Karl Marx'ın Capital, A Critical Analysis of Capitalist Productuon, Volume III,
(Progress Publishers, Moscow 1974) adlı yapıtını İngilizcesinden Alaattin Bilgi dilimize çevirmiş, ve kitap, Kapital, Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Üçüncü Cilt, adı ile, Sol Yayınları tarafından Şubat 1990 (Birinci baskı: Ağustos 1978) tarihinde yayınlanmıştır.
Eriş Yayınları tarafından düzenlenmiştir.
OTUZALTINCI BOLÜM
KAPİTALİST-ÖNCESİ İLİŞKİLER
FAİZ getiren sermaye ya da arkaik biçimiyle söylersek tefeci sermaye, ikiz kardeşi tüccar sermayesi ile birlikte, kapitalist üretim tarzından çok önce gelen ve toplumun çok farklı ekonomik biçimlerinde bulunan, Nuh zamanından kalma sermaye biçimlerine aittir.
Tefeci sermayenin varlığı, ancak, ürünlerin hiç değilse bir kısmının metalara dönüşmüş olmasını ve paranın, çeşitli işlevleri içersinde, meta ticaretinin yanısıra gelişmiş bulunmasını gerektirir.
Tefeci sermayenin gelişmesi, tüccar sermayesinin gelişmesiyle ve özellikle para-ticareti yapan sermayenin gelişmesiyle bağlı haldedir. Eski Roma'da, manüfaktürün, antik dünyadaki ortalama gelişme düzeyinin çok altında bulunduğu Cumhuriyetin son yıllarından başlayarak, tüccar sermayesi, para-ticareti yapan sermaye ve tefeci sermaye, antik biçim içersinde kendi en üst düzeylerine kadar gelişti.
Biz, para yığmanın zorunlu olarak parayla birlikte ortaya çıktığını görmüş bulunuyoruz. Ama profesyonel iddiharcılar, ancak tefeciye dönüştükten sonra önem kazanmışlardır.
(sayfa 525)
Tüccar, kâr sağlamak, sermaye olarak kullanmak, yani yatırmak için borç para alır. Dolayısıyla, ilksel toplum biçimlerinde faizcinin tüccarla ilişkisi, modern kapitalistle olan ilişkisi ile aynıdır. Bu özgün ilişki katolik üniversiteler tarafından da uygulandı. "Alcala, Salamanca, Ingolstadt, Breisgau'daki Freiburg, Mayence, Cologne, Treves üniversiteleri, birbiri ardına, ticari borçlar için faizin yasallığını kabul ettiler. Bu onaylamaların ilk beş tanesi Lyons kenti konsüllüğünün arşivlerinde saklanmış ve Bruyset-Ponthus'un
Traité de l'usure et des intérêts, Lyons, adlı yapıtının ekinde yayınlanmıştır." (M. Augiet,
le Crédit Public, etc., Paris 1842, s. 206.) Köle ekonomisinin (ataerkil türde değil de daha sonra Yunan ve Roma zamanlarında) servet yığma ve dolayısıyla paranın, köle, toprak vb., satın alınması yoluyla başkalarının emeğine elkonulması aracı olarak hizmet ettiği bütün biçimlerde, para, sırf bu şekilde yatırılabildiği için, sermaye olarak harcanabilir, yani faiz getirebilir.
Bununla birlikte, kapitalist üretime öngelen dönemlerde, tefeci sermayenin varolduğu karakteristik biçimler iki türdür. Ben, karakteristik biçimler deyimini özellikle kullanıyorum. Bu aynı biçimler, kapitalist üretimde, kendilerini yinelerler, ama yalnızca ikincil biçimler olarak. O zaman bunlar artık, faiz getiren sermayenin niteliğini belirleyen biçimler değillerdir. Bu iki biçim şunlardır:
birincisi, üst sınıfların bol keseden harcayan senyörlerine, özellikle büyük toprak sahiplerine,borç para vererek tefecilik;
ikincisi, kendi emek araçlarına sahip bulunan küçük üreticilere borç para vererek tefecilik. Bunlar, zanaatçıları kapsar, ama esas olarak köylüleri kapsar, çünkü, özellikle kapitalist-öncesi koşullar altında, bu koşulların, küçük bağımsız bireysel üreticilerin varlığına izin verdiği sürece köylü sınıfı bunların ezici çoğunluğunu oluşturur.
Bir yandan zengin toprak sahiplerinin tefecilik yüzünden yıkımı, öte yandan küçük üreticilerin büsbütün yoksullaşması, büyük miktarlarda para-sermayenin oluşumuna ve yoğunlaşmasına yol açmıştır. Ne var ki, bu sürecin, modern Avrupa'da olduğu gibi, ne ölçüde eski üretim tarzına son verdiği ve bunun yerine kapitalist üretim tarzını geçirip geçirmediği, tamamen tarihsel gelişme aşamasına ve bununla birlikte ortaya çıkan koşullara bağlıdır.
Faiz getiren sermayenin karakteristik biçimi olarak tefeci sermaye, bizzat çalışan köylü ile küçük usta zanaatçının yürüttüğü küçük-ölçekli üretimin egemenliğine tekabül eder. Emekçi, emek araçları ve emeğin ürünü ile sermaye biçiminde gelişmiş kapitalist üretim koşullarında olduğu gibi, karşı karşıya gelince, bir üretici olarak, herhangi bir borç para alma olanağına sahip değildir. Borç para alsa hile, bunu, artık, örneğin, kişisel gereksinmelerini karşılamak için rehinci dükkanından almaktadır. Oysa, emekçi, ister gerçek, ister sözde olsun, emek araçları ile ürününün sahibi olduğu zaman, borç sermayesinin karşısına üretici olarak çıkar, ve borç sermayesi de onun karşısında tefeci sermaye olarak bulunur. Banker, zenginlere, oysa tefeci, fakirlere borç verdiği için, bankere
(sayfa 526) saygı duyulduğu halde tefecinin küçümsendiğini ve nefret edildiğini söylerken Newman konuyu hafife almış oluyor. (F. W. Newman,
Lectures on Political Economy, London 1851, s. 44.) Newman, iki toplumsal üretim tarzı arasındaki farkın ve bunlara tekabül eden toplumsal düzenlerin, konunun özünü oluşturduğunu ve bu durumun, zengin ile fakir arasındaki ayrımla açıklanamayacağı olgusunu göremiyor. Üstelik, küçük üreticinin kanını emip kurutan tefecilik, zengin büyük malikane sahibinin kanını kurutan tefecilikle elele gider. Romalı patrisyenlerin faizciliği, Romalı plebleri, bu küçük köylülerin kökünü kazır kazımaz, bu tür sömürü sona erdi ve bu küçük köylü ekonomisinin yerini katıksız bir köle ekonomisi aldı.
Kıtı kıtına geçim araçlarının üzerindeki tüm fazlalık (daha sonra üreticilerin ücretleri halini alan miktar), faiz biçimi içersinde, tefecilik tarafından tüketilebilir (bu, sonra, kâr ve toprak rantı biçimini alır), dolayısıyla, devletin hak talep ettiği pay dışında kalan
bütün artı-değeri yutan
bu faiz düzeyini, faizin normal olarak hiç değilse ancak artı-değerin bir kısmını oluşturduğu modern faiz oranı düzeyi ile karşılaştırmak çok saçmadır. Böyle bir karşılaştırma, ücretli işçinin, kârı, faizi ve toprak rantınım, yani tüm artı-değeri ürettiği ve kendisini çalıştıran kapitaliste verdiği olgusunu görmezlikten gelmiş oluyor. Carey, bu saçma karşılaştırmayı, sermayedeki gelişmenin ve buna bağlı olarak faiz oranındaki düşmenin, emekçi için ne denli yararlı olduğunu göstermek amacıyla yapıyor. Üstelik, ele geçirdiği kurbanından artı-emek sızdırmakla yetinmeyen tefeci, onun elindeki emek araçlarının, toprağın, evin, vb. bile mülkiyetini yavaş yavaş eline geçirmekte ve sürekli olarak onu mülksüzleştirme çabası içersinde bulunmaktadır; ve burada gene emekçinin, kendi emek araçlarından bu şekilde tamamen mülksüzleştirilmesinin, kapitalist üretim tarzının ulaşmak istediği bir sonuç değil, daha çok, onun çıkış noktası için bir önkoşul olduğu unutulmaktadır. Ücretli-köle, tıpkı gerçek köle gibi, durumu nedeniyle -hiç değilse üretici olma niteliği içersinde- bir alacaklının kölesi haline gelemez; ücretli-kölenin, tüketici olma niteliği içersinde bir alacaklının kölesi haline gelebileceği de doğrudur. Tefeci sermaye, bu biçim içersinde, gerçekten de, üretim tarzını değiştirmeksizin, doğrudan üreticinin bütün artı-emeğini ele geçirmektedir; böyle olunca emek araçlarının, üreticilerin mülkiyet ya da tasarrufunda bulunması -ve buna tekabül eden küçük-ölçekli üretim- onun temel önkoşuludur; böylece, bir başka deyişle, sermaye, emeği doğrudan doğruya boyunduruğu altına almaz, ve dolayısıyla onun karşısına sanayi sermayesi olarak çıkmaz, - bu tefeci sermaye, üretim tarzını yıkıma uğratır, üretici güçleri geliştirmek yerine felce uğratır, ve ayın zamanda, emeğin toplumsal üretkenliğinin, kapitalist üretim tarzında olduğu gibi, emeğin kendi aleyhine de olsa gelişemediği sefil koşulları devam ettirir.
