerde bulunuyordu. Kollektif çiftliklerin tahıl ekim alanları ise tüm köylülerin tahıl ekim alanının yüzde 99'unu oluşturuyordu.

Tarımın yeniden inşasının ve tarım alanında geniş ölçüde traktör ve makine kullanılmasının meyveleri şimdi alınıyordu.

Sanayiin ve tarımın yeniden inşasının tamamlanmasının bir sonucu olarak. milli ekonomi şimdi bol miktarda birinci sınıf tekniğe kavuşmuştu. Sanayi, tarım, ulaştırma ağı ve ordu, büyük miktarda yeni teknik donatıma, makinelere ve takım tezgâhlarına, traktörlere ve tarım makinelerine, lokomotiflere ve buharlı gemilere, tanklara ve toplara, uçak1ara ve savaş gemilerine kavuştu. Bütün bu teknik malzemeyi kullanmak ve bunlardan mümkün olan en büyük yararı sağlamak için, yüzbinlerce eğitilmiş elemana ihtiyaç vardı. Bunlar olmaksızın, teknik alanda usta1aşmış yeterli sayıda insan olmaksızın, teknik malzemenin ölü ve işe yaramaz bir demir yığını haline gelmesi tehlikesi vardı. Bu ciddi bir tehlikeydi, çünkü teknikten yararlanabilecek, tekniği tam olarak kullanabilecek kadroların sayısındaki artış, tekniğin ilerlemesine ayak uyduramıyordu ve hatta çok gerisinde kalıyordu. Sanayi idarecilerimizin önemli bir kısmının bu tehlikeyi görememeleri ve tekniğin “işi kendi kendine” göreceğine inanmaları, meseleyi daha da karmaşık bir hale getiriyordu. Daha önce tekniğin önemini azımsayan ve küçümseyen aynı kimseler, şimdi ona aşırı önem vermeye ve onu bir fetiş olarak görmeye başladılar. Bunlar, tekniği kullanmasını bilen insanlar olmadan, tekniğin ölü birşey olduğunu göremiyorlardı. Tekniği yüksek ölçüde üretken kılmak için, tekniği kullanmasını bilen insanlara ihtiyaç olduğunu göremiyorlardı.

Böylece, tekniği kullanmasını bilen kadrolar sorunu, en önemli sorun haline geldi.

Tekniği abartan ve dolayısıyla eğitilmiş insanların, kadroların önemini azımsayan idarecilerin dikkatini, tekniğin öğrenilmesine ve teknikte ustalaşmaya, teknikten en mükemmel şekilde yararlanmasını bilen çok sayıda kadronun yetiştirilmesi için mümkün olan herşeyin yapılmasına yönelmek gerekiyordu.

Daha önceleri, yeniden inşa döneminin başlarında, ülkemiz teknik imkânlar kıtlığı içindeyken, Parti, “yeniden inşa döneminde teknik herşeyi belirler” şiarını onaya atmıştı; şimdi, teknik imkânların bol olduğu yeniden inşanın esas olarak tamamlandığı ve ülkenin büyük bir kadro sıkıntısı çektiği sırada, Partinin yeni bir şiar, dikkatleri teknikten çok insana, tekniği tam olarak kullanabilecek kadrolara çeken bir şiar ortaya atması zorunlu hale geldi.

Stalin yoldaşın 1935 Mayısında Kızıl Ordu Akademileri

mezunlarına hitaben yaptığı konuşma, bu bakımdan büyük önem

taşıyordu. Stalin yoldaşşunları söylemişti:

“Önceleri, 'Teknik herşeyi belirler' diyorduk. Bu şiar, teknik imkan kıtlığına son vermemize ve halkımızın birinci sınıf teknik imkanlarla donanması için bütün faaliyet alanlarında geniş bir teknik temel yaratmamıza yardımcı oldu. Bu çok iyi birşeydir. Ama yeterli değildir, hiç yeterli delildir. Tekniği harekete geçirmek ve ondan tam olarak yararlanmak için, tekniği kullanmasını bilen kimselere, bu teknikten sanatın bütün kurallarına uygun olarak yararlanmasını bilen kadrolara ihtiyacımız vardır. Tekniği kullanmasını bilen insanların emrinde teknik, mucizeler yaratabilir ve yaratmalıdır. Birinci sınıf fabrikalarımızda ve atölyelerimizde, Sovyet çiftliklerimizde ve kollektif çiftliklerimizde ve Kızıl Ordumuz'da bu tekniğe hakim yeterince kadromuz olsaydı, ülkemiz bugünkünden üç kat, dört kat daha iyi sonuçlar elde ederdi. Şimdi, insanlara, kadrolara, tekniği kullanmasını bilen işçilere ağırlık verilmesi, bu nedenle zorunludur. Geride kalmış bir dönemin, teknik imkan yokluğunun sıkıntısını çektiğimiz bir dönemin yansıması olan 'teknik herşeyi belirler' şiarının yerine, şimdi yeni bir şiarın, 'kadrolar herşeyi belirler' şiarının konulması, bunun için zorunludur. Şimdi asıl mesele budur...

Dünyanın sahip olduğu bütün zenginlikler içinde en değerli ve en belirleyici olanın insanlar, kadrolar olduğunu anlamanın zamanı gelmiştir. Anlaşılmalıdır ki, bugünkü şanlarda 'kadrolar herşeyi belirler'. Eğer sanayide, tarımda, ulaştırmada ve orduda iyi nitelikte ve çok sayıda kadrolara sahip olursak, ülkemiz yenilmez olacaktır.

Eğer böyle kadrolara sahip değilsek, ayakla duramayız.” Artık önde gelen görev, emek üretkenliğini daha da artırmak amacıyla teknik kadroların eğitimini hızlandırmak ve yeni tekniğin kullanılmasında hızla ustalaşmak oluyordu.

Bu kadroların çoğalmasının, insanlarımızın yeni tekniklerin kullanılmasında ustalaşmanın ve emek üretkenliğinin daha da artışının en parlak örneği, Stahanov hareketi idi. Bu hareket, Donetz Havzasında, taşkömürü sanayiinde doğdu ve gelişti, sanayiin diğer dallarına sıçradı, demiryollarına ve daha sonra da tarım alanına yayıldı. Bu harekete, Donetz Havzasında “Tsentralnaya İrmino” Kömür Ocağında çalışan kömür işçisi Aleksey Stahanov'un adına izafeten, Stahanov hareketi denildi. Stahanov'dan önce Nikita İzotov, kömür çıkarımında o zamana kadar görülmemiş rekorlar kırmıştı. 31 Ağustos 1935'te bir tek vardiyada 102 ton kömür çıkaran ve böylece ortalama üretimi yüzde 1,300 geçen Stahanov'un örneği, emek üretkenliğinde yeni bir ilerleme sağlamak, üretim standartlarını yükseltmek yolunda işçilerin ve kollektif çiftçilerin kitle hareketinin temelini attı. Otomobil sanayiinde Bussygin, ayakkabı sanayiinde Smetanin, demiryollarında Krivonos, kereste sanayiinde Mussinski, tekstil sanayiinde Yevdokiya ve Maria Vinogradova, tarımda Maria Demçenko, Maria Gnatyenko, P. Angelina, Polagutin, Kolessov, Kovardak, Borin -Stahanov hareketinin ilk öncülerinin adlarıydı.

Bu kişileri, daha önceki öncülerin emek üretkenliğini aşan bütün bir öncüler ordusu izledi.

1935 Kasımında Kremlin'de yapılan Sovyetler Birliği Birinci Stahanovcular Konferansı ve Stalin yoldaşın burada yaptığı konuşma, Stahanov hareketine büyük bir hız kazandırdı.

“Stahanov hareketi”, diyordu Stalin yoldaş konuşmasında, “sosyalist yarışmada yeni bir dalganın, sosyalist yarışmanın yeni ve daha yüksek bir aşamasının ifadesidir... Geçmişte, üç yıl kadar önce, sosyalist yarışmanın ilk döneminde, sosyalist yarışma ile modern teknik arasında zorunlu bir bağlantı yoktu. Hatta, aslında o zamanlar, hemen hiç modern tekniğimiz yoktu. Öte yandan, sosyalist yarışmanın bugünkü aşaması, Stahanov hareketi, zorunlu olarak modern teknikle bağlantılıdır. Yeni ve daha yüksek bir teknik olmadan, Stahanov hareketi düşünülemezdi. Stahanov, Bussygin, Smetanin, Krivonos, Vinogradova yoldaşlar ve daha birçokları gibi, bu tekniğe tamamen hakim olmuş ve onu ilerletmiş olan yeni insanlarla, kadın ve erkek işçilerle karşıkarşıyayız. Üç yıl kadar önce, böyle insanlarımız hiç yoktu ya da yok denecek kadar azdı... Stahanov hareketinin önemi, eski teknik standartları yetersiz olduktan için yıkan, birçok durumda ileri kapitalist ülkelerin emek üretkenliğini aşan ve böylelikle, ülkemizde sosyalizmin daha da sağlamlaşmasının pratik temelini, ülkemizi bütün ülkeler içinde en müreffeh olanı haline getirme imkanını yaratan bir hareket olmasında yatar.”

