IX. ENGELS'İN KAUTSKY'YE MEKTUBU
Sosyalizm ve Sömürge Politikası
(Berlin 1907) adlı broşüründe, o zamanlar henüz marksist olan Kautsky,
Engels'in kendisine 12 Eylül 1882'de yazdığı, tartıştığımız sorunla ilgili olan
son derece ilginç bir mektubu yayınladı. Mektubun belli başlı kısmı şöyle:
"Bence asıl sömürgeler, yani
Avrupalıların yerleştikleri ülkeler -Kanada, Kap, Avustralya-
hep bağımsız olacaklardır; öte yandan yalnızca boyunduruk altına
alınmış olan yerli nüfusun yaşadığı ülkeler -Hindistan, Cezayir, Hollanda,
Portekiz ve İspanya'nın elinde olan yabancı topraklar- şimdilik proletarya
tarafından alınmalı ve olanaklı olan hızla bağımsızlığa doğru götürülmelidir. Bu
sürecin nasıl gelişeceğini söylemek güçtür! Hindistan, belki, hatta pek olası
olan bir devrim yapacaktır, ve kendisini kurtarma süreci içinde olan proletarya,
bir sömürge savaşı yapamayacağına göre, Hindistan'ın kendi yoluna bırakılması
zorunlu olacaktır; elbette ki, bu, her türlü yıkıntıya meydan vermeden
olmayacaktır; ama böyle şeyler bütün devrimler için olağandır. Aynı şey başka
yerde de olabilir, örneğin Cezayir'de ya da Mısır'da, ve bu,
bizim için en iyi şey olur. Bizim, kendi ülkemizde yeteri kadar
yapacak şeyimiz olacak. Avrupa ve Kuzey Amerika yeniden örgütlenir
örgütlenmez, bu öylesine muazzam bir kuvvet ve öyle bir örnek oluşturacaktır ki,
yarı-uygar ülkeler bizi kendiliklerinden izleyeceklerdir; iktisadi gereksinmeler
onları bu yola itmeye yetecektir. Bu ülkelerin sosyalist bir örgütlenmeye
varmadan önce, içinden geçmek zorunda kalacakları toplumsal ve siyasal aşamalara
gelince, öyle sanıyorum ki, bugün, bu konuda ancak, dayanağı olmayan varsayımlar
ileri sürülebilir. Bir şey kesindir: o da
muzaffer proletaryanın, kendi zaferini baltalamadan,
hiç
bir
yabancı ulusa, hangi türden olursa olsun mutluluğu zorla kabul ettiremeyeceğidir.
Elbette ki, bundan, değişik türden savunma savaşlarının olmayacağı sonucu
çıkarılamaz..."[90]
Engels, "iktisadi etkenlerin" tek başına
bütün zorlukların doğrudan doğruya hakkından gelebileceğine kesinlikle inanmıyor.
İktisadi devrim,
bütün halkları sosyalizme doğru yönelmeye itecektir, ama
aynı zamanda (sosyalist devlete karşı) ayaklanmalar ve savaşlar olasılığı da
vardır. Siyasetin ekonomiye kendini uyarlaması kaçınılmaz bir şeydir, ama bu,
bir atılımda, engellerle karşılaşılmadan olmayacaktır, bu, basitçe ve doğrudan
doğruya olmayacaktır. Engels, yalnız bir şeyin "kesin" olduğunu, mutlak bir
enternasyonalist ilke olduğunu belirtiyor ve bunu yalnızca somürge uluslara
değil,
tüm "yabancı uluslara" uyguluyor: bu uluslara mutluluğu zorla kabul
ettirmek, proletaryanın zaferini baltalamak demektir.
Yalnızca bir toplumsal devrim yaptı diye,
proletarya, azizlik mertebesine ulaşmayacak ve yanılgılara,
zaaflara karşı bağışıklık kazanmayacaktır. Ama yapılacak olan yanılgılar
(başkalarının sırtına binmeye doğru iten bencil çıkarlar), proletaryayı
kaçınılmaz olarak bu gerçeğin bilincine götürecektir.