Tefecilik. böylece, bir yandan, antik ve feodal servet ve antik ve feodal mülkiyet üzerinde zayıflatıcı ve yıkıcı bir etki yapar. Öte yandan da,
(sayfa 527) küçük-köylü ve küçük-kasabalı
[1*] üretimini, kısacası, üreticinin hala kendi üretim araçlarının sahibi olarak göründüğü bütün biçimleri zayıflatır ve yıkar. Gelişmiş kapitalist üretim tarzında, emekçi, üretim araçlarının yani ekip biçtiği toprağın, işlediği hammaddelerin, vb. sahibi değildir. Oysa bu sistemde, üreticinin, üretim araçlarından ayrılması, üretim tarzının kendisinde fiili bir devrimi yansıtır. Birbirinden ayrı emekçiler, ayrın ama birbirine bağlı faaliyetleri yerine getirmek amacıyla büyük işyerlerinde biraraya getirilmişlerdir; alet, makine haline gelmiştir. Üretim tarzının kendisi, artık küçük mülkiyetle birarada olan üretim aletlerinin dağılmasına izin vermediği gibi, emekçinin kendisinin de tek başına çalışmasına izin vermez. Kapitalist üretimde, tefecilik, artık, üreticiyi kendi üretim araçlarından ayıramaz, çünkü zaten üreticiler üretim araçlarından ayrılmışlardır.
Tefecilik, üretim araçlarının dağınık olduğu yerlerde, para-serveti biraraya toplar. Üretim tarzını değiştirmez, ama onun üzerine kene gibi iyice yapışır ve mahveder. Kanını emerek gücünü keser ve yeniden-üretimi, gitgide daha perişan koşullar altında devam etmek zorunda bırakır. Üretim araçları mülkiyetinin, üreticinin kendilerine ait olmasının, aynı zamanda, politik statünün, yurttaşın özerkliğinin temelini oluşturduğu antik dünyada pek belirgin bir biçimde görülen tefecilere karşı nefretin kökeninde işte bu yatmaktadır.
Köleliğin egemenliği ölçüsünde ya da artı-ürünün feodal bey ve maiyeti tarafından tüketilmesi ölçüsünde, köle sahibi ya da feodal bey, tefecinin pençesine düşer, ama üretim tarzı hala aynı kalır; yalnızca, emekçinin durumu daha da ağırlaşır. Borca batan köle sahibi ya da feodal bey daha da zalimleşir, çünkü, kendisi de daha fazla ezilmektedir. Ya da en sonu, antik Roma'da şövalyelerin olduğu gibi, kendisi de toprak sahibi ya da köle sahibi haline gelen tefeciye yerini bırakır. Ne de olsa, büyük ölçüde bir politik iktidar aracı olduğu için, sömürüsü de az çok ataerkil kalan bu eski sömürücünün yerini, katı, para-delisi bir sonradan görme almıştır. Ama, böylece üretim tarzı değişmemiştir.
Tefecilik, ancak sağlam temeli ve sürekli yeniden-üretiminin dayandığı politik örgütlenmenin de temeli olan mülkiyet biçimlerini yokettiği ve çözüştürdüğü ölçüde bütün kapitalist-öncesi üretim tarzının üzerinde devrimci bir etkiye sahiptir. Asya biçimleri altında, tefecilik, ekonomik çöküntü ve politik yozlaşma dışında, herhangi bir etki göstermeksizin uzun süre devam edebilir. Ancak kapitalist üretimin diğer önkoşullarının bulunduğu yer ve zamanda, tefecilik, bir yandan feodal bey ile küçük-ölçekli üreticiyi mahvetmek, öte yandan, emek araçlarını sermaye içersinde toplamak suretiyle, yeni üretim tarzının kurulmasında yardımcı araçlardan biri halini alır.
(sayfa 528)
Ortaçağda hiç bir ülkede genel bir faiz oranı yoktu. Kilise daha başlangıçta, faizle borç verilmesini yasaklamıştı. Yasalar ile mahkemeler, borç para verilmesiyle ilgili pek az koruyucu önlem koyuyordu. Tek tek durumlarda ise alınan faiz çok yüksekti. Sınırlı para dolaşımı, çoğu ödemeleri nakit yapma gerekliliği ve hele poliçe işlemlerinin henüz daha gelişmemiş bir düzeyde bulunması, halkı borç para almaya zorluyordu. Hem faiz oranlarında ve hem de tefecilik anlayışında büyük farklılıklar vardı. Charlemagne zamanında %100 faiz, tefecilik sayılıyordu. Constance gölü üzerinde Lindan'da 1348'de bazı kasabalılar %216
2/
3 alıyorlardı. Zürih'te Kent Meclisi, yasal faiz oranının %43
1/
3 olmasını kararlaştırmıştı. İtalya'da normal faiz oranı, 12. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar %20'yi geçmediği halde, bazan %40 ödenmesi zorunlu hale geliyordu. Verona, %12½ faiz oranını yasal oran olarak saptadı. İmparator Frederik II, faiz oranını %10 olarak saptadı, ama yalnızca Yahudiler için. Hıristiyanlar için de bir şey söylemeye tenezzül etmedi. Almanya'nın Ren eyaletlerinde, 13. yüzyıldan beri %10 faiz oranı kuraldı. (Hüllmann,
Geschishte des Städtewesens, II, s. 55-57.)
Tefeci sermaye, sermayenin üretim tarzının henüz bulunmadığı bir sermayeye özgü bir sömürü yöntemi kullanmaktadır. Bu durum, kendisini, burjuva ekonomisi içersinde geri kalmış sanayi kollarında ya da modem üretim tarzına geçişe direnen sanayi kollarında yinelemektedir. Örneğin eğer biz, İngiltere'deki faiz oranını Hindistan'daki ile karşılaştırmak istiyorsak, İngiltere Bankasının faiz oranını değil, örneğin küçük makineleri kiraya verenlerin, ev sanayilerinde çalışan küçük üreticiye uyguladıkları faiz oranını almamız gerekir.
