Karl Marx'ın Capital, A Critical Analysis of Capitalist Productuon, Volume III,
(Progress Publishers, Moscow 1974) adlı yapıtını İngilizcesinden Alaattin Bilgi dilimize çevirmiş, ve kitap, Kapital, Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Üçüncü Cilt, adı ile, Sol Yayınları tarafından Şubat 1990 (Birinci baskı: Ağustos 1978) tarihinde yayınlanmıştır.
Eriş Yayınları tarafından düzenlenmiştir.
YEDİNCİ KISIM
GELİRLER VE KAYNAKLARI
KIRKSEKİZİNCİ BÖLÜM
ÜÇLÜ FORMÜL
I[48]
Sermaye-kâr (girişim kârı
artı faiz), toprak-toprak rantı, emek-ücretler, işte, toplumsal üretim sürecinin tüm gizemini kapsayan üçü formül.
Ayrıca, daha önce de gösterildiği gibi,
[1*] faiz, sermayenin özgül karakteristik ürünü ve girişim kârı da, tersine, sermayeden bağımsız ücretler olarak göründüğü için, yukardaki üçlü formül kendisini daha özel bir biçimde şuna indirgemiş olur:
Sermaye-faiz, toprak-toprak rantı, emek-ücretler; burada, kapitalist üretim tarzına ait artı-değerin, kendine özgü, özgün biçimi olan kâr bereket ki dışarda bırakılmıştır.
Bu ekonomik üçlemeyi daha yakından incelediğimizde şunu görürüz:
Birincisi, yıllık mevcut servetin bu sözde kaynakları çok farklı alanlara aittir ve aralarında hiç bir benzeşme yoktur. Aralarındaki ilişki, avukatlık ücreti ile, kırmızı pancar ve müzik arasındaki ilişki gibidir.
Sermaye, toprak, emek! Ne var ki, sermaye, bir nesne değil, toplumun belli bir tarihsel oluşumuna ait bulunan belli bir toplumsal üretim ilişkisidir ve, bir nesnede kendisini ortaya koyarak bu şeye belirli bir
(sayfa 715) toplumsal nitelik kazandırır. Sermaye, maddi ve üretilmiş üretim araçları toplamı değildir. Sermaye, daha çok, sermayeye dönüştürülmüş üretim araçlarıdır ve tıpkı altın ya da gümüşün bizatihi para olmaması gibi, bunlar da bizatihi sermaye değillerdir. Sermaye, toplumun belli bir kesiminin tekeline aldığı üretim araçlarıdır ve canlı emek-gücünün karşısına, bu emek-gücünden soyutlanmış ve sermayedeki bu zıtlık yoluyla kişileşmiş ürünler ve iş koşulları olarak çıkar. Bu, yalnızca, işçilerin, bağımsız güçler haline getirilmiş ürünleri, kendilerini üretenlerin hakimi ve satın alıcısı olarak ürünler olmayıp, aynı zamanda da, bu emeğin, işçilerin karşısına, ürünlerinin nitelikleri olarak çıkan toplumsal güçleri ve gelecekteki ...[? okunamamıştır]
[2*] biçimidir. Şu halde, burada, biz, kesin ve, ilk bakışta tarihsel olarak üretilen toplumsal üretim süreci içersindeki etkenlerden birinin pek gizemli, toplumsal bir biçimiyle karşı karşıyayız.
Ve bir de bunun yanı sıra, toprak, o haliyle inorganik doğa, bütün ilkel vahşiliği içersinde
rudis indigestaque moles[3*] var. Değer, emektir. Dolayısıyla, artı-değer toprak olamaz. Toprağın mutlak verimliliği, ancak ve ancak şu sonuca varır: belli bir miktar emek –toprağın doğal verimliliğine bağlı olarak– belli bir ürün üretir. Toprağın verimliliğinin farklı oluşu, aynı nicelikteki emek ve sermayenin, yani aynı değerin, farklı niceliklerdeki tarımsal ürünlerde kendisini ortaya koymasına neden olur; yani bu ürünlerin farklı bireysel değerleri olmasına yolaçar. Bu bireysel değerlerin, piyasa değerleri halinde eşitlenmesi, "verimli toprağın, düşük nitelikteki toprak üzerindeki yararlarının ... ekici ya da tüketiciden, toprak sahibine aktarılması", olgusu anlamına gelir. (Ricardo,
Principles, London 1821, s. 62.)
Ve ensonu, bu birliğin üçüncü öğesi, düpedüz bir hayalet: "Emek"i bir soyutlamadan başka bir şey olmayan ve tek başına alındığında varlığı bile olmayan, ya da ... [okunamıyor],
[4*] aldığımızda, genellikle insanoğlunun doğa ile alışverişini sağlayan üretken faaliyeti; yalnız herhangi bir biçim ya da iyi belirlenmiş bir nitelikten yoksun olmakla kalmayıp, toplumdan bağımsız ve bütün toplumların dışında, doğal yalın biçim içersinde bile, genellikle henüz toplumsallaşmamış insanın, şu ya da bu şekilde toplumsallaşmış insanla paylaştığı bir yaşam belirtisi ve yaşam olumlaması.
II
Sermaye-faiz; toprak mülkiyeti, yeryüzünün bir kısmının özel mülkiyeti (ya da, kapitalist üretim tarzına tekabül eden modern anlamda) – rant; ücretli-emek-ücretler. Gelirlerin kaynakları arasındaki bağlantının,
(sayfa 716) bu biçim içersinde temsil edildiği kabul ediliyor. Ücretli-emek ve toprak mülkiyeti, sermaye gibi, tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal biçimlerdir; biri emeğin, diğeri tekel altına alınmış karasal yeryüzünün; ve aslında her iki biçim de sermayeye tekabül etmekte ve toplumun aynı ekonomik yapısına ait bulunmaktadır.
Bu formülde ilk göze batan şey, sermayenin, belli bir üretim tarzına, toplumsal üretim sürecinin belirli bir tarihsel biçimine ait bulunan bir üretim öğesi biçiminin; belirli bir toplumsal biçimle karıştırılan ve bu biçim tarafından temsil edilen bir üretim öğesinin – bir yandan toprak, öte yandan emek ile, –gerçek emek sürecinin iki öğesi olan ve bu maddi şekil içersinde bütün üretim biçimlerinde ortak bulunan, toplumsal biçimi ne olursa olsun her üretim sürecinin maddi öğelerini oluşturan toprak ve emek ile– hiç bir ayrım gözetilmeksizin yanyana getirilmiş olmasıdır.
Ondan sonra. Formülde: sermaye-faiz, toprak-toprak rantı, emek –ücretler, sermaye, toprak ve emek, sırasıyla (kâr yerine) faizin kaynakları olarak görünmekte, toprak rantı ile ücretler, bunların ürünleri ya da meyveleri olarak; baştakiler temel, sonrakiler sonuç, baştakiler neden, sonrakiler etken; ve gerçekte bu o şekilde yapılıyor ki, her bireysel kaynak ile kendi ürünü arasında, sanki onu dışarıya atan ve üreten bir öğe gibi bağlantı kuruluyor. Bütün gelirler, (kâr yerine) faiz, rant, ücretler, ürünlerin değerini oluşturan üç ayrı kısımdır, yani genel bir deyişle, değerin kısımları ya da para olarak ifade edilen belli para kesirleri, fiyat kesirleridir. Sermaye-faiz formülü şimdi gerçekte, sermayenin en anlamsız formülüdür, ama gene de onun formüllerinden bir tanesidir. Ama nasıl olur da, toprak, değer yaratabilir, yani toplumsal bakımdan belirlenmiş bir miktar emek ve üstelik, kendi ürünlerinin değerinin, rantı oluşturan o belirli kısmı nasıl yaratabilir? Toprak, örneğin, bir kullanım-değeri, maddi bir ürün, buğday yaratmada, bir üretim öğesi olarak yeralır. Ama,
buğdayın değerinin, üretimi ile herhangi bir ilişkisi olamaz. Buğdayın bir değeri temsil etmesi, ancak belli bir miktar maddeleşmiş emeği içermesi ölçüsünde sözkonusudur, ve bu emeğin kendisini ortaya koyduğu özel nesne ya da bu nesnenin özel kullanım-değerinin burada bir önemi yoktur. Bu, hiç bir zaman şu olgularla çelişkili değildir: 1) öteki koşullar eşit olmak üzere, buğdayın pahalı ya da ucuz olması, toprağın üretkenliğine bağlıdır. Tarımsal emeğin üretkenliği, doğal koşullara bağlı olup, aynı emek miktarı, bu üretkenliğe bağlı olarak, daha fazla ya da az ürünle, kullanım-değeriyle temsil olunur. Bir kile buğdayda ne miktar emeğin temsil edildiği, aynı miktar emekle kaç kile buğday elde olunduğuna bağlıdır. Değerin, bu durumda ne miktar üründe temsil olunacağı, toprağın verimliliğine bağlıdır. Ama bu değer bellidir ve bu dağılımdan bağımsızdır. Değer, kullanım-değerinde temsil edilmiştir; ve kullanım-değeri, değerin yaratılması için bir önkoşuldur; ve, bu yana toprak gibi bir kullanım-değerini, öte yana da değeri, ve hem de değerin özel bir
(sayfa 717) kısmını koyarak bir karşıtlık yaratmak saçmadır. 2) ... [elyazması burada kalıyor].
III
Vülger ekonomi politik, aslında, burjuva üretim ilişkileri içersinde sıkışıp kalmış burjuva üretimini yürüten kimselerin fikirlerini, doktriner bir şekilde yorumlamaktan, sistemleştirmekten ve savunmaktan fazla bir şey yapmamaktadır. Bu durumda bizim, bu
prima facie saçma ve düpedüz çelişkilerin görüldüğü ekonomik ilişkilerin yabancılaşmış dış görüntülerinde kaba ekonomi politiğin özel bir rahatlık duymasına ve bu ilişkilerin – sıradan bir kimse için bile anlaşılması güç olmadığı halde, iç bağıntıları ne kadar gizlenirse, o ölçüde açık hale gelmesine şaşmamamız gerekir. Ne var ki, dış görünüş ile şeylerin özü, eğer doğrudan doğruya çakışsaydı, her türlü bilim gereksiz olurdu. Demek ki vülger ekonomi politiğin, kendisine çıkış noktası olarak aldığı üçlü formülün, yani toprak-rant, sermaye-faiz, emek-ücretlerin ya da emeğin-fiyatının,
prima facie üç olanaksız bileşim olduğu konusunda en ufak bir kuşkusu bulunmuyor. Önce, karşımızda değeri bulunmayan kullanım-değeri
toprak ile, değişim-değeri rant var: böylece, bir nesne, olarak alınan toplumsal bir ilişki, doğa ile orantılı hale getiriliyor, yani aralarında herhangi bir oran bulunmayan iki büyüklük, birbiriyle belli bir oran içersinde kabul ediliyor. Sonra
sermaye-faiz. Sermaye, eğer kendi başına para ile temsil edilen belli bir değerler toplamı olarak anlaşılıyorsa, o zaman da, belli bir değerin, kendi değerinden daha fazla bir değere sahip olduğunu söylemek
prima facie saçmadır. İşte bu sermaye-faiz formülündedir ki, bütün ara bağlar bir yana itilmiş, sermaye en genel formülüne indirgenmiş ve dolayısıyla formülün kendisi de açıklanamaz ve saçma bir hale gelmiştir: Vülger iktisatçı, sermaye-faiz formülünü, bir değeri kendisine eşit hale getirmeyen gizemli niteliği nedeniyle, sırf fiili kapitalist ilişkilere daha fazla yakın düştüğü için, sermaye-kâr formülüne tercih eder. Ama ardından, 4'ün 5'e ve 100 taler'in 110 taler'e eşit olamayacağı düşüncesiyle rahatsız olarak, değer olarak sermayeden, sermayenin maddi varlığına, emeğin üretim koşulu olarak sermayenin kullanım-değerine, makinelere, hammaddelere, vb. yönelmektedir. Böylece o, bir kez daha, başlangıçtaki anlaşılması olanaksız, 4 = 5 bağıntısının yerine, aralarında herhangi bir oranın sözkonusu olamayacağı bir bağıntıyı, bir yanda bir nesne olana kullanım-değeri ile, öte yanda toprak mülkiyetinde olduğu gibi, belirli bir toplumsal ilişki olan artı-değer arasındaki bağıntıyı koyuyor. Vülger iktisatçı işte bu ortak ölçüleri bulunmayan bağıntıya ulaşır ulaşmaz, her şey ona apaçık geliyor ve artık daha fazla kafa yorma gereksinmesini duymuyor. Çünkü artık o, burjuva anlayışına göre "akla-uygun" noktaya ulaşmış demektir. En sonu,
emek-ücretler ya da emeğin-fiyatı, Birinci Ciltte gösterildiği gibi, değer kavramıyla olduğu kadar,
(sayfa 718) fiyat kavramlarıyla da –fiyat genellikle değerin kesin bir ifadesinden başka bir şey olmadığına göre–
prima facie çelişen bir ifadedir. Ve "emeğin-fiyatı" sözü, sarı logaritma sözü kadar saçma bir şeydir. Ne var ki, vülger iktisatçı burada halinden daha da hoşnuttur, çünkü artık burjuvazinin o engin görüşüne ulaşmıştır, yani emek için para ödemektedir, ve formül üç değer kavramı arasındaki çelişki, onu, değeri anlamak için gerekli bütün yükümlülüklerden kurtarmıştır.
Kapitalist
[49] üretim sürecinin, genellikle toplumsal üretim sürecinin, tarihsel olarak belirlenmiş bir biçim olduğunu görmüş bulunuyoruz. Genellikle toplumsal üretim süreci de, özgül tarihsel ve ekonomik üretim ilişkileri içersinde yeralan, bu üretim ilişkilerinin kendilerini üreten ve yeniden-üreten ve böylece de bu sürecin varlığının maddi koşullarını ve bunların karşılıklı ilişkilerini, yani kendilerine özgü toplumsal ve ekonomik biçimini devam ettiren bir süreç olarak, insan yaşamının maddi koşullarının bir üretim sürecidir. Çünkü, bu üretim faaliyetine katılanların doğa ile ve birbirleriyle olan karşılıklı ilişkilerinin bütünü, ekonomik yapısı açısından düşünüldüğünde, toplumun ta kendisidir. Bütün kendinden öncekilerde olduğu gibi, kapitalist üretim süreci de, belirli maddi koşullar içersinde devam eder ve bu koşullar da gene, kendi yaşamlarını yeniden üretme süreci içersinde bulunan bireylerin giriştikleri belirli toplumsal ilişkilerin dayanaklarıdır. Bu koşullar, bu ilişkiler gibi, kapitalist üretim sürecinin bir yandan gerekli önkoşulları, öte yandan sonuçları ve yarattığı şeylerdir; bunlar, bu süreç tarafından üretilir ve yeniden– üretilir. Biz, ayrıca sermayenin –kapitalist, yalnızca kişileşmiş sermayedir ve üretim sürecinde sırf sermayenin bir aracısı olarak işlev yapar– kendisine tekabül eden toplumsal üretim sürecinde, doğrudan üreticilerden ya da emekçilerden belirli miktarda artı-emek sızdırdığımda görmüş bulunuyoruz; sermaye, bu artı-emeği, bir eşdeğer vermeksizin elde eder ve aslında, her ne kadar karşılıklı serbest sözleşmeden doğuyormuş gibi görünürse görünsün, bu emek daima zora dayanan emek olarak kalır. Bu artı-emek, artı-değer olarak ortaya çıkar ve bu artı-değer, artı– ürün olarak varolur. Artı-emek, genellikle, belli gereksinmelerin üzerinde ve ötesinde harcanan emek olarak, daima varolmak zorundadır. Kapitalist sistemde olduğu gibi köleci sistemde de, vb. o yalnızca karşıt bir biçime bürünür, ve toplumun bir tabakasının tam bir aylaklığı ile tamamlanır. Kazalara karşı güvence olarak belirli miktarda bir artı-emek gereklidir, ve nüfusun gereksinmeleri ve büyümesindeki gelişmeye uygun olarak yeniden-üretim sürecindeki zorunlu ve gitgide artan genişleme, kapitalist açıdan birikim adım alır. Bu artı-emeği, üretici güçlerin,
(sayfa 719) toplumsal ilişkilerin gelişmesi için daha yararlı bir şekilde ve koşullar altında zorlaması ve, daha önceki kölelik, serflik, vb. biçimlerinde olduğundan daha yüksek ve yeni öğelerin yaratılması, sermayenin uygarlaştırıcı yanlarından biridir. Böylece o, bir yandan, toplumun bir kesimi tarafından, diğer kesimin saf dışı bırakılması pahasına, toplumsal gelişmenin (maddi ve zihinsel yararları da dahil) ezilmesine ve tekel altına alınmasına varacak bir aşamanın doğmasına yolaçar; öte yandan da, genel olarak maddi emeğe ayrılan zamanda daha büyük bir azalma ile bu artı-emeğin daha yüksek bir toplum biçimiyle bileşmesini olanaklı kılarak, maddi araçları ve çekirdek halindeki koşulları yaratır. Çünkü, emeğin üretkenliğindeki gelişmeye bağlı olarak artı-emek, kısa bir toplam işgününde daha büyük, ve uzun bir toplam işgününde nispeten daha küçük olabilir. Gerekli emek-zamanı = 3 ve artı-emek = 3 olursa, toplam işgünü = 6 ve artı-emek oranı = %100 olur. Yok eğer, gerekli emek-zamanı = 9 ve artı-emek = 3 olursa, toplam işgünü = 12 ve artı-emek oranı yalnız = %33
1/
3 olur. Bu durumda, belirli bir zamanda, dolayısıyla da belirli bir artı-emek zamanında ne kadar kullanım-değeri üretilebileceği, emeğin üretkenliğine bağlıdır. Toplumun gerçek serveti ve yeniden-üretim sürecini devamlı genişletme olanağı, demek ki, artı-emeğin süresine bağlı olmayıp, onun üretkenliğine ve bu emeğin harcandığı üretim koşullarının az ya da çok elverişli olmasına bağlıdır. Gerçekte özgürlük alemi ancak, emeğin zorunluluk ve günlük kaygılarla belirlendiği alanın bittiği yerde fiilen başlamış olur; demek ki bu alem, eşyanın doğası gereği, fiili maddi üretim alanının ötesinde bulunur. Tıpkı vahşi insanın, gereksinmelerini karşılamak, yaşamını sürdürmek ve yeniden-üretmek için doğayla boğuşmak zorunda olması gibi, uygar insan da aynı zorunluluk içersindedir ve bunu da bütün toplumsal biçimlenişler içersinde, akla gelen her türden üretim tarzları altında yapmak durumundadır. İnsanın gelişmesiyle birlikte, duyduğu gereksinmeler artacağı için bu fiziksel gereksinmeler alanı da genişler, ama aynı zamanda da, bu gereksinmeleri karşılayan üretici güçler de artar. Bu alanda özgürlük ancak doğanın kör güçlerinin önüne katılmak yerine, doğayla olan karşılıklı ilişkilerini rasyonel bir biçimde düzenleyen ve doğayı ortak bir denetim altına sokan toplumsal insan, ortaklaşa üreticiler tarafından gerçekleştirilebilir; ve bu, en az enerji harcamasıyla ve insan doğasına en uygun ve en layık koşullar altında başarılır. Ama gene de bu, bir zorunluluk alemi olmakta devam eder. Gerçek özgürlük alemi, kendi başına bir amaç olarak insan enerjisinin gelişmesi, bunun ötesinde başlar; ama bu da ancak temelindeki bu zorunluluklar alemi ile serpilip gelişebilir. İşgününün kısaltılması onun temel önkoşuludur.
Kapitalist toplumda bu artı-değer ya da bu artı-ürün (bölüşümündeki raslantıya bağlı dalgalanmalar bir yana bırakılarak, yalnız onu düzenleyen yasa, normal sınırları gözönünde tutularak), kapitalistler arasında, herbirinin sahip olduğu toplumsal sermaye ile orantılı biçimde temettü
(sayfa 720) olarak bölüşülür. Bu biçim içersinde artı-değer, sermayenin payına düşen ortalama kâr olarak görünür, ve bu ortalama kâr da, gene, girişim kârı ile faize bölünerek, bu iki kategori altında farklı türden kapitalistlerin eline geçebilir. Artı-değerin ya da artı-ürünün sermaye tarafından bu ele geçirilişi ve bölüşümü, ne yar ki, toprak mülkiyetinde bazı sınırlamalarla karşılaşır. Tıpkı faal kapitalistin emekçiden kâr biçiminde, artı-emek ve dolayısıyla artı-değer ve artı-ürün sızdırması gibi, toprak sahibi de, bu artı-değerin ya da artı-ürünün bir kısmını, yukarda üzerinde, durulmuş yasalar gereğince kapitalistten rant biçiminde sızdırır.
Şu halde, biz burada, kârdan, artı-değerin sermayenin payına düşen kısmı diye sözederken, toplam kârdan (kitle olarak artı-değer ile özdeştir) rantın düşülmesiyle. sınırlandırılmış bulunan ortalama kârı (girişim kârı
artı faize eşit) anlatmak istiyoruz; biz rantın, düşüldüğünü varsayıyoruz. Sermayenin kârı (girişim kârı
artı faiz) ve toprak rantı, demek ki, artı-değerin özel bölümleri, artı-değerin, sermayenin ya da toprak mülkiyetinin payına düşmesine bağlı olarak farklılaşmış kategorilerinden başka bir şey değildir, taşıdıkları adlar bunların niteliklerini zerrece değiştirmiş olmaz. Bu ikisi biraraya getirildiklerinde, toplumsal artı-değerin toplamını oluştururlar. Sermaye, artı-değerde ve artı-üründe temsil edilen artı-emeği, doğrudan doğruya emekçilerden sızdırır. Dolayısıyla, bu anlamda ona, artı-değerin üreticisi gözüyle bakılabilir. Toprak sahipliğinin, fiili üretim süreciyle hiç bir ilişkisi yoktur. Onun rolü, artı-değerin bir kısmını, kapitalistin cebinden kendi cebine aktarmaktan ibarettir. Bununla birlikte, toprak sahibi, kapitalist üretim sürecinde gene de bir rol oynar; ne var ki, toprak sahibi, kapitalist üretim sürecinde salt sermaye üzerine bir baskı yapması yoluyla değil, salt büyük toprak mülkiyeti, emekçilerin üretim araçlarından yoksun bırakılmasının bir önkoşulu ve gereği olması nedeniyle, kapitalist üretimin bir önkoşulu ve gereği olduğu için değil, ama özellikle üretimin en temel koşullarından birinin kişileşmiş olarak ortaya çıkmasından ötürü, rol oynar.
En sonu, emekçi, kendi bireysel emek-gücünün sahibi ve satıcısı olma niteliğiyle, ürünün bir kısmını ücret adı altında alır ve emeğinin bu kısmı bizim gerekli-emek dediğimiz, yani bu emek-gücünün sürdürülmesi ve yeniden-üretimi, bu devamın ve yeniden üretimin koşulları ister kıt, ister bol, ister elverişli olsun, ister olmasın gerekli olan emek olarak ortaya çıkar.
Bu ilişkilerde başka yönlerden ne gibi tutarsızlık olursa olsun, hepsinde şu ortaktır Sermaye, kapitaliste her yıl bir kâr, toprak, toprak sahibine her yıl bir toprak rantı ve emek-gücü, normal koşullar altında ve yararlı emek-gücü olarak kaldığı sürece emekçiye bir ücret sağlar. Üretilen yıllık toplam değerin bu üç kısmı ile, yaratılan yıllık toplam ürünün buna tekabül eden kısımları (şimdilik birikim düşüncesini bir yana bırakırsak), bunların sahipleri tarafından, bunların yeniden-üretim kaynakları tüketilmeksizin her yıl tüketilebilir. Bunlar, bir ağacın ya da daha doğrusu üç ağacın her yıl tüketilebilir meyveleri gibidir; bunlar, üç sınıfın kapitalist, toprak sahibi ve emekçi sınıfın yıllık gelirlerini, doğrudan doğruya artı-emek gaspı ve genellikle emek kullanıcısı niteliği içersinde, faal kapitalist tarafından dağıtılan gelirleri oluştururlar. Demek oluyor ki, sermaye kapitaliste, toprak toprak sahibine, emek-gücü ya da daha doğrusu emeğin kendisi emekçiye (çünkü o gerçekte emek-gücünü ancak kendisini ortaya koyduğu şekliyle satmaktadır, ve emek-gücünün fiyatı, daha önce de gösterildiği gibi, kaçınılmaz olarak, kapitalist üretim tarzı altında emeğin fiyatı olarak görünür), kendi özgül gelirlerinin, yani kâr, toprak rantı ve ücretlerin, üç farklı kaynağı olarak görünür. Bunlar belli bir anlamda böyledirler de: sermaye, kapitalist için, sürekli bir artı-değer sızdırma makinesi; toprak, toprak sahibi için, sermaye tarafından sızdırılan artı-değerin bir kısmını çeken sürekli bir mıknatıs ve en sonu, emekçi tarafından yaratılan değerin bir kısmını ve dolayısıyla değerin bir kısmı tarafından ölçülen toplumsal ürünün bir parçasını, yani yaşam gereksinmelerini, ücret başlığı altında elde eden, sürekli kendini yenileyen koşul ve sürekli kendini yenileyen araç olan emek. Bunlar bir de şu anlamda öyledir ki, sermaye, değerin ve dolayısıyla da yıllık emeğin ürününün bir kısmını kâr biçiminde; toprak mülkiyeti bir başka kısmını rant biçiminde ve ücretli-emek bir üçüncü kısmını ücretler biçiminde saptar ve, bu çeşitli kategorilere çevrilen tözün kendisini yaratmaksızın, bu dönüşüm yoluyla, bunları, kapitalistin, toprak sahibinin ve emekçinin gelirleri haline çevirir. Bu bölüşüm, tersine, bu tözün, yani maddeleşmiş toplumsal emekten başka bir şey olmayan, yıllık ürünün toplam değerinin varlığını öngörür. Ne var ki, bu töz, üretimi yürütenlere, üretim sürecindeki çeşitli işlevleri yüklenmiş bulunanlara, bu biçim içersinde değil, daha çok, çarpıtılmış bir biçimde görülür. Bunun niçin böyle olduğu, daha ilerdeki incelemelerimiz sırasında görülecektir. Sermaye, toprak mülkiyeti ve emek, üretimi yürüten bu kimselere, üç farklı, birbirinden bağımsız kaynak gibi görülür; yıllık üretilen değerin ve dolayısıyla bu değerin varolduğu ürünün üç farklı kısmı bu kaynaklardan doğmaktadır; demek oluyor ki, bu kaynaktan yalnız bu değerin, toplumsal üretim sürecindeki farklı kimselerin payına gelir olarak düşen farklı biçimleri doğmakla kalmıyor, bu değerin kendisi ve dolayısıyla da bu gelir biçimlerinin tözü de doğmuş oluyor.
[Burada, bir dosya kağıdı elyazması eksik.] ... Farklılık rantı, nispi toprak verimliliğine, başka bir deyişle toprağın kendisinden ileri gelen özelliklere bağlıdır. Ama, önce, farklı toprak tiplerine ait ürünlerin farklı bireysel değerlerine bağlı olması ölçüsünde yukardaki belirleme, yerinde ve doğrudur; sonra bu bireysel değerlerden farklı bulunan düzenleyici genel piyasa değerine bağlı olması ölçüsünde de, rekabet aracılığı ile yürürlükte bulunan toplumsal bir yasa sözkonusudur ve bunun, toprakla da, toprağın farklı verimlilik derecesi ile de bir ilişkisi yoktur.