Biz sol zimmervaldcılar, hepimiz, örneğin
Kautsky'nin de, onu marksizmden şovenizmin savunuculuğuna geçiren 1914'teki
dönekliğinden önce paylaşmış olduğu inanca, sosyalist devrimin
çok yakın gelecekte, aynı Kautsky'nin bir zamanlar dediği gibi "bugünden
yarına" gerçekleşeceği inancına sahibiz.
Ulusal düşmanlıklar çabucak yokolmayacak; ezilen ulusun, kendisini ezen ulusa
karşı -zaten çok meşru olan- düşmanlığı bir zaman sürecektir; bu düşmanlık ancak
sosyalizmin zaferinden
sonra ve uluslar arasında tam demokratik ilişkilerin kesin olarak
kurulmasından
sonra dağılacaktır. Eğer sosyalizme bağlı kalmak istiyorsak, daha
şimdiden, yığınların enternasyonalist eğitimine girişmeliyiz, bu da ezen
uluslarda ezilen ulusların ayrılma özgürlüğü üzerinde ısrar etmeden olanaksızdır.
X. 1916 İRLANDA
AYAKLANMASI
Tezlerimiz, teorik görüşlerimizin doğruluğunu denemek için inceleme materyali
görevini yerine getirmesi gereken bu ayaklanmadan önce yazılmıştı.
Ulusların kaderlerini tayin hakkına karşı
çıkanlar, emperyalizm tarafından ezilen küçük ulusların yaşama yeteneğinin
şimdiden tükendiği, bu ulusların emperyalizme karşı hiç bir rol
oynayamayacakları, salt ulusal özlemlerinin desteklenmesiyle hiç bir şey elde
edilemeyeceği sonucuna varıyorlar. 1914-1916 emperyalist savaşının deneyimi, bu
görüşü
somut olarak yalanlıyor.
Savaş, Batı Avrupa ulusları ve tüm
emperyalizm için bir bunalım dönemi oldu. Her bunalım, alışılageleni atar, dış
örtüleri koparır, zamanını tamamlamış olanı süpürür, daha derin güçleri ve
gerilimleri açığa çıkarır. Savaş, ezilen ulusların hareketi bakımından neyi
açığa çıkarmıştır? Sömürgelerde, ezen ulusların savaş sansürünün yardımıyla
bütün yollara başvurarak gizlemeye çalıştıkları besbelli olan birçok ayaklanma
girişimini. Bununla birlikte, Singapur'da, İngilizlerin Hintli birliklerinde bir
isyan hareketini vahşice bastırdıkları; Fransız Annam'ında (bkz:
Naşe Slovo) Alman Kamerun'unda (bkz: Junius'un broşürü[39*]
ayaklanma girişimleri olduğu; Avrupa'da, İrlanda'da bir ihtilal olduğu, ve
zorunlu askerliği İrlanda'ya yaymaya cesaret edememiş olan "özgürlük aşığı"
İngilizlerin, o ülkede barışı idamlar yoluyla sağladıkları; ve öte yanda,
Avusturya hükümetinin, Çek Meclisi milletvekillerini "yurda ihanetten" idama
mahkum ettiği ve koca Çek askeri birliklerini de aynı "suçtan" kurşuna
dizdirdiği biliniyor.
Elbetteki, bu liste tam olmaktan uzaktır.
Bununla birlikte, emperyalizmin bunalımı
yüzünden ulusal isyan alevlerinin hem sömürgelerde, hem
Avrupa'da tutuştuğunu; ulusal dostluk ve düşmanlık duygularının en ağır
tehditlere ve baskı önlemlerine karşın açığa vurulduğunu gösterir. Oysa
emperyalizmin bunalımı, daha doruk noktasına ulaşmış olmaktan uzaktı;
emperyalist burjuvazinin iktidarı henüz sarsılmamıştı ("yıpratma" savaşı bu
sonuca varabilir, ama henüz oraya varmış değiliz); emperyalist devletlerde
proletarya hareketi henüz pek zayıftır. Savaş tam bir yorgunluğa ve kuvvetlerin
tükenmesine vardığı zaman, ya da hiç değilse devletlerden birinde, burjuvazinin
iktidarı, 1905'te çarlık iktidarında olduğu gibi, proletarya savaşının darbeleri
altında sarsıldığı zaman ne olacaktır?
