En küçük kuşku yok ki, ulusların kaderlerini tayin ilkesine karşı çıkan Hollanda ve Polanya marksistleri, uluslararası sosyal-demokrasideki
en devrimci ve enternasyonalist öğeler arasındadırlar. O halde nasıl oluyor da bunların teorik iddiaları baştanaşağı yanlış olabiliyor? Burada doğru olan bir tek genel iddia yok, yalnızca "emperyalist ekonomizm"!
Bu, Hollandalı ve Polonyalı yoldaşların özellikle kötü olan öznel niteliklerinden ötürü değildir, bunların ülkelerinin
özgül nesnel koşullarından ötürüdür. Her iki ,ülke, (1) bugünün büyük devletler "sistemi" içinde küçük ve güçsüz durumdadırlar; (2) her iki ülke birbiriyle amansız rekabet içinde olan son derece güçlü emperyalist talancılar arasında bulunuyorlar (İngiltere ve Almanya; Almanya ve Rusya); (3) her iki ülke de
kendilerinin büyük devlet oldukları zamanların korkunç biçimde güçlü anılarını ve geleneklerini taşıyor: Hollanda, İngiltere'den daha büyük bir sömürgeci devletti, Polanya, Rusya'dan da, Prusya'dan da "daha kültürlü ve daha güçlü bir büyük devletti; (4) her ikisi de başka halklara tahakküm etmekten başka bir şey olmayan ayrıcalıkları korumaktadırlar: Hollanda burjuvaları, pek zengin olan Hollanda Doğu Hindistanı'na sahip bulunuyor; Polonyalı büyük toprak sahibi, Ukraynalı ve Beyaz Rusyalı köylüyü eziyor, Polonyalı burjuva da, Yahudiyi vb..
Bu dört noktanın bileşiminden doğan özellik, İrlanda'da, Portekiz'de (Portekiz bir zamanlar İspanya tarafından ilhak edilmişti), Alsace'ta, Norveç'te, Finlandiya, Ukrayna, Letonya ve Beyaz Rusya topraklarında ve başka yerlerde yoktur. Ve
sorunun
asıl özünü oluşturan da bu özelliktir! Hollanda ve Polanya sosyal-demokratları,
genel iddialara, yani genel olarak emperyalizmi, genel olarak sosyalizmi, genel olarak demokrasiyi,
genel olarak ulusal baskıyı ilgilendiren iddialara dayanarak, ulusların kaderlerini tayin ilkesine karşı çıktıklarında, gerçekten, kendilerinin yanılgı üzerine yanılgıya düştüklerini söyleyebiliriz. Ama onların açıkça yanlış olan genel iddialar
kabuğunu çıkarıp attığımızda ve sorunun özünü Hollanda'daki ve Polonya'daki
özgül koşullar açısından incelediğimizde, onların özel tutumu derhal anlaşılabilir
ve oldukça haklı gözüküyor. Paradoksal bir duruma düşmekten korkmaksızın söylenebilir ki, Hollandalı ve Polonyalı marksistler ulusların kaderlerini tayin ilkesine karşı savaşım verirken kastettikleri şeyi pek söylemiyorlar ya da, başka bir deyişle, onlar söylediklerini fazlasıyla kastediyorlar.[37*]
Tezimize bir örneği aktarmış bulunuyoruz.[38*] Gorter,
kendi ülkesinde ulusların kaderlerini tayin hakkına karşıdır ama "kendi" ulusu tarafından ezilen Hollanda Doğu-Hindistanı için bundan yanadır! Bizim, onu daha içten bir enternasyonalist ve ulusların kaderlerini tayin hakkını Almanya'da Kautsky gibi,
bizde Trocki ve Martov gibi, biçimsel olarak ikiyüzlüce kabul edenlerden, kendimize çok daha yakın bir militan saymamıza şaşılabilir mi? Marksizmin genel ve temel ilkelerinden, "benim kendi" ulusum tarafından ezilen ulusların özgürlüğü ve ayrılması uğruna savaşım, tartışma götürmez bir biçimde doğmaktadır, ama kuşkusuz, bu ilkeden özgür olarak Hollanda'nın bağımsızlığının birinci derecede önemli bir sorun olduğu sonucu çıkarılamaz - o Hollanda'dır ki, nasırlaşmış, bencil, hayvanlaştırıcı içine kapanıklığının acısını çekmektedir; varsın bütün dünya yansın, biz bütün bunlardan uzak kalalım, "biz" eski talanlarımızla ve bunların zengin "artıkları" Doğu-Hindistanı ile yetiniriz, "bizi" başka şey ilgilendirmez!