Hiç değilse, "emek-ücretler" de rasyonel bir bağıntı ifade ediliyormuş gibi görünebilir. Ama bunun da, "toprak-toprak rantı"ndan bir farkı yoktur. Değer yaratıcısı olması ve kendisini metaların değerinde ortaya koyması bakımından, emeğin, bu değerin çeşitli kategoriler arasında bölüşülmesiyle herhangi bir ilişkisi yoktur. Ücretli-emeğin özgül toplumsal niteliğini taşıması bakımından ise, değer yaratıcısı değildir. Emeğin ücretinin ya da emeğin fiyatının, değerin ya da emek-gücünün fiyatının irrasyonel bir ifadesinden başka bir şey olmadığı, genel çizgileriyle ortaya konmuş bulunuyor ve bu emek-gücünün satıldığı özgül toplumsal koşulların da, üretimde genel bir öğe olarak emekle herhangi bir ilişkisi yoktur. Emek, aynı zamanda, metaın, ücretler olarak emek-gücünün fiyatını oluşturan diğer kısmında da maddeleşmektedir; ürünün öteki kısımlarını olduğu kadar bu kısmını da yaratmaktadır; ama emek, bu kısımda, rantı ya da kârı oluşturan kısımlarda olduğundan ne daha fazla ve ne de farklı biçimde maddeleşmiştir. Ve biz, genellikle, emeği değer-yaratıcısı olarak saptadığımız anda, onu bir üretim koşulu olarak somut biçimi içersinde değil, ücretli-emekten farklı ve ayrı, toplumsal tanımı içersinde düşünüyoruz.
"Sermaye-kâr" ifadesi bile burada yanlıştır. Sermaye, eğer yalnızca artı-değer üretmesi yönünden düşünülürse, yani emek-gücü üzerinde yaptığı zorlama sonucu artı-emek sızdırması bakımından emekçiyle, yani ücretli-emekçiyle ilişkisi yönünden ele alınacak olursa bu artı-değer (girişim kârı
artı faiz) dışında, rantı da, kısacası, tüm bölünmemiş artı-değeri de içerir. Öte yandan burada gelir kaynağı olarak sermaye, yalnızca, kapitalistin payına düşen kısımla ilişki haline getiriliyor. Bu, sermayenin genellikle sızdırdığı artı-değer değil; yalnızca kapitalist için sızdırılan kısım oluyor: Formül, "sermaye-faiz" haline getirilir getirilmez, bütün iç ilişkiler yokolup gidiyor.
Biz, eğer önce, yukardaki üç kaynağın tutarsızlığını gözönünde tutacak olursak, bunların ürünlerinin, meyvelerinin ya da gelirlerinin, hepsinin de aynı alana, değere ait olduğunu görürüz. Ne var ki, bu farklılık (yalnızca oran kabul etmeyen büyüklükler arasındaki değil, birbirine hiç benzemeyen, aralarında bir bağıntı bulunmayan, karşılaştırılmaları olanaksız şeyler arasındaki bu ilişki), toprak ve emekte olduğu gibi sermaye içinde belirsiz hale getirilmiş ve düpedüz maddi bir töz olarak, yani yalnızca üretilmiş üretim araçları olarak kabul edilmiş ve böylece, hem emekçiyle ve hem de değerle olan ilişkisinden soyutlanmıştır.
Üçüncü olarak, bu anlamda alındığında, sermaye-faiz (kâr), toprak-rant, emek-ücret formülleri, birbirine denk düşen simetrik bir uyumsuzluğu ifade ederler. Gerçekten de, ücretli-emek, toplumsal bakımdan belirlenmiş emek biçimi olarak görünmeyip, daha çok, bütün emek, niteliği gereği ücret-emek gibi göründüğü için (dolayısıyla, kapitalist üretim ilişkilerinin pençesine düşenlere de böyle göründüğü için), emeğin maddi koşulları –üretilen üretim araçları ile toprak– tarafından bürünülen belirli özgül toplumsal biçimler, ücretli-emek bakımından (tıpkı bunların da kendi adlarına ücretli-emeği öngörmeleri gibi), doğrudan doğruya emeğin bu koşullarının maddi varlığı ile, ya da bunların, tarihsel bakımdan belirlenmiş toplumsal biçiminden ya da daha doğrusu
herhangi bir toplumsal biçimden bağımsız olarak fiili emek-sürecinde genel olarak sahip oldukları biçim ile aynı olurlar. Emek koşullarının değişmiş biçimi, yani emeğe yabancılaştırılmış ve onun karşısına bağımsız olarak çıkan biçimi, dolayısıyla da üretilen üretim araçları, böylece sermayeye dönüştürülmüş, toprak, tekel altına alınmış toprağa ya da toprak mülkiyetine çevrilmiştir – belirli bir tarihsel döneme ait bulunan bu biçim, böylece, üretilen üretim araçlarının ve genellikle üretim sürecindeki toprağın varlığı ve işlevi ile özdeşleşmiştir. Bu üretim araçlarının kendileri, nitelikleri gereği sermayedirler; sermaye yalnızca, bu üretim araçlarının "ekonomik adıdır"; ve aynı şekilde, topraktan başka bir şey olmayan arazi parçaları da, belli sayıda toprak sahiplerince tekel altına alınmıştır. Tıpkı ürünlerin, üreticinin karşısına, sermayede ve kapitalistte –aslında o, sermayenin kişileşmesinden başka birşey değildir– bulunan bağımsız bir kuvvet olarak çıkması gibi, toprak da, toprak sahibinde kişileşir ve aynı şekilde, bağımsız bir kuvvet olarak ard ayaklarının üzerine kalkarak, yardımıyla yaratılan üründen kendi payını ister. Böylece, toprak, üretkenliğini yenilemek ve artırmak için üründen payına düşen kısmı alacağı yerde, toprak sahibi, harcamak ya da çarçur etmek için üründen bir pay alır. Sermayenin, ücretli-emek olarak emeği öngördüğü açıktır. Ama eğer, emek de, ücretli-emek olarak çıkış noktası diye alınacak olursa, genellikle emeğin, ücretli-emek ile özdeş görüneceği de tıpkı bunun gibi apaçık bir şey olur; bu durumda, sermaye ile tekel altına alınmış toprağın da, genellikle emekle ilişkisi bakımından, emek koşullarının doğal biçimi olarak görünmesi gerekir. Böyle olunca, sermaye olmak, emek araçlarını doğal biçimi ve dolayısıyla da, bunların genellikle emek sürecindeki işlevlerinden doğan katıksız gerçek nitelikleri olarak görünür. Sermaye ile, üretilmiş üretim araçları böylece özdeş terimler haline gelirler. Aynı şekilde toprak ve tekel haline gelmiş toprak, özel mülkiyet yoluyla özdeş hale gelir. Nitelikleri gereği sermaye olan emek araçları da böylece kâr kaynağı haline gelirler; tıpkı toprağın da toprak olarak, rantın kaynağı haline gelmesi gibi.
Emek olarak emek, bir amaca yönelik üretken faaliyet olarak kendi yalın niteliği içersinde üretim araçları ile ilişkisi, bunların toplumsal belirleyici biçimler bakımından değil, daha çok, emek malzemesi ve araçları olarak bunların somut varlıkları bakımındandır; bu emek malzemesi ve araçları da gene birbirlerinden, kullanım-değerleri olarak sırf maddi bakımdan ayrılırlar; örneğin, üretilmemiş bir varlık olan toprak ve üretilen emek araçları gibi. Ve eğer emek, ücretli-emek ile özdeş ise, emek koşullarının, emeğin karşısına çıktığı özel toplumsal biçim de, bunların maddi varlığı ile özdeş olur. Bu durumda, emek araçları, bu nitelikleriyle sermaye ve toprak da bu niteliği ile toprak mülkiyetidir. Bu emek koşullarının emekle ilişkisi bakımından biçimsel bağımsızlığı, ücretli-emek bakımından bu bağımsızlığın özel biçimi, öyleyse, nesneler olarak, üretimin maddi koşulları olarak bunlardan ayrılmaz bir özellik, üretim öğeleri olarak bunların özlerinde bulunan, içlerinde taşıdıkları bir niteliktir. Bunların, kapitalist üretim sürecindeki, belirli bir tarihsel dönemin damgasını taşıyan belirli toplumsal nitelikleri, üretim sürecinin öğeleri olarak ezelden beri kendilerine ait bulunan doğal ve içlerinde taşıdıkları bir niteliktir. Bu nedenle, sırasıyla toprağın, emeğin ilk faaliyet alanı, doğa güçlerinin diyarı, bütün emek araçlarının önceden varolan deposu olarak oynadığı rol ile, genel üretim sürecinde, üretilmiş üretim araçlarının (araç ve gereçlerle, hammaddelerin, vb.) oynadığı rol, sermaye ve toprak mülkiyeti olarak bunların talep ettikleri kendi paylarında –yani kâr (faiz) ve rant biçiminde bunların toplumsal temsilcilerine düşen paylarda– ifadesini buluyormuş gibi görünmek zorundadır –tıpkı emekçinin emeğinin üretim sürecinde oynadığı rolün ücretlerde ifadesini bulmuş olması gibi. Rant, kâr ve ücretler, böylece, toprağın, üretilmiş üretim araçlarının ve basit emek-sürecindeki emeğin –herhangi bir tarihsel belirlemeyi bir yana bırakarak, bu emek-sürecini sırf insan ile doğa arasında yürütülen bir süreç olarak kabul ettiğimiz zaman bile– oynadığı oyundan doğuyormuş gibi görünür. Şöyle söylendiği zaman, bir başka biçimde de gene aynı kapıya çıkar: bir ücretli-emekçinin kendisine ait kısmını temsil eden ürün, onun kazancı ya da geliri, yalnızca ücretler, değerin (ve dolayısıyla, bu değerle ölçülen toplumsal ürünün) onun ücretlerini temsil ettiği kısımdır. Dolayısıyla, eğer ücretli-emek, genellikle emekle aynı şey olursa, ücretler de emeğin ürünüyle, ve ücretleri temsil eden değer kısmı, genellikle emek tarafından yaratılan değer ile çakışmış olur. Ama bu durumda, değerin diğer kısımları, kâr ile rant da, ücretler yönünden bağımsız görünürler ve, emekten tamamen farklı ve bağımsız kendi kaynaklarından doğmaları gerekir; bunların, üretime katılan öğelerden doğması ve bunların sahiplerinin paylarına düşmesi gerekir; yani kâr, üretim araçlarından, sermayenin maddi öğelerinden, rant ise, toprak sahibi tarafından temsil edilen topraktan ya da doğadan ortaya çıkar (Roscher).
[5*]
Toprak mülkiyeti, sermaye ve ücretli-emek, böylece, gelirin kaynakları olmaktan çıkarak –şu anlamda ki, sermaye, kapitalistin emekten sızdırdığı artı-değerin bir kısmını kâr biçiminde kapitaliste doğru çeker; toprak üzerindeki tekel, kârın öteki kısmını toprak sahibine çeker; ve emek, değerin geri kalan kısmını, ücretler biçiminde emekçiye bağışlar– değerin bir kısmının kâr biçimine, öteki kısmının rant biçimine, bir üçüncüsünün ücretler biçimine çevrilmesine aracılık eden kaynaklar olmaktan çıkarak, bu değer kısımlarının ve ürünün, bunların bulunduğu ya da karşılıklı olarak değiştirildiği kısımların bizzat doğdukları, dolayısıyla, son tahlilde, ürünün değerinin kendisinin de doğduğu gerçek kaynaklar haline geliyorlar.
[50]
Kapitalist üretim tarzının ve hatta meta üretiminin en yalın kategorileri için, metalar ve para için, servetin öğelerinin üretimde dayanak olarak hizmet ettikleri toplumsal ilişkileri, bu şeylerin kendilerinin (metaların) özelliklerine, ve daha da belirgini, üretim ilişkilerinin kendisini bir şeye (paraya) dönüştüren gizemli özelliğe daha önce de işaret etmiştik. Bütün toplum biçimleri, meta üretimi ve para dolaşımı aşamasına ulaştıkları ölçüde bu sapmaya katılırlar. Ama kapitalist üretim tarzında ve onun egemen kategorisi ve belirleyici üretim ilişkisi olan sermayede, bu büyülü ve gizemli alem daha da gelişir. Eğer biz, ilkin sermayeyi fiili üretim sürecinde, artı-değer sızdıran bir araç olarak düşünecek olursak, bu ilişki henüz çok yalındır ve asıl bağlantı, kendisini bu süreci yürütenler, bizzat kapitalistler üzerinde hissettirir ve bilinçlerinde yer eder. İşgününün sınırları üzerindeki şiddetli savaşım, bunu çarpıcı bir biçimde ortaya koyar. Bu dolaysız alanda, emek ile sermaye arasındaki bu doğrudan etkinlik çerçevesi içersinde bile durum, bu yalın haliyle kalmaz. Nispi artı-değerin, fiili ve özellikle kapitalist olan üretim tarzındaki büyümesiyle, dolayısıyla toplumsal emeğin üretken güçlerinin gelişmesiyle, doğrudan emek-sürecindeki emeğin bu üretici güçleri ve toplumsal iç bağıntıları, emekten sermayeye aktarılmış gibi görünürler. Emeğin bütün toplumsal üretici güçleri, emeğin kendisinden değil de sermayeden ileri geliyormuş, sermayenin kendi rahminden doğuyormuş gibi göründüğü için, sermaye, şimdi çok gizemli bir varlık haline gelir. Ardından, hem töz ve hem de biçim değişiklikleriyle dolaşım süreci işin içine girer ve, sermayenin bütün kısımları, tarımsal sermaye bile, özellikle kapitalist olan üretim tarzının gelişmesi ölçüsünde değişir. Bu dolaşım alanında, değerin başlangıçtaki yaratıldığı koşullar tamamen arka plana itilir. Doğrudan üretim sürecinde kapitalist, daha şimdiden aynı zamanda hem meta üreticisi ve hem de meta-üretimi yöneticisi olarak hareket eder. Dolayısıyla da, bu üretim süreci ona, hiç bir şekilde, artı-değer üretme süreci olarak görünmez. Ne var ki, sermayenin fiili üretim sürecinde sızdırabildiği ve o metalarda ortaya çıkabilecek artı-değerin, metaların içerdiği değer ve artı-değerin, önce dolaşım sürecinde gerçekleşmesi şarttır. Ve, hem üretime yatırılan değerlerin yerine konması ve hem de özellikle metaların içerdikleri artı-değer, yalnız dolaşımda gerçekleşiyormuş gibi görünmekle kalmaz, fiilen ondan doğuyormuş gibi de görünür; bu görüntüyü özellikle iki durum destekler; önce, satışla sağlanan kâr, hileye, kandırmaya, işbilirliğe, beceriye ve binlerce elverişli piyasa koşullarına bağlıdır; ve sonra, burada emek-zamanına eklenen ikinci bir belirleyici öğe daha vardır – dolaşım zamanı. Gerçekte bu, değerin ve artı-değerin oluşumuna karşı olumsuz bir engel olarak etkide bulunur, ama emeğin kendisi gibi olumlu bir neden ve emekten bağımsız ve sermayenin niteliğinden ileri gelen belirleyici bir öğe görünüşüne sahiptir. İkinci Ciltte, biz bu dolaşım alanını, doğal olarak, yarattığı biçim belirlemeleriyle ilgili olarak ve, sermayenin yapısında bu alanda yer alan gelişmeleri göstermek için ele almak durumundaydık. Oysa aslında burası, rekabet alanı olup, tek tek olaylar ele alınınca raslantının egemen olduğu görülür; bu nedenle, bu raslantılara egemen olan ve bunları düzenleyen iç yasa, ancak, bu raslantıların büyük sayılar halinde gruplandırılmalarıyla gözle görünür hale gelir; aksi halde bunlar, üretimi yürüten kimseler için gözle görülmez ve kavranılması olanaksız olaylar olarak kalırlar. Ama bir de şu var: doğrudan üretim süreci ile dolaşım sürecinin bir birliği olan fiili üretim süreci, yeni oluşumlara yol açar ve bu yeni biçimler içersinde, iç ilişkilerin bağı gitgide gözden kaybolur, üretim ilişkileri birbirinden kopuk hale gelir ve değeri oluşturan öğeler, birbirlerinden bağımsız biçimler halinde kemikleşirler.
Artı-değerin kâra çevrilmesi, gördüğümüz gibi, dolaşım süreci tarafından olduğu kadar üretim süreci ile de belirlenir. Kâr biçimindeki artı-değer, artık, sermayenin, kendisini doğuran emeğe yatırılan kısmı ile değil, toplam sermaye ile bağlı olmaktadır. Kâr oranı artı-değer oranı değişmeden kaldığı halde, değişmesine izin veren ve hatta onu gerekli kılan kendi öz yasalarıyla düzenlenir. İşte bütün bunlar, gitgide artı-değerin gerçek niteliğini ve böylece de sermayenin asıl mekanizmasını gizlemektedir. Ayrıca bu, kârın, ortalama kâra, değerlerin üretim-fiyatlarına, piyasa-fiyatlarının düzenleyici ortalamalara dönüştürülmesiyle daha da ileri götürülmektedir. Burada, karmaşık bir toplumsal süreç, sermayelerin eşitlenmesi süreci, işin içine girmekte ve, çeşitli üretim alanlarında, metaların nispi ortalama fiyatlarını, bunların değerlerinden ve de ortalama kârdan (her özel üretim alanındaki bireysel sermaye yatırımlarından tamamen ayrı olarak), belirli sermayeler tarafından emeğin fiili sömürüsünden ayırmaktadır. Bu, yalnız böyle görünmekle kalmaz, aslında da, metaların ortalama fiyatının değerlerinden, dolayısıyla onlarda gerçekleşen emekten farklı olduğu, ve belli bir sermayenin ortalama kârının, onun tarafından kullanılan emekçilerden sızdırdığı artı-değerden farklı olduğu doğrudur. Metaların değeri, doğrudan doğruya, yalnızca emeğin üretkenliğindeki değişikliklerin, üretim-fiyatlarının yükselmesi ve düşmesi, bunların en son sınırları üzerindeki değil, hareketleri üzerindeki etkisinde kendisini gösterir. Kâr, emeğin doğrudan doğruya sömürülmesiyle, bu sömürü kapitaliste –görünüşte böyle bir sömürüden bağımsız olarak varolan– düzenleyici piyasa-fiyatları karşısında ortalama kârdan sapan bir kâr gerçekleştirme olanağı verdiği ölçüde, ancak, ikinci derecede belirleniyormuş gibi görünür. Normal ortalama kârların kendileri, sermayenin özünde bulunan ve sömürüden apayrı bir nitelikmiş gibi görünür; anormal sömürü, ya da, elverişli, olağanüstü koşullar altında ortalama sömürü bile, bu kârın kendisini değil, ancak ortalama kârdan sapmaları belirliyormuş gibi görünür. Kârın, girişim ve faize ayrılması (temeli dolaşıma dayanan ve, üretim sürecinin kendisinden değil de tamamen dolaşımdan doğuyormuş gibi görünen ticari kâr ile, para ticaretinden gelen kârın işin içersine karışması bir yana), artı-değerin bağımsız bir biçim kazanması, özüne ve tözüne karşıt bir biçim içersinde kemikleşmesi işini tamamlar. Kârın bir kısmı, diğer kısmına karşıt olarak kendisini, sermaye ilişkilerinden tamamen kopartır ve, ücretli-emeği sömürme işlevlerinden değil de, bizzat kapitalistin ücretli-emeğinden doğuyormuş gibi görünür. Bunun tam tersine, faiz de, hem emekçinin ücretli-emeğinden ve hem de kapitalistin kendi emeğinden bağımsız ve sermayeye ait bağımsız bir kaynaktan doğuyormuş gibi görünür. Sermayenin başlangıçta, dolaşımın yüzeyinde, bir sermaye fetişizmi, değer yaratan değer olarak görünmesi gibi şimdi de o, gene, faiz getiren sermaye biçiminde en yabancılaşmış ve en karakteristik biçiminde görünür. İşte bunun için, toprak-rant ve emek-ücretler formüllerinin üçüncüsü olarak sermaye-faiz formülü, sermaye-kâr formülünden çok daha tutarlıdır, çünkü kârda hâlâ onun kökenini anımsatan bir şey kaldığı halde, bu, faizde, yalnız yokolmakla kalmamış, bir de bu kökene tamamen karşıt bir biçime de sokulmuştur.
En sonu, sermayeye, bir de, bağımsız bir artı-değer kaynağı, toprak mülkiyeti katılır; bu, ortalama kâra bir sınır koyar ve artı-değerin bir kısmını, ne bizzat çalışan, ne doğrudan doğruya emeği sömüren ve ne de faiz getiren sermayede olduğu gibi, başkalarına borç sermaye vermekle bir tehlikeyi göze aldığı, bir fedakarlıkta bulunduğu şeklinde ahlaki özürler bulabilen bir sınıfa aktarır. Burada, artı-değerin bir kısmı, toplumsal ilişkilerden çok, doğrudan doğruya doğal bir öğe ile, toprağa bağlı gibi göründüğü için, artı-değerin çeşitli kısımlarının karşılıklı yabancılaşması ve katılaşması işi tamamlanmış, içsel bağlar tamamen kopmuştur; üretim sürecinin çeşitli maddi öğeleriyle bağlı halde bulunan üretim ilişkileri, birbirinden bağımsız hale getirildiği için, artı-değerin asıl kaynağı tamamen göze görülmez hale gelmiştir.
Sermaye-kâr, ya da daha iyisi sermaye-faiz, toprak-rant, emek-ücretler formüllerinde, değerin ve genellikle servetin öğeleri ile kaynakları arasındaki iç bağıntı olarak gösterilen bu ekonomik üçlü formülde, kapitalist üretim tarzının tam bir gizem haline getirilişini, toplumsal ilişkilerin şeylere çevrilmesini, maddi üretim ilişkilerinin, bunların tarihsel ve toplumsal belirlenişleriyle doğrudan birleştirilmesini görüyoruz. Şimdi burası, Bay Sermaye ile Bayan Toprağın kolkola girip, hem toplumsal kişiler ve hem de sırf bir şeyler olarak gulyabani gezintisine çıktıkları, büyülü, çarpıtılmış ve tepetaklak edilmiş bir alem oluyor. Bu uydurma görüntüyü ve hayali yıkmak, servetin çeşitli toplumsal öğelerinin bu karşılıklı bağımsızlığına ve katılaşmasına, şeylerin kişileştirilmesine, üretim ilişkilerinin maddi varlıklara çevrilmesine, güllük yaşamın bu inancına son vermek, klasik iktisadın büyük erdemidir. O, bunu, faizi kârın bir kısmına, rantı ortalama kârın üzerindeki fazlalığa indirgeyip, böylece her ikisini de artı-değerde birleştirerek; ve dolaşım sürecini sırf biçimlerin başkalaşımı olarak göstererek, ve en sonu, metaların değerini ve artı-değerini, doğrudan üretim sürecindeki emeğe indirgeyerek yapmıştır. Gene de klasik iktisadın en iyi sözcüleri, burjuva görüş açısından başka türlüsünün beklenemeyeceği gibi, kendi eleştirilerinin dağıttıkları bu hayal aleminin şu ya da bu ölçüde pençesinden kurtulamamakta, dolayısıyla da azçok tutarsızlığa, yanılgıya ve çözümlenmemiş çelişkilere düşmektedirler. Öte yandan, fiili üretim aracıları için, bu yabancılaşmış ve irrasyonel, sermaye-faiz, toprak-rant, emek-ücretler biçimlerinde kendilerini pek rahat hissetmeleri tamamen doğaldır, çünkü bunlar, içlerinde dönüp dolaştıkları ve günlük işlerini yürüttükleri hayali biçimlerin ta kendileridirler. Üretimi fiilen yürütenlerin günlük kavramlarının didaktik ve azçok dogmatik bir yorumundan başka bir şey olmayan ve bu kavramları belli bir ussal düzen içersinde tertipleyen kaba ekonominin her türlü iç bağıntıdan yoksun bu üçlü formülde kendi yalınkat tantanası için doğal ve kuşku götürmez yüce temeli bulması da işte bu yüzden aynı derecede doğaldır. Bu formüller, kendi gelir kaynaklarının fiziksel zorunluluğunu ve ebedi haklılığını ilan ettiği ve bunları bir dogma düzeyine yükselttiği için, aynı zamanda egemen sınıfların çıkarlarına da denk düşer.
Üretim ilişkilerinin nasıl şeylere çevrildiğinin ve üretimi yürütenlerle ilişkisi bakımından bunlardan nasıl bağımsız hale getirildiğinin serimini yaparken, dünya piyasası, bu piyasadaki iniş çıkışlar, piyasa-fiyatlarındaki hareketler, kredi dönemleri, sınai ve ticari çevrimler, bolluk ve bunalımın birbirini izlemesi nedeniyle, aradaki iç bağıntıların, üretim aracılarına, iradelerini zorla onlara kabul ettiren ve karşılarına kör bir zorunluluk olarak çıkan, karşı konulması olanaksız doğal yasalar gibi nasıl göründüklerini bir yana bırakıyoruz. Bunu böyle yapmamızın nedeni, gerçek rekabet hareketlerinin, bizim konumuzun ötesinde bir alana ait olması ve bizim ancak, kapitalist üretim tarzının iç örgenlenişini, ideal ortalaması içersinde ve olduğu gibi ortaya koymak durumunda olmamızdır.
Daha önceki toplum biçimlerinde bu ekonomik gizemleştirme, başlıca para ve faiz getiren sermaye yönünden ortaya çıkmıştır. Eşyanın doğası gereği, önce, kullanım-değeri, en yalın kişisel gereksinmeler üretiminin egemen olduğu, ve ikinci olarak da, kölelik ya da serfIiğin, antik ve orta çağlarda olduğu gibi, toplumsal üretimin geniş temellerini oluşturduğu yerlerde bu gizemleştirme, işin içersine karışmamıştır. Burada, üretim koşullarının üreticilere egemen oluşunu, üretim sürecinin doğrudan itici gücü olarak görünen ve böyle de olan, egemenlik-kölelik ilişkileri gizlemiştir. İlkel komünizmin egemen olduğu ilk komünal toplumlarda ve hatta antik komünal kentlerde, üretimin temeli olarak görünen şey, kendi koşullarıyla birlikte, işte bu komünal toplumun kendisiydi ve yaptığı yeniden-üretim de, onun en son amacı olarak görünüyordu. Ortaçağın lonca sisteminde bile ne sermaye ve ne de emek bağımsız görünüyordu; bunların ilişkileri, toplu kurallarla, aynı birliğe bağlı olmanın getirdiği ilişkilerle ve buna tekabül eden, mesleki yükümlülük, zanaatkarlık, vb. kavramlarıyla düzenleniyordu. Ancak kapitalist üretim tarzının...
[6*]
KIRKDOKUZUNCU BÖLÜM
ÜRETİM SÜRECİNİN TAHLİLİ ÜZERİNE
I
AŞAĞIDAKİ tahlilin amaçları için, üretim-fiyatı ile değer arasındaki ayrımı bir yana bırakabiliriz, çünkü bu ayrım, burada olduğu gibi, emeğin toplam yıllık ürününün değeri, yani toplam toplumsal sermayenin ürünü dikkate alındığı, zaman tamamen ortadan kalkar.
