KÜTÜPHANE | LENIN | Emperyalist Ekonomizm

6. P. KİEVSKİ'NİN ORTAYA ATTIĞI VE ÇARPITTIĞI ÖTEKİ SİYASAL KONULAR


      Tezlerimizde">

KÜTÜPHANE | LENIN | Emperyalist Ekonomizm

6. P. KİEVSKİ'NİN ORTAYA ATTIĞI VE ÇARPITTIĞI ÖTEKİ SİYASAL KONULAR


      Tezlerimizde, sömürgelerin kurtuluşu, ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleridir, demiştik. Avrupa'lılar sömürge halkların da ulus olduğunu çoğu zaman unuturlar. Bu "unutkanlığı" hoşgörmek, şovenizmi hoşgörmektir.

      P. Kievski "itiraz ediyor":

      Saf sömürge tipinde "terimin ifade ettiği anlamda proletarya yoktur" (Bölüm II, madde r'nin sonu). "Öyleyse kendi kaderini tayin sloganı kimin için? Sömürge burjuvazisi için mi? Fellahlar için mi? Köylüler için mi? Elbette değil. Sosyalistlerin [italikler Kievski'nin] sömürgeler için kendi kaderini tayin hakkı istemeleri saçmadır. Çünkü işçisi olmayan ülkeler için bir işçi partisinin sloganlarını ortaya atmak, genel olarak saçmadır."

      Kievski'nin öfkesine ve görüşümüzü "saçma" diye yermesine aldırmaksızın, onun savlarının hatalı olduğunu söyleme cesaretini göstereceğiz. Bir "işçi partisine ait sloganlar"ın yalnızca işçiler için öne sürüldüğüne, yalnızca, ardından kimsenin gözyaşı dökmediği müteveffa ekonomistler inanmıştır.
[21*] Hayır, bu sloganlar tüm emekçiler için, tüm halk için ortaya atılmıştır.Programımızın demokrasiye ilişkin bölümü —Kievski o bölümün anlamı üzerinde "genel olarak" hiç durmamıştır— özellikle tüm halka seslenmektedir; o bölümde "halk"tan sözetmemizin nedeni budur.[22*]

      Sömürge ve yarı-sömürge ulusları, bir milyarlık bir halktır, dedik. P. Kievski, bu somut ifadeyi çürütmek zahmetine girmedi. Bu bir milyardan 700 milyonu (Çin, Hindistan, İran, Mısır), işçilerin var olduğu ülkelerde yaşamaktadır. Ama işçisi bulunmayan, yalnızca köle sahipleriyle kölelerin, vb. bulunduğu sömürge ülkeler için bile "kendi kaderini tayin" isteğiyle ortaya çıkmak, saçma olmak şöyle dursun, her marksist için zorunludur. Eğer konuyu biraz düşünseydi, Kievski, ola ki bunu kavrardı; "kendi kaderini tayin"in her zaman iki ulus "için", ezenle ezilen için ortaya atıldığını anlardı.
     
Kievski'nin "itirazları"ndan bir başkası:
      "Bu nedenle, sömürgeler için negatif bir sloganla, sosyalistlerin kendi hükümetlerinden, 'sömürgelerden çıkın!' isteğinde bulunmalarıyla yetiniyoruz. Kapitalizmin genel çerçevesi içinde gerçekleştirilmesi olanaksız bu istek, emperyalizme karşı savaşımı koyulaştırmaya hizmet edecek, ama sosyalist bir toplum sömürgelere sahip olmayacaki için gelişme eğilimiyle çelişmeyecektir."

      Yazarın, siyasal sloganların teorik içeriği üzerinde bir parça olsun düşünme gücü ya da isteği göstermemesi, yalnızca hayret vericidir. Teorik bakımdan tam ve doğru olan siyasal bir terim yerine propaganda  sözü kullanılmasının, işi değiştireceğine mi inanacağız? "Sömürgelerden çıkın" demek, teorik bir tahlilden kaçınmak ve propaganda sözlerinin ardına saklanmak demektir. Ukrayna'ya, Polonya'ya, Finlandiya'ya, vb. değindikleri zaman, bizim parti propagandacılarımızdan herbirinin, çarlık hükümetinden ("kendi hükümeti"nden), "Finlandiya'dan, vb. çıkın" isteğinde bulunmaya hakkı vardır. Ne var ki, akıllı bir propagandacı, salt savaşımı "koyulaştırmak" gibi bir amaçla pozitif ya da negatif sloganlar ortaya atmamamız gerektiğini kabul edecektir. Belli bir musibete karşı savaşımı "koyulaştırma" arzusunun, "kara-yüzler dumasından çıkın" yollu "negatif" bir sloganı haklı kılacağı görüşünde, ancak Aleksinski türünden kişiler direnir.