Stalin yoldaş, Stahanovcuların çalışma yöntemlerini anlatarak ve Stahanov hareketinin ülkenin geleceği açısından büyük önemini belirterek, sözlerine şöyle devam etti:

“Stahanovcu yoldaşlarımıza yakından bir bakın. Stahanovcular ne çeşit insanlardır? Onlar esas olarak genç ya da orta yaşlı, kültürlü ve teknik bilgiye sahip, çalışmada dikkat ve özen örnekleri veren, çalışmada zaman unsurunun değerini bilen ve sadece dakikaları değil, saniyeleri de saymasını öğrenmiş olan erkek ve kadın emekçilerdir. Çoğu teknik alanda asgari eğitim görmüştür ve teknik eğitimlerini devam ettirmektedir. Bunlar, bazı mühendislerde, teknisyenlerde ve idarecilerde görülen tutuculuk ve ataletten kurtulmuşlardır; eskimiş teknik standartları yıkıp yeni ve daha yüksek standartlar yaratarak cesaretle ilerliyorlar; sanayimizin yöneticileri tarafından hazırlanan projelerde ve iktisadi planlarda verimli değişiklikler yapıyorlar; mühendislerin ve teknisyenlerin söylediklerini sık sık tamamlayıp düzeltiyorlar, onlara öğretiyor ve onları ileriye itiyorlar, çünkü bunlar, yaptıkları işin tekniğinde tam olarak ustalık kazanmış ve teknikten azami faydayı sağlayabilen insanlardır. Bugün Stahanovcular sayıca azdır, ama yarın sayılarının bunun on katına çıkacağından kim şüphe edebilir? Stahanovcuların sanayimize yenilik getirenler olduğu, Stahanov hareketinin sanayimizin geleceğini temsil ettiği, işçi sınıfının kültür ve teknik düzeyinin yükselişinin tohumunu içinde taşıdığı, bize sosyalizmden komünizme geçiş ve kafa ve kol emeği arasındaki ayrımın ortadan kaldırılması için zorunlu olan yüksek emek üretkenliğini sağlayacak tek yolu açtığı aşikâr değil midir?”

Stahanov hareketinin yaygınlaşması ve İkinci Beş Yıllık Planın zamanından önce tamamlanması, emekçi halkın refah ve kültür düzeyinde yeni bir yükselişin şartlarını yarattı.

İkinci Beş Yıllık Plan döneminde, işçilerin ve hizmetlilerin gerçek ücretleri iki mislinden fazla arttı. Ödenen ücretler toplamı, 1933'e 34 milyar rubleden, 1937'de 81 milyar rubleye çıktı. Aynı dönemde, devlet sosyal sigorta fonu, 4,6 milyar rubleden 5,6 milyar rubleye yükseldi. Yalnız 1937'de, işçilerin ve hizmetlilerin devlet sigortasına, yaşam şartlarının düzeltilmesine ve kültürel ihtiyaçların tatminine, sanatoryumlara, sağlık evlerine, dinlenme evlerine ve sağlık hizmetlerine yaklaşık 10 milyar ruble harcandı.

Kırlık alanlarda, kollektif çiftlik sistemi artık kesin olarak sağlamlaştırılmıştı. Kollektif Çiftlik Örnek İşçileri İkinci Kongresinin 1935 Şubatında kabul ettiği Tarımsal Arteller Yönetmenliği'nin ve kollektif çiftliklere işledikleri toprakların süresiz kullanım hakkının verilmesinin, bu gelişmeye büyük katkısı oldu. Kollektif çiftlik sisteminin sağlamlaştırılması, kır nüfusu içinde yoksulluğa ve güvensizliğe son verdi. Önceleri, üç yıl kadar önce, kollektif çiftçiler işgünü birimi başına bir ya da iki kilogram tahıl alırken, şimdi tahıl yetiştiren bölgelerde kollektif çiftçilerin çoğunluğu, diğer bazı ürünlerin ve para gelirinin yanısıra, 5 ila 12 kilogram ve birçoğu da işgünü birimi başına 20 kilogram tahıl alıyorlardı. Şimdi, tahıl yetiştiren bölgelerde, yıllık gelir olarak 500 ili 1500 pud tahıl; pamuk, şeker pancarı, keten, büyükbaş hayvan, üzüm, turunçgiller ve meyve ve sebze yetiştiren bölgelerde ise yıllık gelir olarak onbinlerce ruble elde eden milyonlarca kollektif çiftçi ailesi vardı. Kollektif çiftlikler refaha kavuşmuşlardı. Küçük yıllık mahsuller için yapılmış eski depolama yerleri artık hane halkının ihtiyaçlarının onda birini bile karşılamaz olduğundan, bir kollektif çiftçi ailesinin en önemli meselesi, şimdi yeni silolar ve depolar inşa etmek olmuştu.

Halkın refah düzeyinin yükselmesi karşısında Hükümet, kürtajın yasaklanması üzerine bir yasa çıkardı ve aynı zamanda doğumevlerinin, çocuk yuvalarının, süt merkezlerinin ve anaokullarının inşası için geniş bir program kabul etti. 1935'te bu tedbirler için 875 milyon ayrılmışken, 1936'da bu miktar 2, 714 milyar ruble oldu. Kalabalık ailelere önemli miktarda karşılıksız yardım verilmesini sağlayan bir yasa çıkarıldı. Yalnız 1937'de bu yasayla 1 milyar rublenin üzerinde karşılıksız yardım yapıldı.

Genel eğitim mecburiyetinin kabul edilmesi ve yeni okulların inşasıyla halk kültürel bakımdan hızla kalkındı. Bütün ülkede çok sayıda okul yapıldı. İlk ve ortaokullardaki öğrencilerin sayısı 1914'te 8 milyondan, 1936/37 öğrenim yılında 28 milyona yükseldi. Üniversite öğrencilerinin sayısı aynı dönemde, 112,000’den 542,000'e yükseldi.

Bu gerçek bir kültür devrimiydi.

Kitlelerin refah ve kültür düzeyinin yükselmesi, Sovyet devrimimizin gücünün, kudretinin ve yenilmezliğinin bir yansımasıydı. Geçmişteki devrimler yenilgiye uğradılar, çünkü halka özgürlük verirken, halkın maddi ve kültürel durumunda ciddi bir düzelme sağlayamadılar. Bu devrimlerin baş zaafı buradaydı. Bizim devrimimiz, bütün öteki devrimlerden, halkı yalnız Çarlıktan ve kapitalizmden kurtarmakla kalmayıp onun refah ve kültür düzeyinde de köklü bir ilerleme sağlamış olmasıyla ayrılır. Devrimimizin gücü ve yenilmezliği burada yatar.

“Proleter devrimimiz”, dedi Stalin yoldaş, Sovyetler Birliği Birinci Stahanovcular Konferansında, “halka sadece siyasi sonuçlar değil, aynı zamanda maddi sonuçlar da sunabilmiş olan dünyadaki tek devrimdir. Bütün işçi devrimleri içinde, iktidarı ele geçirmeyi başaran yalnız bir tane tanıyoruz. Bu, Paris Komünü'dür. Ama bu iktidar uzun sürmedi. Evet, bu devrim kapitalizmin zincirlerini parçalamaya girişti ama bu zincirleri kıracak zamanı bulamadı; devrimin maddi kazanımlarını halka gösterecek zaman ise hiç bulamadı. Bizim devrimimiz, kapitalizmin zincirlerini parçalayıp halka özgürlük getirmekle kalmayan, aynı zamanda halk için müreffeh bir hayatın maddi şartlarını da yaratan tek devrimdir. Devrimimizin gücü ve yenilmezliği işte burada yatar.”

3 - VIII. SOVYET KONGRESI. SSCB'NİN YENİ ANAYASASININ KABULÜ.

1935 Şubatında Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri Birliği VII. Sovyet Kongresi, 1924'te kabul edilmiş olan SSCB Anayasasını değiştirme kararı aldı. 1924'te kabul edilmiş olan ilk Sovyet Anayasasından bu yana Sovyetler Birliği'nin yaşamında meydana gelen büyük değişiklikler, bir anayasa değişikliğini zorunlu kılıyordu. Bu dönemde Sovyetler Birliği'nde sınıf güçleri arasındaki karşılıklı ilişki tamamen değişmişti; yeni bir sosyalist sanayi yaratılmış, Kulaklar ezilmiş, kollektif çiftlik sistemi zafer kazanmış ve Sovyet toplumunun temeli olarak, milli ekonominin her alanında üretim araçları üzerinde sosyalist mülkiyet kurulmuştu. Sosyalizmin zaferi, seçim sisteminin daha da demokratikleştirilmesi ve genel, eşit ve gizli oya dayanan doğrudan seçim sisteminin kabul edilmesini mümkün kıldı.

SSCB'nin yeni Anayasası, Stalin yoldaşın başkanlığında, bu amaçla kurulan bir Anayasa Komisyonu tarafından kaleme alındı. Taslak beş buçuk ay süreyle bütün ülkede tartışıldı. Bundan sonra da Olağanüstü VIII. Sovyet Kongresine sunuldu.

SSCB'nin yeni Anayasa tasarısını onaylamak ya da reddetmek üzere özel olarak toplantıya çağrılan VIII. Sovyet Kongresi, 1936 Kasımında toplandı.

Kongreye yeni anayasa taslağı üzerinde bir rapor sunan Stalin yoldaş, Sovyetler Birliği'nde 1924 Anayasasından bu yana meydana gelen başlıca değişiklikleri saydı.

1924 Anayasası NEP'in ilk döneminde hazırlanmıştı. O sıralar Sovyet Hükümeti henüz sosyalizmin yanısıra kapitalizmin de gelişmesine izin vermek zorundaydı. O sıralar Sovyet iktidarının hedefi, iki sistem, kapitalist sistemle sosyalist sistem arasındaki yarışma süresince, sosyalizmin iktisadi alanda kapitalizm üzerindeki zaferini örgütlemeyi sağlamaktı. “Kim-kimi?” sorusu henüz çözülmüş değildi. Eski ve yetersiz teknik donatımı ile sanayi, savaş öncesi üretim düzeyine bile ulaşamamıştı. Tarımın durumu daha da kötüydü. Uçsuz-bucaksız uzanan küçük-köylü çiftlikleri okyanusunda, Sovyet çiftlikleri ve kollektif çiftlikler küçük adalar gibiydiler. O sıralar Kulakların tasfiyesi değil, yalnızca kısıtlanması sözkonusu olabilirdi. Sosyalist sektör, ticaretin ancak yüzde 50'sini kapsıyordu.