Kâr (girişim kârı artı faiz) ve rant, metaların artı-değerinin belli kısımlarının büründükleri kendilerine özgü biçimlerden başka bir şey değildir. Artı-değerin büyüklüğü, bunun bölünebileceği kısımların toplam büyüklüğünün sınırıdır. Ortalama kâr artı rant, bu nedenle, artı-değere eşittir. Metaların içerdikleri artı-emek ve böylece artı-değer kısmının, ortalama kârın eşitlenmesinde doğrudan doğruya yer almaması ve böylece, meta-değerin bu kısmının metalarda hiç ifade edilmemesi olasıdır. Ama önce bu, ya metaların, değerlerinin altında satıldığında değişmeyen sermayenin bir öğesini oluşturmaları, kâr oranının yükselmesi olgusuyla, ya da metaların, değerlerinin altında satıldıkları zaman, değerin, bireysel tüketime ait nesneler biçiminde gelir olarak tüketilen kısmına girmeleri nedeniyle daha büyük bir ürün ile temsil edilen kâr ve rant tarafından dengelenir. İkinci olarak, bu, ortalama hareket içersinde ortadan kalkar. Her ne olursa olsun, meta-fiyatında ifade edilmeyen artı-değerin bir kısmı, fiyat oluşumu için kaybedilmiş olsa bile, ortalama kâr ile rantın toplamı, normal biçimi içersinde, toplam artı-değerden, daha küçük olabilir ama, hiç bir zaman daha büyük olamaz. Bu normal biçim, emek-gücünün değerine tekabül eden bir ücreti öngörür. Tekel-rant bile, ücretlerden bir indirimi temsil etmediği sürece, yani özel bir kategoriyi oluşturmadığı sürece, daima dolaylı olarak artı-değerin bir kısmı olmak z:orundadır. Bir kısmını oluşturduğu metaın kendisinin üretim-fiyatını aşan fiyat fazlalığının bir parçası (farklılık rantında olduğu gibi), ya da bir kısmını oluşturduğu metaın kendi artı-değerini, ortalama kâr ile ölçülen kendi artı-değeri üzerindeki kısmı aşan bir parçası (mutlak rantta olduğu gibi) değil ise, en azından diğer metaların, yani tekel fiyatına sahip bu meta karşılığında değişilen metaların artı-değerinin bir kısmıdır. Ortalama kâr artı toprak rantı, hiç bir zaman, kısımlarını oluşturdukları ve bu bölünmeden önce varolan büyüklükten daha fazla olamaz. İşte bunun için, metaların tüm artı-değerinin, yani metaların içerdiği bütün artı-emeğin, bunların fiyatlarında gerçekleşip gerçekleşmemesi bizim incelememiz bakımından bir önem taşımaz. Bir metaın üretimi için toplumsal olarak gerekli-emek miktarının, emeğin üretkenliğindeki sürekli değişme sonucu devamlı bir değişiklik göstermesi nedeniyle, artı-emeğin bütünüyle gerçekleşmemesi dışında, bazı metalar daima anormal koşullar altında üretilirler ve bu yüzden de bireysel değerlerinin altında satılmaları zorunluluğu vardır. Her ne olursa olsun, kâr artı rant, eşittir, toplam gerçekleşmiş artı-değer (artı-emek), ve bu incelemenin amacı için, gerçekleşmiş artı-değer, bütün artı-değere eşitlenebilir; çünkü kâr ile rant, gerçekleşmiş artı-değer ya da genel bir deyişle, metaların fiyatlarına geçen artı-değer, dolayısıyla pratikte, bu fiyatın bir kısmını oluşturan bütün artı-değerdir. Öte yandan, gelirin üçüncü özgül biçimini oluşturan ücretler, daima, sermayenin değişen kısmına, yani canlı emek-gücünün satın alınması, emek araçlarına değil de emekçilere ödeme yapılması için yatırılan kısmına eşittir. (Gelirin harcanması biçiminde ödenen emeğin kendisi, ücretler, kâr ya da rant olarak ödenmiştir ve bu nedenle, kendisiyle ödendiği metaların herhangi bir kısmını oluşturmaz. Bunun için de, meta-değerin ve meta-değeri oluşturan kısımların incelenmesinde dikkate alınmamıştır.) Ücret, emekçinin toplam işgününün, değişen sermayenin değerinin ve şu halde emeğin fiyatının yeniden üretildiği kısmının maddeleşmesidir; meta-değerin, emekçinin kendi emek-gücünün değerini, ya da emeğinin fiyatını yeniden ürettiği kısmıdır. Emekçinin toplam işgünü iki kısma ayrılmıştır. Bunun bir kısmında o, kendi geçim araçlarının değerini üretmek için gerekli miktarda emek harcar ve bu, toplam emeğinin karşılığı ödenen kısmı, kendi bakım ve yeniden-üretimi için gerekli olan parçasıdır. İşgününün tüm geriye kalan kısmı, emeğin, ücretlerde gerçekleşen değerinin üzerinde harcanan tüm fazladan emek, toplam meta-üretiminin artı-değerinde (ve şu halde belli bir miktar meta fazlalığında) temsil edilen, artı-emek, karşılığı ödenmeyen emektir; artı-değer de, ayrıca, farklı adlar alan kısımlara, kâra (girişim kârı artı faize) ve ranta bölünür.
Demek oluyor ki, içersinde, emekçilerin toplam emeğinin bir gün ya da bir yıl boyunca gerçekleştirildiği, metaların toplam değer kısmı, bu emeğin yarattığı yıllık ürünün toplam değeri, ücretlerin değerine, kâra ve ranta bölünür. Bu toplam emek, gerekli-emek ile, emekçinin, kendisine ödeme yapıldığı ürünün değer kısmını, yani ücretlerini yarattığı emek ile, artı-emeğe, ürünün artı-değeri temsil eden ve karşılığı ödenmeyen artı-emeğe bölünür; bu artı-değer de, daha sonra, kâr ile ranta ayrılır. Bu emek dışında emekçi başka bir emek harcamaz, ve ürünün, ücretler, kâr ve rant biçimlerini alan toplam değeri dışında başka bir değer yaratmaz. Yıl boyunca emekçi tarafından yeni emeğin eklendiği yıllık ürünün değeri, ücretler, ya da değişen sermayenin değeri ile artı-değerin toplamına eşit olup, artı-değer de kâr ile ranta bölünür.
Emekçinin yıl boyunca yarattığı yıllık ürünün tüm değer kısmı, öyleyse, üç gelirin, ücretlerin kârın ve rantın değerinin, yıllık değer toplamında ifade edilmiş olur. Bu nedenle, açıktır ki, sermayenin değişmeyen kısmının değeri, ürünün yıllık üretilen değerinde yeniden üretilmemiştir, çünkü, ücretler yalnız, üretime yatırılmış bulunan sermayenin değişen kısmının değerine eşittir, ve rant ile kâr yalnızca değişmeyen sermayenin değeri artı değişen sermayenin değerine eşit olan, yatırılan sermayenin toplam değeri üzerinde üretilen değer fazlasına, artı-değere eşittir.
Kâr ve rant biçimine çevrilen artı-değerin b,ir kısmının, gelir olarak tüketilmeyip biriktirilmesinin, burada çözümlenecek sorun için hiç bir önemi yoktur. Birikim fonu olarak tasarruf edilen bir kısım, eski sermayenin, ister emek-gücü, ister emek araçları için yatırılmış bulunan kısımları olsun, eski sermayenin yerine konulması için değil, yeni ve ek sermaye yaratılmasına hizmet eder. İşte bu yüzden, kolaylık olsun diye biz, burada, gelirin, tümüyle bireysel tüketime geçtiğini kabul edebiliriz. Güçlük iki yönlüdür. Bir yandan, içersinde gelirlerin, ücretlerin, kâr ve rantın tüketildiği yıllık ürünün değeri, değişmeyen sermayenin değerinin kendisinde kullanılan kısmına eşit, bir değer parçasını içerir. O, bu değer kısmını, kendisini ücretlere ve kendisini kâr ile ranta ayrıştıran kısma ek olarak içerir. Dolayısıyla onun değeri = ücretler + kâr + rant + S (onun değişmeyen değer kısmı). Yılda üretilen ve değeri ancak = ücretler + kâr + rant olan bir değer, nasıl olur da değeri = (ücretler + kâr + rant) + S olan bir ürünü satın alabilir? Yıllık üretilen bir değer, nasıl olur da, kendisinden daha yüksek bir değere sahip olan bir ürünü satın alabilir?
Öte yandan, değişmeyen sermayenin, ürüne geçmeyen ve değeri azalmış olsa bile, yıllık meta üretiminden önce de olduğu gibi varolmaya devam eden kısmını bir yana bıraksak bile; başka bir deyişle, kullanılan ama tüketilmeyen sabit sermayeyi geçici olarak dikkate almasak bile, yatırılan sermayenin değişmeyen kısmı, ham ve yardımcı-maddeler biçiminde bütünüyle yeni ürüne aktarılmış gibi görünür, oysa emek araçlarının bir kısmı tamamen, bir kısmı ancak kısmen tüketilmiş ve dolayısıyla da değerin yalnız bir kısmı üretimde tüketilmiştir. Değişmeyen sermayenin üretimde bütünüyle tüketilen bu kısmının ayni olarak yerine konulması gerekir. Diğer bütün koşullar ve özellikle emeğin üretkenlik gücünün aynı kaldığı varsayıldığında, bu kısım, eskisi gibi yerine konulması için aynı miktar emeği gerektirir, yani eşdeğer bir değerle yerine konulması gerekir. Böyle yapılmazsa, yeniden-üretimin eski ölçeğinde yapılması olanaksızdır. Ama, bu emeği harcamak zorunda olan kimdir, kim bunu harcayacaktır?
Birinci güçlük konusunda: ürünün içerdiği değişmeyen değer kısmını kim ödeyecektir ve ne ile ödeyecektir? – Üretimde tüketilen değişmeyen sermayenin değerinin, ürünün değerinin bir kısmı olarak tekrar ortaya çıktığı varsayılmıştı. Bu, ikinci güçlükle ilgili varsayımlarla bir çelişki oluşturmaz. Bu yapıtın Birinci Kitabında (Kap. V.) ("Emek Süreci ve Artı-Değer Üretme Süreci") sırf yeni emeğin eklenmesiyle, eski değerin üründe aynı zamanda nasıl korunup kaldığını, bunun, eski değeri yeniden üretmediği ve ona bir değer katmadığı halde yalnızca ek bir değer yarattığını, ve bu durumun, emeğin, değer yaratan, yani genellikle emek olmasını değil, belirli üretken emek olarak işlerinin bir sonucu olduğunu ortaya koymuştuk. Bu nedenle, içersinde gelirin, yani yıl boyunca yaratılan tüm değerin harcandığı üründe, değişmeyen kısmın değerinin korunması için hiç bir ek emeğe gerek bulunmuyordu. Ama şu da var ki, bir önceki yıl boyunca tüketilen değişmeyen sermayenin değerinin ve kullanım-değerinin yerine konulması için yeni ek emek gereklidir, bu yerine konulmaksızın yeniden-üretim kesinlikle olanaksızdır.
Bütün yeni eklenen emek, yıl boyunca yeni yaratılan değerde kendisini ortaya koymuştur ve bu da, üç tür gelire bölünmüştür: ücretler, kâr ve rant. – Dolayısıyla, bir yandan, ayni olarak ve değerine göre ve kısmen de sırf değerine göre (sırf sabit sermayedeki aşınma ve eskime için) yerine konulması gerekli, tüketilmiş değişmeyen sermayenin yerine konulması için, herhangi bir toplumsal emek fazlası kalmaz. Öte yandan, emeğin yılda yarattığı, ücretlere, kâra ve ranta bölünen ve bu biçim içersinde harcanacak olan değer, sermayenin, kendi değeri dışında, yıllık üründe içerilmesi gereken değişmeyen kısmının ödenmesi ya da satın alınması için yeterli değilmiş gibi görünür.
Burada ortaya çıkan sorun, bilindiği gibi, toplam toplumsal sermayenin yeniden-üretimi incelenirken –İkinci Cilt, Üçüncü Kısım– çözümlenmiş bulunuyordu. Burada bu soruna tekrar dönmemizin nedeni, önce, orada artı-değer, kendi gelir biçimleri içersinde –kâr (girişim kârı artı faiz) ve rant– geliştirilmemiş bulunuyordu ve dolayısıyla da bu biçimler içersinde incelenmesi olanaksızdı; sonra bir de, ücretler, kâr ve rantın biçiminin çözümlenmesinde, Adam Smith'ten beri bütün ekonomi politiği saran inanılmaz bir yanılgı bulunuyordu.
Biz, daha önceki incelememizde, bütün sermayeyi iki büyük sınıfa ayırmıştık: Sınıf I, üretim araçları üreten ve Sınıf II, bireysel tüketim malları üreten. Bazı ürünlerin, hem kişisel tüketim ve hem de üretim araçları olarak (at, tahıl, vb.) pekala hizmet edebileceği olgusu, bu bölümün mutlak doğruluğunu hiç bir şekilde geçersiz kılmaz. Zaten bu, aslında bir varsayım değil, yalnızca bir olgunun ifadesidir. Bir ülkenin yıllık ürününü alalım. Ürünün bir kısmı, üretim aracı olarak iş görme olanağı ne olursa olsun, bireysel tüketime geçer. Bu, karşılığında, ücretlerin, kârın ve rantın harcandığı üründür. Bu ürün, toplumsal sermayenin belli bir kısmının ürünüdür. Bu aynı sermayenin, Sınıf I'e giren ürünleri de üretmesi pekala olasıdır. Böyle olduğu sürece o, Sınıf II'nin ürünlerinde, fiilen bireysel tüketime giren ürünlerde tüketilen ve Sınıf I'e ait üretken biçimde tüketilen ürünleri sağlayan bu sermayenin bir kısmı değildir. Bireysel tüketime geçen, dolayısıyla, karşılığında gelirin harcandığı bütün bu ürün II, kendisinde tüketilen ve üretilen fazlalığın toplamı olan sermayenin varolduğu biçimdir. O, böylece, sırf tüketim nesnelerinin üretimine yatırılan sermayenin ürünüdür. Ve aynı şekilde yeniden-üretim araçları –hammadde ve emek araçları– olarak hizmet eden, Kesim I'e ait yıllık ürün, tüketim malları şeklinde hizmet etmek üzere naturaliter[7*] sahip bulunduğu nitelik ne olursa olsun, gene de sırf üretim araçlarının üretimine yatırılmış bulunan sermayenin ürünüdür. Değişmeyen sermayeyi oluşturan ürünlerin büyük bir kısmı, aynı zamanda maddi bakımdan, bireysel tüketime geçmeleri olanaksız bir biçim içersinde bulunurlar. Bunun olasılığı karşısında örneğin, bir çiftçinin, tohumluk hububatını yiyebilmesi ya da çeki hayvanlarını kesebilmesi, vb., olasılığı karşısında ekonomik bir engel, sanki bunlar tüketilebilir biçimde bulunan şeyler değilmiş gibi kendisini gösterir.
Daha önce de işaret edildiği gibi, her iki sınıfta da, değişmeyen sermayenin, değerini ilgilendirdiği kadarıyla, her iki sınıfın yıllık ürününden bağımsız olarak aynen varlığını sürdüren sabit kısmını dikkate almıyoruz.
Ücretlerin, kâr ve rantın harcandığı, kısacası gelirlerin tüketildiği Sınıf II'deki ürünler, değerlerini ilgilendirmesi bakımından üç öğeden oluşurlar. Bu öğelerden bir tanesi, üretimde tüketilen sermayenin değişmeyen kısmının değerine, diğeri, ücretlere yatırılan değişen sermayenin değerine, en sonu üçüncüsü, üretilen artı-değere eşittir, yani = kâr + rant. Sınıf II'deki ürünün birinci öğesi, sermayenin değişmeyen kısmının değeri, ne Sınıf II'deki kapitalistler, ne bu sınıfın emekçileri ve ne de toprak sahiplerince tüketilebilir. Bu, onların gelirlerinin bir kısmını oluşturmaz, ancak, ayni olarak yerine konulması ve bunun için de satılması gerekir. Buna karşılık, bu ürünün öteki iki öğesi, bu sınıfta yaratılan gelirlerin değerine, ücretler + kâr + ranta eşittir.
Sınıf I'de ürün, biçim bakımından aynı öğelerden oluşur. Ama geliri, ücretler + kâr + rantı, kısacası, sermayenin değişen kısmı + artı-değeri oluşturan kısım, burada, bu sınıfın ürünlerinin doğal biçiminde değil, Sınıf II'nin ürünleri biçiminde tüketilir. Bu nedenle, Sınıf I'in gelirlerinin değerinin, Sınıf II'nin yerine konulacak değişmeyen sermayesini oluşturan ürünlerin o kısmı biçiminde tüketilmesi gerekir. Sınıf II'nin ürünlerinin kendi değişmeyen sermayesini yerine koyması gerekli kısmı, Sınıf I'in emekçileri, kapitalistleri ve toprak sahipleri tarafından kendi doğal biçiminde tüketilir. Bunlar gelirlerini, II'nin bu ürünleri için harcarlar. Öte yandan, I'in ürünü, Sınıf I'in gelirini temsil ettiği ölçüde, değişmeyen sermayesini ayni olarak yerine koyduğu Sınıf II tarafından, kendi doğal biçimi içersinde üretken olarak tüketilir. En sonu, Sınıf I'in sermayesinin tüketilen değişmeyen kısmı, bu sınıfın tam da emek araçlarını, ham ve yardımcı maddeleri, vb., içeren, kendi ürünlerinden, kısmen I'deki kapitalistlerin kendi aralarında yaptıkları değişim, kısmen de böylece bu kapitalistlerin bazılarının, kendi ürünlerini doğrudan doğruya üretim aracı olarak bir kez daha kullanabilmeleri ile yerine konulur.
Basit yeniden-üretime ait daha önceki şemamızı (Kitap II, Yirminci Bölüm) alalım:
l. 4.000s + |
l.000d + |
l.000a = |
6.000 |
} = 9.000 |
II. 2.000s + |
500d + |
500a = |
3.000 |
Buna göre, II'nin üreticileri ve toprak sahipleri, 500
d + 500
a = l.000'i gelir olarak tüketmekte, geriye yerine konulacak 2.000. kalmakta. Bunu, emekçiler, kapitalistler, I'den rant alanlar, gelirleri = l.000
d + l.000
a = 2.000 olanlar tüketmiştir. II'nin tüketilen ürününü, I gelir olarak tüketmiştir ve I'in gelirinin tüketilemez ürünü temsil eden kısmı, değişmeyen sermaye olarak II tarafından tüketilmiştir. Bu durumda, geriye, 4.000
s'nin ne olduğu kalıyor. Bu, I'in kendisinin = 6.000, daha doğrusu = 6.000 - 2.000 olan ürününden yerine konuluyor; çünkü bu 2.000, zaten II için değişmeyen sermayeye çevrilmiş bulunuyor. Şurasını da unutmamak gerekir ki, bu sayılar gelişigüzel seçilmişlerdir ve bu yüzden de, I'in gelirlerinin değeri ile II'nin değişmeyen sermayesinin değeri arasındaki bağıntı kuşkusuz gelişigüzel görünür. Bununla birlikte, şurası da açıktır ki, üretim süreci normal ve diğer bakımlardan eşit koşullar altında yeraldığı sürece, yani birikim bir yana bırakıldığında, Sınıf I'deki ücretlerin, kâr ve rantın değerlerinin toplamının Sınıf II'nin sermayesinin değişmeyen kısmının değerine eşit olması gerekir. Böyle olmadığı takdirde, ya Sınıf II, değişmeyen sermayesini yerine koyamayacak, ya da Sınıf I, gelirini, tüketilemez biçimden tüketilebilir biçime çeviremeyecektir.
Demek oluyor ki, yıllık meta-ürünün değeri, tıpkı, belli bir sermaye yatırımı tarafından üretilen meta-ürünün değeri gibi ve herhangi bir bireysel metaın değeri gibi, kendisini iki kısma ayrıştırır: A, yatırılan değişmeyen sermayenin değerini yerine koyan kısım; B, gelir –ücretler, kâr ve rant– biçiminde temsil edilen kısım. Değerin ikinci öğesi B, birinci öğesi A'dan, ancak, A, diğer bakımlardan eşit koşullar altında, 1) asla
(sayfa 736) gelir biçimini almadığı, ve 2) daima sermaye biçiminde, ve aslında değişmeyen sermaye biçiminde geriye aktığı ölçüde farklı olur. Ne var ki, diğer öğe, B de kendi içersinde bir iç çelişki taşır. Kâr ve rantın, ücretlerle ortak yanı, her üçünün de, gelirin biçimleri olmasıdır. Gene de bunlar, şu bakımdan esaslı bir ayrılık gösterirler: kâr ile rant, artı-değeri, yani ödenmemiş emeği temsil ettikleri halde, ücretler, ödenmiş emeği temsil ederler. Ürünün değerinin harcanan ücretleri temsil eden kısmı böylece ücretlerini yerine koymuş olur, ve, varsaydığımız koşullar altında, yeniden-üretimin aynı ölçekte ve aynı koşullar altında yer alması halinde, tekrar ücretlere çevrilir, önce değişen sermaye olarak, sermayenin, yeniden-üretim süreci için yeni baştan yatırılması gerekli öğesi olarak geriye akar. Bu kısmın iki yanlı işlevi vardır. Önce, sermaye biçiminde vardır ve sermaye olarak emek-gücü karşılığında değişilir. Emekçinin elinde, emek-gücünün satışı ile sağladığı gelire dönüşür ve gelir olarak da geçim araçlarına çevrilir ve tüketilir. Bu çifte süreç, para dolaşımının aracılığı ile görülür hale gelir. Değişen sermaye, para olarak yatırılmış, ücretler şeklinde ödenmiştir. Bu, onun, sermaye olarak birinci işlevidir. Emek-gücü karşılığında değişilmiş ve bu emek-gücünün somut belirtisine, emeğe dönüşmüştür. İşte bu, kapitalist açısından olan süreçtir. İkincisi de: bu para ile, emekçiler, kendi ürettikleri metaların, bu para ile ölçülen ve gelir olarak tüketilen kısmını satın alırlar. Para dolaşımının bulunmadığını düşünürsek, emekçinin ürününün bir kısmı kapitalistin elinde mevcut sermaye şeklindedir. Bu kısmı o, sermaye olarak yatırır, yeni emek-gücü karşılığında emekçiye verir, ve emekçi de, bunu, doğrudan ya da dolaylı olarak başka metalarla değişerek gelir olarak tüketir. Demek ki, ürünün değerinin, yeniden-üretim süreci sırasında ücretlere, emekçilerin gelirlerine çevrilecek kısmı, önce sermaye biçiminde, daha doğrusu değişen sermaye biçiminde kapitalistin eline gerisin geriye akmaktadır. Emeğin ücretli-emek, üretim araçlarının sermaye ve üretim sürecinin kendisinin kapitalist süreç olarak sürekli yeniden-üretilmesi için bu kısmının bu biçim içersinde geriye akması temel bir koşuldur.
Gereksiz güçlüklerden kaçınmak için, brüt verim ve net verimi, brüt gelir ve net gelirden ayırdetmek gerekir.
Brüt verim ya da brüt ürün, toplam yeniden-üretilen üründür. Sabit sermayenin kullanılan ama tüketilmeyen kısmı dışında, brüt verimin, ya da brüt ürünün değeri, üretime yatırılan ve tüketilen sermayenin değerine, yani değişmeyen ve değişen sermaye ile, kendisini kâr ve ranta ayrıştıran, artı-değerin toplamına eşittir. Yok eğer biz, bireysel sermaye yerine, toplam toplumsal sermayenin ürününü dikkate alırsak, brüt verim, değişmeyen ve değişen sermayeyi oluşturan maddi öğeler ile, içersinde, kâr ile rantın da temsil olunduğu artı-ürünün maddi öğelerinin toplamına eşittir.
Brüt gelir, değerin o kısmı ile brüt ürünün, bu kısım düşüldükten sonra geriye kalan değerle ölçülen kısmına ve toplam üretimin
(sayfa 737) ürününün üretime yatırılan ve üretimde tüketilen değişmeyen sermayeyi yerine koyan kısımla ölçülen parçasına eşittir. Brüt gelir, demek ki, ücretler (ya da ürünün, tekrar işçinin geliri haline gelecek kısmı) + kâr + ranta eşittir. Buna karşılık net gelir, ücretler düşüldükten sonra geriye kalan artı-değer ve dolayısıyla artı-üründür, ve gerçekte, bu nedenle de, sermayenin gerçekleştirdiği ve toprak sahibi ile bölüşülecek artı-değeri ve onunla ölçülen artı-ürünü temsil eder.
Böylece, görüyoruz ki, her bireysel metaın değeri ve her bireysel sermayenin toplam meta-ürününün değeri, iki kısma ayrılmaktadır: bir tanesi yalnız değişmeyen sermayeyi yerine koymaktadır ve diğeri bir kısmı değişen sermaye olarak geriye akmakla –ve dolayısıyla sermayenin
biçiminde geriye akmakla– birlikte, gene de bütünüyle brüt gelire dönüşmeye ayrılmıştır; toplamı brüt geliri oluşturacak olan, ücretler, kâr ve rant biçimine girecektir. Ayrıca, aynı şeyin, bir toplumun yıllık toplam ürününün değeri için de doğru olduğunu görmüştük. Bireysel kapitalistin ürünü ile toplumun ürünü arasında ancak şu bakımlardan bir fark vardır: bireysel kapitalist açısından, net gelir brüt gelirden ayrılır, çünkü brüt gelir ücretleri içerdiği halde net gelir ücretleri dışarda bırakır. Tüm toplumun geliri açısından ulusal gelir, ücretler
artı kâr
artı ranttan, şu halde brüt gelirden ibarettir. Ne var ki, bu da, tüm toplumun, kapitalist üretim temeli üzerinde, kapitalist görüş açısından dayandığı, ve dolayısıyla da yalnız kâr ve ranta ayrışan geliri, net gelir olarak kabul ettiği ölçüde bir soyutlamadır.
Buna karşılık Mösyö Say gibi kimselerin, tüm ürünün, tüm brüt verimin, kendisini, ulusun net gelirine ayrıştırdığı ya da ondan ayırdedilmesinin olanaksız olduğu, dolayısıyla bu ayrımın ulusal görüş açısından yokolduğu hayali, Adam Smith'ten beri ekonomi politiğe yayılan saçma dogmasının, yani, son tahlilde, metaların değerinin kendisini tamamen gelire, ücretlere, kâra ve ranta ayrıştırdığı dogmasının kaçınılmaz ve en son ifadesinden başka bir şeydeğildir.
[51]
Her bireysel kapitalist için, ürünün bir kısmının (yeniden-üretimin ya da birikimin dışında bile) tekrar sermayeye dönüşmesi gerektiği ve gerçekte bu dönüşmenin, yalnız, yeniden emekçilere ait gelir halini alacak olan ve dolayısıyla gelir biçimine giren değişen sermaye şeklinde olmayıp, hiç bir zaman gelir halini alamayacak değişmeyen sermaye şeklinde
(sayfa 738) de olacağı, doğallıkla çok kolay anlaşılabilecek bir şeydir. Üretim sürecine şöyle bir gözatmak bile bunu açıkça gösterir. Güçlük, önce, üretim sürecine bütünüyle bakılırsa başlar. Ürünün, ücretler, kâr ve rant biçiminde gelir olarak tüketilen (tüketimin bireysel ya da üretken olmasının hiç bir önemi yoktur) tüm kısmının değeri, gerçekte kendisini, tahlil sırasında, bütünüyle, ücretler
artı kâr
artı ranttan oluşan değerler toplamına, yani bu üç gelirin toplam değerine ayrıştırır; oysa ürünün bu kısmının değeri, tıpkı gelire girmeyen kısım gibi, bu kısımların içerdiği değişmeyen sermayenin değerine eşit bir değer parçası = S'yi içerir, ve dolayısıyla da gelirin değeriyle
prima facie sınırlandırılamaz. Bu durum, bir yandan, çürütülmesi olanaksız bir olgu, öte yandan da aynı derecede yadsınamaz teorik bir çelişkiyi ortaya koyduğu halde, bu güçlük, meta-değerin, bireysel kapitalist açısından, gelir biçiminde bulunan kısımdan yalnızca görünüşte farklı bir başka değer kısmını da içerdiği öne sürülerek aşılmak istenir. Birisi için gelir olarak görünen şeyin, bir başkası için sermaye olduğu sözü, insanı artık daha fazla kafa yorma zahmetinden kurtarır. Peki ama, tüm ürünün değeri, gelir biçimindeki tüketilebilir olduğuna göre, eski sermaye nasıl yerine konulabilecek? Ve, bütün bireysel sermayelerin ürünlerinin değerlerinin üç gelir
artı sıfırın değer toplamına eşit olduğuna göre, her bireysel sermayenin ürününün değeri, nasıl olup da, üç gelir
artı S, değişmeyen sermayenin değer toplamına eşit olabilir? Bu sorular, kuşkusuz çözümlenemez bilmeceler gibi görünür ve ancak, girişilen tahlilin, fiyatın en yalın öğelerinin gizemlerini aydınlatmaya gücünün yetmediğini, bir kısır döngünün çevresinde dolanarak, aldatıcı
ad infinitum[8*] bir gelişmeyle yetinmek gerektiğini söyleyerek işin içinden çıkılacaktır. Böylece, değişmeyen sermaye olarak görünen kısım, ücretlere, kâra ve ranta, ayrışabilir ama, içersinde ücretlerin, kâr ve rantın göründüğü meta-değerlerin kendileri de gene, ücretler, kâr ve rant ile belirlenir ve bu
ad infinitum sürer gider.