Tefecilik, tüketici servete zıt, kendisi sermaye doğuran bir süreç olması bakımından tarihsel olarak önemlidir. Tefecinin sermayesi ile tüccarın serveti, toprak mülkiyetinden bağımsız, bir para-servetin oluşmasını teşvik eder. Ne kadar az ürün meta niteliğine girerse ve değişim-değerinin üretim üzerindeki egemenliği ne kadar az ve sınırlıysa, para, o kadar fazla fiili ve asıl servet -kullanım-değerlerindeki sınırlı temsil edilişine zıt-, genel olarak servet şeklinde görünür. İşte para-yığmanın temeli budur. Dünya-parası ve para-yığma olarak, para olması dışında o, özellikle, ödeme aracı biçimidir ve böyle olduğu için de, metaların mutlak biçimi olarak görünür. Ve özellikle bu ödeme aracı işlevi, faizi ve dolayısıyla da para-sermayeyi geliştirir. Çarçur edici ve yozlaştırıcı zenginliğin istediği şey, para olarak para, her şeyi satınalma (ve bu arada da borçlarını ödeme) aracı olarak paradır. Küçük üreticinin paraya, her şeyden önce ödeme yapmak için gereksinmesi vardır. (Toprakbeyleri ile devlete ayni olarak yapılan hizmetin ve ödenen vergilerin, para-ranta ve para-vergilere dönüşmesi burada büyük bir rol oynar.) Her iki durumda da, para olarak para gereklidir. Öte yandan, para-yığmayı ilk kez gerçek hale getiren ve para-yığıcının rüyalarını gerçekleştiren şey, tefeciliktir. Bu para-yığmanın sahibinden istenen şey, sermaye değil para olarak
(sayfa 529) paradır; ama, faiz aracılığı ile o, bu birikmiş parayı, sermayeye, yani artı-emeğin bir parçasını ya da tamamını ele geçirme aracına çevirir ve aynı şekilde, üretim araçlarının bir kısmını, bunlar nominal olarak başkalarının mülkiyetinde kalsa bile elde etmek ister. Tefecilik, üretimin gözeneklerinde yaşar, tıpkı Epikür'ün tanrılarının, dünyalar arasındaki boşlukta yaşaması gibi. Para bulmak ne kadar güçleşirse, meta-biçim, ürünlerin genel biçimini o kadar az oluşturur. Dolayısıyla, tefeci, paraya gereksinmesi olanın ödeme ya da direnme gücü dışında hiç bir engel tanımaz. Küçük-köylü ve küçük-kasabalı üretiminde para, emekçinin üretim araçları (bu üretim tarzında emekçi hala büyük ölçüde bu üretim araçlarının sahibidir), beklenmedik durumlar ya da olağanüstü kargaşalıklar sonucu elinden çıktığı ya da normal yeniden-üretim yoluyla yerine konulmadığı zamanlarda, belli başlı satınalma aracı olarak iş görür. Geçim araçları ile hammaddeler, bu üretim gereksinmelerinin önemli bir kısmını oluşturur. Bunlar eğer çok pahalı hale gelirlerse, ürün için yapılan ödemeler ile yerine konma olasılığı ortadan kalkabilir, tıpkı normal bir kötü ürün döneminin, köylünün tohumluğunu yerine koymasına engel olması gibi. Romalı patrisyenlerin plebleri askere almaya zorlayarak mahvettikleri, ve onların emek araçlarını yeniden-üretmelerine engel olan, ve bu nedenle de, bunları dilenci haline sokan bu savaş (yoksullaşma ve yeniden-üretim için gerekli koşullardan yoksun bırakma burada egemen biçimdir), patrisyenlerin hazinelerini, depolarını, o zamanın parası olan yağma edilmiş bakırla doldurdu. Bunlar, pleblere gerekli metaları, hububatı, atları, sığırları doğrudan vermek yerine, kendileri için işe yaramayan bu bakırları borç verdiler ve bu durumdan, çok aşırı tefeci faizler kopartmak için yararlanarak, plebleri, kendilerine borçlu köleler haline getirdiler. Charlemagne zamanında Frank köylüleri gene böyle savaşlarla perişan oldular ve önlerinde, borçlu olmak yerine serf haline gelme dışında bir seçenekleri kalmadı. Roma İmparatorluğunda, bilindiği gibi, çekilen büyük açlık çoğu kez çocukların satılmasına ve özgür insanların kendilerini köle olarak zenginlere satmalarına yolaçtı. İşte bütün bunlar genel dönüm noktaları ile ilgili şeyler. Bireysel durumlarda ise, küçük üreticilerin, üretim araçlarının devamı, ya da kaybı, binlerce beklenmedik olaya bağlı olup, bu olayların ya da kayıpların herbiri, yoksulluğun belirtisi ve asalak tefecinin yavaşça sokulacağı ve yerleşeceği bir yara olabilir. Yalnızca bir ineğinin ölümü bile, küçük-köylünün yeniden-üretimini eski ölçeğinde yenilemesine engel olabilir. Ardından tefecinin pençesine düşer ve bir kez bu pençeye düştü mü oradan zor kurtulur.
Tefecinin gerçekten önemli ve kendisine özgü alanı, ne var ki, ödeme aracı olarak paranın işlevidir. Belli bir tarihte vadesi dolan bir ödeme, toprak rantı, haraç, vb. kendisiyle birlikte, bu amaç için para bulma gereksinmesini de getirir. Bu nedenle, antik Roma'dan modern zamanlara kadar büyük ölçüde tefecilik, vergi tahsildarlarına,
fermiers généraux,
(sayfa 530) receveurs généraux'ya
[2*] dayanır. Demek ki, ticaret ve meta üretiminin genelleşmesiyle birlikte, satınalma ve ödemenin zaman olarak birbirinden ayrılmasında da bir gelişme olur. Paranın belli bir tarihte ödenmesi zorunlu olur. Bunun nasıl olup da, bugünlerde bile, para-kapitalist ile tefecinin birbirine karıştığı bir duruma yolaçabileceğini, modern para bunalımları göstermektedir. Ne var ki, bu aynı tefecilik, üreticileri gitgide daha fazla borca batırarak ve tek başına faiz yükü normal yeniden-üretimi olanaksız hale getirdiği için, olağan ödeme araçlarını yok ederek, ödeme aracı olarak paraya karşı olan gereksinmeyi daha da artırmanın başlıca yollarından biri durumunu alır. Bu noktada tefecilik, ödeme aracı olarak parayı birden ortaya çıkarır ve paranın bu işlevini, sanki kendi alanıymış gibi, genişletir.
Kredi sistemi, tefeciliğe karşı bir tepki olarak gelişir. Ama bu, ne yanlış anlaşılmalıdır, ne de antik yazarlar, kilise pederleri, Lutherya da ilk sosyalistlerin yaptığı gibi yorumlanmalıdır. Bu, faiz getiren sermayenin kapitalist üretim tarzının koşullarına ve gereksinmelerine boyun eğmesinden ne fazla ve ne de az bir şeyi ifade eder.
Genellikle, faiz getiren sermaye, modern kredi sisteminde, kapitalist üretim tarzının koşullarına uymuştur. Tefecilik, bu niteliğiyle yalnızca, devam etmekle kalmayıp, gelişmiş kapitalist üretime sahip uluslarda, daha önceki bütün yasaların getirdiği engellerden de kurtulmuştur. Faiz getiren sermaye, kişiler ya da sınıflarla ilişkisi bakımından, ya da borç almanın, kapitalist üretim tarzına tekabül eden anlamda yapılmadığı ve yapılamayacağı; borç almanın, bir rehincide olduğu gibi kişisel bir gereksinmenin sonucu yapıldığı; paranın sağa-sola saçmak amacıyla müsrif zenginlerce borç alındığı, ya da, üreticinin, küçük çiftçi ya da zanaatçı gibi kapitalist olmayan bir üretici olduğu ve bu yüzden de, doğrudan üretici olarak henüz kendi üretim araçlarının sahibi bulunduğu; en sonu, kapitalist üreticinin bizzat çok küçük ölçekte üretim yapması nedeniyle, kendi başına iş gören üreticilere benzediği yer ve durumlarda, tefeci sermayesi biçimini hâlâ korur.
Faiz getiren sermayeyi -kapitalist üretim tarzının temel bir öğesi olması ölçüsünde- tefeci sermayeden ayıran şey, hiçbir zaman, bu sermayenin niteliği ya da özelliği değildir. Bu, salt, sermayenin işlem gördüğü değişik koşullardır ve bu nedenle de borç para verenle karşı karşıya gelen borç alanın tümüyle dönüşmüş bir özelliğidir. Serveti olmayan bir kimse sanayici ya da tüccar kişiliği ile kredi aldığı zaman bile, bu, onun kapitalist olarak işlev yapacağı ve borç alınan sermaye ile, karşılığı ödenmeyen emeğe elkoyacağı düşüncesiyle yapar. Krediyi, o, potansiyel kapitalist kişiliğiyle alır. Serveti olmayan, ama enerjisi, kararlılığı, yeteneği ve ticari zekası olan bir kimse, bu şekilde kapitalist olabilir -ve her bireyin ticari değin, kapitalist üretim tarzında oldukça doğru olarak
(sayfa 531) tahmin edilebilir- ve bu durum, kapitalist üretim tarzının mazur göstericileri tarafından büyük bir hayranlıkla karşılanır. Bu durum sürekli olarak, bireysel kapitalistlerin zaten bulundukları alanlara, onlara sahip olacak bir yığın yeni sanayi şövalyesi getirmekle birlikte, aynı zamanda, sermayenin kendi üstünlüğünü takviye eder, dayandığı temeli genişletir ve, toplum katlarından kendisi için devamlı yeni güçler devşirmesini de sağlar. Bunun gibi, ortaçağda katolik kilisesinin, toplumsal durumuna, doğumuna ve servetine bakmaksızın, kilise hiyerarşisini ülkenin en iyi beyinlerinin oluşturması, dinsel egemenliği kurup sağlamlaştırmasının ve halkı ezmesinin başlıca yollarından birisi olmuştur. Yönetici sınıf, yönetilen sınıfın en önde gelen kafalarını ne kadar fazla bünyesi içersinde eritebilirse, egemenliği o denli sağlam ve o denli tehlikeli hale gelir.