Sovyetler Birliği'nin 1936'daki görünümü ise tamamen değişikti. Ülkenin iktisadi hayatı tamamen değişmişti. Kapitalist unsurlar bütünüyle tasfiyeye uğramış, sosyalist sistem iktisadi hayatın bütün alanlarında zafer kazanmıştı. Şimdi, üretimi savaş öncesi düzeyin yedi katına çıkarmış ve özel sanayii tamamıyla silip atmış olan güçlü bir sosyalist sanayi vardı. Modern makinelerle donatılmış ve dünyada en büyük ölçekli tarımsal üretimin yapıldığı kollektif çiftlikler ve Sovyet çiftlikleri biçimindeki mekanize sosyalist çiftlik, tarımda zafer kazanmıştı. 1936 yılına gelindiğinde, sınıf olarak Kulaklar tamamen tasfiye edilmişti ve küçük köylüler artık ülkenin iktisadi hayatında önemli bir rol oynamıyordu. Ticaret tamamen devletin ve kooperatiflerin elinde toplanmıştı. İnsanın insan tarafından sömürülmesine ebediyen son verilmişti. Üretim araçları üzerinde sosyalist kamu mülkiyeti, yeni sosyalist sistemin dokunulmaz temeli olarak iktisadi hayatın bütün dallarında sağlam bir biçimde yerleşmişti. Yeni sosyalist toplumda iktisadi krizler, yoksulluk, işsizlik ve kıtlık ebediyen ortadan kalkmıştı. Sovyet toplumunun bütün üyeleri için müreffeh ve kültürlü bir yaşamın şartları yaratılmıştı.

Bu duruma uygun olarak, dedi Stalin yoldaş raporunda, Sovyetler Birliği nüfusunun sınıf yapısı da değişmiştir. Çiftlik sahipleri sınıfı ve eski büyük emperyalist burjuvazi, daha içsavaş döneminde tasfiye edilmişti. Sosyalizmin inşası dönemi süresince bütün sömürücü unsurlar, kapitalistler, tüccarlar, Kulaklar ve vurguncular tasfiye edilmişti. Sadece, tasfiye edilen sömürücü sınıfların önemsiz kalıntıları vardı ve bunların tam olarak ortadan kaldırılması da çok yakın bir gelecekte gerçekleşecekti.

Sovyetler Birliği emekçileri -işçiler, köylüler ve aydınlar-Sosyalizmin inşası döneminde derin bir değişim geçirmişlerdi.

İşçi sınıfı, artık kapitalizmde olduğu gibi üretim araçlarından yoksun ve sömürülen bir sınıf değildi. İşçi sınıfı kapitalizme son vermiş, üretim araçlarını kapitalistlerin elinden almış ve bunları kamu mülkü haline getirmişti. İşçi sınıfı, artık eski dar anlamıyla proletarya olmaktan çıkmıştı. Devlet iktidarına sahip olan Sovyetler Birliği proletaryası tamamen yeni bir sınıf haline gelmişti. Sömürüden kurtulmuş, kapitalist iktisadi sistemi yıkmış ve üretim araçları üzerinde sosyalist mülkiyeti kurmuş olan bir işçi sınıfı haline gelmişti. Bu yüzden, insanlık tarihinin daha önce benzerini görmediği bir işçi sınıfıydı.

Sovyetler Birliği köylüsünün durumundaki değişme de daha az değildi. Geçmişte, ilkel teknik malzeme kullanan ve kendi küçük toprağı üzerinde tecrit edilmiş ve dağınık bir şekilde çalışan yirmi milyon küçük ve orta-köylü ailesi vardı. Bunlar, çiftlik sahipleri, Kulaklar, tüccarlar, vurguncular, tefeciler vb. tarafından sömürülüyorlardı. Şimdi Sovyetler Birliği'nde tamamen yeni bir köylülük ortaya çıkmıştı. Artık köylülerini sömüren çiftlik sahipleri, Kulaklar, tüccarlar ve tefeciler kalmamıştı. Köylü hanelerinin büyük çoğunluğu, özel mülkiyet esasına dayalı kollektif çalışmadan doğan üretim araçları üzerinde kollektif mülkiyet esasına, dayalı kollektif çiftliklere katılmıştı. Bu, yeni tip bir köylülük, her türlü sömürüden kurtulmuş bir köylülüktü. Bu, insanlık tarihinin daha önce benzerini görmediği bir köylülüktü.

Sovyetler Birliği'nde aydınlar da değişime uğramıştı. Genel olarak tamamen yeni bir aydınlar zümresi haline gelmişti. Aydınların çoğunluğu, işçi ve köylülerin saflarından geliyordu. Bunlar, eski aydınlar zümresi gibi kapitalizme değil, sosyalizme hizmet ediyorlardı. Aydınlar, sosyalist toplumun eşit bir üyesi haline gelmişlerdi. Bu aydınlar, işçilerle ve köylülerle birlikte yeni, sosyalist bir toplum inşa ediyorlardı. Bu, halkın hizmetinde olan ve her türlü sömürüden kurtulmuş olan yeni tip bir aydınlar zümresiydi. Bu, insanlık tarihini daha önce benzerini görmediği bir aydınlar zümresiydi.

Böylelikle, Sovyetler Birliği emekçilerini birbirinden ayıran eski sınıf farkları silinmekteydi, eski sınıfların içine kapanıklığı ortadan kalkıyordu. İşçiler, köylüler ve aydınlar, arasındaki iktisadi ve siyasi çelişmeler gitgide zayıflıyor ve ortadan siliniyordu. Toplumun manevi ve siyasi birliğinin temeli yaratılmıştı.

Sovyetler Birliği'nin yaşamındaki bu derin değişiklikler, Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin bu kesin zaferi, SSCB'nin yeni Anayasa'sına yansıdı.

Yeni Anayasaya göre Sovyet toplumu, iki dost sınıftan, işçilerden ve köylülerden meydana gelmiştir; bu ikisi arasındaki sınıf farklılıkları devam etmektedir. Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri Birliği, işçilerin ve köylülerin sosyalist devletidir.

SSCB'nin siyasi temelini, çiftlik sahiplerinin ve kapitalistlerin iktidarının devrilmesi ve proletarya diktatörlüğünün kurulmasının bir sonucu olarak gelişmiş ve güçlenmiş olan Emekçi Temsilcileri Sovyetleri oluşturur.

SSCB'nde bütün iktidar, Emekçi Temsilcileri Sovyetleri tarafından temsil edilen kent ve köy emekçi halkına aittir.

SSCB'nde en yüksek devlet iktidar organı, SSCB Yüksek Sovyeti'dir.

Eşit haklara sahip iki Meclisten, Birlik Sovyeti ile Milliyetler Sovyetinden meydana gelen SSCB Yüksek Sovyeti, SSCB vatandaşları tarafından dört yıl süreyle, genel, eşit, doğrudan ve gizli oya dayanan seçimle seçilir.

Bütün Emekçi Temsilcileri Sovyetleri için yapılan seçimler gibi, SSCB Yüksek Sovyeti için yapılan seçim de geneldir. Bu ırk ya da milliyet, din, öğrenim düzeyi, doğum yeri, sosyal köken, mülkiyet durumu ya da geçmişteki eylemler dikkate alınmaksızın, akıl hastaları ve mahkemece kamu haklarından yoksun bırakılma cezasına çarptırılmış kimseler dışında, 18 yaşını doldurmuş bütün SSCB yurttaşlarının, temsilcilerin seçiminde oy kullanmaya ve seçimlerde aday olmaya hakları olduğu anlamına gelir.

Temsilci seçimleri eşittir. Bu, her yurttaşın bir oyu olması ve bütün yurttaşların seçimlere eşit haklarla katılması demektir.

Temsilci seçimleri doğrudandır. Bu, kent ve köy Emekçi Temsilcileri Sovyetlerinden SSCB Yüksek Sovyeti'ne kadar bütün Emekçi Temsilcileri Sovyetlerinin yurttaşlar tarafından tek dereceli seçimle seçilmesi demektir.

SSCB Yüksek Sovyeti, iki Meclisin birleşik oturumunda Yüksek Sovyet Prezidyumunu ve SSCB Halk Komiserleri Konseyi'ni seçer.

SSCB'nin dayandığı iktisadi temel, sosyalist ekonomi sistemi ve üretim araçları üzerinde sosyalist mülkiyettir. SSCB'nde sosyalizmin “Herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” ilkesi gerçekleştirilmiştir.

Bütün Sovyet vatandaşlarına çalışma hakkı, dinlenme ve tatil hakkı, eğitim görme hakkı, yaşlılık, hastalık ve sakatlık durumunda bakım hakkı sağlanmıştır.

Kadınlar yaşamın bütün alanlarında erkeklerle eşit haklara sahiptir. Milliyetine ya da ırkına bakılmaksızın tüm Sovyet yurttaşlarının eşitliği, değiştirilmesi mümkün olmayan bir yasadır.

Bütün vatandaşlara vicdan özgürlüğü ve dine karşı propaganda özgürlüğü tanınmıştır.

Sosyalist toplumu güçlendirmek için, Anayasa, söz, basın, toplantı ve gösteri özgürlüklerini, dernek kurma, kişi dokunulmazlığı, konut dokunulmazlığı ve haberleşmenin gizliliği, emekçi halkın çıkarlarını savundukları için veya bilimsel faaliyetlerinden ötürü veya ulusal kurtuluş mücadelelerinden dolayı baskıya uğrayan yabancı devlet yurttaşlarının SSCB'ne sığınma haklarını garanti altına alır.