9 Mayıs 1916'da, solculardan bazılarını
içeren Zimmerwald grubunun organı
Berner Tagwacht'ta "Şarkı Bitmiştir" başlığını taşıyan, K.R. imzalı[91]
bir yazı çıktı. Bu yazı, İrlanda ayaklanmasından sözederek, bunun bir "darbe"den
başka bir şey olmadığını ileri sürüyordu; çünkü, yazarın iddiasına göre, "İrlanda
sorunu, bir köylü sorunu"ydu, köylüler reformlar yoluyla yatıştırılmışlardı, ve
ulusal hareket de yalnızca "çok gürültü koparmış olmasına karşın, fazla bir
toplumsal desteği olmayan, yalnızca kentlerde bir küçük-burjuva hareketi" olarak
kalmaktaydı.
Korkunç bir doktrinerliği ve ukalâlığı
yansıtan bu değerlendirmenin, ayaklanmayı aynı biçimde "Dublin Darbesi" olarak
nitelendirmiş olan Rus ulusal liberali bir kadetin, Bay A. Kulişer'in
değerlendirmesiyle
(Reç, n° 102, 15 Nisan 1916) aynı zamana raslaması şaşılacak bir şey
değildir.
Umalım ki, "her şeyde bir hayır vardır"
atasözüne uygun olarak, "ulusların kaderlerini tayin hakkına" karşı çıkarken ve
küçük ulusların ulusal hareketlerine küçümsemeyle bakarken hangi bataklığa
battıklarını anlamamış olan birçok yoldaş, emperyalist burjuvazinin bir
temsilcisinin değerlendirmesiyle bir sosyal-demokratınki arasındaki "raslantı
niteliğinde" bu uygunluğun etkisiyle gözlerini faltaşı gibi açsınlar!!
Ancak ayaklanma girişimi küçük bir
komplocular ya da saçmalayan manyaklar grubunu ortaya çıkardığı zaman ve halk
yığınları içinde hiç bir yankı uyandırmadığı zaman, bilimsel anlamıyla "darbe"den
sözedilebilir. Yüzyılları kapsayan bir geçmişi olan, değişik sınıf çıkarları
bileşiminden ve aşamalardan geçmiş olan İrlanda ulusal hareketi, Amerika'da
toplanan, yığınlara dayalı bir İrlanda ulusal kongresi tarafından ilan edildi
(Vorwärts, 20 Mart 1916), bu kongre İrlanda'nın bağımsızlığını da ilan
etti; bu ayaklanma uzun bir yığın ajitasyonu, gösteriler, gazete yasaklamalar
vb. döneminden sonra, kent küçük-burjuvazisinin bir kesiminin ve
işçilerden bir kesiminin yönettiği sokak savaşları biçiminde belirdi.
Böyle bir ayaklanmayı "darbe" olarak niteleyen kimse, ya gericilerin en
kötüsüdür, ya da bir toplumsal devrimi canlı bir olay olarak kavramaktan aciz
bir doktrinerdir.
Toplumsal devrimin, sömürgelerde ve Avrupa'da
ayaklanmalar olmadan,
bütün önyargılarıyla küçük-burjuvazinin bir kesiminin devrimci patlaması
olmadan, siyasal bakımdan bilinçsiz olan proleter ve yarı-proleter yığınların,
toprakbeyliği, kilise, krallık boyunduruğuna karşı, ulusal vb. boyunduruğa karşı
hareketi olmadan düşünülebileceğini sanmak,
toplumsal devrimi reddetmektir. Bu bir ordunun belirlenmiş bir noktada
mevziye girerek "biz sosyalizmden yanayız" ve bir başka ordunun da bir başka
noktada saf tutarak "biz emperyalizmden yanayız" diyeceğini ve o zaman toplumsal
devrim olacağını sanmak olur! Ancak böylesine ukalâca ve gülünç bir görüş
açısından hareket ederek İrlanda ayaklanmasına "darbe" diye sövülebilirdi.