[52]
Metaların değerinin, son tahlilde, ücretler + kâr + ranta ayrıştırılabileceği konusundaki temelden yanlış dogma, kendisini, tüketicinin, toplam ürünün toplam değerini en sonunda ödeme zorunda olduğu önermesinde de gösterdiği gibi, bir de, üreticiler ile tüketiciler arasındaki para dolaşımının, eninde sonunda, üreticilerin kendi aralarındaki para
(sayfa 739) dolaşımına da eşit olması gerektiği önermesinde (Tooke) de ortaya koyar; bütün bu önermeler tıpkı dayandıkları aksiyomlar gibi yanlıştırlar.
Bu tamamen yanlış ve
prima facie saçma tahlillere yolaçan güçlükler kısaca şunlardır:
1) Değişmeyen ve değişen sermaye arasındaki temel bağıntı, dolayısıyla da, artı-değerin niteliği, ve böylece, kapitalist üretim tarzının bütün temeli anlaşılmamıştır. Sermayenin her kısmı ürününün değeri, her bireysel meta, değerin bir kısmını = değişmeyen sermaye, değerin bir kısmını = değişen sermaye (emekçiler için ücretlere dönüşmüş), ve değerin bir kısmını = artı-değer (sonradan, kâr ve ranta bölünür) içerir. Şu halde, emekçinin ücreti ile, kapitalistin kârı ile, toprak sahibinin rantı ile, herbiri bu öğelerin yalnız bir tanesini değil, üçünü de içeren metaları satın alabilmeleri nasıl mümkün olacaktır? Ücretlerin, kâr ve rantın değerlerinin toplamının, gelirin üç kaynağının, birarada, bu gelirlerin sahiplerinin toplam tüketimlerini oluşturan metaları -değeri oluşturan bu üç öğe dışında, ek bir değer öğesini, yani değişmeyen sermayeyi içeren metaları- satın alabilmeleri nasıl mümkün olacaktır? Üçlü bir değerle bunlar, dörtlü bir değeri nasıl satın alabileceklerdir?
[53]
Biz kendi tahlilimizi İkinci Kitabın Üçüncü Kısmında yapmış bulunuyoruz.
(sayfa 740)
2) Emeğin, yeni bir değer ekleyerek eski değeri, bu değeri yeniden üretmeksizin, yeni bir biçimde koruması yöntemi kavranmamıştır.
3) Yeniden-üretim sürecinin modelinin, bireysel sermaye açısından değil, daha çok, toplam sermaye açısından nasıl göründüğü anlaşılmamıştır; içersinde ücretler ile artı-değerin, kısacası, yıl boyunca yeni eklenen tüm emek tarafından üretilen bütün değerin gerçekleştiği ürünün, nasıl olup da, değerinin değişmeyen kısmını yerine koyduğu ve aynı zamanda da, sırf gelirlerle sınırlı değere kendisini ayrıştırdığı anlaşılmamıştır; ayrıca, yeni eklenen emeğin toplam miktarı, yalnız ücretler ile artı-değerde gerçekleştirilir, ve her iki değerin toplamında bütünüyle temsil edildiği halde, nasıl olup da, üretimde tüketilen değişmeyen sermayenin madde ve değer olarak yeni sermaye tarafından yerine konabileceği de anlaşılmamıştır. İşte asıl güçlük burada, her ikisinin de maddi niteliği ve değer bağıntıları bakımından, yeniden-üretim tahlilinde ve çeşitli öğeleri arasındaki ilişkide yatmaktadır.
4) Bu güçlüklere, artı-değerin çeşitli öğeleri, karşılıklı bağımsız gelirler biçiminde görünür görünmez daha da büyüyen bir başka güçlük daha eklenir. Bu güçlük, gelir ile sermayenin, birbiriyle değişen ve yer değiştiren belirli tanımlarından ileri gelir, ve böylece bunlar, bireysel kapitalistler açısından yapılan yalnızca nispi belirlemeler gibi görünürler, ve toplam üretim süreci bütünüyle ele alındığında ortadan kalkacaklarmış gibi gelir. Örneğin, değişmeyen sermayeyi üreten Sınıf I'deki emekçiler ile kapitalistlerin geliri, tüketim nesneleri üreten sınıf II'deki kapitalistlerin değişmeyen sermayesini değer ve madde olarak yerine koyar. Bu nedenle, insan, birisi için gelir olan şeyin bir başkası için sermaye olduğunu, ve dolayısıyla da bu tanımların, metaların değer öğelerinin gerçek nitelikleriyle bir ilişkisi bulunmadığını tekrar ortaya koyarak bu ikilemden belki de sıyrılabilir. Ayrıca, en sonunda, gelir harcamasının maddi öğelerini oluşturacak olan metalar, yani tüketim nesneleri, yıl boyunca çeşitli aşamalardan geçerler, sözgelimi, yün ipliği, yünlü kumaş gibi. Bir aşamada bunlar, değişmeyen sermayenin, bir kısmını oluştururlar, bir başkasında, bireysel olarak tüketilirler, ve dolayısıyla, tümüyle gelire geçerler. Bu nedenle, değişmeyen sermayenin, toplam süreçte ortadan yokolan, meta-değerin görünüşteki bir öğesi olduğu, Adam Smith ile birlikte pekala düşünülebilir. Böylece, değişen sermayenin gelir karşılığında bir değişimi daha yer almış olur. Emekçi, ücretleri ile, metaların gelirini oluşturan kısmını satın alır. Bu şekilde, aynı anda, değişen sermayenin para biçimini kapitalist için yerine koymuş olur. En sonu, değişmeyen sermayeyi oluşturan ürünlerin bir kısmı ayni olarak ya da değişmeyen sermayenin üreticilerinin kendi aralarındaki değişimi ile yerine konmuştur; bu, tüketiciler ile hiç bir ilişkisi bulunmayan bir süreçtir. Bu, görmezlikten gelinirse, tüketicilerin gelirinin, tüm ürünü, yani değerin değişmeyen kısmını da yerine koyduğu izlenimi yaratılmış olur.
5) Değerlerin, üretim-fiyatlarına dönüşmesinin yarattığı karışıklık
(sayfa 741) dışında bir de artı-değerin, gelirin, üretimin çeşitli öğelerine ait farklı, özel, karşılıklı bağımsız biçimlere, yani kâr ve ranta çevrilmesinden ileri gelen bir karışıklık daha ortaya çıkar. Ama şurası unutulmaktadır ki: metaların değeri asıl temeldir; bu meta-değerlerin, birbirinden farklı öğelere ayrılmaları ve bu değer öğelerinin, gelir biçimleri halini almaları, bunların, farklı üretim etmenlerinin çeşitli sahipleri ile, bu bireysel değer öğeleri arasındaki bağıntıya dönüşmesi, ve en sonu bunların, belirli kategoriler ve nitelikler gereğince bu sahipler arasında dağılımı, bütün bunlar, değer belirlenmesinde ve değer yasasında hiç bir şeyi değiştirmezler. Kârın eşitlenmesi, yani toplam artı-değerin çeşitli sermayeler arasında dağılımının ve, büyük toprak sahiplerinin kısmen (mutlak rantta) bu eşitlenmenin yoluna koyduğu engellerin, düzenleyici ortalama fiyatlar ile metaların bireysel değerleri arasında yarattığı sapmalar da gene aynı şekilde değer yasasını değiştirmezler. Bu, gene sırf, artı-değerin çeşitli meta-fiyatlarına eklenmesini etkiler; ama artı-değerin kendisini ortadan kaldırmadığı gibi, fiyatın bu çeşitli öğelerinin kaynağı olarak metaların toplam değerini de ortadan kaldırmaz.
Bu, gelecek bölümde inceleyeceğimiz bir
quid pro quo'dur
[10*] ve kaçınılmaz olarak, değerin, kendisini oluşturan kısımlardan doğduğu yanılsaması ile ilişkilidir. Herşeyden önce, metaın çeşitli değer öğeleri, gelirler içersinde bağımsız biçimler kazanırlar ve, kaynakları olarak, metaın değeri yerine, çıkış kaynakları olarak, üretimin belli maddi öğeleri ile bağıntı halindedirler. Bunlar gerçekten de bu kaynaklarla bağıntı halindedirler, ama değerin öğeleri olarak değil, daha fazla gelirler olarak, üretime katılan bu belirli kategorilerin -emekçi, kapitalist ve büyük toprak sahibi- payına düşen değer öğeleri olarak bu kaynaklarla bağıntılıdırlar. Ama şimdi de, bu değer öğelerinin, meta-değerin bölünmesinden değil de, ancak bunların biraraya gelmesinden doğduğu sanılabilir ki, bu da şu kısır döngüye yolaçar: metaların değeri, ücretler ile kâr ve rantın değerlerinin toplamından doğar ve ücretler ile kâr ve rantın değeri ise, metaların değeri ile belirlenir, vb,.
[54] (sayfa 742)
Yeniden-üretimi normal durumunda düşünürsek, üretim için, dolayısıyla değişmeyen sermayenin yerine konulması için, yeni eklenen emeğin ancak bir kısmı kullanılmıştır; yalnızca, tüketim nesnelerinin, gelirin maddi öğelerinin üretiminde tüketilen değişmeyen sermayeyi yerine koyan kısım. Bu durum, Sınıf II'ye ait bu değişmeyen kısmın, ek bir emeğe mal olmaması olgusu ile dengelenir. Ama şimdi (toplam yeniden-üretim sürecine bakıldığında, yani, Sınıf I ve II'nin yukarda sözü edilen eşitlenmesini içeren bu süreç dikkate alındığında), bu değişmeyen sermaye, kendisi olmaksızın bu ürünün yaratılması olanaksız olduğu halde, yeni eklenen emeğin ürününü temsil etmez - bu değişmeyen sermaye, yeniden-üretim süreci sırasında, maddi açıdan düşünüldüğünde, kendisini azaltabilecek bazı kaza ve tehlikelerle karşı karşıyadır. (Ayrıca, değer açısından da düşünüldüğünde, emeğin üretkenliğindeki bir değişmeyle değer kaybetmesi olanağı da vardır, ama bu yalnız bireysel kapitalist için sözkonusudur.) Dolayısıyla, içersinde değer açısından yalnız yeni eklenen emeğin temsil edildiği kârın, dolayısıyla artı-değerin ve bu nedenle de artı-ürünün bir kısmı, sigorta fonu olarak hizmet eder. Bu sigorta fonunun, sigorta şirketleri tarafından ayrı bir iş olarak idare edilip edilmemesinin hiç bir önemi yoktur. Bu, gelirin, ne gelir olarak tüketildiği, ne de zorunlu olarak birikim fonu şeklinde hizmet ettiği biricik kısımdır. Bunun gerçekten sigorta fonu olarak hizmet etmesi ya da yalnızca yeniden-üretim sırasındaki bir kaybı karşılaması, raslantıya bağlıdır. Bu, aynı zamanda, artı-değerin, artı-ürünün ve dolayısıyla, artı-emeğin, kapitalist üretim tarzının ortadan kalkmasından sonra bile, birikim ve dolayısıyla yeniden-üretim sürecinin genişlemesi için hizmet eden kısmın dışında, varlığını sürdüren biricik kısımdır. Kuşkusuz bu, doğrudan üreticiler tarafından düzenli olarak tüketilen kısmın, kendi asgari düzeyi ile sınırlı kalmamasını öngörür. Yaşlılık nedeniyle artık çalışamayan ya da bundan böyle üretime katılamayacak olanlar için sağlanan artı-emek dışında, çalışmayanları desteklemek için herhangi bir emek mevcut olmayacaktır; Toplumun başlangıcına geriye doğru bakacak olursak, değeri ürüne geçebilecek ve aynı ölçekteki yeniden-üretimde, üründen ayni olarak ve değeri ile ölçülen derecede yerine konması gerekecek, üretilmiş üretim aracı ve dolayısıyla değişmeyen sermaye bulunmadığını görürüz. Ama doğa, orada, önceden üretilmesi gerekmeyen geçim araçlarını doğrudan doğruya sağlamaktadır. Doğa, böylece, karşılanacak gereksinmeleri pek az olan vahşilere, yeni bir üretim için henüz mevcut bulunmayan
(sayfa 743) üretim araçlarını kullanmamak üzere zaman vermekle kalmıyor, doğada mevcut üretim araçlarının elde edilmesi için gerekli-emeğin yanı sıra, doğadaki öteki ürünlerin üretim araçlarına, yaylara, taştan bıçaklara, kayıklara, vb. çevrilmesi için gerekli zamanı da veriyor. Vahşiler arasındaki bu süreç, sırf maddi açıdan düşünüldüğünde, artı-emeğin yeni sermayeye tekrar çevrilmesine tekabül ediyor. Birikim sürecinde, bu gibi artı-emek ürünlerinin sermayeye çevrilmesi, devamlı işliyor; ve şu da var ki, bütün yeni sermayenin, kârdan, ranttan ya da öteki gelir biçimlerinden, yani artı-emekten doğması, metaların bütün değerlerinin, bir gelirden doğması gibi yanlış bir düşünceye yolaçar. Bu, kârın tekrar sermayeye çevrilmesi, daha yakın bir tahlilde, tersine, daha fazla, ek emeğin -daima gelir biçiminde temsil edilen ek emeğin- eski sermaye-değerin sırasıyla devamına ya da yeniden üretimine hizmet etmeyip, gelir şeklinde tüketilmediği ölçüde yeni sermaye fazlalığının yaratılmasına hizmet ettiğini gösterir.
Bütün güçlük şu olgudan ileri gelir ki, bütün yeni eklenen emek, yarattığı değer, ücretlere ayrışmadığı ölçüde, kâr olarak -burada, genellikle artı-değerin bir biçimi olarak yorumlanmıştır- görünür; yani kapitaliste hiç bir şeye malolmayan ve bu nedenle de kuşkusuz, kapitalist için, yatırılmış herhangi bir şeyi, herhangi bir sermayeyi yerine koymak zorunda bulunmayan bir değer olarak görünür. Dolayısıyla bu değer, mevcut ek servet biçiminde, kısacası, bireysel kapitalist açısından, kendi geliri biçiminde vardır. Ne var ki, bu yeni yaratılan değer, bireysel olduğu kadar üretken biçimde de tüketileceği gibi, sermaye ya da gelir olarak da pekala tüketilebilir. Bunun bir kısmının, doğal biçimi gereği, üretken şekilde tüketilmesi zorunludur. Bu nedenle, yıllık eklenen emek, sermaye yarattığı gibi gelir de yaratır,ve bu, birikim sürecinde kendisini belli eder. Bununla birlikte, emek-gücünün; yeni sermayenin yaratılmasında kullanılan kısmı (dolayısıyla, işgününün, vahşi tarafından, geçim araçlarını sağlamak için değil, bunları elde edeceği aletleri yapmak için kullanılan kısmına benzeyen kısım), artı-emeğin bütün ürünü önce kâr biçiminde göründüğü için göze görünmez hale gelir; oysa bu tanımın, gerçekte, bu artı-değerin kendisiyle hiç bir ilişkisi olmayıp yalnızca, kapitalistin, cebe indirdiği artı-değerle bireysel ilişkisini ifade eder. Gerçekte, emekçinin yarattığı artı-değer, gelir ile sermayeye, yani tüketim nesneleri ile, ek üretim araçlarına ayrılır. Ama bir önceki yıldan devrolunan eski değişmeyen sermaye (hasara uğrayan ve böylece
pro tanto yokolan ve dolayısıyla da yeniden üretilmesi zorunluluğu bulunmayan kısmı dışında -ve yeniden-üretim sürecindeki düzensizlikler sigortaya dahil olur), değer bakımından, yeni eklenen emek tarafından yeniden üretilmez.
Ayrıca, görüyoruz ki, yeni eklenen emeğin bir kısmı, bu yeni eklenen emek, kendisini, yalnızca gelire, ücretlere, kâr ve ranta ayrıştırdığı halde, tüketilen değişmeyen sermayenin yeniden-üretiminde ve yerine konmasında sürekli olarak emilmektedir. Ama iki şey ihmal edilmektedir:
(sayfa 744) 1) bu emeğin ürününün değerinin bir kısmı, bu yeni ek emeğin ürünü
olmayıp, önceden varolan ve tüketilen değişmeyen sermayedir; ürünün, değerin bir kısmının ortaya çıktığı kısım, böylece aynı zamanda, gelire dönüşmemiştir, ama bu değişmeyen sermayenin üretim araçlarını ayni olarak, yerine koyar; 2) değerin, bu yeni eklenen emeğin gerçekten ortaya çıktığı kısım, gelir olarak ayni olarak tüketilmemiştir, ama bir başka alanda değişmeyen sermayeyi yerine koymaktadır; o, burada gelir olarak tüketilebileceği doğal biçime dönüşmektedir, ama gene de bütünüyle yeni eklenen emeğin ürünü değildir.
Yeniden-üretim aynı ölçekte devam ettiği sürece, değişmeyen sermayenin her tüketilen öğesinin, nicelik ve biçim olarak değilse bile, en azından etkinlik bakımından, aynı nitelikte yeni bir tür ile ayni olarak yerine konulması gerekir. Emeğin üretkenliği aynı kaldığı takdirde, bu ayni olarak yerine koyma, değişmeyen sermayenin kendi eski biçim içersinde sahip bulunduğu aynı değeri yerine koyma anlamını taşır. Ama emeğin üretkenliği artmış ise, böylece aynı maddi öğeler daha az emekle yeniden üretilebilir ve ürünün değerinin daha küçük bir kısmı, değişmeyen sermayeyi ayni olarak tamamen yerine koyabilir. Bu fazlalık, şimdi, yeni ek sermaye oluşturmada kullanılabileceği gibi, ürünün daha büyük bir kısmına tüketim nesneleri biçimi verilebilir, ya da artı-emek azaltılabilir. Buna karşılık, emeğin üretkenliğinde bir azalma olduğu takdirde, ürünün daha büyük bir kısmının, eski sermayenin yerine konulmasında kullanılması gerekir, ve artı-ürün azalır.
Kârın, ya da genellikle artı-değerin herhangi bir biçiminin sermayeye tekrar çevrilmesi -tarihsel olarak belirlenmiş ekonomik biçimler bir yana bırakılarak, sırf, yeni üretim araçlarının basit oluşumu olarak düşünüldüğünde- emekçinin, kendi doğrudan geçim araçlarını elde etmek için gerekli-emeğin ötesinde, üretim araçlarının üretim için emek harcadığı durumun hâlâ devam ettiğini gösterir. Kârın sermayeye dönüşmesi zaten, emek fazlalığının bir kısmının, yeni ek üretim aracı oluşturmak üzere kullanılmasından başka bir şey değildir. Bunun, kârın sermayeye dönüşmesi şeklinde yer alması, yalnızca bu fazla emeğe, emekçiden çok, kapitalistin sahip olduğunu belirler. Bu fazla,emeğin, önce gelir olarak göründüğü bir aşamadan geçme zorunda olması (oysa, örneğin, ilkel üretimde, bu, doğrudan doğruya üretim aracı üretimine ayrılmış emek fazlası olarak görünür), yalnızca, bu emeği ya da ürünü, işçi-olmayan bir kimsenin ele geçirdiği anlamına gelir. Bununla birlikte, sermayeye gerçekten dönüşen şey, kâr olarak kâr değildir. Artı-değerin sermayeye dönüşmesi, sırf, artı-değer ve artı-ürünün, kapitalist tarafından gelir olarak bireysel tüketilmediğini gösterir. Ama böylece dönüştürülen şey, gerçekte, değer, maddeleşmiş emek ya da içersinde bu değerin doğrudan doğruya kendisini gösterdiği, ya da, daha önce paraya dönüştükten sonra karşılığında değişildiği üründür. Ve kâr, tekrar sermayeye dönüştürüldüğünde, artı-değerin bu belirli biçimi ya da kâr, yeni sermayenin
(sayfa 745) kaynağını oluşturmazlar. Artı-değer böylece yalnızca bir biçimden bir başkasına değişmiştir. Ama onu sermayeye çeviren şey, bu biçim değişikliği değildir. Şimdi sermaye olarak işlev yapan şey, meta ve onun değeridir. Ne var ki, bu metaın değerinin karşılığının ödenmemiş olması -ve ancak bu şekilde o artı-değer halini almıştır- emeğin maddeleşmesi, değerin kendisi için hiç bir önem taşımaz.
Yanlış anlama, çeşitli biçimlerde dile getirilmiştir. Örneğin, değişmeyen sermayeyi oluşturan metalar, aynı zamanda, ücretleri, kârı ve rantı içerir. Ya da, öte yandan, birisi için gelir olan, bir başkası için sermayedir, dolayısıyla da bunlar, öznel ilişkilerden başka bir şey değildirler. Böylece iplikçinin ipliği değerin kendisi için kârı temsil eden kısmını içerir. Dokumacı, ipliği satın aldığı takdirde, iplikçinin kârını gerçekleştirmekte, ama kendisi için bu iplik, kendi değişmeyen sermayesinin yalnızca bir kısmıdır.
Gelir ile sermaye arasındaki bağıntılarla ilgili olarak, daha önce belirtilen düşüncelerin yanısıra, şunların da dikkate alınması gerekir: Değer açısından, iplik ile birlikte bir öğe olarak, dokumacının sermayesine geçen şey, ipliğin değeridir. Bu değerin kısımlarının ne şekilde, iplikçinin kendisi için sermaye ve gelire, ya da bir başka deyişle ödenmiş ve ödenmemiş emeğe ayrıştığı, metaın kendisinin değer belirlenmesi için (ortalama kâr yoluyla değişmeler dışında) hiç bir önemi yoktur. Bunun ardında, hâlâ kâr ya da genellikle artı-değerin, ancak fiyat fazlalığı, karşılıklı atılan kazıklar ya da satış yoluyla kazanç ile elde edilebilecek, metaın değeri üzerinde bir fazlalık olduğu düşüncesi gizlidir. Üretim-fiyatı ya da hatta metaın değeri ödendiği zaman, metaın satıcıya gelir biçiminde görünen değer öğeleri doğal olarak ödenmiş olur. Tekel fiyatları, kuşkusuz, burada, sözkonusu değildir.
Sonra, şöyle söylemek de tamamen doğrudur: metaların değişmeyen sermayeyi oluşturan öğeleri, diğer herhangi bir meta-değer gibi, kendilerini, üretim araçlarının üreticileri ve sahipleri için, ücretlere, kâra ve ranta ayrıştıran değer kısımlarına indirgeyebilirler. Bu, yalnızca, bütün meta-değerlerin, bir meta içerdiği toplumsal bakımdan gerekli-emeğin ölçüsünden başka bir şey olmadığı olgusunun, kapitalistçe bir ifade biçimidir. Ne var ki, Kitap I'de gösterilmiş olduğu gibi, bu, hiç bir şekilde, bir sermayenin meta-ürününün, ayrı kısımlara ayrılmasına, bunlardan bir tanesinin sırf sermayenin değişmeyen kısmını, bir başkasının değişen kısmını ve bir üçüncüsünün yalnızca artı-değeri temsil etmesine engel değildir.
Storch, şu sözleriyle pek çok kimsenin de fikrini ifade etmiş olmaktadır: "Ulusal geliri oluşturan satılabilir ürünler, ekonomi politikte iki farklı şekilde düşünülmek gerekir: bireyler bakımından değerler olarak, ulus bakımından mallar olarak; çünkü, bir ulusun geliri, bir bireyinki gibi değeriyle değerlendirilmez, yararlılığı ile ya da karşılayabileceği gereksinmelerle değerlendirilir." (
Considerations sur le revenu national, s.19.)
(sayfa 746)
Birincisi, üretim tarzı, değere dayanan ve üstelik de kapitalistçe örgütlenmiş bulunan bir ulusa, sırf ulusal gereksinmelerin karşılanması için çalışan toplu halde bir organ gözüyle bakılması yanlış bir soyutlamadır.
İkincisi, kapitalist üretim tarzının ortadan kalkmasından sonra, ama hâlâ toplumsal üretimin devamı sırasında, değer belirlenmesi şu anlamda egemen olmaya devam eder ki, emek-zamanının düzenlenmesi, toplumsal emeğin çeşitli üretim grupları arasındaki dağılımı ve ensonu bütün bunları kapsayan defter tutma, her zamankinden daha önemli hale gelir.
(sayfa 747)
ELLİNCİ BÖLÜM
REKABETİN YARATTIĞI YANILSAMA
METALARIN değerinin ya da toplam değerleri tarafından belirlenen üretim-fiyatının kendisini şunlara ayrıştırdığı gösterilmişti:
1) Metaın yapısında üretim aracı biçiminde tüketilmiş bulunan, değişmeyen sermayeyi yerine koyan ya da geçmiş emeği temsil eden bir değer kısmı, tek kelimeyle, bu üretim araçlarının, metaların üretim sürecine aktardıkları değer ya da fiyat. Bizim burada sözkonusu ettiğimiz bireysel metalar olmayıp meta-sermaye, yani, sermayenin ürününün, belli bir süre, diyelim bir yıl boyunca kendisini ortaya koyduğu biçimdir; bireysel meta, meta-sermayenin bir öğesini oluşturur ve ayrıca da değeri bakımından kendisini aynı benzer öğelere ayrıştırır.
2) Değişen sermayeye tekabül eden, emekçinin gelirini temsil eden ve onun için ücretlere çevrilmiş bulunan kısım; yani, değerin bu değişken kısmında emekçi bu ücretleri yeniden-üretmiştir; kısacası, metaların üretimi sırasında yukarda sözü edilen değişmeyen kısma eklenen yeni emeğin ödenmiş kısmını temsil eden değer parçası.