Yeni Anayasa bütün Sovyet vatandaşlarına ciddi yükümlülükler de yükler: Yasalara riayet, çalışma disiplinini koruma, kamu görevlerini dürüstlükle yerine getirme, sosyalist toplumun kurallarına saygı gösterme, sosyalist kamu mülkiyetini koruma ve güçlendirme ve sosyalist anavatanı savunma yükümlülüğü.

“Anavatanı savunmak bütün SSCB vatandaşlarının kutsal görevidir.”

Vatandaşların çeşitli dernekler kurma hakkına ilişkin olarak, Anayasa maddelerinden birinde şunlar belirtilmektedir:

“İşçi sınıfının ve emekçi halkın diğer kesimlerinin saflarındaki en aktif ve en yüksek siyasi bilince sahip yurttaşlar, sosyalist sistemi güçlendirme ve geliştirme mücadelesinde emekçi halkın öncüsü olan ve emekçi halkın bütün örgütlerinin, hem kamu ve hem de devlet örgütlerinin yönetici çekirdeğini temsil eden Sovyetler Birliği Komünist partisi (Bolşevik)'te birleşirler.”

SSCB'nin yeni Anayasa taslağı VIII. Sovyet Kongresi tarafından oybirliğiyle onaylandı ve kabul edildi.

Böylelikle Sovyet ülkesi yeni bir Anayasa, sosyalizmin ve işçilerle köylülerin demokrasinin zaferini somutlaştıran bir Anayasa kazanmış oldu.

Anayasa bu yolla, SSCB'nin yeni bir gelişme aşamasına, sosyalist toplumun inşasının tamamlanması ve toplum yaşamının yol gösterici ilkesinin “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” şeklindeki komünist ilke olacağı komünist topluma tedricen geçiş aşamasına girmiş olduğunu belirtiyor ve yeni bir çağ açan bu olguya yasal bir nitelik kazandırıyordu.

4 -BUHARİNCİ-TROÇKİST CASUSLAR, YIKICILAR VE VATAN HAİNLERİ ÇETESİNİN KALINTILARININ TASFİYESİ. SSCB YÜKSEK SOVYETİ SEÇİMİİÇİN HAZIRLIKLAR. PARTİNİN İZLEYECEĞİ YOL OLARAK, GENİŞ PARTİ-İÇİ DEMOKRASİ. SSCB YÜKSEK SOVYETİ SEÇİMLERİ.

1937 yılında, Buharinci-Troçkist çetenin işlediği canice suçlarla ilgili yeni gerçekler günışığına çıktı. Pyatakov, Radek ve diğerlerinin mahkemesi; Tuhaçevksi, Yakir ve diğerlerinin mahkemesi ve nihayet Buharin, Rykov, Krestinski, Rosengoltz ve diğerlerinin mahkemesi, Buharincilerin ve Troçkistlerin uzun süreden beri bir “Sağcılar ve Troçkistler Bloku” şeklinde çalışan bir halk düşmanları çetesi halinde birleşmiş olduklarını gösterdi.

Duruşmalar, bu insan süprüntülerinin, Troçki, Zinovyev ve Kamenev gibi halk düşmanlarıyla birlikte, Ekim Sosyalist Devriminin ilk günlerinden beri Lenin'e, Partiye ve Sovyet devletine karşı bir komplo içinde bulunduğunu ortaya koydu. 1918 başlarında Brest-Litovsk Barışım baltalamaya yönelik sinsi çabalar; Lenin'e karşı girişilen komplo ve 1918 ilkbaharında Lenin, Stalin ve Sverdlov'un tutuklanmaları ve öldürülmeleri için “Sol” Sosyal-Devrimcilerle yapılan gizli ittifak; 1918 yazında Lenin'in yaralanmasına yolaçan alçakça suikast; 1918 yazında “Sol” Sosyal-Devrimcilerin isyanı; 1921'de Lenin'in önderliğini kundaklamak ve yıkmak amacıyla Parti içindeki görüş ayrılıklarını kasıtlı olarak derinleştirilmesi; Lenin'in hastalığı sırasında ve ölümünden sonra Parti önderliğini devirme girişimleri; devlet sırlarının düşmanlara verilmesi ve yabancı casusluk örgütlerine bilgi sağlanması; Kirov'un alçakça öldürülmesi; yıkıcılık ve saptırma faaliyetleri ve sabotajlar; Menjinski, Kuybişev ve Gorki'nin haince öldürülmeleri -20 yıllık bir dönem içinde yapılan bütün bunların ve benzer hainliklerin, burjuva devletlerin casusluk örgütlerinin emirleriyle, Troçki, Zinovyev, Kamenev, Buharin, Rykov ve uşaklarının katılımı ya da doğrudan yönetimi ile işlendiği meydana çıktı.

Duruşmalar, Troçkist-Buharinci canilerin, efendilerinin, yani yabancı devletlerin casusluk örgütlerinin arzusuna uygun olarak, Partiyi ve Sovyet devletini yıkmaya, ülkenin savunma gücünü kundaklamaya, yabancı askeri müdahaleye yardımcı olmaya, Kızıl Ordu'nun yenilgisini hazırlamaya, . SSCB'ni parçalamaya, Sovyet Kıyı Bölgesini Japonya'ya, Sovyet Byelo-Rusya'sını Polonya'ya, Sovyet Ukrayna'sını Almanya'ya vermeye, işçilerin ve kollektif köylülerin kazanımlarını yıkmaya ve SSCB'nde kapitalist köleliği restore etmeye çalıştıklarını gün ışığına çıkardı.

Aslında bir sinek kadar bile güçlü olmayan bu Beyaz Muhafız cüceler, öyle görülüyor ki, ülkenin efendileri oldukları ve gerçekten Ukrayna'yı, Byelo-Rusya'yı ve Kıyı Bölgesini satabilecek ya da verebilecek güçte oldukları zehabına kapılmışlardı.

Bu Beyaz Muhafız haşarat, Sovyet ülkesinin efendisinin Sovyet halkı olduğunu ve Rykovların, Buharinlerin, Zinovyevlerin ve Kamenevlerin hepsinin, Sovyet devletinin geçici hizmetlileri olduklarını ve devletin istediği anda onları bir süprüntü gibi görevlerinden atabilecek güçte olduğunu unuttular.

Bu aşağılık faşist uşakları, Sovyet halkının parmağını şöyle bir kımıldatarak bunların hepsini silip süpürebileceğini unuttular.

Sovyet mahkemesi, Buharinci-Troçkist canileri kurşuna dizilmeye mahkûm etti.

İçişleri Halk Komiserliği, hükümleri infaz etti.

Sovyet halkı, Buharinci-Troçkist çetenin imhasını onayladı ve gündeme devam etti.

Gündemdeki görev, SSCB Yüksek Sovyeti seçimlerine hazırlanmak ve bu seçimleri örgütlü bir şekilde yapmaktı.

Parti, bütün gücünü seçim hazırlıklarına verdi. Parti, yeni SSCB Anayasasının yürürlüğe girmesinin, ülkenin siyasi yaşamında bir dönüm noktası olduğunu düşünüyordu. Bu dönüm noktası, seçim sisteminin tam olarak demokratikleştirilmesi, sınırlı oy hakkı yerine genel oy hakkının, tam eşit olmayan seçimler yerine eşit seçimlere, çok dereceli seçimler yerine tek dereceli seçimlerin ve açık oy yerine gizli oy esasının konması anlamına geliyordu.

Yeni Anayasanın kabulünden önce, din adamlarının, eski Beyaz Muhafızların, eski Kulakların ve toplumsal yararlı bir çalışma yapmayanların oy hakları kısıtlanmıştı. Yeni Anayasa, temsilci seçimlerini genelleştirerek, bu kategorilere giren yurttaşların oy hakkı üzerindeki kısıtlamaları kaldırdı.

Daha önce, kentli ve köylü nüfusun temsil esaslarındaki farklardan ötürü, temsilci seçimleri eşit olmuyordu. Oysa şimdi, seçimlerin eşitliğini kısıtlama zorunluluğu ortadan kalkmış ve bütün yurttaşlara eşitlik esası üzerinde seçimlere katılma hakkı tanınmıştı.

Daha önce, Sovyet iktidarının orta ve yüksek dereceli organlarının seçimleri çok dereceli idi. Oysa şimdi, yeni Anayasada kent ve köy Sovyetlerinden Yüksek Sovyet'e kadar bütün Sovyetler için yapılacak seçimlerin tek dereceli olması esası kabul ediliyordu.

Daha önce, Sovyet temsilcileri seçimleri açık oyla yapılıyordu ve adaylara değil, aday listelerine oy veriliyordu. Oysa şimdi, temsilcilerin seçimi gizli oyla yapılacaktı ve her seçim bölgesinde aday listelerine değil adaylara oy verilecekti.

Bu, ülkenin siyasi yaşamında kesin bir dönüm noktasıydı.

Yeni seçim sisteminin, halkın siyasi faaliyetinin artmasına, yığınların Sovyet iktidar organlarının halka karşı sorumluluklarının çoğalmasına yol açması kaçınılmazdı ve nitekim öyle oldu.

Ülkenin siyasi hayatındaki bu dönüm noktasına tam olarak hazırlıklı olabilmek için, itici gücün Parti olması ve yapılacak seçimlerde Partinin önder rolünün tam olarak sağlanması gerekiyordu. Fakat, bunun gerçekleştirilmesi, ancak bizzat Parti örgütlerinin günlük çalışmalarında tam olarak demokratikleştirilmeleriyle; Parti Tüzüğünün emrettiği gibi, Parti-içi yaşantıda demokratik merkeziyetçilik ilkelerini tam olarak uygulamalarıyla; Partinin bütün organlarının seçim yoluyla işbaşına gelmesiyle; Partide eleştiri ve özeleştirinin tam olarak geliştirilmesiyle; Parti organlarının Parti kitlesine karşı sorumluluğunun tam olmasıyla ve bizzat Parti kitlesinin tam aktif hale gelmesiyle mümkün olabilirdi.