Modern kredi sistemini başlatanlar, kendilerine çıkış noktası olarak, genellikle faiz getiren sermayeye karşı bir aforozu değil, tersine, onun açıkça tanınmasını alıyorlardı.
Biz, burada, tefeciliğe karşı uyanan ve yoksul halkı, örneğin
Monts-de-piété (1350'de Franché-Comté de Sarlins'de, ve daha sonra, 1400 ve 1479'da İtalya'da Perugia ve Savona'da) gibi kuruluşlara karşı korumayı amaçlayan tepkileri sözkonusu etmiyoruz. Bunlar, dindarca istekleri, bunların gerçekleştirilmeleri sırasında tam tersine çeviren tarihin cilvelerini ortaya dökmeleri bakımından dikkate değerdir. Ilımlı bir tahlile göre, İngiliz işçi sınıfı,
Monts-de-piété'nin modern izleyicileri olan rehinci dükkanlarına %100 faiz ödüyor.
[21] 17. yüzyılın son on yılı boyunca, İngiliz aristokrasisini, gayrimenkule dayanan kağıt para kullanan çiftçi bankaları aracılığı ile tefecilikten kurtarmaya kalkışan Dr. Hugh Chamberleyne ya da John Briscoe gibi kimselerin kredi hayallerinden de söz etmiyoruz.
[22]
Venedik ve Cenova'da, 12. ve 14. yüzyılda kurulan kredi kurumları, deniz ticareti ile ona bağlı bulunan toptan ticareti, modası geçmiş tefecilikten ve para işindeki tekelden kurtarmak gereksinmesinden doğmuştur. Bu kent cumhuriyetlerinde kurulan gerçek bankalar, aynı anda, devletin ilerdeki vergi gelirleri karşılığında borç aldığı kamu kredi kurumları halini almışlardır, ama şurasını da unutmamak gerekir ki, bu kurumların
(sayfa 532) kuran tüccarların kendileri bu devletlerin önde gelen yurttaşları idiler ve, faizcilerin pençelerinden kendilerini olduğu kadar devleti de kurtarmak
[23] ve aynı zamanda da, devlet üzerinde daha sıkı ve güvenli bir denetim kurmak istiyorlardı. İngiltere Bankası kurulduğu zaman, Tory'ler işte bunun için karşı çıkmışlardı: "Bankalar cumhuriyetçi kuruluşlardır. Venedik'te, Cenova'da, Amsterdam'da ve Hamburg'da gelişmiş bankalar vardır, ama Fransa Bankası ya da İspanya Bankası diye bir şeyi duyan var mıdır?"
Amsterdam Bankası (1609), modern kredi sisteminin gelişmesinde, Hamburg Bankasından (1619) daha fazla çağ açıcı değildi. Bu, salt bir mevduat bankasıydı. Verdiği çekler, aslında, yatırılmış bulunan sikke haline getirilmiş ve getirilmemiş değerli madenler karşılığında makbuzlardı ve ancak alıcıların sıraları ile dolaşımda bulunuyordu. Ama, Hollanda'da, ticari kredi ve para ticareti, ticaret ve manüfaktür ile elele gelişti, ve faiz getiren sermaye, bu gelişme sırasında, sınai ve ticari kredinin egemenliği altına girdi. Bu, düşük faiz oranında zaten görülebilir. Ne var ki, Hollanda, 17. yüzyılda, İngiltere'nin şimdi olduğu gibi, ekonomik gelişmenin modeli kabul ediliyordu. Yoksulluk temeline dayanan eski usul tefecilik tekeli, bu ülkede, kendi ağırlığı ile çöktü.
Bütün 18. yüzyıl boyunca, ticaret ve sanayi sermayesi, faiz getiren sermayeye boyun eğeceğine, bunun tersini sağlamak için Hollanda örnek gösterilerek, faiz oranının zorunlu olarak indirilmesi (ve yasaların buna göre düzenlenmesi) için feryat ediliyordu. Bu hareketin başlıca sözcüsü, o günkü İngiliz özel bankacılığın babası Sir Josiah Child idi. Tefecilerin tekeline karşı, toptan hazır elbise yapımcıları Moses & Son şirketinin, "özel terziler" tekeline karşı verdiği savaşımda yaptığı gibi verip veriştiriyordu. Bu aynı Josiah Child, İngiliz
stock-jobbing'inin (borsa spekülatörlüğünün) de babasıydı. Böylece Doğu Hint Kumpanyasının bu otokratı, bu kumpanyanın tekelini serbest ticaret adına savunuyordu. Thomas Manley'e (
Interest of Money Mistaken)
[3*] karşı şöyle diyordu. "Çekingen ve titreyen tefeciler güruhunun savunucusu sıfatıyla, en ağır toplarını, benim en zayıf olduğunu ilan ettiğim noktalar üzerine çeviriyor ... düşük faiz oranının servetin nedeni olduğunu düpedüz yadsıyor ve bunun yalnızca onun sonucu olduğuna yemin ediyor." (
Traitis sur le Commerce, etc., 169, trad. Amsterdam et Berlin, 1754.) "Bir ülkeyi
(sayfa 533) zenginleştiren ticaret olduğuna göre ve faiz oranını indirmek de ticareti artırdığına göre, tefecilikte faizin düşürülmesi ya da kısıtlanması, kuşkusuz, bir ulusun servetinin en verimli başlıca nedenidir. Bir şeyin aynı anda bazı koşullar altında bir neden ve diğer koşullar altında bir sonuç olabileceğini söylemek hiç de saçma değildir. (
l. c., s. 155.) Yumurta tavuğun nedeni ve tavuk da yumurtanın nedenidir. Faizi düşürmek, servette bir artışa neden olabilir ve servette her artış, faiz oranında daha da fazla bir indirime neden olabilir. (
l. c., s. 156.) Ben çalışmayı savunuyorum, bana karşı olan kimse ise tembelliği ve miskinliği." (s. 779.)
Tefeciliğe karşı bu şiddetli savaş, faiz getiren sermayenin sanayi sermayesine boyuneğmesi için gösterilen bu istek, modem bankacılık sisteminde, kapitalist üretimin bu önkoşullarını kuran organik buluşların habercilerinden başka bir şey değildir; bankalar, bir yandan, bütün atıl para rezervlerini biraraya toplayıp, bunları para piyasasına sürerek, tefeci sermayesinin tekelini elinden almakta, öte yandan da, kredi parasını yaratarak, değerli maden tekelini sınırlandırmaktadır.
Bizim, yukarda Josiah Child örneğinde gördüğümüz gibi, tefeciliğe aynı karşı çıkma, faiz getiren sermayenin sanayi sermayesine boyuneğmesi için bu istek, 17. yüzyılın son otuz yılı ile 18. yüzyılın başlarında İngiltere'de bankacılık üzerine bütün yazılarda görülecektir. Biz, ayrıca bunlarda, kredinin mucizeler yaratan etkileri, değerli maden tekeline son verilmesi ve bunun yerini kağıdın alması, vb. konularında çok büyük hayallere raslıyoruz.