3) Artı-değer, yani, üretilen metalarda, ödenmeyen emeği, ya da artı-emeği içeren değer parçası. Değerin bu son parçasının kendisi de gene, aynı zamanda gelirin biçimleri olan bağımsız biçimlere girer: sermaye üzerinden (sermaye olarak sermaye üzerinden faiz ile, işlev yapan sermaye olarak sermaye üzerinden girişim kârı) sağlanan kâr ve, üretim (sayfa 748) sürecine katılan toprak sahibinin talebi olan toprak rantı biçimleri. Yukardaki 2) ve 3) öğeleri, yani değerin daima, ücretler (hiç kuşkusuz, ancak bu ücretler önce değişen sermaye biçiminden geçtikten sonra) ile, kâr ve rantın gelir biçimlerine bürünen parçası, 1) deki değişmeyen öğeden şu olgu ile ayrılır ki, bundan, değişmeyen kısma, metaların üretim araçlarına eklenen yeni ek emeğin maddeleşmiş olduğu tüm değer somutlaşmıştır. Şimdi, bu değişmeyen kısım dışında bir metaın değerinin, yani, yeni eklenen emeği temsil etmesi bakımından, sürekli olarak kendisini, gelirin üç biçimin oluşturan üç kısma, ücretlere, kâr ve ranta[55] ayrıştırdığını söylemek doğru olur; bunların toplam değer içersinde hangi oranlarda bulundukları, değer büyüklükleri, yukarda geliştirilen çeşitli özgül yasalarca belirlenir. Ama bunun tersini söylemek, yani, ücretlerin değerinin, kâr oranının ve rant oranının, değerin bağımsız öğelerini oluşturduklarını, bunların biçimlerinin, değişmeyen öğe dışında, metaların değerini meydana getirdiğini; başka bir deyişle, bunların, metaların değerini ya da üretim-fiyatını oluşturan öğeler olduklarını söylemek yanlış olur.[56]
Aradaki fark kolayca görülür.
500'lük bir sermayenin ürününün değerinin, 400s + l00d + 150a = 650 olduğunu; 150a'nında 75 kâr + 75 ranta bölündüğünü kabul edelim. Gereksiz güçlükleri önceden bir yana itmek için, bunun ortalama bileşimde bir sermaye olduğunu, dolayısıyla da üretim-fiyatı ile değerinin aynı olduğunu da varsayalım; bu çakışma, böyle bir bireysel sermayenin ürününün, toplam sermayenin -kendi büyüklüğüne tekabül eden- bir kısmının ürünü olarak düşünülebilmesi halinde daima gerçekleşir.
Burada, değişen sermaye ile ölçülen ücretler, yatırılan sermayenin %20'sini, toplam sermaye üzerinden hesaplanan artı-değer, %30'unu -yani, %15 kâr ve %15 rantı- oluşturur. Yeni eklenen emeği temsil eden metaın tüm değer öğesi, 100d + 150a = 250'dir. Bunun büyüklüğü, ücretlere, kâr ve ranta bölünmesine bağlı değildir. Bu parçaların birbirleriyle olan oranlarından görüyoruz ki, para olarak diyelim 100 sterlin ile (sayfa 749) ödenen emek-gücü, 250 sterlin tutarındaki para ile temsil edilen bir emek miktarı sağlamış oluyor. Buradan da görüyoruz ki, emekçi, kendisi için harcadığının 1½2 katı tutarında artı-emek harcamış bulunuyor. İşgünü = 10 saat ise, 4 saat kendisi için, 6 saat kapitalist için çalışmış oluyor. Böylece, emekçilerin 100 sterlin ile ödenen emeği, 250 sterlinlik bir para-değer ile ifade ediliyor. Bu 250 sterlinlik değer dışında, emekçi ile kapitalist, kapitalist ile toprak sahibi arasında bölünecek bir şey yoktur. Bu, üretim araçlarının değerine, yani 400'e yeni eklenen toplam değerdir. Kendisinde maddeleşen bir emek miktarı ile böylece üretilen ve belirlenen 250'lik bu belirli meta-değer, bir sınır oluşturmakta ve dolayısıyla da, emekçinin, kapitalistin ve toprak sahibinin, bu değerden gelir biçiminde -ücretler, kâr ve rant biçiminde- çekebilecekleri paylar için de bir sınır koymaktadır.
Aynı organik bileşime sahip olan, yani kullanılan canlı emek-gücü ile, harekete geçirilen değişmeyen sermaye arasındaki oranın aynı olduğu bir sermayenin, 400'lük değişmeyen sermayeyi harekete getiren aynı emek-gücü için 100 sterlin yerine 150 sterlin ödemek durumunda kaldığını kabul edelim. Ve gene varsayalım ki, kâr ile rant, artı-değerden farklı oranlarda pay alsın. 150 sterlinlik değişen sermayenin, 100 sterlinlik sermaye ile aynı miktarda emeği harekete geçirdiğini varsaydığımıza göre, yeni üretilen değer, önceki gibi = 250, toplam ürünün değeri de gene eskisi gibi 650 olur, ama bileşim 400s + 150d + 100a olur; ve bu 100a, diyelim 45 kâr ve 55 ranta ayrılır. Yeni üretilen toplam değerin ücretler, kâr ve rant şeklinde dağılım oranı, şimdi çok farklı olur; bunun gibi, yatırılan toplam sermayenin büyüklüğü, ancak aynı toplam emek miktarını harekete geçirdiği halde farklı olur. Ücretler, yatırılan sermayenin %273/11, kâr %82/11 ve rant %10'u tutarında olur; böylece, toplam artı-değer neredeyse %18'in üzerinde olur.
Ücretlerdeki artış sonucu, toplam emeğin ödenmeyen kısmı, farklı olacak ve dolayısıyla da artı-değer de farklı olacaktır. İşgünü 10 saat olursa, emekçi, 6 saat kendisi için ve yalnız 4 saat kapitalist için çalışacaktır. Kâr ile rantın oranları da farklı olacak ve küçülmüş artı-değer, kapitalist ile büyük toprak sahibi arasında farklı oranlarda bölünecektir. En sonu, değişmeyen sermayenin değeri, aynı kalacağı ve yatırılan değişen sermayenin değeri yükseleceği için, küçülen artı-değer, kendisini, daha da küçülmüş bir brüt kâr oranı ile ifade edecektir; burada, brüt kâr oranı ile, toplam artı-değerin, toplam yatırılan sermayeye oranı kastedilmektedir.
Ücretlerin değerinde, kâr oranında ve rant oranındaki değişiklik, bu kısımların birbirleriyle oranlarını düzenleyen yasaların etkisi ne olursa olsun, ancak, yeni üretilen 250'lik meta-değerin koyduğu sınırlar içersinde hareket edebilir. Ancak, rantın, tekel fiyatlarına dayanması halinde bir istisna olabilir. Bu ise yasayı hiç bir şekilde değiştirmez, yalnızca tahlili karmaşık hale getirir. Çünkü, eğer biz, bu durumda yalnız ürünün (sayfa 750) kendisini dikkate alırsak, yalnızca artı-değerin bölünmesi farklı olur. Ama eğer biz, onun, diğer metalar karşısındaki nispi değerini düşünürsek, sırf şu farkı görürüz: artı-değerin kısmı, bunlardan, bu belli metaya aktarılmıştır.
Özetlersek:
Ürünün Değeri |
Yeni Değer |
Artı-Değer Oranı |
Brüt Kâr Oranı |
Birinci Durum : 400s + 100d + 150a = 650 |
250 |
%150 |
%30 |
İkinci Durum : 400s + 150d + 100a = 650 |
250 |
%662/3 |
%182/11 |
Önce, artı-değer, eski miktarın üçte-biri kadar, 150'den 100'e düşmektedir. Kâr oranı, üçte-birden biraz fazla %30'dan %18'e düşmektedir, çünkü, küçülen artı-değerin, artan miktarda toplam yatırılan sermaye üzerinden hesaplanması gerekmektedir. Ama bu, hiç bir zaman, artı-değer oranı ile aynı oranda düşmemektedir. Artı-değer oranı, 150 : 100'den 100 : 150'ye, yani %150'den %66
2/
3'e düşmekte, oysa kâr oranı yalnızca 150 : 500'den 100 : 550'ye, ya da %30'dan %18
2/
11'e düşmektedir. Kâr oranı, demek ki, artı-değer kitlesinden daha büyük, ama artı-değer oranından daha küçük bir oranda düşmektedir. Ayrıca görüyoruz ki, değerde, ürünlerin kitlesi de, yatırılan sermaye, değişen kısmındaki büyüme nedeniyle artmış olduğu halde, aynı emek miktarı kullanıldığı sürece aynı kalmaktadır. Yatırılan sermayedeki bu artış, yeni bir girişimde bulunan kapitalist tarafından gerçekten de çok fazla hissedilir. Ama yeniden-üretim bütünüyle düşünüldüğünde, değişen sermayedeki büyüme, yalnızca, yeni eklenen emek tarafından yaratılan yeni değerin daha büyük bir kısmının, ücretlere çevrilmesi ve dolayısıyla artı-değer ve artı-ürün yerine önce değişen sermayeye çevrilmesi demektir. Ürünün değeri, böylece, bir yandan, 400'lük değişmeyen sermayenin değeri ile, öte yandan yeni eklenen emeğin temsil edildiği 250 sayısı ile sınırlandığı için aynı kalır. Oysa bunların her ikisi de değişmeden eskisi gibi kalır. Bu ürün, kendisi tekrar değişmeyen sermayeye girdiği ölçüde, eskisi gibi, aynı değer büyüklüğünde aynı miktar kullanım-değerini temsil eder; dolayısıyla, değişmeyen sermayeyi oluşturan öğelerin aynı kitlesi, aynı değeri korur. Ücretler, eğer, emekçi, kendi emeğinden daha büyük bir pay aldığı için değil de, emeğin üretkenliğindeki azalma nedeniyle, kendi emeğinin daha büyük bir kısmını aldığı için yükselmiş bulunsaydı, durum farklı olurdu. Ama bu miktar emeğin somutlaşacağı ürünlerin kitlesi aynı kalırdı. Bu durumda, ödenen ve ödenmeyen aynı emeğin somutlaşacağı toplam değer azalır ve bu ürünün her kısmı daha fazla emek içereceği için, bu kısımların her birisinin fiyatı yükselirdi. 150 tutarındaki artmış ücretler, eskiden 100 tutarındaki ücretlerden daha fazla bir ürün kitlesini temsil etmezdi; 100 tutarındaki küçülmüş artı-değer,önceki
(sayfa 751) ürünün yalnızca 2/3'ünü, yani eskiden 100 ile temsil edilen kullanım-değerleri kitlesinin %66
2/
3'ünü temsil ederdi. Bu durumda, bu ürünün kendisine girmesi ölçüsünde değişmeyen sermaye de pahalılaşırdı. Ne var ki, bu, ücretlerdeki bir artışın sonucu olmaktan çok, ücretlerdeki bir artış, metaların fiyatındaki bir yükselmenin ve aynı emek miktarındaki azalan bir üretkenliğin sonucu olurdu. Burada sanki ücretlerdeki bir artış, ürünleri pahalılaştırıyormuş gibi görünür; oysa bu artış bir neden olmaktan çok, emeğin üretkenliğindeki azalmaya bağlı olarak metaların değerindeki bir değişikliğin sonucudur.
Buna karşılık, öteki bütün koşullar aynı kalıyor, yani kullanılan aynı emek miktarı hâlâ 250 ile temsil ediliyor ise ve kullanılan üretim araçlarının değeri yükseliyor ya da düşüyorsa, aynı miktardaki ürünlerin değeri, aynı büyüklükte yükselir ya da düşer. 450s + 100d + 150a = 700 bir ürün-değer verir; ama 350s+ 100d + 150a ise, eski 650'ye karşılık, aynı ürün kitlesi için yalnız 600'lük bir değer verir. Şu halde, aynı miktar emek tarafından harekete getirilen yatırılmış sermaye artar ya da azalırsa,öteki koşullar aynı kalmak üzere, eğer bu yatırılan sermayedeki artış ya da azalma, sermayenin değişmeyen kısmının değerinin büyüklüğündeki bir değişmeden ileri geliyorsa, ürünün değeri yükselir ya da düşer. Tersine, eğer yatırılan sermayedeki artışa, sermayenin değişen kısmının değerinin büyüklüğündeki bir değişme yol açmış ise, emeğin üretkenliğinin aynı kaldığı varsayılmak üzere, ürünün değeri değişmeden kalır. Değişmeyen sermaye sözkonusu olduğunda, değerindeki azalma, ya da artış, herhangi ters bir hareketle telafi edilmez. Ama değişen sermaye halinde, emeğin üretkenliği aynı kaldığı varsayılmak üzere, değerindeki bir azalma ya da artma, artı-değerin ters yöndeki hareketi ile telafi edilir ve böylece, değişen sermayenin değeri ile artı-değerin toplamı, yani emeğin üretim araçlarına yeni katıldığı ve üründe yeni somutlaşan değer aynı kalır.
Yok eğer, değişen sermayenin ya da ücretlerin değerindeki artış ya da azalma, metaların fiyatındaki bir yükselme ya da düşme sonucu olmuşsa, yani bu sermaye yatırımı tarafından kullanılan emeğin üretkenliğindeki bir azalma ya da artma sonucu ise, ürünün değeri bundan etkilenir. Ne var ki, bu durumda, ücretlerdeki yükselme ya da düşme, bir neden değil, bir sonuçtur.
Buna karşılık, yukardaki örnekte değişmeyen sermayenin = 400s olarak kaldığı kabul edildiğinde, 100d + 150a'dan 150d + 100a'ya değişme, yani değişen sermayedeki artış bu belli sanayi kolundaki, diyelim pamuk iplikçiliğindeki emeğin üretkenliğindeki bir azalmadan değil de, belki de emekçiye besin sağlayan tarımdaki emeğin üretkenliğindeki bir azalma sonucu ise, yani bu besin maddelerinin fiyatlarındaki bir yükselmeden ileri gelmiş ise, ürünün değeri değişmeden kalır. 650'lik değer gene hâlâ aynı miktardaki pamuk ipliği ile temsil edilir.
Yukardaki incelemeden ayrıca şu sonuç da çıkar: Değişmeyen
(sayfa 752) sermayenin harcanmasındaki azalma, eğer ürünleri emekçinin tüketimine giren üretim kollarında yapılan ticaret tasarruflarından vb. ileri geliyor ise, bu, tıpkı kullanılan emeğin kendisinin üretkenliğindeki doğrudan artış gibi, emekçinin geçim araçlarının ucuzlaması sonucu ücretlerde bir düşmeye, ve dolayısıyla da, artı-değerde bir artmaya yolaçabilir; böylece, bu durumda kâr oranı iki nedenle, yani bir yandan, değişmeyen sermayenin değerinin azalması nedeniyle, öte yandan da artı-değerin artması nedeniyle büyür. Artı-değerin kâra dönüşmesini incelerken, ücretlerin düşmediğini, ama sabit kaldığını varsaymıştık, çünkü orada, biz, artı-değer oranındaki değişmelerden bağımsız olarak, kâr oranındaki dalgalanmaları araştırmak zorundaydık. Ayrıca orada geliştirilen yasalar genel yasalardı ve aynı zamanda, ürünleri emekçinin tüketimine girmeyen sermaye yatırımları için de geçerliydi, ve dolayısıyla, ürünün değerindeki değişmelerin ücretler üzerinde bir etkisi yoktu.
Demek oluyor ki, yeni emeğin üretim araçlarına ya da değişmeyen sermayeye yılda eklediği yeni değerin, çeşitli gelir biçimlerine, ücretlere, kâr ve ranta ayrılması ve ayrışması, değerin kendisinin sınırlarını, bu çeşitli kategoriler arasında dağılacak olan toplam değeri hiç bir şekilde değiştirmez, tıpkı, bu bireysel kısımların karşılıklı oranlarda bir değişikliğin, bunların bu belli toplam değer büyüklüklerini değiştirmemesi gibi. Verilen 100 sayısı, ister 50 + 50, ister 20 + 70 + 10, ister 40 + 30 + 30 şeklinde bölünsün, daima aynı kalır. Ürünün değerinin, bu gelirlere ayrışan kısmı, tıpkı sermayenin değerinin değişmeyen kısmı gibi, metaların değeri ile, yani her durumda, bu metalarda somutlaşan emeğin miktarı ile belirlenir. Şu halde, veri olan, önce, metaların, ücretler, kâr ve rant arasında bölünecek olan değer büyüklüğüdür; başka bir deyişle, bu metaların değer kısımlarının toplamının mutlak sınırıdır. Sonra, bireysel kategorilerin kendilerini ilgilendirdiği kadarıyla, bunların ortalamaları ve belirleyici sınırları da gene aynı şekilde veridir. Ücretler, bu sınırlamada temel oluştururlar. Bunlar bir yandan doğal bir yasayla düzenlenirler; alt sınırları, emekçinin, kendi emek-gücünün korunması ve yeniden-üretimi için gerekli fiziksel asgari geçim araçlarıyla, yani belirli bir meta miktarıyla belirlenir. Bu metaların değeri, yeniden-üretimleri için gerekli emek-zamanı ile belirlenir; ve dolayısıyla da, üretim araçlarına yeni eklenen emek kısmı ile, ya da bu zorunlu geçim araçlarının değerinin eşdeğerini üretmek ve yeniden üretmek için emekçiye gerekli olan her işgünü parçası ile belirlenir. Örneğin, eğer onun ortalama günlük geçim araçlarının değeri = 6 saat ortalama emek ise, her gün kendisi için ortalama altı saat çalışması gerekir. Onun emek-gücünün gerçek değeri, bu fiziksel asgariden sapma gösterir; iklime ve toplumsal gelişme düzeyine bağlı olarak farklılaşır; yalnız fiziksel değil, aynı zamanda, ikinci bir
(sayfa 753) doğa haline gelen, tarihsel olarak gelişmiş toplumsal gereksinmelere de bağlıdır. Ne var ki her ülkede, belli bir zamanda bu düzenleyici ortalama ücret, veri olan bir büyüklüktür. Öteki bütün gelirlerin değerinin böylece bir sınırı vardır. Bu, daima, içersinde toplam emek-gücünün (ele alınan durumda bu, ortalama işgünü ile aynıdır, çünkü toplam toplumsal emek tarafından harekete geçirilen toplam emek miktarını içerir) somutlaştığı değer,
eksi, işgününün ücretlerde somutlaşan kısmına eşittir. Bunun için de sınırı, içersinde karşılığı ödenmeyen emeğin ifade edildiği değerin sınırı ile, yani bu ödenmeyen-emeğin miktarı ile belirlenir. İşgününün, emekçinin, ücretlerinin değerini yeniden üretmek için gereken kısmı, en son sınırını, ücretlerin fiziksel asgarisinde bulduğu halde, işgününün içersinde artı-emeğin somutlaştığı öteki kısmı, ve dolayısıyla, artı-değeri temsil eden değer parçası, işgününün fiziksel azamisinde, yani emekçinin genellikle faal olabildiği ve kendi emek-gücünü hâlâ koruduğu ve yeniden ürettiği toplam günlük emek-zamanında kendi sınırını bulur. Biz, burada, her yıl yeni eklenen toplam emeği ifade eden değerin dağılımı ile ilgili olduğumuz için, işgününe burada değişmeyen bir büyüklük olarak bakılabilir ve böyle varsayılmıştır, fiziksel azamisinden göstereceği sapmanın bir önemi yoktur. Değerin, artı-değeri oluşturan ve kendisini kâr ile toprak rantına ayrıştıran kısmının mutlak sınırı böylece bir veridir. Ve bu, işgününün ödenen kısmının ödenmeyen kısmı üzerindeki fazlalığı ile, yani toplam ürünün değerinin içersinde bu artı- emeğin bulunduğu kısmı ile belirlenir. Eğer biz, böyle sınırlanan ve yatırılan toplam sermaye üzerinden hesaplanan artı-değere, daha önce de yaptığım gibi, kâr diyecek olursak, bu kâr, mutlak değeri bakımından, artı-değere eşittir ve dolayısıyla da sınırları tıpkı onun gibi bir yasayla belirlenir. Oysa, kâr oranının düzeyi de, gene metaların değeri ile belirlenen belirli sınırlar içersinde tutulan bir büyüklüktür. Bu sınır, toplam artı-değerin, üretime yatırılan toplam toplumsal sermaye olan oranıdır. Eğer bu sermaye = 500 (milyon diyelim) ve artı-değer = 100 ise, kâr oranının mutlak sınırı %20'dir. Toplumsal kârın, bu orana uygun olarak, çeşitli üretim alanlarına yatırılmış bulunan sermayeler arasında dağılımı, metaların değerinden farklılık gösteren ve ortalama piyasa-fiyatlarının gerçek düzenleyicisi olan üretim-fiyatlarını yaratır. Ama bu sapma, ne fiyatların değerler tarafından belirlenmesini, ne de normal kâr sınırlarını ortadan kaldırır. Metaın değeri, üretiminde tüketilen sermaye ile, içerdiği artı-değerin toplamına eşit olacağı yerde, bu metaın üretim-fiyatı, şimdi, üretiminde tüketilen sermaye s ile, genel kâr oranı sonucu payına düşen artı-değerin toplamına eşittir; örneğin, hem tüketilen ve hem de yalnızca kullanılan sermaye hesaba katılarak, üretimine yatırılan sermaye üzerinden %20'dir. Ne var ki, bu %20 ek miktarın kendisi de, toplam toplumsal sermaye tarafından yaratılan artı-değer ve onun bu sermayenin değerine oranı ile belirlenir; ve işte bu nedenle, 10 ya da 100 değil %20'dir. Değerlerin, üretim-fiyatlarına dönüşmesi, demek ki,
(sayfa 754) kâr üzerindeki sınırları kaldırmamakta, yalnızca, toplumsal sermayeyi oluşturan çeşitli belirli sermayeler arasındaki dağılımını değiştirmektedir, yani kârın bu sermayeler arasında, toplumsal sermayenin değeri içersindeki oranlarına uygun olarak tek biçimde dağılmasını sağlamaktadır. Piyasa-fiyatları, bu düzenleyici üretim-fiyatlarının üzerine yükselir ve altına düşer, ama bu dalgalanmalar birbirlerini karşılıklı olarak dengeler. Uzun bir döneme ait fiyat listeleri incelenir ve, metaların gerçek değerlerinde, emeğin üretkenliğindeki değişiklikler sonucu ortaya çıkan dalgalanmalar ile, üretim sürecinin, doğal ya da toplumsal olaylarla geçirdiği sarsıntılar dikkate alınmayacak olursa, önce sapmaların nispeten dar sınırları ve sonra da bunların karşılıklı olarak birbirlerini dengelemedeki düzen karşısında insan şaşkınlığa düşer. Quetelet'in
[11*] toplumsal görüngüler konusunda işaret ettiği, düzenleyici ortalamalarla ilgili aynı egemenlik burada da görülecektir. Metaların değerlerinin, üretim-fiyatlarına eşitlenmesi herhangi bir engelle karşılaşmayacak olursa, rant kendisini farklılık rantına ayrıştırır, yani düzenleyici üretim-fiyatları tarafından bir kısım kapitalistlere verilmesi gereken, ama şimdi toprak sahibi tarafından elkonulan artı-değerin eşitlenmesi ile sınırlandırılmıştır. Demek ki, burada, rant, üretim-fiyatlarının genel kâr oranıyla düzenlenmesinin neden olduğu bireysel kâr oranlarındaki sapmalarda kendi belirli değer sınırını bulur. Eğer büyük toprak mülkiyeti, metaların değerlerinin, üretim-fiyatlarına eşitlenmesini engeller ve mutlak ranta elkoyacak olursa, bu mutlak rant, tarımsal ürünlerin değerinin, üretim-fiyatları üzerindeki fazlalığı ile, yani bu ürünlerin içerdiği ve genel kâr oranı ile kapitalistlere sağlanan kâr oranı üzerindeki artı-değer fazlalığı ile sınırlıdır. Demek ki, bu fark, rantın sınırını oluşturur ve önceki gibi, metaların içerdiği belirli artı-değerin yalnızca belirli bir kısmıdır.
En sonu, eğer artı-değerin ortalama kâr halinde eşitlenmesi, çeşitli üretim alanlarında, yapay ya da doğal tekeller şeklinde ve özellikle toprak mülkiyetinde tekel şeklinde engellerle karşılaşır ve bu tekel sonucu, üretim-fiyatı ve metaların değerinin üzerine yükselen bir tekel fiyatı oluşursa, metaların değeri tarafından konulan sınırlar böylece ortadan kalkmış olmaz. Belirli metaların tekel fiyatı, yalnızca, diğer meta üreticilerinin kârlarının bir kısmını, tekel fiyatına sahip metalara aktarmış olur. Artı-değerin çeşitli üretim alanları arasındaki dağılımında dolaylı bir yerel dengesizlik ortaya çıkar, ama bu durum, bu artı-değerin sınırını değiştirmez. Tekel fiyatına sahip metaın, emekçinin gerekli tüketimine girmesi halinde, işçinin, emek-gücünün değerini eskisi gibi aldığı varsayılırsa, bu ücreti artırarak artı-değeri küçültmüş olur. Ücretleri emek-gücünün
(sayfa 755) değerinin altına düşürebilir, ama bu, ancak, ücretlerin, kendi fiziksel asgarisinin sınırlarını aşması ölçüsünde olur. Bu durumda tekel fiyatı, gerçek ücretlerden (yani emekçinin aynı emek miktarı için aldığı kullanım-değerleri kitlesi) ve öteki kapitalistlerin kârından yapılan bir indirimle ödenebilir. Tekel fiyatının, hangi sınırlar içersinde metaların normal fiyat düzenlemesini etkileyebileceği sağlam bir biçimde saptanabilir ve doğru olarak hesaplanabilir.
Metaların yeni eklenen değerin bölünmesinin, ve genellikle, değerin gelire ayrışabilmesinin, belirli ve düzenleyici sınırlarının, gerekli-emek ile artı-emek, ücretler ile artı-değer arasındaki oranda bulması gibi, artı-değerin kendisinin, kâr ve toprak rantına bölünmesi de, kendi sınırlarını, kâr oranının eşitlenmesini düzenleyen yasalarda bulur. Faiz ve girişim kârına bölünme bakımından, ortalama kârın kendisi, bir arada her ikisi için de sınır oluşturur. Bunların kendi aralarında ikiye bölünebilecekleri, ve ancak bu şekilde bulunabilecekleri, belli bir değer büyüklüğünü sağlar. Bu bölünmenin kesin oranı burada raslantıya bağlıdır, yani sırf rekabet koşullarıyla belirlenen bir orandır. Diğer durumlarda, arz ile talep arasındaki dengelenme, piyasa-fiyatlarının, düzenleyici ortalama fiyatlardan gösterdiği sapmaların yok edilmesine, yani rekabetin etkisinin ortadan kalkmasına eşdeğer olduğu halde, burada o, yalnızca biricik belirleyicidir. Ama niçin? Çünkü, aynı üretim etmeni, sermaye, kendi artı-değer payını, aynı üretim etmeninin iki sahibi arasında bölüştürmek zorundadır. Ne var ki burada, ortalama kârın bölünmesi için kesin ve düzenli bir sınır bulunmaması olgusu, meta-değerin bir parçası olarak sınırını ortadan kaldırmaz; tıpkı, belli bir iş yapan iki ortağın, çeşitli dış koşullar nedeniyle kârlarını eşit olmayan biçimde bölüşmelerinin, bu kârın sınırlarını herhangi bir şekilde etkileyemeyeceği gibi.
Şu halde, meta-değerin, yeni emeğin üretim araçlarının değerine eklediği kısmında somutlaşan parçası, gelir şeklinde birbirinden bağımsız biçimlere giren çeşitli kısımlara ayrılmakla birlikte, ücretlerin, kârın ve rantın, şimdi, bunlar bir araya geldiğinde ya da hep birlikte alındıklarında, metaların kendilerinin, düzenleyici fiyatlarının (doğal fiyat,
prix ne- cessaire) kaynağı olan, oluşturucu öğeler olarak düşünülmesi için herhangi bir neden yoktur; dolayısıyla, yukardaki üç kısma bölen ilk birim, değerin değişmeyen kısmı düşüldükten sonra meta-değer olmayıp, tersine, bu üç kısmın herbirinin fiyatı önce birbirinden bağımsız olarak belirlenir ve sonra da metaların fiyatı, bu üç bağımsız büyüklük bir araya toplanarak ortaya çıkmış olur. Gerçekte meta-değer, ücretlerin, kârın ve rantın, -bunların nispi büyüklükleri ne olursa olsun- toplam değerlerini gösteren miktardan önce de vardır. Yukardaki yanlış anlayışta, ücretler, kâr ve rant, üç bağımsız değer büyüklükleridir ve toplam büyüklükleri, meta-değerin büyüklüğünü oluşturur, sınırlar ve belirler.