1937 Şubatının sonlarında yapılan Merkez Komitesi Plenumunda Jdanov yoldaşın, Parti örgütlerinin SSCB Yüksek Sovyeti seçimlerine hazırlanması konusunda sunduğu rapor, bazı Parti örgütlerinin, seçim ilkesi yerine kooptasyon usulünü uygulayarak, adaylar yerine aday listelerine oy vererek, gizli oy yerine açık oy esasını getirerek günlük çalışmalarında Parti Tüzüğünü ve demokratik merkeziyetçilik ilkelerini sistematik olarak çiğnediklerini ortaya koydu. Böyle uygulamaların hakim olduğu örgütlerin, Yüksek Sovyet seçimlerinde görevlerini tam olarak yerine getiremeyecekleri açıktı. Herşeyden önce, Parti örgütlerinde bu tür anti-demokratik uygulamalara son vermek ve Parti çalışmasını geniş demokratik esaslar üzerinde yeniden örgütlemek zorunluydu.

Bunun için, Jdanov yoldaşın raporunu dinledikten sonra, Merkez Komitesi plenumu şunları kararlaştırdı:

“a) Parti çalışmasını, Parti Tüzüğünün öngördüğü Parti-içi demokrasi ilkelerinin tam ve koşulsuz olarak uygulanması temeli üzerinde yeniden örgütlemek.

b) Parti Tüzüğünün öngördüğü gibi, Parti Komiteleri için kooptasyon uygulamasına son vermek ve Parti örgütlerinin yönetici organlarının seçim yoluyla iş başına gelmesi ilkesini yeniden hakim kılmak.

c) Parti organları için yapılan seçimlerde aday listelerine oy verilmesini yasaklamak; seçimlerde adaylara oy verilmesine ve bütün Parti üyelerinin, adaylara karşı çıkma ve onları eleştirme sınırsız hakkına sahip olmak.

d) Parti organları için yapılan seçimlerde kapalı (gizli) oy esasını kabul etmek.

e) En alt seviyedeki Parti örgütlerinin Parti Komitelerinden, Bölge ve Alt Bölge Komitelerine ve milli bölgelerdeki Komünist Partilerinin Merkez Komitelerine kadar bütün Parti örgütlerinde, Parti organlarının seçilmesi; bütün seçimlerin en geç 20 Mayıs tarihine kadar tamamlanması.

f) Bütün Parti örgütlerinin, Parti organlarının hizmet süreleri bakımından Parti Tüzüğünün öngördüğü kurallara sıkı sıkıya uyması; yani: En alt seviyedeki Parti örgütlerinde yılda bir; mıntıka ve şehir örgütlerinde yine yılda bir; alt bölge, bölge ve cumhuriyet örgütlerinde 18 ayda bir seçim yapılması.

g) Temel Parti örgütlerinin, Parti Komitelerini genel fabrika toplantılarında seçmesi sistemine sıkı sıkıya bağlı kalmalarını sağlamak ve genel fabrika toplantılarının yerine delege toplantılarının geçirilmesine izin vermemek.

h) Bazı Parti örgütlerinde görülen, genel toplantıları kaldırma ve bunun yerine bölüm toplantıları ve delege konferanslarının geçirilmesine izin vermemek.“

Böylece Parti, yaklaşan seçimler için hazırlıklara başladı.

Merkez Komitesinin bu kararı çok büyük siyasi önem taşıyordu. Bu kararın önemi, SSCB Yüksek Sovyeti seçimleri için Partinin açtığı kampanyayı başlatmasından ibaret değildi; bu karar, aynı zamanda ve öncelikle, Parti örgütlerinin çalışmalarının yeniden örgütlemelerine, Partiiçi demokrasi ilkelerini uygulamalarına ve Yüksek Sovyet seçimlerine tam olarak hazırlanmalarına yardımcı oluyordu.

Seçim kampanyasını geliştirirken Parti, Komünistler ve Partisiz yığınlar arasında bir seçim bloku kurulması fikrini seçim politikasının köşe taşı yapmaya karar verdi. Parti, seçim bölgelerinde Partisizlerle ortak adaylar göstermeye karar vererek, Partisizlerle yığınlarla ittifak halinde, blok halinde seçimlere girdi. Bu, burjuva ülkelerinde yapılan seçimlerde görülmemiş ve tamamen imkansız olan birşeydi. Ama, birbirine düşman sınıfların artık mevcut olmadığı ve nüfusun bütün kesimlerinin manevi ve siyasi birliğinin tartışılmaz bir gerçek olduğu ülkemizde, Komünistlerle Partisizlerin bir seçim bloku kurmaları gayet doğaldı.

7 Aralık 1937'de Parti Merkez Komitesi, seçmenlere hitaben bir bildiri yayınladı. Bildiride şöyle deniyordu:

“12 Aralık 1937'de, sosyalist Anayasamız gereğince, Sovyetler Birliği'nin emekçi halkı, SSCB Yüksek Sovyeti'ne temsilcilerini seçecektir. Bolşevik Parti seçimlere, Partisiz işçilerle, köylülerle, memurlarla ve aydınlarla blok halinde, ittifak halinde girmektedir... Bolşevik Parti, kendini Partisizlerden ayrı tutmamakta, aksine seçimlere Partisizlerle blok halinde, ittifak halinde, işçi ve memur sendikalarıyla, Genç Komünistler Birliği ve Partisizlerin diğer örgüt ve kuruluşlarıyla blok halinde girmektedir. Dolayısıyla, temsilci adayları, Komünistlerin ve Partisizlerin ortak adayları olacaktır; nasıl her Komünist temsilci, Partisizlerin de temsilcisi olacaksa, her Partisiz temsilci de aynı zamanda Komünistlerin temsilcisi olacaktır.”

Merkez Komitesi'nin bildirisi, seçmenlere yapılan şu çağrıyla sona eriyordu:

“Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) Merkez Komitesi, bütün komünistleri ve sempatizanları, Partisiz adaylara, tıpkı komünist adaylara oy veriyormuşçasına oy vermeye çağırır.

Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) Merkez Komitesi, tüm Partisiz seçmenleri, Komünist adaylara, tıpkı Partisiz adaylara oy veriyormuşçasına oy vermeye çağırır.

Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) Merkez Komitesi, bütün seçmenleri, birlik Sovyeti'ne ve Milliyetler Sovyeti'ne girecek temsilcileri seçmek üzere 12 Aralık 1937'de yekvücut olarak sandık başına gitmeye çağırır.

Sovyet devletinin yüce organına temsilci seçme şerefini ve hakkını kullanmayan bir tek seçmen olmamalıdır.

Yüksek Sovyet seçimlerine istisnasız bütün seçmenlerin katılmasını sağlamayı yurttaşlık görevi saymayan bir tek aktif vatandaş olmamalıdır.

12 Aralık 1937, SSCB'ni bütün milliyetlerden emekçi halkının, Lenin'in ve Stalin'in muzaffer bayrağı etrafında birliğini kutlayan büyük bir bayram olmalıdır.”

11 Aralık 1937'de, seçimlerin arifesinde, Stalin yoldaş aday gösterildiği bölgenin seçmenlerine hitap etti ve SSCB Yüksek Sovyeti'ne seçilecek delegelerin, halkın seçtiği kimselerin nasıl olması gerektiğini anlattı. Stalin yoldaşşöyle dedi:

“Seçmenler, halk temsilcilerinin kendilerine verilen görevi yerine getirecek yetenekte olmasını; çalışmalarında siyasi dar görüşlüler seviyesine düşmemesini; siyasi görevlerinde Lenin'i örnek almasını; kamu görevlerinde Lenin gibi açık ve kesin olmalarını; mücadelede Lenin gibi acımasız olmasını; ortalık karışmaya başladığında ve şu ya da bu tür bir tehlike ufukta göründüğünde, Lenin gibi her türlü panikten ve panik belirtisinden uzak olmasını, lehteki ve aleyhteki bütün unsurların kapsamlı bir şekilde tespit edilip tartılmasını gerektiren karmaşık sorunlar hakkında karar almada, Lenin gibi akıllı ve kesin davranmasını; Lenin gibi namuslu ve dürüst olmasını; halkını Lenin gibi sevmesini talep etmelidirler.”

SSCB Yüksek Sovyeti seçimleri 12 Aralık günü büyük coşkunluk içinde yapıldı. Bu olay, seçimin ötesinde birşeydi. O gün Sovyet halkının zaferini kutlayan büyük bir bayram, SSCB halklarının büyük dostluğunu ortaya koyan bir olaydı.

94 milyon seçmenin 91 milyondan fazlası ya da yüzde 96,8'i oy kullandı. Seçime katılanların 89,844,000'i ya da yüzde 98,6'sl, Komünistler ve Partisizler blokunun adaylarına oy verdiler. Sadece 632,000 kişi, ya da seçmenlerin yüzde birinden daha azı, Komünistler ve Partisizler blokunun adaylarına karşı oy verdiler. Komünistler ve Partisizler blokunun istisnasız bütün adayları seçildiler.

Böylece 90 milyon kişi oybirliğiyle SSCB'nde sosyalizmin zaferini onayladı.

Bu, Komünistler ve Partisizler blokunun önemli bir zaferiydi.

Bu, Bolşevik Partinin bir zaferiydi.

Bu, Molotov yoldaşın, Ekim Devriminin 20. yıldönümünde yaptığı tarihi konuşmada sözünü ettiği, Sovyet halkının manevi ve siyasi birliğinin parlak bir kanıtıydı.

SONUÇLAR

Bolşevik Partisinin katettiği tarihi yoldan çıkarılacak temel sonuçlar nelerdir?

Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) tarihi bize ne öğretiyor?