      Savaşımın koyulaştırılması, bir sloganın, ekonomik gerçeklerle, siyasal durumla ve o sloganın siyasal anlam ve öneminin tam ve kesin bir tahliliyle doğrulanması şeklindeki marksist gerçeği unutan öznelcilerin (subjectivists)
[23*] boş bir sözünden başka bir şey değildir. Bunu önemle belirtmek zorunda kalmak doğrusu utanç verici, ama yapacak başka bir şey yok.

      Biz, teorik bir soruna ait teorik bir tartışmayı propaganda çığlıklarıyla kısa kesme şeklindeki Aleksinski alışkanlığını gayet iyi biliriz. Bu kötü bir alışkanlıktır. "Sömürgelerden çıkın" sloganının bir tek, evet yalnızca bir tek siyasal ve ekonomik içeriği vardir. O da sömürge ulusları için ayrılma özgürlüğü, ayrı bir devlet kurma özgürlüğüdür! P. Kievski'nin inandığı gibi, eğer emperyalizmin genel yasaları, ulusların kendi kaderlerini tayin etmelerini önlüyor, bunu bir ütopya, bir hayal, vb., vb. haline getiriyorsa, o zaman kişi, nasıl olur da, durup bir an bile düşünmeksizin, dünya uluslarının çoğunu bu genel yasadan istisna edebilir? Apaçık ki, Kievski'nin "teorisi" bir teori karikatürüdür.

      Sömürge ülkelerin büyük çoğunluğunda meta üretimi, kapitalizm ve mali-sermaye bağlantısı vardır. Bu durumda, "sömürgelerden çıkın" sloganı meta üretimi, kapitalizm ve emperyalizm bakımından "bilim-dışı" ve "ütopik" bir istekse, Lensch, Cunow ve tüm geri kalanlar tarafından bile "çürütülmüşse", nasıl olur da emperyalist ülkelerin, onların hükümetlerinin "sömürgelerden çıkması" için ısrar edebiliriz?

      Yazarın savlarında düşüncenin zerresi bile yoktur.
      Yazar, sömürgelerin kurtuluşunun, yalnızca "birbirini izleyen bir dizi devrim olmaksızın sağlanamayacağı" anlamında "sağlanamayacağı" gerçeğini hiç düşünmemiştir. Sömürgelerin kurtuluşunun Avrupa'daki bir sosyalist devrimle ilintili olarak ulusları da kendine bağımlı hale getirmeyeceğini hiç düşünmemiştir. Tartışılan konuda, Rusya'nın Polonya'ya "sahip olmasıyla" Türkistan'a sahip olması arasında, hiç bir ekonomik ya da siyasal farklılık olmadığı gerçeğini aklından bile geçirmemiştir. Bir "sosyalist toplum"un, "sömürgelerden çıkma"yı, kesinlikle, ayrılmayı salık verme anlamında değil, ama yalnızca onlara özgür ayrılma hakkını verme anlamında arzu edeceği gerçeğini hiç düşünmemiştir.

      Ayrılma hakkıyla ayrılmayı salık verme arasındaki bu farklılık nedeniyle P. Kievski bizleri "hokkabazlar" diye suçluyor ve bu yargısını işçilerin gözünde "bilimsel olarak kanıtlamak üzere" şöyle yazıyor:
     
 "Bir işçi, proletaryanın, samostiinost'u [Ukrayna'nın siyasal bağımsızlığı] hangi gözle görmesi gerektiğini bir propagandacıya sorduğu ve sosyalistler ayrılma  hakkı için çalışıyorlar, ama propagandaları ayrılmaya karşıdır, yanıtını aldığı zaman ne düşünecektir?"

      Bu soruya, sanırım, oldukça doğru bir karşılık verebilirim: Diyebilirim ki, aklıbaşında her işçi, Kievski'nin düşünme gücünde olmadığını düşünecektir.

      Aklıbaşinda her işçi şöyle "düşünecektir": işte P. Kievski biz işçilere, "sömürgelerden çıkın" diye bağırmamızı söylüyor. Başka deyişle, biz Büyük-Rus işçiler kendi hükümetimizin, Moğolistan'dan, Türkistan'dan, İran'dan çıkmasını istemeliyiz; İngiliz işçiler, İngiltere hükümetinin Mısır'dan, Hindistan'dan, İran'dan, vb. çıkmasını istemelidirler. Ama bu, biz proleterlerin, kendimizi, Mısırlı işçilerden ve Fellahlardan, Moğolistanlı, Türkistanlı ve Hintli işçilerden ve köylülerden ayırmayı arzu ettiğimiz anlamına mı gelecektir? Bu, bizim sömürgelerdeki emekçi yığınlara, sınıf bilincine sahip Avrupa proletaryasından "ayrılmayı" salık verdiğimiz anlamına mı gelecektir? Asla. Her zaman olduğu gibi şimdi de, ileri ülkelerin sınıf bilincine sahip işçileriyle ezilen tüm ülkeler işçilerinin, köylülerinin ve kölelerinin yakın işbirliğinden ve kaynaşmasından yanayız ve hep bu görüşten yana olmaya devam edeceğiz. Her zaman, sömürgeler dahil, bütün ezilen ülkelerin tüm ezilen sınıflarına, bizden ayrılmalarını değil, bizimle olabildiği ölçüde yakından ilişki kurmalarını ve kaynaşmalarını salık vermişizdir. Bundan sonra da aynı şeyi salık vermeye devam edeceğiz.