İngiltere Bankası ile İskoçya Bankasının kurucusu İskoçyalı William Peterson şöyle diyor:
İngiltere Bankasına karşı, "bütün sarraflar ile rehinciler büyük bir yaygara kopardılar." (Macaulay,
History of England, IV, s. 499.). "İlk on yıl boyunca banka, büyük zorluklara karşı savaşım verdi; büyük dış kavgalar; çıkardığı banknotlar ancak nominal değerlerinin çok altında kabul ediliyordu ... sarraflar (bunların elindeki değerli maden ticareti, ilkel bankacılığın temeli olarak iş görüyordu), bankayı, yaptıkları işler azaldığı, iskonto oranları düştüğü, devlette yaptıkları işler, rakiplerinin eline geçtiği için kıskanıyorlardı." (J. Frances,
l. c., s. 73.)
İngiltere Bankası kurulmadan önce, 1683'te bir Ulusal Kredi Bankası kurulması için bir plan önerilmişti. Bu bankanın amaçları arasında, "elinde önemli miktarda mal bulunan bir tüccar, bu bankanın yardımı ile bu malları rehine koyarak kredi sağlar ve bunları zararına satacağı yerde, iyi bir piyasa bulana kadar, personelini çalıştırır ve ticaretini geliştirir." [J. Frances,
l. c., s. 39-40.] Birçok girişimlerden sonra bu Kredi Bankası, Bishopsgate Street'de Devonsbire House'da kuruldu. Banka, sanayicilerle tüccarlara, rehin edilen mallar karşılığında ve değerlerinin dörtte-üçü tutarında, poliçe biçiminde borç veriyordu. Bu poliçelerin dolaşımını sağlamak için, her iş kolundan, birkaç kişi bir dernek oluşturdular ve bu poliçelerin sahipleri buralardan sanki nakit ödemede bulunuyormuşçasına,
(sayfa 534) kolayca mal alabiliyordu. Bu banka işi gelişmedi. Mekanizması fazla karışıktı ve malın değer kaybetmesi halinde, göze alınan risk çok fazlaydı.
Eğer biz, İngiltere'de, modern kredi sisteminin kurulmasına öncülük eden ve onu teorik olarak özendiren bu kayıtların gerçek içeriklerine gözatarsak, bunlarda gördüğümüz tek koşul, faiz getiren sermaye ile genel olarak borç verilebilir üretim araçlarının, kapitalist üretim tarzının boyunduruğu altına sokulması isteğidir. Öte yandan, eğer biz, yalnızca kullanılan sözlere bakarsak -ifade biçimi de dahil- Saint-Simon'un izleyicilerinin, bankacılık ve kredi konusundaki hayalleriyle tam bir anlaşma halinde bulunduğumuzu çoğu kez şaşırarak görüyoruz.
Tıpkı fizyokratların yazılarında
cultivateur'ün,
[4*] toprağı fiilen ekip biçen kimse için değil, büyük çiftçi karşılığı kullanılması gibi, Saint-Simon ile onu izleyenlerde,
travailleur[5*] için değil, sanayici ve tüccar kapitalist için kullanılmıştır.
"Un travailleur a besoin d'aides, de seconds, d'ouvriers; il les cherche intelligents, habiles, dévoués; il les met à l'oeuvre, et leurs travaux son productifs."
[6*] ([Enfantin]
Religion saint-simonienne. Economie politique et Politique, Paris 1831, s. 104.)
Gerçekte şunu unutmamak gerekir ki, Saint-Simon, yalnız son yapıtı,
Le Nouveau Christianisme'de doğrudan doğruya işçi sınıfı adına konuşmakta ve onların özgürlüğe kavuşturulmasının, çabalarının hedefi olacağını ilan etmektedir. Daha önceki bütün yazıları, aslında, feodal düzene karşı modern burjuva toplumun ya da Napoleon döneminin mareşalleri ile yasa koyucularına karşı, sanayici ile bankerin övgüsünden başka bir şey değildir. Owen'ın aynı dönemdeki yazılarıyla karşılaştırıldığında, ne büyük bir fark!
[24] Saint Simon'un izleyicileri için, sanayi kapitalist, yukarıya alınan pasajda da görüldüğü gibi, gene
travailleur par excellence.
[7*] kalmaktadır. Bunların yazılanın eleştirel bir gözle okuduktan sonra, insan, bunların kredi ve banka hayallerinin, Saint-Simon'un eski izleyicisi Emile Pereire tarafından kurulan
crédit mobilier'de gerçekleştiğini görünce, şaşırmayacaktır. Şu da var ki, bu biçim ancak, Fransa gibi, ne kredi sisteminin ve ne de büyük-ölçekli sanayiin henüz
(sayfa 535) modem gelişme düzeyine ulaşmadığı bir ülkede egemen olabilirdi. Bu, İngiltere ve Amerika'da kesinlikle olanaksızdı.
Crédit mobilier'in çekirdeği,
Doctrine de Saint-Simon. Exposition. Première annee, 1828-29, 3. ed., Paris 1831, adlı yapıttan alınan kısımlarda zaten bulunmaktadır. Bankerlerin, kapitalistler ile özel tefecilerden daha ucuza borç para verebilecekleri anlaşılabilir bir şeydir. Bu bankerler, bu nedenle, "sanayicilere, borç verebilecekleri kimsenin seçiminde daha kolay yanılabilen gayrimenkul sahipleri ile kapitalistlerden daha ucuza, yani
daha düşük faizle araç sağlayabilirler" (s. 202). Ama yazarların kendileri dipnotta şunları ekliyorlar: "Bankerlerin, aylak zenginler ne
travailleur'ler arasındaki aracılıktan sağladıkları çıkar, çoğu kez bizim örgütlenmemiş toplumumuzun verdiği ve kendisini çeşitli sahtekarlıklar ve gözboyayıcılık şeklinde ortaya koyan fırsatlarla dengelenir ya da hatta ortadan kaldırılır. Bankerler çoğu kez
travailleur'ler ile aylak zenginler masında toplumun zararına, her ikisini de sömürmek amacıyla, yolunu bulurlar."
Travailleur, burada,
capitaliste industriel[8*] anlamına gelir. Ne var ki, modern bankacılık sisteminin emrindeki araçları sırf aylak kimselerin araçları olarak görmek de yanlıştır. Her şeyden önce bu, sermayenin, sanayiciler ve tüccarlar tarafından, geçici olarak para rezervi ya da yatırılacak sermaye şeklinde, boş duran para-biçiminde tuttukları kısmıdır. Şu halde, bu, aylak sermayedir, ama aylakların sermayesi değildir. Sonra, genellikle bu, bütün gelir ve tasarrufların, geçici ya da sürekli olarak biriktirilecek kısmıdır. Her ikisi de banka sisteminin niteliğinde esastır.
Ama şunu da her zaman akılda tutmak gerekir ki, önce para -değerli maden biçimindeki-, kredi sisteminin, kendi niteliği gereği,
hiç bir zaman kendisini kopartamayacağı temel olarak kalır. Sonra, kredi sistemi, toplumsal üretim araçlarının özel kimselerin (sermaye ve toprak mülkiyeti biçiminde) tekelinde bulunmasını öngörür ve kendisi, bir yandan, kapitalist üretim tarzının özünde taşıdığı bir şekildir, öte yandan da, onun en yüksek ve nihai biçimine ulaşmasında itici güçtür.
Bankacılık sistemi, resmi örgütlenmesini ve merkezileşmesini ilgilendirdiği kadarıyla, kapitalist üretim tarzının meydana getirdiği yapay ve en gelişmiş ürünüdür; bu olgu, daha 1697 yılında,
Some Thoughts of the Interests of England adlı yapıtta ifade edilmişti. Bu, İngiltere Bankası gibi kurumların, gerçek hareketleri tamamen kendi alanları dışında kaldığı ve bunların karşısında pasif bir rol oynadığı halde, ticaret ve sanayi üzerindeki muazzam kudretinin nedenidir. Bankacılık sistemi, gerçekte genel bir defter tutma ve üretim araçlarının toplumsal bir ölçekte dağılma biçimine sahiptir; ama, yalnızca bu biçime. Görmüş olduğumuz gibi, bireysel kapitalistin ya da bir bireysel sermayenin ortalama kârı, her sermayenin ilk elden ele geçirdiği artı-emek miktarıyla değil, toplam sermayenin ele geçirdiği toplam artı-emek miktarı tarafından belirleniyordu
(sayfa 536) ve her bireysel sermaye, ancak toplumsal sermayedeki payıyla orantılı olarak bir kâr alıyordu. Sermayenin bu toplumsal niteliği, ancak kredi ve bankacılık sisteminin tam olarak gelişmesiyle ortaya çıkmış ve bütünüyle gerçekleşmiştir. Öte yandan, bu sistem daha da ileri gitmiştir. Bu sistem, toplumun henüz faal olarak kullanılmayan bütün mevcut ve hatta potansiyel sermayesini, sanayici ve tüccar kapitalistlerin emrine verir; dolayısıyla, bu sermayeyi ne borç veren ve ne de borç alan, onun gerçek sahibi ya da üreticisi değildir. Böylece, o, sermayenin özel niteliğini yokeder ve dolayısıyla, sermayenin kendisinin ortadan kaldırılmasını, fiilen, ama ancak fiilen içerir. Bankacılık sistemi aracılığı ile, özel bir iş olarak sermaye bölüştürülmesi, bu toplumsal işlev, özel kapitalistler ile tefecilerin elinden alınmıştır. Ama aynı zamanda, bankacılık ve kredi, böylece, kapitalist üretimi bizzat kendi sınırlarının ötesine itmede en güçlü manivela, ve bunalımlar ile spekülasyonların en etkili araçlarından birisi halini almıştır.