1) Parti tarihi bize herşeyden önce, proletaryanın devrimci bir partisi, oportünizmden arınmış, uzlaşmacılara ve teslimiyetçilere karşı uzlaşmaz, burjuvaziye ve onun devlet iktidarına karşı tutumunda devrimci bir parti olmaksızın, proleter devrimin ve proletarya diktatörlüğünün zaferinin imkansız olduğunu öğretiyor.

Parti tarihi bize, proletaryayı böyle bir partiden yoksun bırakmanın, onu devrimci önderlikten yoksun bırakmak demek olduğunu; onu devrimci önderlikten yoksun bırakmanın ise proleter devrim davasını yıkmak anlamına geldiğini öğretiyor.

Parti tarihi bize, iç barışşartlarında yetişmiş, oportünistlerin dümen suyundan giden, “sosyal reformlar” hayaliyle yaşayan ve sosyal devrimden ödü kopan Batı Avrupa tipi alışılagelmiş sosyal-demokrat partilerin böyle bir parti olamayacağını öğretiyor.

Parti tarihi bize, sadece yeni tipte bir partinin, Marksist-Leninist bir partinin, bir sosyal devrim partisinin, proletaryayı burjuvaziye karşı tayin edici savaşlara hazırlayabilecek ve proleter devrimin zaferini örgütleyebilecek bir partinin böyle bir parti olabileceğini öğretiyor.

SSCB'deki Bolşevik Parti, böyle bir partidir.

“Devrim öncesi dönemde”, diyor Stalin yoldaş, “azçok barışçıl gelişme döneminde, II. Enternasyonal Partilerinin işçi hareketinde egemen güç olduğu ve parlamenter mücadele biçimlerinin temel biçimler olarak görüldüğü bu koşullarda parti, sonraları açık devrimci savaş koşulları altında kazandığı ciddi ve tayin edici öneme sahip değildi ve olamazdı da. Çeşitli saldırılara karşı II. Enternasyonali savunmak için Kautsky, II. Enternasyonal partilerinin savaş aracı değil, bir barış aracı olduklarını, tam da bu yüzden savaş sırasında, proletaryanın devrimci eylemleri döneminde; herhangi ciddi birşeye girişecek durumda olmadıklarını söyledi. Bu tamamıyla doğrudur. Ama bu ne demektir? Bu demektir ki, II. Enternasyonal partileri, proletaryanın devrimci mücadelesi için işe yaramazdır; işçileri iktidara götüren, proletaryanın militan partileri değil, parlamento seçimleri ve parlamenter mücadele için düzenlenmiş bir seçim aygıtıdır. Aslında, II. Enternasyonal oportünistlerinin egemenlikleri döneminde proletaryanın asıl siyasi örgütünün parti değil de parlamento fraksiyonu olduğu olgusu da bununla açıklanır. Partinin bu dönemde gerçekte parlamento fraksiyonunun bir eklentisi ve ona hizmet etmekle yükümlü bir öğe olduğu iyi bilinir. Kanıtlamaya gerek yoktur ki, böylesi koşullar altında ve böyle bir partinin yönetimi altında proletaryayı devrime hazırlamak sözkonusu bile olamazdı.

Ama yeni dönemin gelip çatmasıyla durum temelden değişti. Yeni dönem, sınıfların açıktan çatışması dönemidir; proletaryanın devrimci eylemler dönemi, proleter devrim dönemi, güçlerin emperyalizmi devirmeye, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesine doğrudan hazırlanması dönemidir. Bu dönem, proletaryanın önüne yeni görevler koyar: tüm parti çalışmasını yeni, devrimci bir tarzda yeniden örgütlemek, işçileri iktidar uğruna devrimci mücadele ruhuyla eğitmek, yedekleri yetiştirmek ve yakınlaştırmak, komşu ülkelerin proleterleriyle ittifak kurmak, sömürgelerdeki ve bağımlı ülkelerdeki kurtuluş hareketiyle sağlam bağlar kurmak vs. vb. Bu yeni görevlerin, parlamentarizmin barışçıl koşullarında eğitilmiş olan eski sosyal-demokrat partilerin güçleriyle çözülebileceğini sanmak, kendini onmaz bir çaresizliğe, kaçınılmaz bir yenilgiye mahkum etmek demektir. Üstesinden gelinecek böylesi görevlerin olduğu yerde eski partileri başta tutmaya devam etmek, tamamen silahsız durumda kalmak demektir. Kanıtlamaya gerek yoktur ki, proletarya böyle bir duruma razı olamazdı.

Yeni bir partinin, militan bir partinin, devrimci bir partinin, proletaryaya iktidar uğruna mücadelede önderlik edecek kadar cesur, devrimci durumun çapraşık koşulları içinde yolunu şaşırmayacak kadar deneyimli, hedefe giden yolda tehlikeli engellerden sakınacak kadar esnek bir partinin zorunluluğu buradan gelir.

Böyle bir parti olmaksızın, emperyalizmi devirmek, proletarya diktatörlüğünü kurmak düşünülemez bile.

Bu yeni parti, Leninizmin partisidir.” (Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 74/75.)

2) Parti tarihi bize ayrıca, işçi sınıfı partisinin, işçi sınıfı hareketinin ileri teorisine, Marksist-Leninist teoriye iyice hakim olmadıkça, sınıfının önderi rolünü, proleter devrimin örgütleyicisi ve önderi rolünü oynayamayacağını öğretiyor.

Marksist-Leninist teorinin gücü, bu teorinin Partiye her durumda doğru yönü bulma, olayların iç bağlantısını anlama, bunların akış yönünü önceden görme ve sadece bugün nasıl ve hangi yönde geliştiklerini değil, gelecekte nasıl ve hangi yönde gelişeceklerini de görme imkânı sağlamasında yatar.

Ancak Marksist-Leninist teoriye iyice hakim olmuş bir parti güvenle ilerleyebilir ve işçi sınıfını ileriye götürebilir.

Ve tersine -Marksist-Leninist teoriye iyice hakim olmayan bir parti ise el yordamıyla ilerlemek zorunda kalır, eylemlerinde güvensiz hale gelir ve işçi sınıfını ileriye götüremez.

Marksist-Leninist teoriye iyice hakim olmak için Marx'ın, Engels'in ve Lenin'in eserlerinden soyutlanmış sonuç ve önermeleri dikkatle ezberlemenin, uygun düştüğünde bunları nakletmeyi öğrenmenin ve böyle ezberlenmiş olan sonuç ve önermelerin her yerde geçerli olacağını umarak, bununla yetinmenin yeterli olacağı sanılabilir. Ama Marksist-Leninist teoriye böyle bir yaklaşım tamamıyla yanlıştır. Marksist-Leninist teoriyi bir dogmalar yığını, bir fetvalar listesi, bir iman simgesi olarak, Marksistleri de basmakalıp bilgiçler, dogmacılar olarak görmemek gerekir. Marksist-Leninist teori, sosyal gelişmenin, işçi sınıfı hareketinin, proleter devrimin, komünist toplumun inşasının bilimidir. Ve bir bilim olarak, hareketsiz durmaz ve duramaz; gelişir ve kendini mükemmelleştirir. Açıktır ki, gelişmesi içinde yeni tecrübelerle ve yeni bilgilerle mutlaka zenginleşir; bazı önermeleri ve sonuçları da, zamanın akışı içinde mutlaka değişir; yeni tarihi şartlara tekabül eden yeni önermeler ve sonuçlar mutlaka bunların yerini alır.

Marksist-Leninist teoriye hakim olmak, hiçbir şekilde, onun bütün formüllerini ve önermelerini ezberlemek ve her kelimesine bağlanıp kalmak anlamına gelmez. Marksist-Leninist teoriye hakim olmak için, herşeyden önce, onun lafzıyla özünü birbirinden ayırmayı öğrenmeliyiz.

Marksist- Leninist teoriye hakim olmak, bu teoriyi özümlemek ve onu, proletaryanın sınıf mücadelesinin değişen şartlarında devrimci hareketin pratik sorunlarının çözümünde kullanmayı öğrenmek demektir.

Marksist-Leninist teoriye hakim olmak, bu teoriyi devrimci hareketin yeni tecrübeleriyle, yeni önerme ve sonuçlarıyla zenginleştirmek demektir; eskimiş önermelerini ve sonuçlarını, yeni tarihi şartlara tekabül eden yenileriyle, teorinin özüne uygun olarak değiştirmekte tereddüt etmeksizin onu geliştirebilmek ve ilerletebilmek demektir.

Marksist-Leninist teori bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur.

İkinci Rus Devrimine (Şubat 1917) kadar bütün ülkelerin Marksistleri, parlamenter demokratik cumhuriyetin, kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminde toplum için en uygun siyasi örgütlenme olduğunu düşünüyorlardı. Gerçi Marx daha yetmişli yıllarda, proletarya diktatörlüğü için en elverişli biçimin parlamenter cumhuriyet değil, Paris Komünü örneğinde bir siyasi örgütlenme olduğunu belirtmişti. Ama ne yazık ki Marx, yazılarında bu önermeyi fazla geliştirmemişti ve bu önerme unutulmuştu. Ayrıca, Engels'in 1891'de Erfurt Programı taslağını eleştirirken ileri sürdüğü, demokratik cumhuriyetin “proletarya diktatörlüğü için özgül biçim” olduğu şeklindeki kesin beyanı, Marksistlerin demokratik cumhuriyeti proletarya diktatörlüğünün siyasi biçimi olarak görmeye devam ettikleri konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmıyordu. Engels'in bu tezi daha sonra, Lenin dahil bütün Marksistlerin yol gösterici ilkesi haline geldi. Ancak 1905 Rus Devrimi ve özellikle 1917 Şubat Devrimi, toplumun siyasi örgütlenmesinin yeni bir biçimini, İşçi ve Köylü Temsilcileri Sovyetlerini ortaya çıkardı. Rusya'daki iki devrim tecrübesinin incelenmesine dayanarak Lenin, Marksist teoriden yola çıkarak, proletarya diktatörlüğü için en iyi siyasi biçimin, parlamenter demokratik cumhuriyet değil, bir Sovyetler cumhuriyeti olduğu sonucuna vardı. Buradan hareketle Lenin, Nisan 1917'de, burjuva devriminden sosyalist devrime geçiş dönemi sırasında, proletarya diktatörlüğü için en elverişli biçim olarak bir Sovyet Cumhuriyeti şiarını ortaya attı. Bütün ülkelerin oportünistleri parlamenter cumhuriyete sarıldılar ve Lenin'i Marksizmden ayrılmak ve demokrasiyi yıkmakla suçladılar. Ama, elbette ki, Marksist teoriyi derinliğine kavramış olan gerçek Marksist, oportünistler değil, Lenin'di. Çünkü Lenin, Marksist teoriyi yeni tecrübelerle zenginleştirerek ilerletiyordu. Oysa oportünistler Marksizmi geriye itiyorlardı ve önermelerinden birini bir dogma haline getiriyorlardı.