      Kendi hükümetlerimizden, sömürgelerden çıkmalarını istiyoruz ya da kışkırtıcı feryatlardan çok, tam, kesin siyasal terimlerle belirtmek gerekirse, sömürgelere tam ayrılma özgürlüğü vermelerini, gerçek bir kendi kaderini tayin hakkı tanımalarını istiyoruz; biz kendimiz iktidarı ele geçirir geçirmez bu hakkı gerçekleştirecek, bu özgürlüğü vereceğiz. Bunu bugünkü hükümetlerden istiyoruz; kendimiz hükümet olduğumuz zaman da aynı şeyi yapacağız; ama bunu ayrılmayı "salık vermek" üzere değil, tam tersine, ulusların demokratik birliğini ve kaynaşmasını kolaylaştırmak ve çabuklaştırmak için yapacağız. Moğollarla, İranlılarla, Hintlilerle, Mısırlılarla birleşmeyi ve kaynaşmayı desteklemek için elden gelen her çabayı göstereceğiz. Böyle yapmanın hem görevimiz, hem de yararımıza olduğu kanısındayız. Çünkü böyle olmazsa, Avrupa'da sosyalizm güven içinde olmayacak. Bizden daha geri ve daha çok ezilmiş olan bu uluslara, Polonyalı sosyal-demokratların deyişiyle, "kendi çıkarını gözetmeyen bir kültürel yardım" yapmak için çalışacağız. Başka deyişle, makine kullanımına, emeğin yükünü azaltmaya, demokrasiye ve sosyalizme geçmelerinde onlara yardım edeceğiz.
     
Moğollar, İranlılar, Mısırlılar ve bütün öteki ezilmiş, eşit olmayan uluslar için, ayrım yapmaksızın, ayrılma özgürlüğü istiyorsak, bunu, ayrılmadan yana olduğumuz için değil, ama zoraki birlikten farklı olarak, yalnızca özgür, gönüllü birlikten ve kaynaşmadan yana olduğumuz için istiyoruz. Tek neden budur.


      Ve bu bakımdan, Moğol ve Mısırlı köylü ve işçilerle Polonyalı ve Finlandiyalı köylü ve işçiler arasındaki tek fark, bizim görüşümüze göre, ikincilerin daha fazla ilerlemiş olduğu, Büyük-Ruslara bakışla siyasal yönden daha fazla deneyim kazandığı, ekonomik açıdan daha fazla hazırlandığı, vb.'dir. Bu nedenledir ki, Polonyalı ve Finlandiyalı köylü ve işçiler, bugün cellat rolünü oynayan Büyük-Ruslara duydukları haklı nefreti sosyalist işçilere ve sosyalist bir Rusya'ya karşı da sürdürmenin akıllıca bir iş olmayacağına, büyük bir olasılıkla pek yakında, kendi halklarını inandıracaklardır. İktisadi bakımdan isabetli davranmanın, enternasyonalist ve demokratik içgüdü ve bilincin, bütün ulusların en kısa sürede birliğini ve sosyalist bir toplum içinde kaynaşmasını gerektirdiğine, kendi halklarını inandıracaklardır. Polonyalılarla Finlandiyalılar hayli kültürlü halklar olduklarına göre, büyük bir olasılıkla, çok yakında bu davranışın doğruluğunu görecekler ve sosyalizmin zaferinden sonra, Polonya'yla Finlandiya'nın olası ayrılığı, kısa sürecektir. Onlara bakışla karşılaştırılamayacak ölçüde daha az kültürlü olan Fellahlar, Moğollar ve İranlılar daha uzun bir süre için ayrılabilirler, ama yukarda belirttiğimiz gibi, kendi çıkarını gözetmeyen kültürel yardımla, bu süreyi kısaltmaya çalışacağız.