Bir örnek daha: Karl Radek, savaşın başlamasından bu yana Alman sosyal-demokrasisi saflarında enternasyonalizm için katarlı bir savaş vererek, özellikle büyük hizmetleri geçen bu Polonyalı sosyal-demokrat, "Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı" başlıklı bir yazıda ulusların kaderlerini tayin ilkesine sert saldırılarda bulundu (Lichtstrahlen[87] -J. Borchardt tarafından yayınlanan, Prusya sansürünün yasakladığı aylık radikal sol dergi- 5 Aralık 1915, Üçüncü Yayın Yılı, n° 3). O, yeri gelmişken belirtelim, kendi görüşünü desteklemek için
yalnızca Hollandalı ve Polonyalı yazarlardan aktar yapıyor; görüşü de, ulusların kaderlerini tayin ilkesinin "iddiasına göre sosyal-demokrasinin her türlü bağımsızlık savaşını desteklemeye zorunlu olduğu" fikrini beslemediği görüşüdür.
Genel teori bakımından, bu iddia düpedüz mantığa aykırıdır:
ilkin, özel genele bağımlı kılınmadıkça, her demokratik istem kaçınılmaz olarak kötüye kullanılabilir; biz,
ne "her türlü" bağımsızlık savaşımını desteklemeye zorunluyuz, ne de "her türlü" cumhuriyet uğruna ya da kilisenin nüfuzuna karşı
savaşımı. İkincisi, aynı "yanılgıyı" içermeyen ulusal baskıya karşı hiç bir savaşım formülü de olamaz. Radek'in kendisi
Berner Tagwacht'ta (1915, n° 253) "eski ve yeni ilhaklara karşı" formülünü kullandı.
Her Polonyalı milliyetçi, bu formülden haklı olarak şu anlamı çıkarabilir: "Polonya
ilhak edilmiş bir ülkedir, ben ilhaklara karşıyım, dolayısıyla, ben Polanya'nın
bağımsızlığından yanayım." Ya da Rosa Luxemburg'un 1908'de yazdığı bir yazıda[88] "ulusal baskıya karşı" formülünün pek yerinde olduğunu yazdığını anımsıyorum. Ama herhangi, bir Polonyalı milliyetçi,-ve çok haklı
olarak- ilhakın, ulusal baskının biçimlerinden biri, olduğunu, bunun sonucu olarak
da, vb. diyebilir.
Ama bu genel iddialar yerine, Polanya'nın özel koşullarını gözönünde tutunuz:
Bugün Polanya'nın bağımsızlığı, savaşlar ya da devrimler olmadan "gerçekleşemez". Yalnızca Polonya'nın yeniden kurulabilmesi için Avrupa'da bir genel savaştan yana olmak demek, en kötü türden bir milliyetçi olmak demektir, bu, küçük sayıda Polonyalının çıkarını, savaşın acılarını çeken yüz milyonlarca insanın çıkarından önde tutmak olur. Gerçekten bu, ancak sözde sosyalist olan ve onlarla karşılaştırıldıklarında Polonyalı sosyal-demokratların bin kez haklı oldukları Polonya Sosyalist Partisinin, sağ kanadındakilerin[89] görüşünden başka bir şey değildir.
Komşu emperyalist ülkeler arasındaki mevcut ilişkiler koşullarında, Polonya'nın bağımsızlığı sloganını
şu anda ileri sürmek, gerçekte bir hayal peşinde koşmaktır, dar bir milliyetçiliğin içine düşmektir. Bu, vazgeçilmez bir önkoşulu, Avrupa'da gelen devrimi, ya da hiç değilse, Rusya'da ve Almanya'da devrimi unutmaktır. Aynı biçimde, 1908-1914 Rusya'sında koalisyon özgürlüğü gibi bağımsız bir slogan ileri sürmek, bir hayal peşinde koşmak ve nesnel olarak Stolipin'in işçi partisine (bugün Potressov ve Gvozdev partilerine, ki geçerken söyleyelim aynı sonuca varır) yardım etmek olur. Ama koailisyon özgürlüğü istemini genel olarak sosyal-demokrasi programından çrkarmaya kalkışmak bunaklık olur!