Bankacılık sistemi, ayrıca, paranın yerine, çeşitli dolaşan kredi biçimlerini koyarak, paranın, aslında emeğin ve emeğin ürünlerinin toplumsal niteliğinin özel bir ifadesinden başka bir şey olmadığım göstermektedir; ne var ki, özel üretimin temeli ile zıtlık halinde bulunan bu niteliği ile para, son tahlilde daima bir şey, diğer metaların yanısıra özel bir meta olarak görünmek zorundadır.
En sonu, kuşkusuz kredi sistemi, kapitalist üretim tarzından, biraraya gelmiş emeğe dayanan üretim tarzına geçiş sırasında güçlü bir manivela olarak hizmet edecektir; ama doğal olarak, ancak üretim tarzının kendisindeki öteki büyük organik devrimler ile bağıntılı bir öğe olarak. Buna karşılık, sosyalist anlamda, kredi ve bankacılık sistemiyle ilgili hayaller, kapitalist üretim tarzı ve onun şekillerinden birisi olarak kredi sistemi konusunda tam bir bilgisizlikten ileri gelmektedir. Üretim araçlarının sermayeye dönüştürülmesi sona erer ermez (bu, toprak üzerinde özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasını da içerir) kredi artık bir şey ifade etmez hale gelir. Ne var ki, bunu, Saint-Simon'un izleyicileri bile anlamışlardı. Öte yandan, kapitalist üretim tarzı varolmaya devam ettiği sürece, faiz getiren sermaye de, onun biçimlerinden birisi olarak varlığını sürdürür ve gerçekte, ona ait kredi sisteminin temelini oluşturur. Yalnız, meta üretimini sürdürmek ve parayı ortadan kaldırmak isteyen sansasyonel yazar Proudhon,
[25] o acayip yaratık
crédit gratuit'yi
[9*], küçük-burjuva sınıfının dindarca isteğinin bu sözde gerçekleşmiş şeklini hayal edebilecek güçteydi.
Religion saint-simonienne, Economie politique et Politique'in 45. sayfasında şunları okuyoruz: "Kredi, bazı kimselerin çalışma yeteneği ve
(sayfa 537) isteği olmaksızın sınai aletlere sahip bulunduğu ve diğer çalışkan kimselerin ise, emek aletlerinden yoksun olduğu bir toplumda, bu araçların, sahiplerinin elinden bunları nasıl kullanacağını bilenlerin eline, mümkün olduğu kadar kolay şekilde aktarılması amacına hizmet eder. Bu tanımın, krediye,
mülkiyetin oluşum şeklinin bir sonucu olarak baktığına dikkat ediniz." Bu nedenle kredi, mülkiyetin bu oluşumuyla birlikte ortadan kalkar. Daha ilerde 98. sayfada, bugünkü bankalar, "kendi alanları dışında yeralan işlemlerin başlattıkları, ama kendilerinin ilk itici kuvveti sağlamadıkları hareketleri izlemeyi kendi işleri saymaktadırlar; başka bir deyişle, bankalar, kendilerine borç verdikleri
travailleurs bakımından, kapitalistlerin rolünü oynamaktadırlar." Bankaların, kendilerinin yönetimi ele almaları ve "yönettikleri kurumlar ile yaptıkları işlerin sayısı ve yararlılığı ile" (s. 101) kendilerini göstermeleri fikri,
crédit mobilier'yi çekirdek olarak içermektedir. Aynı şekilde, Charles Pecqueur, bankaların (Saint-Simon'un izleyicileri buna
Systeme général des banques diyor) "üretimi yönetmesini" istiyor. Pecqueur, aslında, Saint-Simon'un bir izleyicisidir, ama çok daha radikaldir. O "kredi kurumunun ... bütün ulusal üretim hareketini denetlemesini" istiyor. - "Gereksinme içersindeki yetenekli ve erdemli kimselere, araç ve gereçler verecek, ama bu borçluları zorla sıkı bir üretim ve tüketim birlikteliğine sokmadan, tersine, kendi değişim ve üretimlerini düzenlemelerine yardım edecek ulusal bir kredi kurumunun kurulmasına çalışın. Bu şekilde, başaracağınız tek şey, özel bankaların zaten şimdi yaptıkları şey, yani anarşi, üretim ve tüketim arasında oransızlık, bir kimsenin birden bire mahvolması ve bir başkasının birdenbire zengin olması olur; böylece kuracağımız kurum, bir kimseye belli bir miktar çıkar sağlamaktan, buna karşılık, bir başkasının bunun ceremesini çekmesinden başka bir iş yapmış olmayacaktır ... ve siz, yalnızca, tıpkı şimdi kapitalist patronların yaptıkları gibi, yardım ettiğiniz ücretli-emekçilere birbirleriyle rekabet etmeleri için araç sağlamış olacaksınız."(Ch. Pecqueur,
Theorie Nouvelle d'Economie Sociale et Politique, Paris 1842, s. 434.)
Tüccar sermayesi ile faiz getiren sermayenin en eski sermaye biçimleri olduğunu görmüş bulunuyoruz. Ama bunlardan faiz getiren sermayenin halkın kafasında
par excellence sermaye biçimini alması doğaldır. Tüccar sermayesinde, araya, siz ister buna kandırma, emek ya da başka bir şey deyin, aracının faaliyeti girmektedir. Oysa, faiz getiren sermayede, sermayenin kendi kendisini üretici niteliği, kendisini genişleten değer, artı-değer üretimi tamamen gizemli bir özellik gibi görünmektedir. İşte bunun için, bazı iktisatçılar bile, özellikle Fransa gibi, sanayi sermayesinin henüz tamamen gelişmediği ülkelerde, faiz getiren sermayeye temel sermaye biçimi olarak sarılmakta ve örneğin toprak rantına, borç biçimi burada da egemen olduğu için, sırf onun değişik bir biçimi gözüyle bakmaktadırlar. Böylece, kapitalist üretim tarzının iç düzenlenmesi tamamen yanlış anlaşılmakta ve toprağın da sermaye gibi yalnız kapitalistlere
(sayfa 538) borç verildiği olgusu gözden kaçırılmış olmaktadır. Kuşkusuz, makineler ve bürolar gibi üretim araçları da, para yerine aynen borç verilebilir. Ama o zaman bunlar, belli bir para miktarını temsil ederler, ve faize ek olarak, aşınma ve yıpranma için bir kısım ödenmesi olgusu, bunların kullanım-değerleri, yani sermayenin bu öğelerinin özgül doğal biçimlerine bağlıdır. Burada, kesin rol oynayan etmen, gene, bunların doğrudan üreticilere mi -ki bu da, hiç değilse bu olayın geçtiği alanda kapitalist üretim tarzının bulunmaması önkoşulunu gerektirir-, yoksa sanayici kapitalistlere mi -ki bu da tamamen, kapitalist üretim tarzına dayanan varsayımdır- ödünç verilmiş olmasıdır. Burada, binaların, vb. bireysel kullanım için kiralanması halini ayrıca tartışma konusu etmek, hem konu-dışı ve hem de anlamsız bir şey olur. İşçi sınıfının, bu yollarla da, hem de çok büyük ölçüde soyulduğu apaçıktır, ama bunu da, gene, işçilere, geçim araçlarını satan perakendeci tüccarlar yapmaktadır. Ve bu, üretim sürecinin kendisinde yeralan asıl sömürüye paralel giden ikincil bir sömürü şeklidir. Satma ile borç verme arasındaki ayrım, bu durumda tamamen önemsiz ve yalnızca biçimseldir, ve daha önce de değinildiği gibi,
[10*] sorunun gerçek niteliğine büsbütün yabancı olanlar dışında, hiç kimseye önemli bir şeymiş gibi görünmez.