İlk bakışta bellidir ki, ücretler, kâr ve rant, eğer metaların fiyatını oluştursalardı, aynı şey meta-değerin değişen sermaye ile artı-değerin
(sayfa 756) somutlaştığı kısmında olduğu kadar, değişmeyen kısmı için de geçerli olurdu. Dolayısıyla, bu değişmeyen kısım burada hiç dikkate alınmayabilirdi, çünkü, bu kısmı oluşturan metaların değeri de aynı şekilde kendisini, ücretler, kâr ve rantın değerlerinin toplamına ayrıştırırdı. Bu anlayış, daha önce de belirtildiği gibi bu haliyle, böyle bir değişmeyen değer kısmının kendi varlığını bile yadsımış oluyor.
Üstelik, böylece, değer de bütün anlamını yitirmiş oluyor. Yalnızca geriye, emek-gücü, sermaye ve toprak sahibine, belli bir miktar para ödendiği anlamına gelen bir fiyat kavramı kalıyor. Ama para nedir? Para bir nesne değil, değerin belli bir biçimidir ve dolayısıyla da değer, gene öngörülmüş oluyor. Diyelim ki, bu üretim öğeleri için, belli bir miktar altın ya da gümüş ödensin, ya da zihnen bunlara eşitlensin. Ama altın ve gümüşün (ve aydınlanmış iktisatçılar bu buluştan gurur duyarlar) kendisi, öteki bütün metalar gibi birer metadırlar. Bu nedenle de, altın ile gümüşün fiyatı da, bunlar gibi, ücretler, kâr ve rant ile belirlenir. İşte bu yüzden, ücretler ile kâr ve rantı, belli bir miktar altın ile gümüşe eşitleyerek belirleyemeyiz, çünkü eşdeğerleri olarak değerlendirme yapacağımız bu altın ile gümüşün, önce, altın ve gümüşten bağımsız olarak, yani değeri, yukardaki üç etmenin ürünü olan herhangi bir metaın değerinden bağımsız olarak, bunlar tarafından belirlenmeleri gerekir. Şu halde, ücretler ile kâr ve rantın değeri, belli bir miktar altın ve gümüşe eşdeğer olmalarından ibarettir demek, yalnızca bunların belli bir miktar ücretle, kâra ve ranta eşit olduklarını söylemek demektir.
Önce ücretleri alalım. Çünkü, soruna bu açıdan bile bakılsa, emeğin çıkış noktası yapılması gerekliliği vardır. Bu durumda, ücretlerin düzenleyici fiyatı, çevresinde, piyasa-fiyatlarının dalgalandığı bu fiyat nasıl belirlenecektir?
Diyelim ki bu fiyat, emek-gücünün arz ve talebi ile belirlenmektedir. Ama bu ne tür bir emek-gücü talebidir? Bu, sermaye tarafından yapılan bir taleptir. Böylece, emeğe olan talep, sermaye arzı ile aynı şey oluyor. Sermaye arzından sözedebilmek için, her şeyden önce sermayenin ne olduğunu bilmemiz gerekir. Sermaye neden ibarettir? En basit yönüyle alınırsa, para ve metalardan ibarettir. Ama para, yalnızca bir meta-biçimidir. Öyleyse sermaye metalardan ibarettir. Oysa, metaların değeri, varsayımımıza göre, her şeyden önce, metaları üreten emeğin fiyatıyla, ücretlerle belirlenir. Ücretler, burada, bir önkoşul olarak kabul edilmiştir ve metaların fiyatını oluşturan bir öğe olarak kabul edilmiştir. Bu fiyatın, öyleyse, mevcut emeğin sermayeye oranı ile belirlenmesi gerekiyor demektir. Sermayenin fiyatının kendisi, onu oluşturan metaların fiyatına eşittir. Sermayenin emeğe olan talebi, sermayenin arzına eşittir. Ve, sermayenin arzı, belli fiyatta bir metalar kitlesinin arzına eşit olup, bu fiyat önce emeğin arzı ile düzenlenir ve emeğin fiyatı ise, meta-fiyatın emeği karşılığı emekçiye verilen değişen sermayeyi oluşturan kısmına eşittir; bu değişen sermayeyi oluşturan metaların fiyatı ise, gene, başlıca,
(sayfa 757) emeğin fiyatı ile belirlenir; çünkü bu, ücretlerin fiyatları, kâr ve rantla belirlenmektedir. Ücretleri belirlemek için, bu nedenle biz, sermayeyi çıkış noktası olarak alamayız, çünkü sermayenin kendisinin değeri kısmen ücretler ile belirlenmektedir.
Üstelik, rekabeti bu işin içersine karıştırmak hiç bir şeyi çözümlemez. Rekabet, emeğin piyasa-fiyatını yükseltir ya da düşürür. Ama emeğin arzı ile talebinin dengede olduğunu varsayalım. O zaman ücretler nasıl belirlenecektir? Rekabet ile. Ama daha şimdi, rekabetin belirleyici bir etmen olmaktan çıktığını, etkisinin, karşılıklı iki zıt güç arasındaki denge nedeniyle ortadan kalktığını kabul etmiştik. Gerçekte bizim bulmak istediğimiz, ücretlerin doğal fiyatı, yani rekabet tarafından düzenlenen emek fiyatı değil, tersine, rekabeti düzenleyen emek fiyatıdır.
Geriye, yalnızca, emeğin zorunlu (
necessary) fiyatının, emekçinin gerekli (
necessary) geçim araçları ile belirlenmesi kalıyor. Ama bu geçim araçları da, bir fiyatı olan metalardır. Bu nedenle, emeğin fiyatı, gerekli geçim araçlarıyla, geçim araçlarının fiyatı da, öteki bütün metalar gibi birincil olarak, emeğin fiyatı ile belirlenir. Şu halde, geçim araçlarının fiyatı ile belirlenen emeğin fiyatı, emeğin fiyatı ile belirlenir. Emeğin fiyatı, kendisi ile belirlenir. Başka bir deyişle, biz emeğin fiyatının nasıl belirlendiğini bilmiyoruz. Öyleyse emeğin genel bir fiyatı vardır, çünkü o, bir meta olarak kabul edilmiştir. Bunun için, emeğin fiyatından sözedebilmek için, önce bizim genel olarak fiyatın ne olduğunu bilmemiz gerekir. Ama biz, bu şekilde, genel olarak fiyatın ne olduğunu hiç bir zaman öğrenemeyiz.
Gene de biz, emeğin zorunlu fiyatının bu uygun biçimde belirlendiğini varsayalım. Bu sefer de, ortalama kâr, metaların fiyatında ikinci öğeyi oluşturan, normal koşullar altında her sermayenin kârı nasıl belirlenecek? Ortalama kârın, ortalama kâr oranı ile belirlenmesi gerekir, ama bu oran nasıl belirlenecek? Kapitalistler arasındaki rekabet ile mi? Ama rekabet de zaten kârın varlığını öngörüyor. Rekabet, çeşitli kâr oranlarını, ve dolayısıyla -aynı ya da farklı üretim alanlarında- çeşitli kârları öngörüyor. Rekabet, ancak, metaların fiyatlarını etkilediği ölçüde kâr oranını etkileyebilir. O, ancak, aynı üretim alanındaki üreticileri, metalarını aynı fiyata satmaya, farklı üretim alanlarında metalarını, aynı kârı getirecek fiyatlara, ücretler tarafından zaten kısmen belirlenmiş bulunan meta-fiyatlarına, aynı oranda yapılan eklerle satmaya zorlar. Demek ki, rekabet, ancak, kâr oranındaki eşitsizlikleri eşitleyebilir. Eşit olmayan kâr oranlarının eşitlenmesi için kârın, metaların fiyatında, bir öğe olarak varolması gerekir. Rekabet bunu yaratamaz. Düzeyini düşürür ya da yükseltir, ama eşitlenmeye ulaşıldığı anda kurulmuş bulunan bu düzeyi yaratmaz. Ve biz, zorunlu bir kâr oranından sözettiğimiz zaman, bilmek istediğimiz şey, yalnızca, rekabet hareketlerinden bağımsız kâr oranıdır, ve bu kâr oranı rekabetin kendisini düzenler. Rakip kapitalistler arasında bir kuvvet dengesi olduğu zaman, ortalama, kâr oranı da kurulmuş
(sayfa 758) olur. Rekabet bu dengeyi kurabilir, ama bu denge ile kendisini gösteren kâr oranını kuramaz. Bu denge kurulduğunda genel kâr oranı şimdi niçin %10, %20 ya da %100'dür? Rekabet nedeniyle mi'? Hayır tersine, rekabet, %10, 20 ya da %100'den sapmaları yaratan nedenleri ortadan kaldırmıştır. Her sermayenin kendi büyüklüğü ile orantılı olarak aynı kârı sağlayacağı bir meta-fiyatı meydana getirmiştir. Bununla birlikte, bu kârın büyüklüğü, rekabetten bağımsızdır. Rekabet yalnızca, tekrar tekrar bütün sapmaları bu büyüklüğe indirger. Bir kimse bir başkası ile rekabet eder ve rekabet onu, metalarım, ötekiyle aynı fiyata satmaya zorlar. Ama niçin bu fiyat, 10, 20 ya da 100'dür?
Şu halde geriye, yalnızca, kâr oranının ve dolayısıyla kârın, açıklanamaz bir biçimde, bu noktaya kadar ücretlerle belirlenen, metaların fiyatlarına eklenen belirli bir fazlalığı olgusunu ilan etmek kalıyor. Rekabetin bize anlattığı tek şey, bu kâr oranının, veri olan bir büyüklük olması gerektiğidir. Ama biz, bunu, daha önceden, genel kâr oranı ve kârın ''zorunlu fiyatını ele aldığımız zaman da biliyorduk.
Toprak rantı konusunda da, saçma işi yeni baştan yinelemeye çalışmanın hiç bir gereği yoktur. Bunu yapmadan, insan azçok tutarlı bir ele alışla, rekabetin, kâr ile rantı sırf, metaların fiyatına, birincil olarak ücretlerle belirlenen bir fiyata, anlaşılmaz yasalar ile eklenen belirli bir fazlalık olarak göstereceği sonucuna varabilir. Kısacası, rekabet, iktisatçıların bütün anlamsız düşüncelerini açıklamak sorumluluğunu yüklenmek zorunda kalıyor, oysa aslında, rekabeti açıklamak zorunda olanlar bu iktisatçıların kendileridir.
Şimdi, burada, kâr ile rantın dolaşımdan doğduğu, yani satıştan ileri gelen fiyat öğeleri olduğu hayali bir yana bırakılırsa, -çünkü dolaşım, önceden almadığı bir şeyi hiç bir zaman geri veremez- sonuç yalnızca şuna indirgenmiş olur:
Ücretlerde belirlenen metaın fiyatının = 100 olduğunu, ücretler üzerinden kâr oranının %10 ve rantın %15 olduğunu kabul edelim. Bu durumda, ücretler, kâr ve rantın toplamı ile belirlenen meta-fiyatı = 125 olur. Bu ek 25, metaın satışından doğmuş olamaz. Çünkü, birbirine meta satan herkes, ücret olarak 100'e malolan şeyi 125'e satmaktadır; bu, hepsinin de malını 100'e satması ile aynı şeydir. Şu halde, bu işlemin, dolaşım sürecinin dışında incelenmesi gerekir.
Eğer şimdi 125'e malolan metaın kendisini üç kişi paylaşsa -kapitalist önce metaı 125'e satsa ve 100 emekçiye ödese, 10 kendisi alsa ve15 de toprak sahibine verse, durumda herhangi bir değişiklik olmaz- emekçi değerin ve ürünün 4/5 = 100'ünü alır. Kapitalist, değerin ve ürünün 2/25'ini ve toprak sahibi de 3/25'ünü alır. Kapitalist 100 yerine 125'e sattığına göre, emekçiye emeğinin somutlaştığı ürünün yalnız 4/5'ünü verir. Şu halde, işçiye 80 verse ve 20 alıkoysa -bunun 8'i kendisine, 12'si toprak sahibine düşer- durum gene aynı olurdu. Bu durumda, metaı, değeri üzerinden satmış olurdu, çünkü gerçekte, fiyata yapılan ekler,
(sayfa 759) metaın değerinden bağımsız artışları temsil eder ve bu değer, yukardaki varsayıma göre, ücretlerin değeri ile belirlenir. Bu, dolaşık bir yoldan şunu söylemek demektir: bu anlayışa göre, ''ücretler'' deyimi, burada 100, ürünün değeri demektir, yani kendisinde bu belli miktarda emeğin temsil edildiği bir miktar para demektir; ne var ki, bu değerin kendisi de, gerçek ücretten farklıdır ve dolayısıyla geriye bir fazlalık bırakır. Ama burada fazlalık, fiyata nominal bir ek ile gerçekleşmiştir. Dolayısıyla da, ücretler eğer 100 yerine 110'a eşit olsaydı, kârın = 11 ve toprak-rantının = 16½ olması gerekir ve metaın fiyatı da = 137½ olurdu. Böylece oranlar değişmeden kalırdı. Ama bölünme, daima, ücretlere, belirli yüzdelerde nominal bir ekleme yapılarak sağlandığı için, fiyat, ücretlerle yükselir ve düşer. Ücretler burada önce metaın değerine eşitlenmiş, sonra tekrar ondan ayrılmıştır. Aslında bu, dolambaçlı ve anlamsız bir yoldan şunu söylemeye varır: metaların değeri, içerdiği emek miktarı ile belirlenir, oysa ücretlerin değeri, gerekli geçim araçlarının fiyatı ile belirlenir ve ücretlerin üzerindeki değer fazlası da kâr ve rantı oluşturur.
Üretimlerinde kullanılan üretim araçlarının değerini düştükten sonra, metaların değerinin parçalara ayrılması; üretilen metalara katılmış bulunan emek miktarı ile belirlenen bu belli değer kitlelerinin, bağımsız ve birbirleriyle bağlantısız gelir biçimlerine giren üç öğeye, ücretlere, kâra ve ranta ayrılması - işte bu parçalara bölünme işlemi, kapitalist üretimin yüzeyinde çarpık bir biçimde kendisini gösterdiği gibi, dolayısıyla da, bu üretim tarzını yürüten ve onun tutsağı olanların kafalarında da aynı şekilde yansır.
Bir metaın toplam değerinin = 300 olduğunu ve bunun 200'ünün, üretiminde tüketilen, üretim araçlarının değeri ya da değişmeyen sermayenin öğeleri olduğunu kabul edelim. Böylece geriye, üretim süreci sırasında metaya yeni eklenen değer olarak 100 kalır. Bu 100 tutarındaki yeni değer, üç gelir biçimi altında bölüşülecek olan şeyin hepsidir. Ücretlere = x, kâra = y ve ranta = z dersek, x + y + z, örneğimizde daima = 100 olacaktır. Ama sanayicilere, tüccarlara, bankerlere ve bir de kaba iktisatçılara bu tamamen farklı görünür. Bunlar için, üretiminde tüketilen üretim araçlarının değeri düşüldükten sonra, metaın değeri veri olan = 100 değildir ve sonra da bu 100, x, y ve z'ye bölünmektedir. Metaın fiyatı, düpedüz, ücretlerin değeri ile, kârın değeri ve rantın değerinden oluşmakta ve bu değerler, hem metaın ve hem de birbirlerinin değerlerinden bağımsız olarak belirlenmekte, x, y ve z'nin herbiri veri ve bağımsız belirlenmekte, ve ancak, 100'den küçük ya da büyük olabilecek bu büyüklüklerin toplamından, bu değer öğelerini biraraya toplayarak, metaın değeri elde olunmaktadır. Bu
quid pro quo kaçınılmazdır, çünkü:
Birinci olarak: Metaın değerini oluşturan üç öğe, birbiriyle ilişkisi bakımından bağımsız gelirler olarak görünür ve böylece, birbiriyle hiç benzerlikleri olmayan üç üretim etmenine, emeğe, sermayeye ve toprağa bağlanırlar ve dolayısıyla da bunlardan doğuyormuş gibi görünürler.
(sayfa 760) Emek-gücü, sermaye ve toprak sahipliği, metaların, bunların sahiplerinin payına düşen çeşitli değer öğelerinin nedenleridir, ve dolayısıyla, kendilerini bunlar için gelire dönüştürmüşlerdir. Ne var ki, değer, gelire dönüşmekten doğmaz; değerin gelire çevrilebilmesinden önce, bu biçimi alabilmesinden önce, varolması gerekir. Bunun tersinin doğru olduğu yanılsaması, bu üç öğenin birbirleriyle bağıntısı bakımından nispi büyüklüklerinin farklı yasalara göre belirlendiği ve bunların, metaların kendi değerleriyle bağlantılarının ve bu değerlerle sınırlandırılmalarının kendilerini yüzeyde hiç açığa vurmamalarıyla desteklenmektedir.
İkinci olarak : Ücretlerde genel bir yükselme ya da düşmenin, genel kâr oranında zıt yönde bir harekete yolaçarak -diğer koşullar aynı kalmak kaydıyla- o üretim alanındaki sermayenin ortalama bileşimine bağlı olarak, çeşitli metaların üretim-fiyatlarını değiştirdiğini, yani bazılarını yükselttiğini ve bazılarını da düşürdüğünü görmüş bulunuyoruz. Şu halde, deneyim burada gösteriyor ki, hiç değilse bazı üretim alanlarında, bir metaın ortalama fiyatı, ücretler yükseldiği için yükselmekte, düştüğü için düşmektedir. Ama bu ''deneyim'', ücretlerden bağımsız olan meta değerinin gizlice bu değişmeleri düzenlediğini göstermemektedir. Bununla birlikte, eğer ücretlerdeki yükselme yerel ise ve yalnız belli bir üretim alanında özel koşulların sonucu olarak yer almış ise, bu metaların fiyatlarında buna tekabül eden nominal bir yükselme olabilir. Bir tür metaın nispi değerindeki, ücretlerin aynı kaldığı diğer türlere göre görülen bu yükselme, bu durumda yalnızca artı-değerin çeşitli üretim alanları arasında tekdüze dağılımında yerel olarak görülen bu bozukluğa karşı bir tepki, özel kâr oranlarının, genel kâr oranına eşitlenmesinin bir aracıdır. ''Deneyim'' bu durumda da gene ücretlerin, fiyatı belirlediğini göstermektedir. Böylece, bu her iki durumda da deneyim, ücretlerin, meta-fiyatlarını belirlediğini göstermektedir. Ama ''deneyim'', bu iç bağıntının gizli nedenini göstermemektedir. Üstelik: emeğin ortalama fiyatı, yani emek-gücünün değeri, gerekli geçim araçlarının üretim-fiyatı ile belirlenir. Bu ikincisi yükselir ya da düşerse, ilki de buna bağlı olarak yükselir ya da düşer. Böylece, deneyim, gene, ücretler ile metaların fiyatları arasında bir bağın varlığını göstermektedir. Ne var ki, bazan neden, sonuç, sonuç da neden gibi görünebilir; tıpkı piyasa-fiyatı hareketlerinde, gönenç dönemlerinde ücretlerin kendi ortalamasının üzerine yükselmesinin, piyasa-fiyatlarının, üretim-fiyatlarının üzerine yükselmesine ve ardından da ücretlerin, kendi ortalamasının altına düşmesinin, piyasa-fiyatlarının, üretim-fiyatlarının altına düşmesine tekabül etmesi gibi. Üretim-fiyatlarının, metaların değerlerine tabi olmalarına, piyasa-fiyatlarının dolanan hareketleri dışında, ücretler yükseldiğinde, kâr oranının düşmesi, ücretler düştüğünde, kâr oranının yükselmesi deneyiminin daima
prima facie tekabül etmesi gerekirdi. Ama görmüş olduğumuz gibi, kâr oranı, ücret hareketlerinden bağımsız olarak, değişmeyen sermayenin değerindeki hareketlerle belirlenebilir; şu halde, ücretler ile kâr oranı,
(sayfa 761) ters yönde hareket edecek yerde, aynı yönde hareket edebilir, birlikte yükselir ya da düşebilir. Artı-değer oranı kâr oranı ile doğrudan çakışır olsaydı, bu olanaksız bir şey olurdu, Bunun gibi, ücretler, geçim araçlarının fiyatlarındaki artma nedeniyle yükselse bile, kâr oranı, emeğin yoğunluğundaki artış ya da işgünündeki uzama nedeniyle aynı kalabilir ya da hatta yükselebilir. İşte bütün bu deneyimler, değer öğelerinin bağımsız ve çarpıtılmış biçimlerinin yarattığı yanılsamayı, yani ya ücretlerin tek başına, ya da ücretler ile kârın bir arada metaların değerlerini belirledikleri yanılsamasını desteklemektedir. Bir kez böyle bir yanılsama, ücretler bakımından ortaya çıktı mı, bir kez, emeğin fiyatı ile, emeğin yarattığı değer çakışır gibi görünürse aynı şey otomatik olarak kâr ve ranta da uygulanır. Bunların fiyatının, yani bunların para-ifadelerinin artık, emekten ve emeğin yarattığı değerden bağımsız olarak saptanması zorunlu hale gelmiş olur.
Üçüncü olarak: Diyelim ki, doğrudan deneyimlere göre, bir metaın değerleri ya da -yalnızca bu değerlerden bağımsızmış gibi görünen- üretim-fiyatları, piyasa-fiyatındaki sürekli dalgalanmaların devamlı telafisi yoluyla düzenleyici ortalama fiyatlar şeklinde egemen olmak yerine, metaın piyasa-fiyatlarıyla daima çakışsın. Ayrıca, gene diyelim ki, yeniden-üretim, daima aynı değişmeyen koşullar altında yapılsın, yani emeğin üretkenliği, sermayenin bütün öğelerinde aynı kalsın. En sonu, diyelim ki, meta-ürünün, yeni bir emek miktarının -yani yeni üretilen bir değerin- üretim araçlarının değerine eklenmesiyle oluşan değer öğesi, daima değişmeyen oranlarda, ücretlere, kâr ve ranta bölünsün ve böylece, fiilen ödenen ücret daima doğrudan doğruya, emek-gücünün değeri ile; fiilen gerekleşen kâr, toplam artı-değerin, ortalama kâr oranı gereğince, toplam sermayenin her bağımsız işlev yapan kısmının payına düşen kısmı ile çakışsın; ve fiili rant, daima, bu esasa göre toprak rantının normal olarak içersinde kaldığı çerçeve ile sınırlı olsun. Kısacası, toplumsal olarak üretilen değerlerin bölünmesinin ve üretim-fiyatlarının düzenlenmesinin, kapitalist esasa göre yer aldığını, ama rekabetin işe karışmadığını varsayalım.
Bu varsayımlar altında, yani metaların değeri değişmese ve böyle görünse; meta-ürünün kendisini gelirlere ayrıştıran değer öğesi, değişmeyen bir büyüklük olarak kalsa ve daima böyle görünse; ve en sonu, bu veri olan ve değişmeyen değer öğesi daima değişmeyen olarak, ücretlere, kâr ve ranta bölünse -bütün bu varsayımlar altında bile, gerçek hareket, zorunlu olarak ters bir biçimde görünür-; önceden veri olan bir değerin, karşılıklı bağımsız değer biçimlerine bürünen üç kısma ayrılması şeklinde değil de, tam tersine, bu değerin, bağımsız ve herbirisi kendi başına belirlenmiş öğelerin -ücretler ile kâr ve toprak rantının- toplamından oluşması şeklinde görünür. Bu yanılsama zorunlu olarak ortaya çıkar, çünkü, bireysel sermayelerin ve bunların ürettikleri metaların gerçek hareketlerinde, metaların değerinin bölünmesi, bu bölünmenin
(sayfa 762) önkoşulu olarak değil de, tersine, bu değerin bölündüğü öğeler, metaların değerinin önkoşulu olarak görünür. Önce, görmüş olduğumuz gibi, her kapitaliste, metaların maliyet-fiyatı, belli bir büyüklük olarak görünür, ve gerçek üretim-fiyatında da böyle görünmeye devam eder. Ne var ki, maliyet-fiyatı, değişmeyen sermayenin değerine, yatırılan üretim araçlarına,
artı, emek-gücünün değerine eşittir; ama bu değer, üretimi yürüten kapitaliste, emeğin fiyatının irrasyonel biçiminde görünür, böylece ücretler de aynı anda, emekçinin geliri şeklinde görünür. Emeğin ortalama fiyatı, veri olan bir büyüklüktür, çünkü, emek-gücünün değeri, herhangi bir meta gibi, yeniden-üretimi için zorunlu gerekli emek-zamanı ile belirlenir. Ama, metaların değerinin ücretlerde somutlaşan kısmına gelince, bu ücret biçimine o, kapitalistin emekçiye, kendi ürününden düşen payı ücret biçiminde vermiş olmasından girmez, emekçi kendi ücretleri için bir eşdeğer ürettiği için o, bu biçimi alır: yani emekçinin, günlük ya da yıllık emeğinin bir kısmı, emek-gücünün fiyatının içerdiği değeri üretir. Şu da var ki, ücretler, kendisine tekabül eden eşdeğer üretilmeden önce, bir sözleşme ile saptanır. Meta ve metaın değeri henüz üretilmeden önce büyüklüğü veri olan bir fiyat öğesi olarak, maliyet-fiyatının bir kısmı olarak ücretler, dolayısıyla, metaın toplam değerinden bağımsız bir biçimde kendisini ayıran bir kısım olarak değil, tersine, bu değeri önceden belirleyen belli bir büyüklük, yani fiyat ve değerin yaratıcısı olarak görünür. Metaların maliyet-fiyatında ücretlerin oynadığı bu role benzer bir rolü, ortalama kâr, metaların üretim-fiyatlarında oynar, çünkü üretim-fiyatı, maliyet-fiyatı,
artı, yatırılan sermaye üzerinden ortalama kâra eşittir. Bu ortalama kâr, kapitalistin kafasında ve hesabında, pratikte yalnızca sermayelerin bir yatırım alanından bir başkasına aktarılmasını belirlemesi bakımından düzenleyici bir öğe olarak görünmekle kalmaz, ayrıca, onun için, uzun dönemleri içersine alan yeniden-üretim sürecini kapsayan bütün satış ve sözleşmelerde belirleyici bir öğeyi de temsil eder. Ama böyle düşünüldüğü sürece o, önceden varolan bir büyüklük olup, gerçekte, herhangi belli bir üretim alanında üretilen değer ve artı-değerden bağımsızdır ve dolayısıyla da her üretim alanına yatırılan bütün bireysel sermayeler için bu hatta daha da fazla geçerlidir. Değerin bölünmesinin bir sonucu olarak görünmekten çok, o kendisini metaların üretim sürecinde önceden varolduğu gibi bizzat metaların ortalama fiyatının belirleyicisi, değerin yaratıcısı olarak görünür. Gerçekten de artı-değer, çeşitli kısımlarının, karşılıklı ve tamamen birbirinden bağımsız biçimlere ayrılması nedeniyle, daha da somut bir şekilde, meta- değerin yaratılması için bir önkoşul olarak görünür. Ortalama kârın bir kısmı, işlev yapan kapitalistin karşısına, metaların üretiminden ve değerinden önce varolduğu kabul edilen bağımsız bir öğe olarak, faiz biçimi içersinde çıkar. Faizin büyüklüğü ne kadar fazla dalgalanırsa dalgalansın, her an ve her kapitalist için, bireysel kapitalist olarak ürettiği metaların maliyet-fiyatına giren belli bir büyüklüktür. Aynı rolü, tarımsal
(sayfa 763) kapitalistler için, sözleşmeyle saptanan kira parası biçiminde, öteki işadamları için işyerlerine ait kira biçiminde toprak rantı oynar. Artı-değerin bölündüğü bu parçalar, bireysel kapitalist için maliyet-fiyatının öğeleri olarak veri olduğu için, tersine, artı-değerin yaratıcıları olarak görünür; tıpkı, ücretlerin, öteki kısmının yaratıcıları olması gibi, metaların fiyatının bir kısmının yaratıcıları olarak görünür. Meta-değerin parçalanması ile ortaya çıkan bu ürünlerin, daima değer oluşumunun bir önkoşulu gibi görünmesinin sırrı gayet basittir; kapitalist üretim tarzı, öteki üretim tarzları gibi, yalnız maddi ürünleri sürekli yeniden üretmekle kalmaz, aynı zamanda, toplumsal ve ekonomik ilişkileri kendisine özgü ekonomik biçimleri de yaratır. İşte bu nedenle sonuçları, sanki sürekli olarak öngördüğü koşullar, öngördüğü koşullar da sanki onun sonuçları gibi görünürler. İşte bu, aynı ilişkilerin sürekli yeniden-üretimlerini, bireysel kapitalist, apaçık ve kuşkulanılmaz bir olgu olarak kabul eder. Kapitalist üretim tarzı böyle devam ettiği sürece, yeni eklenen emeğin bir kısmı kendisini devamlı ücretlere, bir başka kısmı kâra (faiz ve girişim kârına) ve bir üçüncüsünü de ranta ayrıştırır. Çeşitli üretim kurumları arasındaki sözleşmelerde bu daima varsayılır ve bu varsayım, nispi oranlar, tek tek durumlarda ne derece dalgalanma gösterirse de doğrudur. Değerin biçimlerinin karşı karşıya geldikleri kesin biçimler, sürekli olarak yeniden üretildikleri için önceden varsayılırlar, ve sürekli olarak önceden varsayıldıkları için sürekli olarak yeniden-üretilirler.