"Saf" bir toplumsal devrim bekleyen kimsenin
ömrü, bunu görmeye yetmeyecektir. Böylesi, gerçek bir devrimin ne olduğunu hiç
anlamayan sözde-devrimcidir.
1905 Rus devrimi bir burjuva demokratik
devrimdi. Bu devrim, nüfusun hoşnut olmayan
bütün sınıflarının, grup ve öğelerinin vermiş oldukları bir dizi savaşı
içerdi. Bunlar arasında en barbar önyargılara sahip bulunan en muğlak ve
akılalmaz amaçlar için savaşan yığınlar vardı, Japonlardan para alan küçük
grupçuklar vardı, spekülatörler, serüvenciler vb. vardı.
Nesnel olarak, yığınların hareketi çarlığı sarsıyor ve demokrasi yolunu
açıyordu. Onun için bilinçli işçiler hareketin başında idiler.
Avrupa'da sosyalist devrim bütün ezilenlerin
ve hoşnutsuz öğelerin yığın savaşımınin patlak vermesinden başka
bir şey olamaz. Küçük-burjuvaziden ve bilinçsiz işçilerden öğeler, bu
devrime kaçınılmaz olarak katılacaklardır -bu katılma olmadan
yığın savaşı olanaklı değildir, hiç bir devrim olanaklı
değildir- ve, bu öğeler aynı şekilde kaçınılmaz olarak harekete kendi
önyargılarını, gerici özlemlerini, zaaflarını ve yanılgılarını da
getireceklerdir. Ama
nesnel olarak bunlar sermayeye saldıracaklardır, ve dağınık,
uyumsuz, karmakarışık, ilk bakışta birlikten yoksun bu yığın savaşı nesnel
gerçeğini ifade eden devrimin bilinçli öncü birliği, ilerici proleterya, bu
yığınları bideştirip onlara yön verebilecek, iktidarı alabilecek, bankaları ele
geçirebilecek, (değişik nedenlerden olmakla birlikte!) herkesin nefret ettiği
tröstleri mülksüzleştirecek ve tamamı burjuvazinin devrilmesi ve, sosyalizmin
zaferini sağlayacak olan başka kesin önlemleri alacaktır. Bu zafer de, kendini
hemen küçük-burjuva posadan "temizleyecek" değildir.
Polonyalıların tezlerinde (I, 4) okuduğumuza
göre, sosyal-demokrasi
"Avrupa'da devrimci bunalımı keskinleştirmek için genç sömürge
burjuvazisinin, Avrupa emperyalizmine karşı savaşımından yararlanmalıdır". (İtalikler
yazarların.)
Avrupa'yı bu bakımdan sömürgelerle
karşı karşıya getirmenin, başka nedenlerle kıyaslamadan çok daha az uygun (sayfa
199) olduğu açık değil midir?
Avrupa'da ezilen ulusların savaşımı, ayaklanmaya ve sokak savaşlarına
kadar varabilecek olan ordunun ve sıkıyönetimin demir disiplinini kırabilecek
olan bu savaş, uzak bir sömürgedeki daha gelişmiş bir ayaklanmadan çok daha
fazla "Avrupa'da devrimci bunalımı keskinleştirecektir". İrlanda'da bir
ayaklanma ile İngiliz emperyalist burjuvazisinin iktidarına indirilecek olan bir
darbe, Asya'da ya da Afrika'da eşit güçteki bir darbeden siyasal bakımdan yüz
kez daha önemlidir.
Fransız şoven basını, geçenlerde Özgur
Belçika
[92]
n° 80'in Belçika'da yayınlandığı haberini verdi. Elbette ki, Fransız şoven
basını sık sık yalan söyler, ama bu haber doğruya benziyor. Şoven ve kautskici
Alman sosyal-demokrasisi iki savaş yılı boyunca kendi özgür basınını kurmada
kusur ederken, ve askeri sansürün boyunduruğuna kuzu kuzu boyun eğerken (Almanya'da
sansüre karşın, yalnızca onların lehine olarak söyleyelim, sol radikal unsurlar,
broşürler ve bildiriler yayınlamışlardır) - ezilen bir uygar ulus, eşi
görülmemiş yırtıcılıkta olan askeri baskıya, bir devrimci protesto organını
yaratarak karşılık vermiştir! Tarihin diyalektiği öyledir ki, emperyalizme karşı
savaşımda
bağımsız bir etken olarak güçsüz olan küçük uluslar, asıl anti-emperyalist
kuvvetin, sosyalist proletaryanın sahneye çıkmasına yardım eden mayalardan biri,
basillerden biri rolünü oynar.