      Bizim Polonyalılara ve Moğollara karşı davranışımızda bundan başka bir farklılık yoktur, olamaz da. Bizim, ayrılma özgürlüğü hakkındaki propagandamız ve hükümet olduğumuz zaman bu özgürlüğü gerçekleştirme kararımızla, ulusların birliği ve kaynaşması hakkındaki propagandamız arasında herhangi bir "çelişki" yoktur, olamaz da. Kesinlikle inanıyoruz ki, bizim P. Kievski'yle anlaşmazlığımız hakkında, aklıbaşında her işçinin, gerçek her sosyalistin ve enternasyonalistin "düşüneceği" şey budur.
[24*]

      Yazısının başından sonuna Kievski'ye egemen olan  temel kuşku şu: Gelişme eğilimi ulusların kaynaşması doğrultusunda olduğuna göre, ulusların ayrılma özgürlüğünü neden savunmalı ve iktidara gelince neden uygulamalı? Buna biz, tüm gelişme eğilimi, toplumun bir kesiminin öteki kesim üzerinde zora dayalı bir egemenlik kurmasının ortadan kaldırılması doğrultusunda olduğu halde, proletarya diktatörlüğünü hangi nedenle savunuyorsak ve iktidara geldiğimiz zaman hangi nedenle uygulayacaksak, işte o nedenle diye karşılık veriyoruz. Diktatörlük, toplumun bir kesiminin, toplumun geri kalan kesimi üzerinde, doğrudan doğruya zora dayalı egemenliğidir. Tutarlı tek devrimci sınıf olan proletaryanın diktatörlüğü, burjuvaziyi devirmek ve karşı-devrim çabalarını defetmek için gereklidir. Proletarya diktatörlüğü öylesine büyük bir önem taşımaktadır ki, böyle bir diktatörlük gereğini yadsıyan ya da yalnızca sözde kabul eden kişi, Sosyal-Demokrat Partinin üyesi olamaz. Bununla birlikte, bazı durumlarda, istisnai olarak, örneğin bazı küçük ülkelerde, komşu büyük bir ülkede toplumsal devrimin gerçekleştirilmesinden sonra, küçük ülke burjuvazisinin, eğer direnmenin boşunalığına ve postunu kurtarmayı yeğ tutmasının daha doğru olacağına inandırılırsa, iktidarı barışçıl yoldan teslim etmesi olasılığı da yadsınamaz. Kuşkusuz, küçük ülkelerde bile sosyalizmin, iç savaş olmaksızın başarılamaması daha olasıdır; bu nedenle, her ne kadar şiddet bizim ülkülerimize yabancıysa da uluslararası sosyal-demokrasinin tek programı, iç savaşın tanınması şeklinde olmalıdır. Aynı şey mutatis mutandis (gerekli değişikliklerle) uluslar için de doğrudur.

 Biz ulusların birleşip kaynaşmasından  yanayız; ne var ki, ayrılma özgürlüğü olmaksızın, zora dayalı birlikten ve ilhaktan gönüllü birliğe geçilemez. Ekonomik öğenin her şeyin önünde geldiğini —haklı olarak— kabul ediyoruz, ama bu öğeyi Kievski gibi yorumlamak marksizmin karikatürünü yapmak demektir. Modern emperyalizmin tröstleri ve bankaları, her ne kadar gelişkin kapitalizmin parçası olarak her yerde kaçınılmaz biçimde dal budak salmışlarsa da, somut görünümleri, ülkeden ülkeye değişiyor. İleri emperyalist ülkelerin Amerika'nın, İngiltere'nin, Fransa ve Almanya'nın siyasal yapıları arasında, her ne kadar temel öğelerde türdeş (homogeneous) iseler de, yine de daha büyük farklılıklar vardır. Aynı türlülük, insanlığın, bugünkü emperyalizmden yarının sosyalist devrimine gidişte izleyeceği yolda da kendini gösterecektir. Bütün uluslar sosyalizme varacaktır. Bu kaçınılmaz bir şey. Ama hepsi, bunu aynı yoldan yapacak değildir. Herbiri, demokrasinin şu ya da bu biçimine, proletarya diktatörlüğünün şu ya da bu türüne, toplumsal yaşamın başka başka yönlerinde, sosyalist dönüşümün birbirinden farklı derecelerine, kendisinden bir şeyler katacaktır. Teorik bakımdan hiç bir şey, geleceğin bu yönünü, "tarihsel materyalizm adına" tekdüze (monotonous) griye boyamaktan daha ilkel değildir; pratik bakımdan da hiç bir şey bu kadar gülünç olamaz. Sonuç Suzdal ressamlığından[30] farklı olmaz. Gerçekler, sosyalist proletaryanın ilk zaferinden önce, şimdi baskı altında bulunan uluslardan ancak 500'de l'inin özgürlüğüne kavuşup ayrılacağını, sosyalist proletaryanın tüm dünyada sonal (final) zaferi kazanmasından önce de (yani sosyalist devrim olayları boyunca), baskı altındaki uluslardan ancak 500'de l'inin, o da çok kısa bir süre için ayrılacağını ortaya koysa da, bu durumda bile, işçilere, şimdi yaptığımız gibi, ezilen tüm ulusların ayrılma özgürlüğünü savunmayan, ve tanımayan zulmedici ülkeler sosyalistlerini kendi sosyal-demokrat partilerine kabul etmemelerini salık verirken, biz, hem teorik, hem siyasal pratik bakımdan gene haklı olurduk. Çünkü gerçek şu ki, demokrasinin farklı biçimlerine, sosyalizme farklı geçiş biçimlerine kendisinden bir şeyler katmak üzere, şimdi zulüm gören uluslardan kaçının ayrılma gereğini duyacağını bilmiyoruz, bilemeyiz. Bizim bildiğimiz, her gün görüp hissettiğimiz şey şudur: Ayrılma özgürlüğünün yadsınması, teorik bakımdan başından sonuna yanlıştır, pratik bakımdan da ezen ulusların şovenistlerine köle olmaya varır.