Eğer Lenin Marksizmin lafzı altında ezilip kalsaydı ve Marksizmin eski, Engels tarafından formüle edilen bir önermesini, yeni tarihi şartlara uygun bir önermeyle, Sovyetler cumhuriyetine ilişkin yeni önermeyle değiştirmek cesaretini göstermeseydi, Partimize, devrimimize ve Marksizme ne olurdu? Parti karanlıkta el yordamıyla yürümek zorunda kalır, Sovyetler dağılırdı; Sovyet iktidarımız olmazdı ve Marksist teori büyük bir başarısızlıkla karşılaşırdı. Proletarya kaybeder, proletaryanın düşmanları kazanırdı.

Emperyalizm öncesi kapitalizmi incelemeleri sonucunda Engels ve Marx, sosyalist devrimin tek ülkede zafere ulaşamayacağı, ancak uygar ülkelerin tümünde ya da çoğunda aynı zamanda indirilecek bir darbeyle zafere ulaşılabileceği sonucuna varmışlardı. Bu, 19. yüzyılın ortalarında oluyordu. Bu sonuç, daha sonra bütün Marksistlerin yol gösterici ilkesi haline geldi. Ancak, 20. yüzyılın başında, emperyalizm öncesi kapitalizm, emperyalist kapitalizm haline; ilerleyen kapitalizm, çürüyen kapitalizm haline geldi. Emperyalist kapitalizmi incelemesi sonucunda Lenin, Marksist teoriye dayanarak, Engels ve Marx'ın eski formülünün artık yeni tarihi şartlara uymadığı ve sosyalist devrimin tek ülkede zafere ulaşmasının mümkün olduğu sonucuna vardı. Bütün ülkelerin oportünistleri, Engels ve Marx'ın eski formülüne sarıldılar ve Lenin'i Marksizmden ayrılmakla suçladılar. Ama elbette ki, Marksist teoriyi derinlemesine kavramış olan gerçek Marksist, oportünistler değil, Lenin'di. Çünkü Lenin, Marksist teoriyi yeni tecrübelerle zenginleştirerek ilerletiyordu, oysa oportünistler onu geri itiyorlar ve onu mumyalaştırıyorlardı.

Eğer Lenin Marksizmin lafzı altında ezilip kalsaydı ve Marksizmin eskiden varmış olduğu sonuçlardan birini terkedip, yerine sosyalizmin tek ülkede zafere ulaşmasının mümkün olduğunu gösteren yeni bir sonucu, yeni tarihi şartlara uygun bir sonucu koymak için gerekli teorik cesareti göstermeseydi, Partimize, devrimimize ve Marksizme ne olurdu? Parti karanlıkta el yordamıyla yürümek zorunda kalır, proleter devrimi önderlikten yoksun bırakılır ve Marksist teori çürümeye başlardı. Proletarya kaybeder, proletaryanın düşmanları kazanırdı.

Oportünizm her zaman, Marksist teorinin veya onun önermelerinden ve varmış olduğu sonuçlardan herhangi birinin doğrudan doğruya inkârı demek değildir. Oportünizm, bazen, Marksizmin ilerlemesini önleyecek eskimiş önermelerine sıkı sıkıya sarılma ve onları birer dogma haline getirme teşebbüsünde ifadesini bulur. Abartmış olmaktan korkmaksızın denilebilir ki, Engels'in ölümünden bu yana, Marksist teoriyi ilerleten ve onu proletaryanın sınıf mücadelesinin yeni şartlarında yeni tecrübelerle zenginleştiren Marksistler, sadece usta teorisyen Lenin ve Lenin'den sonra, Stalin ve Lenin'in diğer takipçileri olmuşlardır.

Ve Lenin ve Leninistler, Marksist teoriyi ilerletmiş oldukları için, işte tam bu sebepten dolayı, Leninizm Marksizmin daha da geliştirilmesidir; proletaryanın sınıf mücadelesinin yeni şartlarının Marksizmi, emperyalizm ve proleter devrimleri çağının Marksizmi, sosyalizmin yeryüzünün altıda birinde zafere ulaştığı çağın Marksizmidir.

Önder kadroları Marksist teoriyi kavramış olmasaydı, bu teoriyi bir eylem kılavuzu olarak almasaydı, Marksist teoriyi proletaryanın sınıf mücadelesinin yeni tecrübesiyle zenginleştirerek onu ilerletmeyi öğrenmeseydi, Bolşevik Parti Ekim 1917'de zafer kazanamazdı.

Amerikan işçi sınıfı hareketini yönetme işini yüklenen Amerika'daki Alman Marksistlerini eleştirirken, Engels şöyle yazıyordu:

“Almanlar, ellerindeki teoriyi Amerikan yığınlarını harekete geçirebilecek bir kaldıraç olarak kullanmayı bilmiyorlar; çoğu hallerde bizzat kendileri teoriyi anlamıyorlar ve onu doktriner ve dogmatik bir biçimde, ezberlenmesi gereken ve bu takdirde her ihtiyaca cevap verecek birşey olarak ele alıyorlar. Onlar için teori, bir eylem kılavuzu değil, bir dogmadır.” (Sorge'ye Mektup, 29 Kasım 1886, Marx-Engels, Seçme Mektuplar, Moskova 1934, s.357.)

Nisan 1917'de, devrimci hareketin ilerlediği ve sosyalist devrime geçişi zorladığı bir sırada, proletaryanın ve köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü şeklindeki eski formüle hala, sıkı sıkıya sarılan Kamenev'i ve bazı eski Bolşevikleri eleştirirken, Lenin şöyle yazıyordu:

“Marx ve Engels her zaman, bizim öğretimiz bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur derler ve, tarihi sürecin herbir aşamasının somut iktisadi ve siyasi şartlarında zorunlu olarak değişikliğe uğrayan genel görevlerin tespitinden ibaret kalan 'formüllerin' ezberlenmesi ve anlamadan tekrarlanmasıyla haklı olarak alay ederlerdi... Bir Marksistin, gerçek hayatı, somut gerçekleri gözönüne alması ve düne ait bir teoriye sarılmaya devam etmemesi gerektiği yolundaki tartışılmaz doğruyu kavramak önemlidir...” (Lenin-Stalin, 1917 Yılı, s. 24 ve 26.)

3) Parti tarihi bunlardan başka bize, işçi sınıfı saflarında faaliyet gösteren ve işçi sınıfının geri kesimlerini burjuvazinin kollarına iterek işçi sınıfının birliğini bozan küçük-burjuva partileri ezilmediği takdirde, proleter devrimin zafere ulaşmasının imkansız olduğunu öğretir.

Partimizin tarihi, küçük-burjuva partilere, Sosyal-Devrimcilere, Menşeviklere, Anarşistlere ve milliyetçilere karşı mücadele ve bu partilerin kesin olarak yenilgiye uğratılması tarihidir. Eğer bu partiler yenilgiye uğratılmamış ve işçi sınıfı saflarından sürülüp atılmamış olsalardı, işçi sınıfının birliği sağlanamazdı. Ve eğer işçi sınıfının birliği sağlanmasaydı, proleter devrimin zaferini sağlamak imkansız olurdu.

İlk başta kapitalizmin muhafazasından ve Ekim Devriminden sonra ise kapitalizmin restorasyonundan yana olan bu partiler tam olarak yenilgiye uğratılmamış olsaydı, proletarya diktatörlüğünü korumak, dış askeri müdahaleyi altetmek ve sosyalizmi kurmak mümkün olmazdı.

Halkı aldatmak için hepsi de kendilerine “devrimci” ve “sosyalist” süsü veren küçük-burjuva partilerinin, Sosyal-Devrimcilerin, Menşeviklerin, Anarşistlerin ve milliyetçilerin, daha Ekim Sosyalist Devriminden önce karşı-devrimci partiler haline gelmeleri ve daha sonra yabancı burjuva casusluk örgütlerinin ajanları; casuslardan, yıkıcılardan, saptırmacılardan, katillerden ve vatan hainlerinden meydana gelen bir çete halini almaları bir rastlantı sayılamaz.

“Sosyal devrim çağında proletaryanın birliği”, der Lenin, “ancak Marksizmin tam devrimci partisiyle ve ancak bütün diğer partilere karşı verilen amansız bir mücadeleyle sağlanabilir.” (Lenin, Tüm Eserler, cilt XX n, s. 62.)

4) Parti tarihi bunlardan başka bize, işçi sınıfı partisinin, kendi saflarındaki oportünistlere karşı uzlaşmaz bir mücadele vermezse, kendi içindeki teslimiyetçileri ezmezse, kendi saflarının birliğini ve disiplinini koruyamayacağını; ne proleter devrimin örgütleyicisi ve önderi rolünü, ne de yeni sosyalist toplumun kurucusu rolünü oynayamayacağını öğretiyor.