Tefecilik, ticaret gibi, belli bir üretim tarzını sömürür. O, bu biçimi yaratmaz, ama onunla dışsal ilişki içersindedir. Tefecilik onu daima yeni baştan sömürebilmek için, doğrudan doğruya devam ettirmeye çabalar; tutucudur ve bu üretim tarzını yalnızca daha sefil hale getirir. Üretim sürecine meta olarak ne kadar az üretim öğesi girer ve oradan meta olarak çıkarsa, bunların ilk biçimleri olan para, ayrı bir hareket olarak o kadar fazla görünür. Toplumsal yeniden-üretimde dolaşımın oynadığı rol nedenli önemsiz olursa, tefecilik o denli gelişip serpilir.
Para-servetin, özel bir tür servet olarak gelişmesi, tefeci sermaye bakımından, bu sermayenin bütün alacaklarının, para alacak biçiminde bulunduğu anlamına gelir. Bir ülkede, üretimin ana gövdesi ne kadar fazla doğal hizmetlerle, yani kullanım-değerleriyle sınırlı ise, bu sermaye o kadar fazla gelişir.
Tefecilik, aşağıdaki ikili rolü oynadığı ölçüde, sanayi sermayesinin önkoşullarını geliştirmekte güçlü bir mekanizmadır: birincisi, genellikle, tüccar servetinin yanı sıra, bağımsız bir para-servet oluşturmak; ikinci olarak da, emek araçlarına elkoymak, yani emek araçlarının eski sahiplerini mahvetmek.
ORTAÇAĞLARDA FAİZ
"Ortaçağlarda nüfus, tamamen tarımsaldı. Bu feodal sistem içersinde (sayfa 539) ancak az bir alışveriş olabilirdi ve dolayısıyla kâr da küçük olurdu. Dolayısıyla, tefeciliğe karşı olan yasalar ortaçağlarda haklıydı. Ayrıca, tarımsal bir ülkede, bir kimse fakirliğe ya da sefalete düşmedikçe, ancak ender olarak borç para almak ister. ... Henry VIII zamanında faiz %10 olarak sınırlandırılmıştı. James I bunu yüzde 8'e indirdi. ... Charles II, yüzde 6'ya indirdi; Kraliçe Anne'ın saltanatı sırasında, bu, yüzde 5'e indirildi. ... O devirlerde, borç verenlerin, aslında, yasal olmakla birlikte fiili bir tekelleri vardı, ve bu nedenle de, öteki tekelciler gibi bunların da bir düzen içersine sokulması gerekiyordu. Zamanımızda, faiz oranını düzenleyen, kâr oranıdır. O devirlerde ise, kâr oranını düzenleyen şey faiz oranı idi. Borç para veren, tüccardan yüksek bir faiz oranı istedi mi, tüccar da mallarına yüksek bir kâr oranı koymak zorundaydı. Böylece, büyük bir miktar para, alıcıların cebinden alınıp, borç para verenlerin cebine konuyordu." (Gilbart, History and Principles of Banking. s. 163, 164, 165.)
"Bana söylendiğine göre, her Leipzig Fuarında yılda şimdi 10 gulden, yani her yüz gulden için 300 gulden alınıyormuş;[11*] bazıları, Neuenburg Fuarını da ekleyince, bu, her yüz gulden için 40 gulden ediyormuş; acaba bu böyle mi bilmiyorum. Utanç verici! Bunun şeytanca sonucu ne olacaktır? ... Şimdi Leipzig'de 100 florini olan herkes yılda 40 florin alıyor ve bu, her yıl bir köylü ya da kasabalıyı paralayıp gövdeye indirmekle aynı şeydir. Bir kimsenin 1.000 florini varsa ve yılda 400 florin alıyorsa, bu, her yıl bir şövalye ya da zengin soyluyu gövdeye indirmek demektir. Eğer bir kimsenin elinde 10.000 florini varsa, yılda 4.000 florin alıyorsa, bu, her yıl zengin bir kontu yiyip yutmak demektir. Eğer bir kimsenin, büyük tüccarlar gibi, 100.000 florini varsa ve yılda 40.000 florin alıyorsa, bu, her yıl varlıklı bir prensi çiğnemeden yutmak demektir. Yok eğer bir kimsenin elinde 1.000.000 florin var da, yılda 400.000 florin alıyorsa; bu, her yıl haşmetli bir kralın gövdeye indirilmesi demektir. Ve o, böylece, ne kendisini, ne malını-mülkünü tehlikeye atmakta, iş güç yapmamakta, ocağın karşısına geçip patates kızartmaktadır; aşağılık bir eşkıya evde oturup da on yılda bütün dünyayı işte böylece gövdeye indirebilir." (Bu parça, Bücher vom Kaufhandel und Wueher vom Jahre 1524 adlı yapıttan alınmıştır; Luther's Werke, Wittenberg 1589, Teil 6, s.312.)
"Onbeş yıl önce, öylesine tehdit edici bir şekilde yayılmıştı ki, her hangi bir düzelmeyi pek de ummadığım bir sırada, tefeciliğe karşı kalemi elime aldım. O zamandan heri öylesine saldırgan hale geldi ki, artık, kötülük, günah ya da ayıp diye sınıflandırılmasına tenezzül etmiyor ve sanki halk için büyük bir yarar ve hıristiyanca hizmet sağlıyormuş gibi, katıksız erdem ve onur gibi övülmek istiyor. Şimdi bizim, onura (sayfa 540) dönüşen bu utançtan, erdeme dönüşen bu kötülükten kurtulmamıza kim yardım edecek?" (Martin Luther, An die Pfarherm wider den Wueher zu predigen, Wittenberg 1540.)
"Yahudiler, Lombardlar, tefeciler, gasp edenler, bizim ilk bankerlerimiz, bizim ilkel para tüccarlarımızdı, bunların karakteri biraz adice idi. ... Bunlara, Londralı sarraflar da katıldı. Bir bütün olarak ... bizim ilkel bankerler ... kötü bir takım idi; bunlar açgözlü tefeciler, taş kalpli vampirlerdi." (D. Hardcastle, Banks and Bankers, 2nd ed., London 1843, s.19, 20.)
"Venedik'in (bir banka kurmakla) gösterdiği örnek, böylece hemen taklit edildi; bütün kıyı kentleri, ve genellikle, bağımsızlıkları ve ticaretleriyle ün yapmış bütün kentler, ilk bankalarını kurdular. Gemilerinin çoğu kez uzun zaman alan dönüş yolculuğu, kaçınılmaz olarak krediyle iş yapılmasına yolaçtı. Bunu, Amerika'nın bulunması ve bu kıta ile yapılan ticaret daha da yoğunlaştırdı." (Esas nokta da buydu.) Gemilerin kiralanması büyük borçları zorunlu hale getirdi; bu, eski Atina'da ve Yunan'da uygulanmış bulunan bir usuldü. 1308'de, Bruges tüccar loncasının bir sigorta şirketi vardı. (M. Augier, l. c., s. 202, 203.)
Modern kredi sisteminin gelişmesinden önce, 17. yüzyılın son otuz yılında İngiltere'de bile hâlâ görülen ve büyük toprak sahiplerine ve genellikle zevküsefa peşinde koşan varlıklı kişilere verilen borçların ne boyutlara ulaştığı, diğer şeyler arasında, Sir Dudley North'un yapıtlarında görülebilir. Sir North, yalnız ilk İngiliz tüccarlarından birisi değil, aynı zamanda, zamanının en önde gelen teorik iktisatçılardan birisiydi: "Bu ülkede ticaretle uğraşan kimselere işlerini yürütmek için verilen miktar, faizle kullanılan paranın onda-biri bile değildir; faizle verilen paranın büyük bir kısmı, lüks eşya ve büyük toprak sahipleri olduğu halde, topraklarının getirdiğinden daha fazla harcayan kimselerin giderlerinin karşılanması için kullanılıyordu; bunlar malikanelerini satmaktansa rehine koymayı tercih ediyorlardı." (Discourses upon Trade, London 1691, s. 6-7.)