      Yukarıya aldığımız bölümün dipnotunda P. Kievski "Biz, 'zora dayalı ilhaklar'a karşı çıkılmasını bütün gücümüzle desteklediğimizi önemle belirtiriz" diyor.

      Ne var ki, P. Kievski, bu "isteğin" kendi kaderini tayin hakkını tanımakla aynı şey olduğunu ve kendi kaderini tayin çerçevesi içinde düşünülmediği sürece "ilhak" kavramının doğru bir tanımının yapılamayacağı şeklindeki açık ifademizi, tek sözcükle olsun yanıtlamıyor. Belki de Kievski, bir tartışmada kişinin, herhangi bir destekleyici tanıt göstermeksizin kendi savlarını ve istemlerini ortaya koymasının yeteceğini sanıyordur.

      P. Klevski sözünü şöyle sürdürüyor: " ... Biz, onların negatif formüllerinde [yer alan ve -ç] proletaryanın emperyalizme karşı bilincini keskinleştirecek olan bir dizi isteği tamamen kabul ediyoruz; ne var ki, bugünkü sistemde, buna uyan pozitif formüller bulunması olasılığı kesinlikle yoktur. Savaşa, karşı olmaya evet, ama demokratik bir barış için verilen savaşa karşı olmaya hayır ... "

      Yanlış! İlk sözünden son sözüne kadar yanlış! Kievski (Sosyalizm ve Savaş broşüründe, s. 44-45
[25*]) "Pasifizm ve Barış Sloganı" hakkındaki kararımızı okumuş ve hatta, sanırım, onaylamıştır. Ama anlaşılıyor ki, o kararı kavrayamamıştır. Biz demokratik bir barıştan yanayız; yalnızca, kararın da ortaya koyduğu gibi, "bir dizi devrim olmaksızın" bugünkü burjuva hükümetlerin yönetimi altında böyle bir barışın olası olduğu aldatmacasına karşı işçileri uyarıyoruz. Soyut barış savunusunu, yani savaşan ülkelerde şimdiki yönetimlerin gerçek sınıf yapısını ya da özellikle emperyalist yapısını dikkate almayan savunuyu, işçileri aldatmak olarak görüyor ve kınıyoruz. Sotsial-Demokrat'daki (n° 47) tezlerde, eğer devrim, şimdiki savaş sırasında partimizi iktidara getirirse, savaşan taraflara partinin derhal demokratik bir barış önereceğini kesinlikle belirtmiş bulunuyoruz.[26*]

      Ama genel olarak demokrasiye değil, "yalnızca" kendi kaderini tayine karşı durduğuna hem kendini, hem başkalarını inandırmaya çalışan Kievski, bizim "demokratik bir barıştan yana olmadığımız" iddiasına varıp dayanıyor. Garip bir mantık!

      Kievski'nin sözünü ettiği bütün öteki örnekler üzerinde tek tek durmanın ve onları çürütmek için yer israf etmenin hiç bir anlamı yok. Çünkü onlar da aynı bön ve yanlış mantık düzeyinde kalmış şeyler; okurları yalnızca güldürecek türden şeyler. İktidarı aldığı zaman, sosyal-demokrasinin, sorunu nasıl çözümleyeceğine ilişkin olumlu bir yanıtı beraberinde getirmeksizin, yalnızca "emperyalizme karşı proletaryanın bilincini keskinleştirmeye" hizmet edecek "negatif" bir sosyal-demokrat slogan diye bir şey yoktur, olamaz.  Belirli, olumlu bir çözümle ilintili olmayan "negatif" bir slogan, bilinci "keskinleştirmez", köreltir. Çünkü öyle bir slogan boş bir sözdür, salt kuru-gürültüdür, anlamsız cafcaflı bir sözdür.

      P. Kievski, siyasal musibetlerle, iktisadi musibetleri damgalayıp teşhir eden "negatif" sloganlar arasındaki farkı anlamıyor. Fark şuradadır: Bazı iktisadi musibetler, kapitalizmin öylesine ayrılmaz bir parçasıdır ki, siyasal üstyapı ne olursa olsun, kapitalizmi ortadan kaldırmadıkça o musibetleri, ekonomik olarak yoketmek olanaksızdır. Bunun tersini kanıtlayacak tek olay gösterilemez. Öte yandan, siyasal musibetler, "var olan sistemde", yani kapitalizmde iktisadi açıdan tamamen olanak çerçevesinde bulunan ve —bazı yönleri bir ülkede, belli bazı yönleri bir başka ülkede olmak üzere— kapitalizmde istisnai olarak gerçekleştirilen demokrasiden uzaklaşmayı ifade eder. Bir kez daha, yazarın anlayamadığı şey, genel olarak demokrasinin uygulanması için gerekli olan temel koşullardır.