Partimizin iç yaşantısının gelişme tarihi, Parti içindeki oportünist gruplara -”Ekonomistler”e, Menşeviklere, Troçkistlere, Buharincilere ve milliyetçi saldırılara karşı mücadele ve bu grupların tam bir yenilgiye uğratılması tarihidir. Parti tarihi bize, bütün bu teslimiyetçi grupların aslında, partimiz içinde Menşevizmin ajanları, onun tortusu, onun sürdürücüleri olduklarını öğretir. Bunlar tıpkı Menşevikler gibi, partide ve işçi sınıfı saflarında burjuva nüfuzunun araçlarıydı. Bunun için, Partideki bu grupların tasfiyesi mücadelesi, Menşevizmin tasfiyesi mücadelesinin sürdürülmesiydi.

Eğer “Ekonomistler”i ve Menşevikleri altetmeseydik, Partiyi inşa edemez ve işçi sınıfını proleter devrime götüremezdik.

Eğer Troçkistleri ve Buharincileri altetmeseydik, sosyalizmin kuruluşu için gerekli şartları yerine getiremezdik.

Her türden ve renkten milliyetçi sapmaların temsilcilerini altetmeseydik, halkı enternasyonalizm ruhuyla eğitemez, SSCB halkları arasındaki büyük dostluk bayrağını koruyamaz ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ni kuramazdık.

Bazı kimseler, Bolşeviklerin, Parti içindeki oportünist unsurlara karşı mücadeleye çok fazla zaman harcadıklarını, bunların önemini abarttıklarını düşünebilirler. Ama bu tamamen yanlıştır. Saflarımızdaki oportünizm, sağlıklı bir organizmadaki ülser gibidir ve asla hoşgörüyle karşılanmamalıdır. Parti, işçi sınıfının öncü müfrezesi, ileri kalesi ve genel kurmayıdır. İşçi sınıfının yönetici kurmayında, şüphecilere, oportünistlere, teslimiyetçilere ve hainlere yer yoktur. Burjuvaziye karşı bir ölüm-kalım savaşı verildiği sırada, kendi kurmayında, kendi kalesi içinde teslimiyetçiler ve hainler varsa, işçi sınıfı cepheden ve cephe gerisinden iki ateş arasında kalacaktır. Böyle bir mücadelenin ancak yenilgiyle sonuçlanacağı açıktır. Bir kaleyi zaptetmenin en kolay yolu, onu içeriden teslim almaktır. Zafer kazanmak için, işçi sınıfının partisi, işçi sınıfının yönetici kurmayı, ileri kalesi, önce teslimiyetçilerden, kaçaklardan, grev kırıcılarından ve hainlerden temizlenmelidir.

Lenin'e ve Partiye karşı mücadele eden Troçkistlerin, Buharincilerin ve milliyetçi sapmaların temsilcilerinin sonunun, tıpkı Menşevik ve Sosyal-Devrimci partilerinki gibi olması, faşist casusluk örgütlerinin ajanları, casuslar, yıkıcılar, katiller, saptırmacılar ve vatan hainleri haline gelmeleri bir rastlantı sayılamaz.

“Saflarımızda reformistler, Menşevikler olduğu sürece”, diyordu Lenin, “proleter devriminde zafer kazanmak, bu zaferi muhafaza etmek imkansızdır. Bu, ilke olarak son derece açıktır ve hem Rusya'nın, hem de Macaristan'ın deneyimleriyle kesin bir şekilde doğrulanmıştır... Rusya'da, birçok kere ortaya çıkan zor durumlar, eğer Menşevikler, reformistler ve küçük-burjuva demokratları Partimizde kalmış olsalardı, mutlaka Sovyet rejiminin devrilmesiyle sonuçlanırdı...” (Lenin, Tüm Eserler, cilt XXV, s. 462/63, Rusça.)

“Eğer Partimiz iç birliğini ve saflarının eşsiz birliğini sağlayabildiyse, bu herşeyden önce oportünizm pisliğinden kendini zamanında arındırması, saflarından tasfiyecileri ve Menşevikleri kovmayı bilmesinden ötürüdür. Proletarya partilerinin gelişme ve güçlenme yolu, saflarını oportünistlerden ve sosyal-şovenlerden, sosyalyurtseverlerden ve sosyal-pasifistlerden arındırmaktan geçer. Parti, kendini oportünist unsurlardan arındırarak güçlenir:” (Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 84/85.)

5) Parti tarihi bundan bize, başarılarından başı dönen, kendini büyük gören, çalışmasındaki kusurları görmezlikten gelmeye başlayan ve hatalarını kabullenmekten ve onları zamanında içtenlikle ve dürüstçe düzeltmekten korkan bir partinin, işçi sınıfına önderlik rolünü oynayamayacağını öğretiyor.

Bir parti, eleştiri ve özeleştiriden korkmazsa, çalışmasındaki hata ve kusurları, örtbas etmezse, parti çalışmasındaki hatalardan ders çıkararak kadrolarını eğitirse ve hatalarını zamanında düzeltmeyi bilirse, yenilmez bir parti haline gelir.

Bir parti, hatalarını gizlerse, sancılı meseleleri örtbas ederse, herşey yolundaymış gibi davranarak eksiklerinin üstünü örterse, eleştiri ve özeleştiriye tahammül göstermezse, kendini beğenmişliğe ve gurura kapılırsa ve ilk başarılarıyla yetinirse, mahvolur.

“Bir siyasi partinin hataları karşısındaki tavrı”, der Lenin, “bu partinin ciddiyetinin ve kendi sınıfına ve emekçi yığınlara karşı yükümlülüklerini gerçekte nasıl yerine getirdiğinin en önemli ve güvenilir kıstaslarından biridir. Bir hatayı içtenlikle kabul etmek, onun nedenlerini tespit etmek, ona yolaçan şartları tahlil etmek ve onu düzeltmenin yollarını titizlikle sınamak -işte ciddi bir partinin özellikleri bunlardır; görevlerini yerine getirmenin, yani sınıfı ve sonra da yığınları eğitmenin yolu budur.” (Lenin, 'Sol' Komünizm -Bir Çocukluk Hastalığı, Moskova 1940, s. 40.)

Ve devamla:

“Bugüne kadar bütün devrimci partiler, gurura kapıldıkları, güçlerinin nerede yattığını göremedikleri ve zaaflarını ortaya koymaktan korktukları için mahvoldular. Ama biz yıkılmayız, çünkü biz zaaflarımızı ortaya koymaktan korkmuyoruz ve onları altetmesini öğreneceğiz.” (Lenin, Tüm Eserler, cilt XXVII, s. 260/61, Rusça.)

6) Nihayet, Parti tarihi bize, işçi sınıfı partisinin, yığınlarla geniş bağları yoksa, bu bağları sürekli olarak güçlendirmezse, yığınların sesine kulak vermeyi ve onların acil ihtiyaçlarını kavramayı bilmezse, sadece yığınları eğitmeye değil, yığınlardan öğrenmeye de hazır değilse, milyonlarca işçiye ve tüm emekçilere önderlik etme yeteneğine sahip gerçek bir yığın partisi olamayacağını öğretiyor.

Lenin'in dediği gibi, bir parti, ancak “en geniş emekçi yığınlarıyla, özellikle proleter, ama aynı zamanda proleter olmayan emekçi yığınlarla da bağlar kurmayı, yakın temas halinde olmayı ve onlarla bir ölçüde kaynaşmayı” başarırsa yenilmez hale gelir. (Lenin, 'Sol' Komünizm - Bir Çocukluk Hastalığı, s. 9.)

Bir parti, kendini dar parti kabuğuna hapsederse, yığınlardan koparsa ve bürokratik pasta örtülmesine izin verirse mahvolur.

“Geniş halk yığınlarıyla bağlarını korudukları sürece”, diyor Stalin yoldaş, “Bolşevikleri hiçbir gücün altedemeyeceğini kural sayabiliriz. Ve tersine, Bolşevikler yığınlardan koptukları ve yığınlarla bağlarını yitirdikleri an, bürokratik pasla örtüldükleri an, bütün kuvvetlerini kaybedecek ve sıfıra ineceklerdir.

Eski Yunan mitolojisinde Anteus adlı ünlü bir kahraman vardır. Efsaneye göre, Anteus, denizler tanrısı Poseidon ve yeryüzü tanrıçası Gea'nın oğluydu. Kendisini doğuran, emziren ve yetiştiren anasına çok bağlıydı. Anteus'un altedemediği tek kahraman yoktu. Herkes onu yenilmez sayıyordu. Onun gücü nerede yatıyordu? Onun gücü, bir döğüşte ne zaman hasmı tarafından sıkıştırılırsa, yere, onu doğuran ve besleyen anaya dokunmasında ve ondan yeni güç almasında yatıyordu. Ama Anteus'un bir zayıf yanı vardı: şu veya bu şekilde yerle bağının koparılması tehlikesi. Düşmanları bu zaafından yararlanarak Anteus'u altetti. Bu, Herkül’dü. Herkül, Anteus'u nasıl altetti? Onu kaldırıp havada tuttu, yere dokunmasını önledi ve böylece onu havada boğdu.

Kanımca, Bolşevikler bize, Yunan mitolojisinin kahraman Anteus'u anımsatıyorlar. Onlar da, Anteus gibi, kendilerini doğuran, emziren ve yetiştiren anayla, yani yığınlarla bağlarını sürdürdükleri için güçlüdürler. Ve analarıyla, halkla bağlarını sürdürdükleri sürece, yenilmez kalmak için her imkâna sahiptirler.

Bolşevik önderliğin yenilmezliğinin anahtarı burada yatıyor.” (Stalin, Parti Çalışmasındaki Eksiklikler, Moskova 1937, s. 45.)

Bolşevik Partinin katetmiş olduğu tarihi yoldan çıkarılacak temel dersler bunlardır.