Üçüncü örnek belki de en önemlisidir. Polonyalıların tezlerinde (III, paragraf 2 sonunda), bir Polonya tampon devletinin kurulması fikrine, "bunun, güçsüz küçük grupların tutarsız bir ütopyası olduğu iddiasıyla karşı çıkılmaktadır. Bu gerçekleşirse, bu fikir, şu ya da bu büyük devletler grubunun askeri sömürgesinden, bunların askeri ve iktisadi çıkarlarının oyuncağından, yabancı sermaye için bir sömürü alanı ve geleceğin savaşları için bir savaş alanı olacak olan ufacık bir Polonya devletinin kurulmasından başka anlama gelmeyecektir." Bütün bunlar, çok
haklı olarak, şu anda Polonya'nın bağımsızlığı sloganına karşı ileri sürülen görüşlerdir, çünkü yalnızca Polonya'da patlak verecek olan devrim bile, durumu hiç bir şekilde değiştiremez ve Polanyalı yığınların dikkatini
esas olandan: onların savaşımını Rus ve Alman proletaryasının savaşımına bağlayan bağdan başka yöne çevirir o Polonya proletaryasının, proletarya olarak,
Polanya'nın özgürlüğü dahil, sosyalizmin ve özgürlük davasına şu anda ancak komşu ülkelerin proleterleriyle
omuz omuza, dar anlamıyla Polanya davasını güden milliyetçilere karşı savaşmakla yardım edebileceği, bir paradoks değil, bir gerçektir. Polonyalı sosyal-demokratların bu darkafalı milliyetçilere karşı savaşımlarında kazanmış oldukları büyük tarihsel değer yadsınamaz.
Ama, Polonya'nın bugünkü özel koşulları bakımından doğru olan aynı iddiaların, onlara verilmiş olan
genel biçim içinde yanlış olduğu apaçıktır. Savaşlar oldukça, Polonya, her zaman Almanya ile Rusya arasındaki çarpışmalarda savaş alanı olacaktır; bu, savaşları birbirinden ayıran arada, daha büyük bir siyasal özgürlüğe karşı (ve dolayısıyla siyasal bağımsızlığa karşı) ileri sürülebilecek bir iddia olamaz.
Yabancı sermayenin sömürüsü üzerine, yabancı çıkarların oynayacağı rol üzerine olan uslamlama için de aynı şey söylenebilir. Polonyalı sosyal-demokratlar şu anda Polonya'nın bağımsızlığı sloganını atamazlar, çünkü, enternasyonalist proleterler olarak, Polonyalılar, sosyalist partinin sağ kanatçıları gibi
bir emperyalist krallığın uşağı durumuna düşmeden, bu alanda hiç bir şey yapamazlar. Ama Rus ve Alman işçileri için Polonya'nın ilhakına katılmaları (ki bu, Alman ve Rus işçi ve köylülerinin, yabancı halkların, cellâtlığı rolünü kabul etmeleriyle, en rezilce ve alçakça bir zihniyet içinde eğitilmesine varır) ya da Polonya 'nın bağımsız olması sorunu, onların ilgisiz kalacağı bir sorun
olamaz.
Durum gerçekten karışık görünüyor. Ama katılanların
tümünün enternasyonalist olarak kalabilecekleri bir çıkış yolu var: Rus ve Alman sosyal-demokratları, Polonya'nın
kayıtsız şartsız "ayrılma özgürlüğünü"
isterler; Polonya sosyal-demokratları, şimdilik, Polonya'nın bağımsızlığı sloganını ileri sürmeden, hem küçük hem büyük ülkelerde
proleter savaşın birliği için savaşım verirler.
IX. ENGELS'İN KAUTSKY'YE MEKTUBU