      Aynı şey boşanma sorununda da sözkonusudur. Bu konunun, ulusal sorun üzerine yapılan tartışmalarda, ilk kez Rosa Luxemburg tarafından ortaya atıldığını okurlar anımsayacaktır. Rosa Luxemburg, gayet doğru olan şu görüşü dile getirmiştir: demiştir ki, eğer bir devlet içinde (belli bir bölge, bir yer, vb. için) özerkliği destekleyeceksek, merkeziyetçi sosyal-demokratlar olarak, bellibaşlı bütün ulusal sorunların —boşanmaya ilişkin yasa da onlardan biridir— merkez hükümetle merkez parlamentonun yetki alanı içinde olduğunda ısrar etmemiz gerekir. Bu örnek açıkça gösteriyor ki, tam boşanma özgürlüğünü istemeksizin, kişi, demokrat ve sosyalist olamaz; çünkü böyle bir özgürlüğün yokluğu, zaten ezilen cinsin daha da ezilmesinden başka bir şey değildir. Kaldı ki, bir kadının kocasından (sayfa 88) ayrılma özgürlüğüne sahip olmasını tanımanın, bütün kadınları aynı şeyi yapmaya davet etmek demek olmadığını kavramak da güç olmasa gerektir.

      P. Kievski "itiraz ediyor":
      "Böyle durumlerda [yani kadının kocayı bırakmak istediği durumlarda] kadın hakkını kullanamazsa, ya da bu hakkın kullanılması üçüncü kişilerin isteğine, hatta daha kötüsü kadının sevgisi üzerinde hak iddia edenlerin isteğine bağlıysa, bu hak [boşanma hakkı] neye yarar? Böyle bir hakkın ilân edilmesini savunmalı mıyız? Kuşkusuz hayır! "

      Bu itiraz, genel olarak demokrasiyle kapitalizm arasındaki ilişkinin hiç bir şekilde anlaşılmamış olduğunu ortaya koyuyor. Kapitalizmde, ezilen sınıfların kendi demokratik haklarını "kullanmalarını" olanaksız hale getiren koşullar istisna değildir, sistemin tipik özelliğidir. Kapitalist düzende, birçok durumda, boşanma hakkı gerçekleştirilememiş olarak kalacaktır; çünkü ezilen cinse, iktisadi yönden başeğdirilmiştir. Kapitalist sistemde ne kadar demokrasi olursa olsun, kadın "evcil bir köle" olarak yatak odasına, bebek odasına, mutfaka kapatılmış bir köle olarak kalmaya devam etmektedir. Kapitalizmde halkın "kendi" yargıçlarını, resmi görevlilerini, okul öğretmenlerini, jüri üyelerini, vb. seçmesi de aynı biçimde, işçilerle köylülerin iktisadi yönden boyuneğdirilmiş olmaları nedeniyle, birçok durumda gerçekleştirilememektedir. Aynı şey demokratik cumhuriyet için de sözkonusudur: Bizim programımız demokratik cumhuriyeti "halk tarafından yönetim" diye tanımlar. Ama bütün sosyal-demokratlar pek iyi bilirler ki, kapitalizmde en demokratik cumhuriyette bile, burjuvazinin, görevlileri rüşvetle ayartmasından, hisse senetleri borsasıyla hükümet arasındaki ittifaktan kurtulmanın yolu yoktur.


      Buna bakarak, ancak, doğru-dürüst düşünemeyenler ya da marksizm hakkında hiç bir bilgisi olmayanlar, öyleyse cumhuriyet olmanın hiç bir anlamı yok, boşanma özgürlüğünün hiç bir anlamı yok, demokrasinin hiç bir anlamı yok, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının hiç bir anlamı yok sonucuna varırlar. Marksistlerse demokrasinin sınıfsal baskıyı ortadan kaldırmadığını bilirler. Demokrasi yalnızca sınıf savaşımını daha doğrudan, daha geniş, daha açık, daha belirgin hale getirir. Gerek duyduğumuz şey de budur. Boşanma özgürlüğü daha tam hale geldikçe, kadınlar "evcil kölelikleri"nin kaynağının hak eksikliği değil, kapitalizm olduğunu daha iyi göreceklerdir. Yönetim sistemi daha demokratik hale geldikçe işçiler, musibet kaynağının, hak eksikliği değil, kapitalizm olduğunu daha iyi anlayacaklardır. Ulusal eşitlik daha tam hale geldikçe (ayrılma özgürlüğü olmaksızın bu eşitlik tam olamaz) ezilen uluslar işçileri, eziliş nedenlerinin hak eksikliği değil, kapitalizm olduğunu daha açıkça göreceklerdir, vb..