Hiç kuşkusuz, deneyim ve görüngüler, şimdi, kapitalistin, değerin belirlenmesinde biricik etken olarak gördüğü piyasa-fiyatlarının, büyüklüklerini ilgilendirdiği kadarıyla, böyle bir bekleyişe hiç bir şekilde bağlı olmadığını, ve bunların, faizin ya da rantın yüksek ya da düşük tutulmasına tekabül etmediklerini gösterir. Ama piyasa-fiyatları, ancak kendi değişiklikleri içersinde sabittir, ve uzun dönemler üzerinden hesaplanan ortalamaları, değişmeyen ve dolayısıyla da son tahlilde piyasa-fiyatları üzerinde egemen olan büyüklükler olarak, ücretlerin, kâr ve rantın ayrı ayrı ortalamalarından meydana gelirler.
Öte yandan, düşünülürse, şurası da açıkça görülür ki, değerin üretiminde önceden varsayıldığı ve, maliyet-fiyatı ile üretim-fiyatında bireysel kapitalistçe varsayıldığı gibi eğer ücretler ile kâr ve rant, değerin yaratıcıları iseler, değeri her metaın üretimine veri olarak giren değişmeyen kısmın da bir değer yaratıcısı olması gerekir. Ne var ki, sermayenin bu değişmeyen kısmı, metalar ve dolayısıyla da meta-değerler toplamından başka bir şey değildir. Bu durumda bizim, meta-değerin, meta-değerin yaratıcısı ve nedeni olduğu gibi saçma bir totolojiye düşmemiz kaçınılmaz oluyor.
Bununla birlikte, eğer kapitalist bu konuda biraz düşünecek olsa -ve kapitalist olarak onun düşünceleri yalnızca kendi çıkarları ve kendi çıkarlarına dönük güdülerinin egemenliği altındadır- deneyimler, ona, kendi ürettiği ürünün, sermayenin değişmeyen kısmı olarak öteki
(sayfa 764) üretim alanlarına girdiğini ve öteki üretim alanlarının ürünlerinin de, kendi ürününe, sermayenin değişmeyen kısımları olarak girdiğini gösterirdi. Kendi yeni üretimini ilgilendirdiği kadarıyla ek değer, kapitaliste göre, ücretlerin, kâr ve rantın büyüklükleri tarafından oluşturulduğuna göre, aynı şey, öteki kapitalistlerin ürünlerinden oluşan değişmeyen kısım için de doğrudur. Ve böylece, sermayenin değişmeyen kısmının fiyatı ve dolayısıyla, metaların toplam değeri, kendisini, açıklanması olanaksız bir biçimde de olsa, son tahlilde, değerin hepsi de farklı yasalarla düzenlenen ve farklı kaynaklardan doğan, bağımsız yaratıcı öğelerinin, -ücretler ile kâr ve rantın- eklenmesinden meydana gelen bir değerler toplamına indirgenmiş olur.
Dördüncü olarak: Metaların değerleri üzerinden satılıp satılmamasının, dolayısıyla, değerin kendisinin belirlenmesinin bireysel kapitalist için hiç bir önemi yoktur. Bu, daha başlangıçtan, onun ardında yer alan ve onun dışındaki koşulların denetimi altında bulunan bir süreçtir, çünkü, her üretim alanında, düzenleyici ortalama fiyatları oluşturan değerler değil, farklı üretim-fiyatlarıdır. Değerin belirlenmesi, her özel üretim alanında bireysel kapitalist ile sermayeyi, ancak, emeğin üretkenliğindeki yükselme ya da düşme sonucu, metaların üretimi için daha az ya da daha fazla emek gereksinmesinin, bir durumda onun, o günkü piyasa-fiyatları üzerinden fazladan kâr elde etmesini sağladığı halde, diğer durumda, ürünün ya da bireysel metaın bir kısmına daha fazla ücret, daha fazla değişmeyen sermaye ve dolayısıyla daha fazla faiz düşmesi nedeniyle metaların fiyatını yükseltmeye zorlaması ölçüsünde ilgilendirir ve etkili olur. Şu halde bu, onu, ancak, kendisi için metaların üretim maliyetini yükselttiği ya da düşürdüğü ölçüde, dolayısıyla yalnızca, durumunu olağandışı hale getirdiği ölçüde ilgilendirir.
Buna karşılık, ücretler, faiz ve rant, ona, yalnız, girişim kârını, işlev yapan kapitalist olarak kârdan payına düşen kısmı gerçekleştirebileceği fiyatın değil, aynı zamanda yeniden-üretimin sürekli olabilmesi için metalarını satabileceği fiyatın da sınırlarını düzenleyen etmenler olarak görünür. Ücretler, faiz ve rant tarafından belirlenen kendi maliyet-fiyatını aşan belirli fiyatlar üzerinden, normal ya da daha büyük bir girişim kârını sağlaması koşuluyla, metalarında somutlaşmış değer ve artı-değeri satış yoluyla gerçekleştirip gerçekleştirmemesinin onun için hiç bir önemi yoktur. Sermayenin değişmeyen kısmı dışında, ücretler ile faiz ve kâr, ona, işte bu nedenle, meta-fiyatın sınırlandırıcı ve dolayısıyla da, üretken belirleyici öğeleri olarak görünürler. Örneğin, ücretleri, emek-gücünün değerinin altına, yani normal düzeyinin altına düşürmeyi, düşük bir faiz oranıyla sermaye elde etmeyi, rant için normal miktarın altında kira ödemeyi becerdiği sürece, ürününü, değerinin ya da hatta genel üretim- fiyatının altında satması ve böylece metaların içerdiği artı-emeğin bir kısmını bedavadan elden çıkartması ona vız gelir. Aynı şey, sermayenin değişmeyen kısmı için de geçerlidir. Bir sanayici, diyelim,
(sayfa 765) hammaddelerini üretim-fiyatının altında satın alabilirse, bunu mamul üründe, üretim-fiyatının altında satsa bile, bu, onu zarara karşı korur. Meta-fiyatın, ödenmesi, bir eşdeğerle yerine konulması gereken öğelerini aşan fazlalık aynı kaldığı ya da arttığı takdirde, sanayicinin girişim kârı, aynı kalır ya da hatta artar. Sanayicinin ürettiği metaların üretimine, belli fiyat büyüklükleri olarak giren üretim araçlarının değeri dışında bu üretime, sınırlayıcı ve düzenleyici fiyat büyüklükleri olarak giren şey, ücretler ile faiz ve ranttır. Dolayısıyla da bunlar, ona metaların fiyatını belirleyen öğeler gibi görünürler. Onun açısından girişim kârı, ya piyasa-fiyatlarının, rekabetin raslantıya bağlı koşullarına uygun olarak, metaların yukarda sözü edilen fiyat öğeleri tarafından belirlenen kendi değerlerini aşan fazlalık tarafından belirleniyormuş gibi görünür; ya da, bu kârın kendisi, piyasa- fiyatları üzerinde belirleyici bir etki yaptığı ölçüde, kendisi de, alıcılar ile satıcılar arasındaki rekabete bağlıymış gibi görünür.
Bireysel kapitalistler arasındaki rekabette olduğu kadar, dünya piyasasındaki rekabette de, hesaplara değişmeyen ve düzenleyici büyükler olarak giren, ücretlerin, rant ve faizin, veri olan ve varsayılan büyüklükleridir; bunlar, değiştirilmesi olanaksız büyüklükler anlamında değil de, her ayrı durumda veri olan ve sürekli, dalgalanması piyasa-fiyatları için değişmeyen sınırları oluşturan büyüklükler anlamında değişmezdirler. Örneğin, dünya piyasasındaki rekabette bu, yalnızca metaların o günkü ücretler, faiz ve rant ile mi, yoksa o günkü piyasa-fiyatları altında mı, yani karşılık olarak bir girişim kârı gerçekleştirerek mi, elverişli bir şekilde satılabileceği sorunudur. Bir ülkede, ücretler ile toprağın fiyatı düşük olduğu halde, kapitalist üretim tarzı genellikle gelişmemiş olduğu için, sermaye üzerinden faiz yüksek ise, buna karşılık da bir başka ülkede, ücretler ile toprağın fiyatı nominal olarak yüksek olduğu halde, sermaye üzerinden faiz düşük ise, kapitalist, bir ülkede nispeten daha fazla emek ve toprak, ötekinde nispeten daha fazla sermaye kullanır. Bu etmenler, bu iki kapitalist arasında rekabet olasılığı ölçüsünde, belirleyici öğeler olarak hesaba girerler. Şu halde burada, deneyimler, teorik olarak ve kapitalistin kendi çıkar hesapları açısından pratik olarak göstermektedir ki, metaların fiyatı, ücretler, faiz ve rant tarafından, emeğin, sermayenin ve toprağın fiyatı tarafından belirlenmektedir, ve fiyatın bu öğeleri gerçekten fiyatı oluşturan düzenleyici etmenlerdir.
Kuşkusuz burada geriye, varsayılmayan, ama metaların piyasa-fiyatından doğan bir öğe, yani yukarda sözü edilen öğelerin -ücretler, faiz ve kârın- eklenmesiyle oluşan maliyet-fiyatı üzerindeki fazlalık kalıyor. Bu dördüncü öğe, her tek ve ayrı durumda rekabet tarafından ve ortalama durumda -kendisi de bu aynı rekabet tarafından ama ancak daha uzun dönemlerde düzenlenen- ortalama kâr tarafından belirleniyormuş gibi görünür.
Beşinci olarak: Kapitalist üretim tarzı temeli üzerinde, içersinde yeni eklenen emeğin temsil edildiği değerin, gelir, ücretler, kâr ve toprak-rantı
(sayfa 766) biçimlerine bölünmesi öylesine doğal bir hale gelmiştir ki, bu yöntem (toprak rantını incelerken örneklerini verdiğimiz tarihin daha önceki aşamaları bir yana bırakılırsa), gelirin bu biçimleri için gerekli önkoşulların bulunmadığı yerlerde bile uygulanır olmuştur. Yani benzeşim yoluyla her şey bu gelir biçimleri içersine sokulmuştur.
Bağımsız bir emekçi -gelirin her üç biçimi de uygulanma olasılığı olduğu için bir küçük çiftçiyi alalım- kendisi adına çalıştığı ve kendi ürününü sattığı zaman, önce o, kendi kendisini emekçi olarak kullanan, kendi işvereni (kapitalist) olarak, sonra da, kendisinden kendi kiracısı olarak yararlanan, kendi kendisinin toprak sahibi olarak düşünülmüştür. Ücretli işçi olarak kendi kendisine ücret ödemekte, kapitalist olarak kendi kendisine kâr vermekte, toprak sahibi olarak kendi kendisine rant ödemektedir. Kapitalist üretim tarzı ile, buna tekabül eden ilişkiler, toplumun genel temeli olarak kabul edilirse bu benzeşim doğrudur, çünkü o, emeği sayesinde değil, üretim araçları üzerindeki mülkiyeti -burada bu, sermayenin genel biçimi olarak kabul edilmiştir- sayesinde kendi artı-emeğine elkoyacak durumdadır. Üstelik, ürünlerini meta olarak ürettiği ve dolayısıyla bu metaların fiyatına tabi olduğu (böyle olmasa bile bu fiyat hesaplanabilir) ölçüde, gerçekleştirebileceği artı-emek miktarı, kendi büyüklüğüne bağlı olmayıp, genel kâr oranına bağlıdır; bunun gibi, genel kâr oranı tarafından belirlenen artı-değer miktarı üzerindeki her fazlalık da gene, onun harcadığı emeğin miktarı ile belirlenmemiştir, ama o buna sırf toprağın sahibi olduğu için elkoyabilmektedir. Kapitalist üretim tarzına tekabül etmeyen böyle bir üretim tarzı, böylece onun gelir biçimleri altına -bir ölçüde pek de yanlış olmayarak- sokulabildiğine, kapitalist ilişkilerin, bir üretim tarzının doğal ilişkileri olduğu üzerine olan yanılsama daha da güçlendirilmiş oluyor.
Hiç kuşkusuz, eğer ücretler, kendi genel temeline, yani üreticinin kendi emeğinin ürününün, emekçinin bireysel tüketimine geçen kısmına indirgenecek olursa; eğer biz, bu kısmı, kendi kapitalist sınırlarından kurtarır, ve bunu bir yandan, toplumun mevcut üretkenliğinin (yani, onun kendi bireysel emeğinin toplumsal üretkenliğini, gerçekten toplumsal üretkenlik olarak alırsak) izin verdiği, öte yandan, kişiliğinin bütünüyle gelişmesinin gerektirdiği tüketim hacmine kadar genişletirsek; ve üstelik de, artı-emek ile artı-ürünü, toplumun o günkü üretim koşulları altında, bir yandan, sigorta ve yedek fonlar yaratmak, öte yandan, yeniden-üretimi toplumsal gereksinmelerin öngördüğü boyutlara doğru sürekli genişletmek için gerekli ölçüye indirgersek; en sonu eğer, N°: 1 (gerekli-emek) ile N°: 2'ye (artı-emek), toplumun gelişememiş ve çalışma yetisini yitirmiş üyeleri adına, gücü-kuvveti yerinde olan üyelerince daima harcanması gerekli emek kitlesini katarsak, kısacası, hem ücretleri ve hem de artı-değeri, hem gerekli ve hem de artı-emeği, kendi özgül kapitalist niteliklerinden sıyırıp atarsak, geriye kuşkusuz bu biçimler değil, yalnızca, bütün toplumsal üretim tarzlarında ortak olan özleri kalır.
(sayfa 767)
Ne var ki, bu benzeştirme yöntemi, daha önceki egemen üretim tarzlarının da, örneğin feodalizmin de karakteristiği idi. Feodalizme hiç bir şekilde uygun düşmeyen, onun çok ötesinde bulunan üretim ilişkileri, feodal ilişkiler altına sokulmuştu; örneğin İngiltere'de, sırf parasal yükümlülükleri olan ve yalnızca adı feodal olan, (şövalyenin hizmetindeki ayrıcalıktan farklı olarak) ortak tasarruf hakkı ayrıcalığı gibi.
(sayfa 768)
ELLİBİRİNCİ BÖLÜM
BÖLÜŞÜM İLİŞKİLERİ VE ÜRETİM İLİŞKİLERİ
YILLIK yeni eklenen emek tarafından yeni eklenen değer -ve dolayısıyla da yıllık ürünün içersinde bu değerin temsil edildiği ve toplam üründen çekilebilen ve ayrılabilen kısmı-, böylece, gelirin üç farklı biçimine giren üç kısma ayrılırlar; bu biçimler, bu değerin bir kısmının emek-gücünün sahibine, diğer kısmının sermaye sahibine ve bir üçüncüsünün toprak mülkiyeti sahibine ait olduğunu ya da onun payına düştüğünü ifade eder. Öyleyse bunlar, bölüşüm ilişkileri ya da biçimleridir, çünkü bunlar, yeni üretilen toplam değerin, çeşitli üretim etmenlerinin sahipleri arasında bölüşüm ilişkilerini ifade ederler.
Yaygın görüş açısından bu bölüşüm ilişkileri, doğal ilişkiler şeklinde doğrudan doğruya her türlü toplumsal üretimin niteliğinden, genellikle insanın üretim yasalarından doğan ilişkiler olarak görünürler. Aslında, kapitalist-öncesi toplumların, başka türden bölüşüm biçimleri gösterdikleri yadsınamaz, ama bunlar, gelişmemiş, yetkinleşmemiş, kılık değiştirmiş, kendi en saf ifadelerine ve en yüksek biçimlerine henüz kavuşmamış ve, doğal bölüşüm ilişkilerinin farklı görünüm kazanmış biçimleri olarak yorumlanırlar.
Bu anlayışın biricik doğru yanı şudur: Herhangi bir toplumsal üretim biçiminin varlığı kabul edilirse (örneğin, ilkel Hint komünleri ya da Perulu kabilelerin daha üst düzeyde gelişmiş komünizmi gibi) emeğin,
(sayfa 769) ürünü -üretken biçimde tüketilen kısmı dışında- doğrudan doğruya, üreticiler ile aileleri tarafından bireysel olarak tüketilen kısmı ile, daima artı-emeği oluşturan kısmı -bu artı-emeğin ürünü, nasıl bölünürse bölünsün ve toplumsal gereksinmelerin temsilcisi olarak işlev yapan kim olursa olsun daima genel toplumsal gereksinmeleri karşılamak için hizmet eder- arasında daima bir ayırım yapılabilir. Şu halde, çeşitli bölüşüm biçimlerinin özdeşliği yalnızca şu sonucu verir: eğer biz, bunları, kendi farklılıklarından ve özgül biçimlerinden soyutlar ve benzemeyen yönlerinden ayrı olarak yalnız bunların birliğini gözönünde bulundurursak, bunlar özdeştirler.
Ne var ki, biraz gelişmiş ve eleştirici bir zeka, bölüşüm ilişkilerinin tarih içersinde gelişim niteliğini kabul eder,
[56a] ama, gene de, insan doğasından doğan ve dolayısıyla da bütün tarihsel gelişmelerden bağımsız olan, üretim ilişkilerinin kendi değişmeyen niteliğine daha bir inatla sarılır.
Buna karşılık, kapitalist üretim tarzının bilimsel tahlili, bunun tersini, özgül tarihsel nitelikleri olan özel türde bir üretim tarzı olduğunu ortaya koymaktadır; diğer herhangi bir özgül üretim tarzı gibi o da, toplumsal üretici güçlerin belli bir düzeyde bulunmasını öngörür ve bunların gelişme biçimlerini kendi tarihsel önkoşulu olarak kabul eder: bu önkoşulun kendisi, daha önceki sürecin tarihsel sonucu olup, yeni üretim süreci, veri olan bu temele dayanarak devam eder; bu özgül, tarihsel olarak belirlenmiş üretim tarzına tekabül eden üretim ilişkileri -bunlar, insanların, kendi toplumsal yaşamlarının yaratılmasında, toplumsal yaşam süreci boyunca girdikleri ilişkilerdir-, özgül, tarihsel ve geçici bir niteliğe sahiptirler; ve en sonu, bu üretim ilişkileri ile temelde özdeş olan bölüşüm ilişkileri, üretim ilişkilerinin öteki yüzlerini oluştururlar, dolayısıyla her ikisi de aynı tarihsel geçici niteliği paylaşırlar.
Bölüşüm ilişkilerinin incelenmesinde, ilk çıkış noktası, yıllık ürünün ücretler, kâr ve rant arasında bölüşüldüğü iddiası oluyor. Ama surun bu biçimde ortaya konursa, yanlış ifade edilmiş olur. Ürün, bir yanda sermayeye, öte yanda gelire bölünmüş oluyor. Bu gelirlerden bir tanesi, ücretler, kendi başına gelir biçimini, önce emekçinin karşısına
sermaye biçiminde çıkmadan, bu emekçinin gelir biçimini almaz. Üretilmiş emek araçlarının ve genellikle emek ürünlerinin, sermaye olarak, doğrudan üreticiler ile karşı karşıya gelmeleri, daha başlangıçta, emeğin maddi koşullarını, emekçilerle ilişkisi yönünden, dolayısıyla bizzat üretim sırasında, üretim araçları sahipleri ile ve kendi aralarında girdikleri belirli ilişkilerin belirli toplumsal niteliğini belirtir. Bu emek koşullarının sermayeye dönüşmesi ise, doğrudan üreticilerin topraktan yoksun bırakılmalarını, ve dolayısıyla da belli bir toprak mülkiyeti biçimini belirtir.
Ürünlerin bir kısmı sermayeye dönüşmemiş olsaydı, öteki kısmı, ücret, kâr ve rant biçimine giremezdi.
(sayfa 770)
Öte yandan, kapitalist üretim tarzı bir yandan üretim koşullarının bu belirli toplumsal biçimini öngörürken, bir yandan da bunu sürekli olarak yeniden üretir. Yalnız maddi ürünleri üretmekle kalmaz, bu ürünlerin üretildiği üretim ilişkilerinin ve böylece de buna tekabül eden bölüşüm ilişkilerini sürekli olarak yeniden üretir.
Hiç kuşkusuz, bizzat sermayenin (toprak mülkiyetini kendi karşıtı olarak içermektedir) zaten bir işbölümü öngördüğü söylenebilir: emekçinin emek koşullarından yoksunlaştırılması, bu koşulların bir azınlığın elinde yoğunlaşması, diğerlerinin elinde de toprak mülkiyetinin toplanması, kısacası ilkel birikimle ilgili kısımda (Buch l, Kap. XXIV) incelenmiş bulunan bütün ilişkiler. Ne var ki bu bölüşüm, üretim ilişkileri ile karşıtlık halinde bulunan tarihsel nitelikle yüklü bulunan bölüşüm ilişkileri ile anlatılmak istenilenden büsbütün farklıdır. Orada anlatılmak istenen şey, ürünün bireysel tüketime giren kısmı üzerindeki çeşitli haklardır. Oysa sözü edilen bölüşüm ilişkileri, tersine, üretim ilişkileri içersinde, doğrudan üreticilere karşıt olarak, üretimi yürüten belli kimselerce yerine getirilen özel toplumsal işlevlerin temelidir. Bunlar, bizzat üretim koşulları ile bunların temsilcilerine, özgül toplumsal bir nitelik verirler. Üretimin tüm niteliğini ve hareketinin bütününü belirlerler.
Kapitalist üretim daha başlangıçta iki karakteristik özellikle ayrılır.
Birincisi. Ürünlerini metalar olarak üretir. Meta üretmesi olgusu onu öteki üretim tarzlarından ayırmaz; ama, meta olmanın, ürünlerinin egemen ve belirleyici karakteristiği olması olgusu, onu diğer üretim tarzlarından ayırır. Bunun ilk ve başlıca anlamı, emekçinin, bizzat, sırf meta satıcısı olarak ve dolayısıyla serbest ücretli-emekçi olarak ortaya çıkması, böylece emeğin genellikle ücretli-emek olarak kendisini ortaya koymasıdır. Yukarda söylenmiş olanlar gözönünde bulundurulursa, sermaye ile ücretli-emek arasındaki ilişkinin, üretim tarzının tüm niteliğini belirlediğini yeni baştan göstermek gereksiz olacaktır. Bu üretim tarzının belli başlı aracıları, kapitalist ile ücretli-emekçi, bu nitelikleriyle, yalnızca, sermaye ile ücretli-emeğin somutlaşması, kişileşmesidir; toplumsal üretim sürecinin bireyler üzerine damgaladığı belirli toplumsal niteliklerdir; bu belirli toplumsal üretim ilişkilerinin ürünleridir.
1) ürünün meta olarak ve 2) metaın, sermayenin ürünü olarak niteliği, bütün dolaşım ilişkilerini, yani ürünlerin geçmek zorunda oldukları ve içersinde belirli toplumsal niteliklere büründükleri belirli toplumsal süreci zaten belirlemiş olur; gene bu, üretim aracılarının, kendi ürünlerinin değerini genişlettikleri ve, ya geçim ya da üretim araçlarına yeniden çevrildikleri belirli ilişkilerin de saptanmış olduğunu belirtir. Ama, bunun dışında bile, değerin tüm belirlenmesi ve toplam üretimin değerler tarafından düzenlenmesi meta olarak ürünün ya da, kapitalist biçimde üretilen meta olarak metaın yukarda sözü edilen iki özelliğinden doğar. Değerin bu tamamen özgül biçiminde emek, bir yandan, sırf toplumsal
(sayfa 771) emek olarak egemen durumdadır; öte yandan da, bu toplumsal emeğin dağılımı, ürünlerinin karşılıklı bütünlenmesi ve değişimi, toplumsal mekanizma içersine sokulması ve onun boyunduruğu altına girmesi, bireysel kapitalistlerin raslantıya bağlı ve birbirleriyle çelişkili davranışlarına bırakılmıştır. Bu bireysel kapitalistler, birbirlerinin karşısına yalnızca meta sahipleri olarak çıktıkları ve herkes, malını elden geldiğince pahalıya satmak peşinde olduğu için (görünüşte, üretimin düzenlenmesinde bile sırf kendi özgür iradesiyle hareket etmektedir), iç yasa, ancak bunların rekabeti, birbirleri üzerindeki karşılıklı baskıları yoluyla etkisini göstermekte, böylece de sapmalar birbirlerini yoketmektedir. Ancak bireysel aracılar karşısında bir iç yasa olarak, kör bir doğa yasası olarak, değer yasası, etkisini burada gösterir ve, raslansal dalgalanmalar ortasında üretimin toplumsal dengesini sürdürür.
Ayrıca, meta ve hele sermayenin ürünü olarak meta, tüm kapitalist üretim tarzını karakterize eden, üretimin toplumsal özelliklerinin maddeleşmesi ve üretimin maddi temellerinin kişileşmesi anlamını zaten içermiş durumdadır.
Kapitalist üretim tarzının
ikinci ayırdedici özelliği, üretimin dolaysız amacı ve belirleyici dürtüsü olarak artı-değer üretimidir. Sermaye, özü bakımından, sermaye yaratır ve bunu, ancak, artı-değer üretmesi ölçüsünde yapar. Nispi artı-değeri irdelerken ve ayrıca, artı-değerin kâra dönüşmesini gözden geçirirken, kapitalist döneme özgü bir üretim tarzının buna nasıl dayandığını görmüştük: bu, emeğin toplumsal üretici güçlerindeki gelişmenin özel bir biçimi idi, ama emekçinin karşısına, sermayenin bağımsız hale gelmiş güçleri olarak çıkıyor ve dolayısıyla, emekçinin kendi gelişmesi ile tam bir karşıtlık halinde bulunuyordu. Değer ve artı-değer elde edilmesine dönük bir üretim, incelemelerimiz sırasında gösterildiği gibi, metaın üretimi için gerekli emek-zamanını azaltmak, yani değerini o günkü fiili ortalamanın altına düşürmek için sürekli bir eğilimin etkin olduğunu gösterir. Maliyet-fiyatını en alt düzeyine indirme eğilimi, emeğin toplumsal üretkenliğini artırmak için en güçlü bir manivela halini alır; ama burada bu artış, yalnızca sermayenin üretkenliğindeki sürekli bir yükselme gibi görünür.