Bugünkü savaşta genelkurmaylar, düşman
kampındaki her ulusal ve devrimci hareketten yararlanmak için ellerinden geleni
yapıyorlar: Almanlar, İrlanda ayaklanmasını kullanıyorlar; Fransızlar da, Çek
hareketini vb.. Onlar kendi açılarından doğru hareket ediyorlar. Eğer düşmanın
en küçük bir zaafından yararlanılmazsa, ve hangi anda, nerede ve hangi kuvvetle
dinamit deposunun "havaya uçacağı"nı önceden bilmek olanaksız olduğuna göre, ele
geçen her fırsat değerlendirilmezse bir savaş ciddi şekiıde verilemez. Eğer,
proletaryanın sosyalizm uğruna büyük kurtuluş savaşında, (sayfa 200) bunalımı
derinleştirmek için emperyalizm
şu ya da bu yıkımına karşı her halk hareketinden yararlanmayı
bilmezsek, pek zavallı devrimciler oluruz. Bir yandan her türlü ulusal baskıya "karşı"
olduğumuzu bütün makamlarda ilan edip yinelerken, öte yandan ezilen bir ulusun
bazı sınıflarının en etkin ve en uyanık kesiminin, ezenlerine karşı kahramanca
ayaklanışını "darbe" diye nitelendirmeye kalkışırsak, düştüğümüz ahmaklık düzeyi
kautskicilerinkine eşit olur.
İrlandalıların talihsizliği şundadır ki,
onlar, elverişli olmayan bir anda, Avrupa proletaryasının ayaklanması
henüz olgunlaşmadan isyan etmişlerdir. Kapitalizm, ayrı ayrı isyan
kaynaklarının kendiliklerinden ve bir tek anda başarısızlıklar, yenilgiler
olmadan birbiriyle kaynaşabilecekleri ölçüde uyumlu bir şekilde kurulmuş
değildir. Tam tersine, asıl ayaklanmaların zamanının, biçim ve yerinin
çeşitliliğidir ki, genel hareketin yaygınlığının ve derinliğinin en sağlam
güvencesini oluşturur; uygun olmayan bir anda, tecrit edilmiş, parçalanmış ve
başarısızlığa mahkum devrimci hareketler sırasında edinilmiş deneyimlerledir ki,
yığınlar, savaş alışkanlığı edinecekler, kendi kendilerini eğitecekler,
güçlerini birleştirecekler, gerçek önderlerini, sosyalist proleterleri
tanıyacaklar ve böylelikle genel saldırıyı hazırlayacaklardır; nasıl ki, tecrit
edilmiş grevler, kentlerdeki ya da ulusal nitelikteki gösteriler, ordudaki
ayaklanmalar, köylü isyanları vb., 1905 genel saldırısını hazırladıysa.
XI. SONUÇ
Polonyalı sosyal-demokratların yanlış iddialarının tam tersine, ulusların
kaderlerini tayin hakkı istemi partimizin propagandasında, örneğin halkın
silahlanması sloganı kadar, kilise ile devletin birbirinden ayrılması,
memurların halk tarafından seçilmesi sloganları, akılsız kafaların "hayalci"
diye niteledikleri öteki noktalar kadar önemli bir rol oynamıştır. Tam tersine,
ulusal hareketlerin 1905'ten şonra güçlenmesi, (sayfa 201) doğal olarak bu
yoldaki propagandamızı hızlandırdı: 1912-1913 yazılar dizisi, sorunun
özünün tam ve "anti-kautskici" tanımlamasını vermiş olan (yani sözde "tanıma"ya
karşı çıkış) partimizin 1913 kararı.[40*]
Daha o zamandan, sessizlikle geçiştirilmemesi
gereken bir gerçek ortaya çıktı: çeşitli uluslardan oportünistler, Ukraynalı
Yurkeviç, bundçu Liebmann, Potressov ve şürekâsının Rus uşağı Semkovski, hepsi,
Rosa Luxemburg'un ulusların kaderlerini tayin ilkesine karşı iddialarının
lehinde konuştular. Rosa Luxemburg ve Polanyalı sosyal-demokratların
ağzında Polonya'daki hareketin
özgül koşullarının yanlış bir teorik genellemesinden başka bir şey
olmayan bu iddialar, daha yaygın koşullara uygulandığında, bir küçük devlet
yerine büyük devlete uygulandığında, 'ar Polonya çerçevesinde değil de
uluslararası ölçüde uygulandığında Büyük-Rus emperyalizminin
nesnel oportünist desteği haline geldi. Siyasal düşünce akımları tarihi (kişisel
görüşlerden farklı olarak) programımızı doğrulamıştır.