      Bir kez daha belirtelim: Marksizmin abecesinden sözetmek zorunda kalmak insana utanç veriyor. Ama Kievski bunlari bilmediğine göre, elden ne gelir ki?


      Kievski boşanma sorununu, yurtdışındaki Hazırlık Komitesi sekreterlerinden Semkovski'nin, eğer doğru anımsıyorsam, Paris'te yayınlanan Golos'da
[31] ele aldığı biçimde tartışıyor. Semkovski'nin mantık çizgisi şuydu: Doğrudur, boşanma özgürlüğü, bütün öteki kadınlara kocalarından ayrılmaları için çağrı yayınlamak demek değildir, ama sayın bayan, bütün öteki kocaların, sizin kocanızdan iyi olduğu ortaya konursa, o zaman iş aynı kapıya varır!!


      Bu sava sarılan Semkovski'nin unuttuğu şey şudur: Kaçık düşünce, sosyalist ya da demokratik ilkeleri (sayfa 90) ihlal eden bir şey değildir. Semkovski bir kadına, bütün öteki kocaların onun kocasından daha iyi olduğunu söyleseydi, hiç kimse bunu, demokratik ilkelerin ihlali saymazdı. Olsa olsa, büyük bir partide büyük kaçıklar olmasından sakınılamaz der, geçerlerdi. Ama Semkovski, boşanma özgürlüğüne karşı duran ve karısının kendisinden ayrılmasını önlemek üzere mahkemeye, polise ya da kiliseye başvuran kişiyi bir demokrat olarak savunmayı kafasına koyarsa, kesinlikle inanıyoruz ki, Semkovski'nin Yurtdışı Sekretaryasındaki arkadaşları, her ne kadar pişmanlık getirmiş sosyalistlerse de onu desteklemeyi yine de reddederlerdi.


      Gerek Semkovski, gerek Kievski, boşanma "tartışmalarında", konuyu anlayamadıklarını ve konunun özünden kaçındıklarını ortaya koymuşlardır. Bu öz şudur: Kapitalizmde, istisnasız bütün öteki demokratik haklar gibi, boşanma hakkı da bazı koşullara bağlanmıştır, sınırlıdır, biçimseldir, dardır ve gerçekleştirilmesi aşırı ölçüde güç bir haktır. Ama gene de kendine karşı saygısı olan hiç bir sosyal-demokrat, boşanma hakkına karşı duran bir kişiyi, sosyalist olmak şöyle dursun, demokrat bile saymayacaktır. Konunun özü budur. Bütün "demokrasi", kapitalizmde ancak çok ufak ölçüde ve yalnızca göreli olarak elde edilebilen "haklar"ın ilânını ve gerçekleştirilmesini içerir. Ama bu hakları ilân etmeksizin, bu hakları hemen şimdi getirmek için savaşım vermeksizin, yığınları bu savaşım ruhuyla eğitmeksizin, sosyalizm olanaksızdır.

      Bunu anlayamayan Kievski, onun özel konusunun temel sorusunu, yani biz sosyal-demokratların ulusal baskıyı nasıl yok edeceğimiz sorusunu atlamaktadır. Dünyanın "kana boğulduğu" yollu sözlerle (ki bu sözlerin tartışılan konuyla hiç bir ilgisi yok) soruyu başından atmaktadır. Bu durumda geriye tek sav (sayfa 91) kalıyor: Sosyalist devrim her şeyi çözecektir! Ya da bazan, onun görüşlerini paylaşan kişilerin ortaya attığı sav kalıyor: Kendi kaderini tayin hakkı kapitalizmde olanaksız, sosyalizmde gereksizdir!

      Bu görüş teorik bakımdan saçma, pratik siyasal bakımdan şovenisttir. Bu görüş demokrasinin önemini takdir etmez. Oysa demokrasi olmaksızın sosyalizm olanaksızdır. çünkü: (1) proletarya demokrasi savaşımı içinde, sosyalist devrime hazırlanmadıkça o devrimi yapamaz; (2) utkun sosyalizm, tam demokrasiyi uygulamaksızın, zaferini pekiştiremez ve insanlığa, devletin çözülüp dağılmasını getiremez. Kendi kaderini tayin hakkının sosyalizmde gereksiz olduğuriu iddia etmek, bu nedenle, sosyalizmde demokrasinin gereksiz olduğunu öne sürmek kadar anlamsız ve deva bulmaz bir şaşkınlıktır.

      Kapitalizmde genel olarak demokrasi ne ölçüde olanaksızsa, kendi kaderini tayin hakkı da o kadar olanaksız; sosyalizmde genel olarak demokrasi ne kadar gereksizse, kendi kaderini tayin hakkı da ancak o kadar gereksizdir.