Kapitalistin, doğrudan üretim sürecinde, kişileşmiş sermaye olarak elde ettiği otorite, üretimin yöneticisi ve egemeni sıfatıyla yerine getirdiği toplumsal işlev özünde, köleler, serfler, vb. aracılığı ile yapılan üretimde görülen otoriteden farklıdır.
Kapitalist üretim tarzında, doğrudan üretici kitlesi, kendi üretimlerinin toplumsal karakteri ile, sıkı bir otorite ve tam bir hiyerarşi halinde düzenlenmiş toplumsal emek-süreci mekanizması halinde karşı karşıya gelirler -ama bu otoriteye onlar, yalnızca, emeğin karşısında yer alan, emek araçlarının kişileşmesi şeklinde sahiptirler, yoksa, daha önceki üretim tarzlarında olduğu gibi, politik ya da dinsel liderler olarak değil-, oysa bu otoritenin sahipleri, birbirlerinin karşısına sırf meta
(sayfa 772) sahipleri olarak çıkan kapitalistlerin kendi aralarında, tam bir kargaşalık egemen olup, bu kargaşalık içersinde, üretimin toplumsal iç ilişkileri kendilerini yalnızca bireysel özgür irade karşısında, karşı konulmaz doğal yasalar olarak ortaya koyarlar.
Sırf emek, ücretli-emek biçiminde ve üretim araçları da sermaye biçiminde önceden varolduğu için -demek ki, sırf bu temel üretim etmenlerinin bu özgül toplumsal biçimi nedeniyle- değerin (ürünün) bir kısmı, artı-değer olarak, ve bu artı-değer, kâr (rant) olarak, kapitalistin kazancı, kendisine ait servete katılan bir ek olarak görünür. Ve işte ancak, bu artı-değer,
onun kârı olarak göründüğü için, yeniden-üretimi genişletmek için kullanılacak olan ve bu kârın bir kısmını oluşturan ek üretim araçları, kendilerini, yeni ek sermaye, ve genellikle yeniden-üretim sürecindeki genişleme, kapitalist birikim süreci olarak ortaya koyarlar.
Emeğin, ücretli-emek olarak biçimi, sürecin tamamı ve özgül üretim tarzının kendisi için, kesin bir belirleyici olmakla birlikte, değeri belirleyen şey, ücretli-emek değildir. Değerin belirlenmesinde önemli olan, genellikle toplumsal emek-zamanı, genellikle toplumun eli altında bulunan emek miktarıdır; bunların çeşitli ürünler tarafından nispi olarak emilmesi ise, gene bunların kendi toplumsal önemlerini belirler. Toplumsal emek-zamanının, metaların değerlerinin belirlenmesinde kesin rol oynadığı belirli biçim, kuşkusuz, ücretli-emek olarak emeğin biçimi ve üretim araçlarının sermaye olarak buna tekabül eden biçimi ile bağlı haldedir, ve ancak bu temele dayanarak, meta üretimi, genel üretim biçimi haline gelir.
Şimdi bir de, bölüşüm ilişkileri denilen ilişkileri görelim. Ücret, ücretli-emeği öngörür, kâr da sermayeyi. Bu belirli bölüşüm biçimleri, demek ki, üretim koşullarının belirli toplumsal nitelikte olmalarını, ve üretimi yürütenlerin arasında belirli toplumsal ilişkileri öngörür. Özgül bölüşüm ilişkileri, böylece, özgül tarihsel üretim ilişkilerinin ifadesinden başka bir şey değildir.
Ve şimdi de kâra bakalım. Artı-değerin bu özgül biçimi, yeni üretim araçları yaratılmasının, kapitalist üretim tarzı içersinde yer almasını öngörür; demek ki bu, bireysel kapitaliste, gerçekte, tüm kârını gelir olarak tüketebilecekmiş gibi görünmekle birlikte, yeniden-üretime egemen olan bir ilişkidir. Ne var ki, bireysel kapitalistin karşısına, burada, sigorta ve yedek fon, rekabet yasaları vb. biçiminde engeller çıkar ve ona, pratikte, kârın, bireysel olarak tüketilebilir ürüne ait bir bölüşüm kategorisi olmadığını öğretir. Kapitalist üretim sürecinin tamamı, ayrıca, ürünlerin fiyatları ile de düzenlenir. Ama, üretimi düzenleyen fiyatların kendileri de, kâr oranının eşitlenmesi ve buna uygun olarak da, sermayenin çeşitli toplumsal üretim alanları arasında dağılımı ile düzenlenir. Demek ki, kâr, burada, ürünlerin dağılımlarının değil, bizzat üretimlerinin temel etmeni, sermayeler ile emeğin kendisinin, çeşitli üretim alanları arasındaki dağılımının etmeni olarak görünür. Kârın, girişim kârı ile faize ayrılması,
(sayfa 773) aynı gelirin bölüşümü gibi görünür. Ama bu, her şeyden önce, kendi kendisini genişleten değer, artı-değer yaratıcısı olarak, sermayenin büyümesinden, egemen üretim sürecinin bu özgül toplumsal biçiminden ileri gelir. Kredi ve kredi kuruluşları, ve dolayısıyla da üretimin biçimi buradan doğar. Faiz, vb. şeklinde, sözde bölüşüm biçimleri, belirleyici üretim öğeleri olarak fiyata girerler.
Toprak rantı, toprak mülkiyeti olarak toprak mülkiyeti, üretim sürecinin kendisinde, herhangi bir ya da en azından herhangi bir normal işlevi yerine getirmediği için, sırf bir bölüşüm biçimi olarak görünebilir. Ne var ki, 1) kârın, ortalama kârın üzerindeki fazlayla sınırlı olması, ve 2) büyük toprak sahibinin, yöneticilikten, üretim sürecinin ve tüm toplumsal yaşam sürecinin efendisi olmaktan, sırf toprağını kiraya veren bir kimse, toprak tefecisi, kira tahsildarı durumuna düşmesi, kapitalist üretim tarzının, özgül tarihsel bir sonucudur. Toprağın, toprak mülkiyeti biçimine girmesi olgusu bunun tarihsel önkoşuludur. Toprak mülkiyetinin, tarımda kapitalist işletme tarzına izin veren biçimlere girmesi olgusu, bu üretim tarzının özgül niteliğinin sonucudur. Toprak sahibinin gelirine, diğer toplum biçimlerinde bile rant adı verilebilir. Ama bu, kapitalist üretim tarzında görülen ranttan temelde farklı ve ayrıdır.
Demek ki, bölüşüm ilişkileri denilen ilişkiler, üretim sürecinin, tarih içersinde belirlenmiş özgül toplumsal biçimlerine ve, insan yaşamının yeniden-üretim sürecinde, insanların karşılıklı ilişkilerine tekabül eder ve ondan doğar. Bu bölüşüm ilişkilerinin tarihsel niteliği, yalnızca bir yönünü ifade ettikleri üretim ilişkilerinin tarihsel niteliğidir. Kapitalist bölüşüm, öteki üretim tarzlarından doğan bölüşüm biçimlerinden farklıdır, ve her bölüşüm biçimi, kendisinden doğduğu ve kendisine tekabül ettiği, özgül üretim tarzı ile birlikte ortadan kalkar.
Bölüşüm ilişkilerine, üretim ilişkileri olarak değil de, sırf tarihsel ilişkiler gözüyle bakan görüş, bir yandan, burjuva iktisadının, henüz eksik olmakla birlikte, ilk ve biricik eleştirel görüşüdür. Öte yandan ise, bu anlayış toplumsal üretim sürecinin, herhangi bir toplumsal yardım olmaksızın son derece yalnız kalmış insanoğlunun yapabileceği türden, basit emek süreciyle bile karıştırılmasına ve bir tutulmasına dayanır. Emek süreci, sırf, insanla doğa arasında bir süreç olduğu ölçüde, bu sürecin yalın öğeleri, bütün toplumsal gelişme biçimlerinde ortak olarak bulunur. Ama, bu sürecin bir özgül tarihsel biçimi, kendi maddi temellerini ve toplumsal biçimlerini geliştirmeye devam eder. Belli bir olgunluk aşamasına ulaştıktan sonra, bu özgül tarihsel biçim ortadan kalkar ve daha yüksek düzeyde bir biçime yerini bırakır. Bu tür bir bunalımın gelip çattığı an, bölüşüm ilişkileri ve dolayısıyla, bir yandan, bunların tekabül ettikleri üretim ilişkilerinin özgül tarihsel biçimi ve öte yandan, üretici güçler, üretim kuvvetleri ve bunları yerine getirenlerin gelişmesi arasındaki çelişkiler ile uzlaşmaz karşıtlıkların ulaştıkları derinlik ve genişlik ile kendisini belli eder. Bunu, üretimin maddi gelişmesi ile, toplumsal biçimi arasındaki bir çatışma izler.
[57] (sayfa 774)
ELLİİKİNCİ BÖLÜM
S I N I F L A R
GELİR kaynakları, sırasıyla, ücret, kâr ve toprak rantı olan, sırf emek-gücü sahipleri, sermaye sahipleri ve toprak sahipleri, başka bir deyişle ücretli-emekçiler, kapitalistler ve toprak sahipleri, kapitalist üretim tarzına dayanan modern toplumun üç büyük sınıfını oluştururlar.
İngiltere'de modern toplumun ekonomik yapısı, hiç kuşkusuz en üst düzeyde ye en klasik biçimde gelişmiştir. Ne var ki, burada bile, sınıflardaki tabakalaşma, en saf biçimi içersinde görünmez. Burada bile, orta ve ara tabakalar, (kentlerdekine göre kırsal bölgelerde çok daha az olmakla birlikte) her yerde sınır çizgilerini silikleştirmiştir. Ama bunun bizim incelememiz için önemi yoktur. Görmüş olduğumuz gibi, kapitalist üretim tarzının sürekli eğilimi ve gelişme yasası, üretim araçlarını gitgide emekten ayırarak, dağınık üretim araçlarını büyük kitleler halinde biraraya toplar ve böylece, emeği ücretli-emeğe, üretim araçlarını sermayeye dönüştürür. Ve bu eğilime, öte yandan, toprak mülkiyetinin sermaye ve emekten bağımsız hale gelerek ayrılması
[58] ya da bütün toprak mülkiyetinin, kapitalist üretim tarzına uygun düşen bir toprak mülkiyetine dönüşmesi tekabül eder.
(sayfa 775)
Yanıtlanması gerekli ilk soru şudur: Bir sınıfı oluşturan şey nedir? - bu sorunun yanıtı doğal olarak bir başka sorunun yanıtından çıkar, şöyle ki: Ücretli-emekçileri, kapitalistleri ve büyük toprak sahiplerini, üç büyük toplumsal sınıf haline getiren şey nedir?
İlk bakışta - gelirlerin ve gelir kaynaklarının özdeşliğidir. Üyelerinin, kendilerini oluşturan bireylerin, sırasıyla, ücret, kâr ve toprak rantı ile, kendi emek-güçlerinin, sermayelerinin ve toprak mülkiyetlerinin gerçekleşmesi ile geçimlerini sağlayan üç büyük toplumsal grup vardır.
Ne var ki, bu görüş açısından, örneğin tabipler ile devlet memurlarının, iki farklı toplumsal gruba ait oldukları ve bu grupların herbirisinin üyeleri, gelirlerini bir ve aynı kaynaktan aldıkları için, iki sınıf oluşturmaları gerekir. Aynı şeyin, toplumsal işbölümünün, emekçileri olduğu kadar, kapitalistler ile büyük toprak sahiplerini de -örneğin bu sonuncuları, bağ-bahçe sahipleri, çiftlik sahipleri, orman sahipleri, maden sahipleri, dalyan sahipleri gibi- sonsuz türde çıkar ve statü gruplarına parçalaması için geçerli olması gerekir.
[Elyazması burada kalıyor.]
(sayfa 776)
Dipnotlar
[1*] Bu kitapta: Yirmiüçüncü Bölüm.
-Ed.
[2*] Elyazması ile yapılan daha sonraki bir karşılaştırma, metnin şöyle devam ettiğini göstermiştir: "die Gesellschaftlichen Kräfte und Zusmmenhangende Form dieser Arbeit" (kendi emeklerinin toplumsal güçleri ve bu emeğin toplumsallaşmış biçimi).
-Ed.
[3*] "O vahşi ve karmakarışık madde kitlesi". (Ovid,
Metamorphoses, Book l, 7. )
-Ed.
[4*] Elyazmasının daha sonraki okunması ile saplandığına göre burası şöyle oluyor: "wenn wir das Gemeinte nehmen" (onun ardında bulunanı aldığımızda).
-Ed.
[5*] Roscher,
System der Volkswirtschaft, Band I,
Die Grundlagen der Nationalökonomie, Stuttgart und Augsburg, 1858.
-Ed.
[6*] Elyazması burada kalıyor. -
Ed.
[7*] Doğal olarak. -ç.
[8*] Sonsuza dek.
-ç.
[9*] Qu'est-ce qu la propriete?
ou rescherches sur le principle du droit et du gouvernement, Paris, 1841, pp. 201-2. Bu yapıt, Proudhon'un, "mülkiyet hırsızlıktır" sonucuna vardığı ünlü kitabıdır. Proudhon'u burada eleştiren Eugene Forcade (1820-69) sıradan vülger bir iktisatçı olup Proudhon'un görüşlerine karşı çıkması çıkarların ifadesinden başka bir şey değildir.
-Ed.
[10*] Yanlış anlama.
-ç.
[11*] Adolphe Quetelet (1796,-1874), Belçika'lı matematikçi. İlgi alanı içine istatistik yöntemlerini toplumsal görüngülere uygulamakta giriyordu. Bu konudaki yapıtı,
On Man and the Development of his Faculties, ilk kez 1835'de basıldı ve zamanında bayağı ün kazandı. Marx'ın, birkaç yerdeki kısa değinmelerinden anlaşıldığı kadarıyla Quetelet'e karşı tavrı oldukça ilginç ve karakteristiktir. Quetelet, düzenliliklerin toplumsal görüngülerde anlamlı ama özellikle belirleyici olmadığını göstermek istemiştir.
-Ed.
[48] Aşağıdaki üç parça, Altıncı Bölümün elyazmalarının değişik bölümlerinde bulunmuştur.
- F. E.
[49] Elyazmalarına göre Kırksekizinci Bölümün başlangıcı.
- F. E.
[50] Ücretler, kâr ve rant, bütün gelirlerin üç asli kaynağı olduğu gibi, bütün değiştirilebilir değerlerin de kaynaklarıdır (A. Smith) [
An Inquiry into the Nature and Causes of
the Wealth of Nations, Aberdeen, London 1848, s. 43.
-Ed.] – İşte bunun için, maddi üretimin nedenleri aynı zamanda varolan başlangıç gelirlerin de kaynaklarıdır. (Storch [
Cours d'
economie politique, St. Peterbourg 1815.
-Ed.], I, s. 259.
-Ed.]
[51] Ricardo, Say'in düşüncesizce sözleri üzerine şu çok yerinde yorumda bulunuyor: "Net ürün ve brüt ürün konusunda M. Say şöyle söylüyor: 'Tüm üretilen değer brüt üründür; bu değer, üretim giderlerinden düşüldükten sonra, net üründür.' (Vol. II, s. 491.) Bu durumda, ortada net ürün diye bir şey olamaz, çünkü, M. Say'e göre, üretim gideri, rant, ücretler ve kârlardan oluşur. Sayfa 508'de şöyle diyor: 'Ürünün değeri, üretken hizmetlerin değeri, üretim giderinin değeri, işler kendi doğal gidişlerine bırakıldığında demek ki hepsi de benzer değerlerdir'. Bir bütünden bir bütüne alınız, geriye hiç bir şey kalmaz." (Ricardo,
Principles, Chapter XXII, s. 512, Note.) – Şu da var ki, Ricardo'nun hiç bir yerde, Smith'in, meta-fiyatları üzerine yanlış tahlilini, bunun, gelirlerin değerlerinin toplamına indirgenmesini çürütmediğini daha sonra göreceğiz. Bununla kendisini yormamakta ve onun doğruluğunu, tahlillerinde, metaların değerlerinin değişmeyen kısmından "soyutlaması" bakımından kabul etmektedir. Zaman zaman olaylara aynı açıdan bakma yanılgısına düştüğü de görülmektedir.
[52] "Her toplumda, her metaın fiyatı en sonunda kendisini şu üç kısmın [yani, ücretler, kârlar, rant) birisine ya da diğerine veya her üçüne ayrıştırır. ... Çiftçinin sermayesini yerine koymak ya da, onun iş hayvanlarının ve öteki tarımsal araçlarının, yıpranmasını ve eskimesini karşılamak için, bir dördüncü kısmın gerekli olduğu belki de düşünülebilir. Ama şunu da düşünmek gerekir ki, diyelim işte kullanılan at gibi her tarım aracının fiyatı da gene aynı üç kısımdan oluşur: üzerinde yetiştiği toprağın rantı, bakım ve yetiştirme gideri, ve bu toprağın rantı ile onun emeğinin ücretlerini ödeyen çiftçinin kârları. Bu nedenle, hububatın fiyatı, atın fiyatını da, bakım giderini de ödeyebilirse de, fiyatın tamamı, gene de kendisini, ya hemen ya da en sonunda aynı üç kısma, ranta, emeğe [ücretler demektir] ve kâra ayrıştırır." (Adam Smith.) – Adam Smith'in kendisinin de, bu kaçamağın tutarsızlığını ve yetersizliğini nasıl hissettiğini daha sonra göstereceğiz; çünkü o, ürünün fiyatının en sonunda kendisini, daha fazla
gelişmeksizin üç kısma ayrıştırdığı, gerçek bir sermaye yatırımını hiç bir yerde göstermediği halde, bizi, Pontius'dan Pitate'ye havale etmesi, onun hesabına bir kaçamaktan başka bir şey değildir.
[53] Proudhon bunu kavramak yetisinden yoksunluğunu şu cahilce formülde ortaya koymaktadır:
l'ouvrier ne peut pas racheter son propre produit (emekçi kendi ürününü gerisin geriye satın alamaz), çünkü ürün,
prix-de-revient'e (maliyet-fiyatı) artmış olduğu faizi içermektedir.
[9*] Ama, M. Eugene Forcade, ona, daha doğru öğrenmeyi nasıl öğretmektedir? Proudhon'un itirazı, eğer doğru olsaydı, yalnız sermayenin kârlarını yoketmekle kalmaz, sanayiin kâr olanaklarını da ortadan kaldırmış olurdu. Eğer emekçi, karşılığında yalnız 80 aldığı her nesne için 100 ödemek durumunda olsa, ücretleri, ancak, ürüne koymuş olduğu değeri geri satın alabilse, emekçinin hiç birşeyi geri satın alamayacağı, ücretlerinin hiç bir şeyin karşılığını ödeyemeyeceği söylenebilir. Gerçekten de, maliyet-fiyatında daima emekçinin ücretlerinden daha fazla bir şey, satış fiyatında daima girişim kârlarından daha fazla bir şey, örneğin, çoğu kez dış ülkelere ödenen hammaddelerin fiyatı bulunur. ... Proudhon, ulusal sermayedeki sürekli büyümeyi unutuyor; bu büyümenin, ister girişimde ister elzanaatında olsun bütün emekçileri ilgilendirdiğini unutmuş bulunuyor."
(Revue des deux Mondes, 1848, Tome 24, s. 998.) Burada, burjuva düşüncesizliğinin, ona en yarayan bilgiçlik biçimindeki iyimserliği ile karşı karşıyayız. M. Furcade, önce, emekçinin ürettiğinden daha yüksek bir değer eline geçmediği takdirde yaşayamayacağına inanıyor, oysa tam tersine, eğer o, ürettiği değerin hepsini gerçekten alacak olsa, kapitalist üretim tarzının kendisi varolamaz. Sonra, Proudhon'un ancak dar bir görüş açısından ifade ettiği güçlüğü, doğru bir şekilde genelleştiriyor. Metaların fiyatı, yalnız ücretlerin üzerinde bir fazlalığı değil, aynı zamanda kâr üzerinden de bir fazlalığı, yani değerin değişmeyen kısmını da içeriyor. Proudhon'un mantığına göre, kapitalistin de, kendi kârı ile metaları geri satın alınması gerekirdi. Ve, Forcade, bu bilmeceyi nasıl çözüyor? Şu anlamsız sözlerle: sermayenin büyümesi. Dolayısıyla, sermayenin sürekli büyümesinin, diğer şeyler yanında, 100'lük bir sermayenin, 10.000'lik bir sermaye sözkonusu olduğunda gereksiz hale gelmesi bakımından, ekonomi politikçiler için olanaksız bulunan meta-fiyatlarının tahlili ile de ortaya konduğu kabul edilmektedir. Toprağın ürününün nasıl olup da topraktan çok karbon içerdiği soruları bir kimyacı bu soruyu, bu, tarımsal üretimdeki sürekli artıştan ileri gelir, diye yanıtlasa bu sözlere ne buyrulur? Burjuva dünyasında, mümkün olan dünyalar içersinde en iyisini bulma konusundaki iyi niyetli istek, kaba ekonomi politikte yerini, gerçek aşkı ile bilimsel araştırma eğilimi gereksinmesine bırakmış oluyor.
[54] "Malzemeye, hammaddelere ve son şeklini almış mallara yatırılmış bulunan döner sermayenin kendisi, zorunlu fiyat aynı öğelerden ibaret olan mallardan oluşur; böylece, bir ülkedeki toplam malları gözönünde bulundurmak, bu, zorunlu fiyatın öğeleri arasında döner sermayenin bu kısmını iki defa saymak demektir." (
Storch, Cours d'economie politique, II, s. 140.) - Storch, döner sermayenin bu öğeleri ile değişmeyen sermayenin (sabit sermaye, yalnızca, farklı biçimdeki döner sermayedir) değerini kastediyor. "Emekçinin ücretlerinin de, girişim kârının ücretlerden ibaret bulunan -eğer, biz bunları, geçim araçlarının bir kısmı olarak düşünürsek- kısmı gibi, cari fiyatlar üzerinden satın alınan ve aynı şekilde, ücretleri, sermaye üzerinden faizi, toprak rantını ve girişim kârını içeren mallardan oluştuğu doğrudur Bu gözlem, yalnızca, zorunlu fiyatın, kendi en yakın öğelerine ayrışmasının olanaksızlığını tanıtlar." (
lbid., not.) Storch,
Considerations sur la nature du revenu national (Paris 1824) adlı yapıtında, Say ile olan tartışmasında, meta-değerin yanlış tahlilinin -değeri, sırf gelirlere ayrıştırmakla- nasıl bir saçmalığa yolaçtığını, gerçekten anlamaktadır. Bu sonuçların budalalığına -bireysel kapitalist açısından değil, ulus açısından- doğru olarak parmak basmakta, ama kendi
prix necessaire [zorunlu fiyat
-ç.] tahlilinde (
Cours'da) ortaya koyduğundan bir adım bile ileri gitmemektedir; yani, bununla,
ad injinitum sürüp gitmeye ayrıştırmaksızın, gerçek öğelerine ayrıştırmanın olanaksızlığı öne sürülmektedir. "Açıktır ki, yıllık ürünün değeri, kısmen sermayelere ve kısmen kârlara bölünür ve yıllık ürünün değerinin bu kısımlarının herbirisi, düzenli olarak, kendi tüketim fonunu yenilemek için kendi sermayesini korumaya olduğu kadar, ulusun gereksinme duyduğu ürünlerin satın alınmasına da gider (s. 134, 135). ... (Kendi gereksinmelerini karşılamak üzere çalışan bir köylü ailesi); samanlıkları ve ahırlarında oturup, tohumluğu ile hayvan yemlerini yer, iş hayvanları ile giysilerini sağlar ve tarım araçlarını elden çıkartabilir mi? M. Say'in tezine göre, bütün bu sorulara olumlu yanıtlar vermek gerekiyor (s. 135, 136.) ... Bir ulusun gelirinin, onun brüt ürününe eşit olduğu kabul edilecek olursa, yani ondan hiç bir sermaye düşülmesi gerekmiyorsa, o ulusun, gelecekteki gelirini en ufak bir tehlikeye atmaksızın, yıllık ürününün tüm değerini üretken olmayacak şekilde harcayabileceğinin kabul edilmesi de gerekir (147). Bir ulusun sermayesini oluşturan ürünler tüketilemez." (s. 150.)
[55] Sermayenin değişmeyen kısmına eklenen değer, ücretlere, kâra ve toprak rantına bölünürken, bunların değerin kısımları olduğunu söylemeye gerek yoktur. Gerçekten de bunları insan, içersinde bu değerin göründüğü doğrudan doğruya üründe, yani belli bir üretim alanında emekçiler ve kapitalistlerin ürettikleri doğrudan doğruya üründe -örneğin, iplik sanayiinde üretilen iplikte- mevcutmuş gibi düşünebilir. Ama aslında, bunlar, bu üründe, hangi bir metada, aynı değere sahip maddi servetin herhangi diğer bir öğesinde olduğundan ne daha az, ne de daha fazla maddeleşmez. Ve pratikte, ücretler, para olarak, yani faiz ve rant gibi, değerin saf ifadeleri içersinde ödenirler. Kapitalist için, ürününün, saf değer ifadesine dönüşmesi gerçekten çok önemlidir; dağılımın kendisinde bu dönüşüm zaten varsayılmıştır. Bu değerlerin, üretiminden doğdukları aynı ürüne, aynı metaya tekrar çevrilmelerinin, ya da emekçinin doğrudan doğruya kendi ürettiği ürünün bir kısmını gerisin geriye satın almasının veya farklı türden başka bir emeğin ürününü almasının, konunun kendisiyle herhangi bir ilişkisi yoktur. Herr Rodbertus, bu konuda, hiç gereği olmayan bir heyecana kapılıyor.
[56] "Hammaddelerin ve mamul metaların değerini düzenleyen aynı genel kuralın, madenler için de geçerli olduğuna işaret etmek yeterli olacaktır; bunların değerleri ne kâr oranına, ne ücretlerin oranına, ne de madenlere ödenen ranta bağlı olmayıp, madenin elde edilmesi ve piyasaya getirilmesi için gerekli toplam emek miktarına bağlıdır." (Ricardo,
Principles, Ch. III, s. 77.)
[56a] J. Stuart Mi!l,
Some Unsettled Questions in Political Economy, London 1844.
[57] Competition and Co-operation (1832?) adlı yapıta bakınız.
[58] F. List, doğru olarak şöyle der: "Büyük malikaneler üzerinde kendi kendisine yeterli ekonominin egemenliği, yalnızca, uygarlıktan, ulaştırma ve iletişim araçlarından, iç ticaretten ve zengin kentlerden yoksunluğu gösterir. İşte bu yüzden, buna, bütün Rusya'da, Polonya'da, Macaristan'da ve Mecklenburg'da raslanır. Eskiden bu durum, İngiltere'de de egemendi; ticaret ve sanayideki ilerlemeyle bunun yerini, büyük malikanelerin orta boyutta malikaneler halinde parçalanmaları ve toprağın kiraya verilmesi almıştır.'' (
Die Ackerverifassung, die Zwergwirtschaft und die Auswanderung, 1842, s. 10.).
Friedrich List (1789-1846). 19. yüzyılın ilk yarısının en önemli Alman iktisatçılarından. Bu ülkede, henüz oluşmakta bulunan sanayi burjuvazisinin isteklerini yakından temsil etmiş ve özellikle koruyucu gümrükler konulması konusundaki güçlü savları ile hatırlanır.
-Ed.