Ve şimdi artık kendilerini gizleme gereğini
duymayan Lensch türünden sosyal-emperyalistler, ulusların kaderlerini tayin
hakkına olduğu gibi, ilhakların reddine de açıkça karşı çıkıyorlar.
Kautskicilere gelince, onlar da ulusların kaderlerini tayin ilkesini ikiyüzlüce
kabul ediyorlar: bu, bizde, Rusya'da, Trotski ile Martov'un izlediği yoldur.
Sözde
her ikisi de, Kautsky gibi, ulusların, kaderlerini tayin ilkesinden
yanadırlar. Ama ya eylemde?
Trocki'nin
Naşe Slovo'da çıkan "Ulus ve Ekonomi" başlıklı yazısına bakarsanız, orada
her zamanki seçmeciliğini bulursunuz: bir yandan, ekonomi, ulusları
birbiriyle kaynaştırır, öte yandan ulusal baskı onları birbirinden ayırır. Sonuç?
Sonuç, ikiyüzlülüğün pervasızca sürüp gitmesidir, ajitasyonun cansızlığıdır,
çünkü, ajitasyon temel olana, başta gelene, işin özüne, pratikle ilgili olana: "benim
ulusum" tarafından ezilen bir ulusa karşı tutuma (sayfa 202) değinmiyor. Martov
ve yurtdışındaki öteki sekterler, kafadarları Semkovski'nin ulusların
kaderlerini tayin hakkına karşı savaşımını düpedüz unutmayı yeğ tutmuşlar - çok
elverişli bir bellek kaybı! Gvozdev yandaşlarının legal basınında (Naş Golos)
Martov, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımanın emperyalist
savaşa katılmak anlamını taşıyamayacağı tartışma götürmez gerçeğini belirterek,
ama -özgür, illegal basında yaptığı gibi!- esastan, yani Rusya'nın
daha barış zamanında çok daha kaba-saba, ortaçağa özgü, iktisadi bakımdan
geri, askeri ve bürokratik bir emperyalizm temeli üzerinde ulusları ezmede dünya
rekorunu kırmış olduğu gerçeğinden kaçarak, ulusların kaderlerini tayin
ilkesinden
yana olduğunu bildirdi. Ulusların kaderlerini tayin hakkını hemen hemen
Bay Plehanov, Potressov ve şürekâsı gibi, yani çarlığın ezdiği ulusların ayrılma
özgürlüğü uğruna savaşmadan "tanıyan" Rus sosyal-demokratı, gerçekte bir
emperyalist ve çarlığın uşağıdır.
Trocki'nin ve Martov'un öznel niyetleri ne
kadar "iyi" olursa olsun, kaçamaklı tutumlarıyla, onlar, Rus
sosyal-emperyalizmini nesnel olarak desteklemektedirler. Emperyalizm çağı,
bütün "büyük" devletleri, bir dizi ulusu ezme durumuna getirmiştir, ve
emperyalizmin gelişmesi, kaçınılmaz olarak, uluslararası sosyal-demokraside de
bu sorunla ilgili akımlarda daha açık-seçik bir bölünmeye neden olacaktır.
Temmuz 1916'da yazıldı
Sbornik Sotsial-Demokrata, n° 1, Ekim
1916
İmza:
N. Lenin (sayfa 203)