      Ekonomik devrim, her türlü siyasal baskıyı ortadan kaldıracak önkoşulları yaratacaktır. Bu nedenledir ki, her şeyi ekonomik devrime götürüp bağlamak mantıksız ve yanlıştır. Çünkü soru, ulusal baskı nasıl yokedilecek sorusudur. Ulusal baskı, ekonomik devrim olmaksızın yokedilemez. Bu, sugötürmez bir gerçektir. Ama bununla yetinmek, saçmaya ve rezil emperyalist ekonomizme saplanmaktır.

      Ulusal eşitliği gerçekleştirmeliyiz; bütün uluslar için eşit "haklar" ilân etmeli, formüller halinde biçimlemeli ve uygulamalıyız. Belki de P. Kievski dışında herkes bunu kabul eder. Ama bu, Kievski'nin sakındığı bir soruya yolaçar. Soru şudur: ulusal bir devlet kurma (sayfa 92) hakkının yadsınması, eşitliğin yadsınması demek değil midir?

      Elbette öyledir. Ve tutarlı yani sosyalist demokratlar bu hakkı ilân edecek, formül haline koyacak ve uygulayacaktır. Bu hak olmaksızın, ulusların tam ve gönüllü uzlaşımı ve kaynaşması sağlanamaz.

7. SONUÇ. ALEKSİNSKİ YÖNTEMLERİ


      P. Kievski'nin öne sürdüğü savların pek küçük bir kısmını tahlil ettik. Kievski'nin söylemek zorunda olduğu şeylerin tümünde tek bir doğru görüş bulunmadığı için, bütün savlarının tahlil edilmesi, bu yazıdan beş kat daha uzun bir yazıyı gerektirirdi. Eğer verdiği rakamlarda yanlışlık yoksa, doğru olan tek şey bankalar hakkındaki dipnotunda yer alan maddi bilgilerdir. Geri kalanların tümü, "titreyen gövdesine kazık çakmak" gibi, "fatih kahramanları yalnızca yargılamakla kalmayacağız, ölüme ve tasfiyeye mahkum edeceğiz" gibi, "yeni dünya ıstıraplı kıvranışlarla doğacaktır" gibi, "sorun, haklar bildirgeleri, haklar bahşetme ya da uluslara özgürlük verildiğini ilân etme sorunu değil, fakat gerçekten özgür ilişkiler kurma, asırlık köleliği ve genel olarak toplumsal baskıyı, özel olarak da uluslara karşı yürütülen baskıyı yıkma sorunu olacaktır" gibi sözlerle renklendirilmiş bir keşmekeşten ibarettir. Bu sözler, iki şeyin, aynı zamanda, ifadesi ve peçesidir: Birincisi bu sözlerin altında yatan şey, 1894-1902 arasında görülen müteveffa ve yası bile tutulmamış ekonomizm kadar çirkin olan bir marksizm karikatürü ve sosyalizmle demokrasi arasındaki ilişkiyi o ekonomizm kadar tümden yanlış yorumlamış emperyalist ekonomizmdir.


      İkincisi, bu sözlerde Aleksinski yöntemlerinin (sayfa 93) yinelenişini görüyoruz. Kievski'nin yazısında bir bölümün tümü (Bölüm II, madde f, "Yahudilerin Özel Durumu") bütün bütün bu yöntemler üzerine kurulduğu için, bu noktanın özellikle belirtilmesi gerekiyor.

      1907 Londra Konferansında, teorik savları yanıtlarken, bir kışkırtıcı gibi davrandığı ve şu ya da bu tür sömürü ve baskıya karşı, ilgisiz, fakat büyük ölçüde yanıltıcı sözlere başvurduğu için bolşevikler Aleksinski'den kopmuşlardı. Temsilciler "Gene bağırıp-çağırmaya başladı" diyorlardı. "Bağırıp-çağırmak" Aleksinski'ye yarar getirmedi.


      Kievski'nin yazısında da aynı "bağırıp-çağırma"yla karşıkarşıyayız. Kievski, tezlerde açıklanan teorik sorunlara ve savlara hiç bir yanıt vermiyor. Bunun yerine, bir kışkırtıcı gibi davranıyor ve düşünen herkesin göreceği gibi, —bağırıp-çağırmalarının ve genel olarak Yahudi sorununun, tartışma konusuyla hiç bir ilgisi olmadığı halde— Yahudilere baskı yapıldığını haykırıyor.
      Aleksinski yöntemleri insanı hiç bir olumlu sonuca götürmez. (sayfa 94)


      Ağustos-Ekim 1916'da yazıldı.
      Collected Works, Vol. 23, s. 28-76.
      İlk kez Zvezda n° 1 ve 2°de
      1924'de yayınlandı.
      İmza: V. Lenin

Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm Notlar >>