18. Yüzyılda Polonya: ''Varşova, başlıca temeli ve amacı bankerlerin tefecilik yapması olan, çok canlı bir poliçe ticaretiyle uğraşıyordu. Müsrif toprakbeylerine %8 faizle borç verecekleri parayı sağlamak için, dış ülkelerden açık poliçe kredisi arıyorlar ve buluyorlardı; bu kredi her hangi bir meta ticaretine dayanmıyordu ve poliçeyi çeken yabancı, bu dalavere ile yapılan geriye ödemeleri aldığı sürece devam ediyordu. Ne var ki bunlar, yaptıkları bu işin bedelini, Tapper ve diğer çok saygıdeğer Varşovalı bankerlerin iflasları sonucu çok ağır biçimde ödediler." (J. G. Büsch, Theoretisch-praktische Darstellung der Handlung, ete.,. 3rd. ed., Hamburg 1808, vol.II., s. 232, 233.) (sayfa 541)
FAİZİN YASAKLANMASI İLE KİLİSENİN SAĞLADIĞI
ÇIKARLAR
"Faiz alınması kilisece yasaklanmıştı, ama sıkıntı ve darlık sırasında, para bulmak amacıyla mal-mülk satılması yasaklanmamıştı. Borcu alanın borcunu ödemesine kadar belli bir süre için güvence olarak, borcu verene mal ve mülkün devredilmesi de yasaklanmamış, alacaklıya parasından ayrı kalmasına ödül olarak, bu maldan serbestçe yararlanma hakkı tanınmıştı. ... Bizzat kilise, kiliseye bağlı topluluklar ve pia corpora[12*] bu uygulamadan, özellikle haçlı seferleri sırasında büyük çıkarlar sağlamışlardır. Böylece, ulusal servetin çok büyük bir kısmı, "ölü el" denilen bir kurumun tasarrufuna geçmiş oldu; hele Yahudiler, bu gibi tefecilikle uğraşmaktan men edildikleri ve bu gibi gayrimenkul ipotekleri tasarruf etmenin saklanması olanaksız olduğu için, bu servet daha da büyüktü. ... Faiz üzerine konulan bu yasaklama olmasaydı, kilise ile manastırlar hiç bir zaman bu kadar büyük servet sahibi olamazlardı." (l. c., s. 55.) (sayfa 542)
Dipnotlar
[1*] Almanca özgün metinde "kleinbürgerliche", Fransızca çeviride "petite bourgeoise" olmakla birlikte, İngilizce çeviride "small-burgher" olan bu terimi, "küçük-burglu" karşılığı, "küçük-kasabalı" olarak çeviriyoruz, -ç.
[2*] Mültezim, genel tahsildar.
-ç.
[3*] Thomas Manley, bu kitabın yazarı değildi. Kitap, yazarının adı konmadan 1668'de Londra'da yayımlanmıştı.
-Ed.
[4*] Çiftçi tarımcı.
-ç.
[5*] Emekçi.
-ç.
[6*] "Bir
travailleur (işçi), yardımcılara, destekçilere,
emekçilere gereksinme duyar; bunların zeki, becerikli, bağlı olmasını ister; o bunları işe koşar ve bunların emeği üretkendir."
(Religion saint-simonienne, Economie politique et Politique, Paris 1831, s. 104.)
[7*] En üstün emekçi.
-ç.
[8*] Sanayici kapitalist.
-ç.
[9*] Karşılıksız kredi.
-ç.
[10*] Bu baskıda s. 302-309.
-Ed.
[11*] Yazar burada, yılda üç kez, -Yeni yılda, Paskalya'da ve St. Michael Gününde- kurulan Leipzig Fuarında üç taksitte, faizle birlikte ödenen 100 gulden borçtan sözediyor.
-Ed.
[12*] Hayır kurumları. -
ç.
[21] "Bir ay içersinde sık sık görülen dalgalanmalar ve küçük bir meblağ elde etmek için rehine verilen bir eşyanın kurtarılması için bir başkasının rehine verilmesi ile, paraya karşılık ödenen faiz bu denli artmaktadır. Başkentte yaklaşık 240 izinli rehinci var, ülkede ise nerdeyse 1.450. Bu iş için kullanılan sermayenin bir milyon sterlini geçtiği tahmin ediliyor, ve bu sermaye bir yılda üç devir yapıyor ve her seferinde ortalama yaklaşık %33
1/
3 faiz sağlıyor; yapılan bir hesaba göre, İngiltere'de alt tabaka, bir süre için aldığı borç karşılığı yılda yaklaşık bir milyon ödemektedir ve ceza olarak elkonulan eşyaları bu miktarın dışındadır." (J. D. Tuckett,
A History of the Past and Present State of the Labouring Populution, London 1846, I, s. 114.)
[22] Yapıtlarının başlarında bile, başlıca amaçları olarak şunları belirtiyorlar: "Toprak sahiplerinin genel yararı, toprağın değerindeki büyük artış," "soyluların, büyük toprak sahiplerinin, vb. vergi" dışı tutulması, "yıllık gelirlerinin artırılması, vb.". Yalnız, tefeciler, soylular ile çiftçilere, Fransa'dan gelen bir istilâ ordusunun yapabileceğinden daha fazla zarar veren, o beterin beteri ulus düşmanları zarar etmeye katlanabilirler.
[23] "Zengin sarraf (bankaların öncüsü), örneğin, İngiltere'de Charles II'ye, yüzde-yirmi, yüzde otuz faiz ödetiyordu. Bu kârlı iş, sarrafı, gitgide daha fazla krala borç vermeye, bütün gelire gözkoymaya, Parlamentonun sağladığı bütün olanakları bu olanaklar sağlanır sağlanmaz, rehin almaya, ve aynı zamanda, senetlerini, firmaları ve haraçları satın ve rehin almaya teşvik etti; ve böylece bütün gelirler, bunların elinden geçiyordu." (John Francis,
History of the Bank of England, London 1848, I, s. 31.) "Bir banka kurulması, bundan önce birkaç kez önerilmişti. En sonu, bu bir zorunluluktu." (
l. c., 38.) "Parlamentonun kabul edeceği ödeneklerin teminatı üzerine, akla-yatkın bir faiz oranı ile para bulabilmek için, tefecilerin kanını kuruttuğu hükümetin kendisi için, bir banka kurulması zorunluydu." (
l. c., s. 59, 60.)
[24] Müsvedde üzerinde tekrar çalışmış olsaydı, Marx, kuşkusuz bu kısmı epeyce değiştirirdi. Bunun nedeni, Marx'ın tam bu satırları yazdığı sırada, Fransa'da İkinci İmparatorluk döneminde, Saint-Simon'un eski izleyicilerinin oynadıkları rol olmuştur; bu okulun, dünyayı borçtan kurtaracak olan kredi hayalleri, tarihin cilvesiyle, hiç görülmemiş ölçekte muazzam bir dolandırıcılık şeklinde gerçekleştirilmişti. Daha sonraları Marx, Saint-Simon'un dehasından ve ansiklopedik zekasından yalnız hayranlıkla sözetmiştir. Daha önceki yapıtlarında Saint-Simon'un burjuvazi ile proletarya arasında tam o sırada meydana gelmeye başlayan zıtlığı görmemesi ve,
travailleun arasına, burjuvazinin üretime faal olarak katılan kısmını da sokması, Fourier'nin, sermaye ile emeği uzlaştırma çabası üzerindeki anlayışına tekabül eder ve Fransa'nın o günlerdeki ekonomik ve politik durumu ile açıklanır. Bu konuda, Owen'ın daha uzak görüşlü olması, bulunduğu ortamın farklı oluşundan ileri geliyor, çünkü Owen, sanayi devrimi ve sınıf zıtlaşmasının adamakıllı keskinleştiği bir dönemde yaşamıştı -
F. E.
[25] Karl Marx,
Misère de la Philosophie, Bruxelles et Paris, 1847. - Karl Marx,
Zur Kritik der politischen Œkonomie, s. 64 [
Ekonomi Politiğirı Eleştirisine Katkı, s. 116. -
Ed.]