KÜTÜPHANE | Karl Marks: Kapital">

KÜTÜPHANE | Karl Marks: Kapital, Cilt: III





Karl Marx'ın Capital, A Critical Analysis of Capitalist Productuon, Volume III, (Progress Publishers, Moscow 1974) adlı yapıtını İngilizcesinden Alaattin Bilgi dilimize çevirmiş, ve kitap, Kapital, Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Üçüncü Cilt, adı ile, Sol Yayınları tarafından Şubat 1990 (Birinci baskı: Ağustos 1978) tarihinde yayınlanmıştır.

Eriş Yayınları tarafından düzenlenmiştir.

BEŞİNCİ KISIM
KÂRIN FAİZE VE GİRİŞİM KÂRINA BÖLÜNMESİ
FAİZ GETİREN SERMAYE (DEVAM)




YİRMİDOKUZUNCU BOLÜM
BANKA SERMAYESİNİ OLUŞTURAN KISIMLAR


      ŞİMDİ, banka sermayesini oluşturan kısımları daha ayrıntılı olarak incelemek gerekiyor.
      Fullarton ile diğerlerinin dolaşım aracı olarak para ile ödeme aracı olarak para -dışarıya altın akışını ilgilendirdiği sürece evrensel para da dahil- arasındaki ayrımı, dolaşım aracı (currency) ile sermaye arasındaki ayrım haline getirdiklerini biraz önce görmüş bulunuyoruz.
      Sermayenin bu konuda oynadığı acayip rol, banker ekonomi biliminin, paranın gerçekten par excellence sermaye olduğunu savunmasının olduğu kadar, aydınlanmış ekonomi biliminin de paranın sermaye olmadığında ayak diremesinin nedenidir.
      İlerdeki tahlillerimizde, para-sermayenin, burada, faiz getiren sermaye anlamında moneyed capital (nakdi sermaye) ile karıştırılmakta olduğunu, oysa asıl anlamında para-sermayenin, diğer sermaye biçimlerinin, yani meta-sermaye ile üretken sermayenin tersine, daima yalnızca geçici bir sermaye biçimi olduğunu ortaya koyacağız.
      Banka sermayesi, 1) nakit para, altın ya da banknotlar ve, 2) değerli senetlerden oluşur. Değerli senetler de iki alt-bölüme ayrılabilir: bir süre için geçerli olan, zaman zaman vadesi dolan ve iskonto edilmeleri, (sayfa 411) bankerlerin asıl işini oluşturan ticari senetler ya da poliçeler; ve devlet tahvilleri, hazine bonoları, her türden hisse senetleri gibi kamu tahvilleri, kısacası, poliçelerden önemli ölçüde farklı, faiz getiren senetler. İpotekler de buraya katılabilir. Bu somut kısımlardan oluşan sermaye de, gene, bankerin yatırdığı sermaye ile, onun banka sermayesini ya da borç alınmış sermayesini oluşturan mevduata ayrılabilir. Banknot çıkartan bankalar sözkonusu olduğunda, bunların da banka sermayesi arasına alınması gerekir. Biz, şimdilik, mevduat ile banknotları konu-dışı bırakacağız. Her ne olursa olsun şurası açıktır ki, banker sermayesini fiilen oluşturan kısımlar (para, poliçeler, mevduat), çeşitli öğelerin, bankerin kendi sermayesini ya da mevduatı, yani başkalarının sermayesini temsil etmesi nedeniyle etkilenmiş olmazlar. Banker, işini, ister yalnız kendi sermayesi ile ister yalnız mevduat sermayesiyle yürütsün, bu bölünme aynen kalır.
      Her belirli ve düzenli para gelirinin, bir sermaye üzerinden doğmuş olsun olmasın, bir sermaye üzerinden sağlanan faiz gibi görünmesi olgusundan sorumlu olan faiz getiren sermaye biçimidir. Para gelir, önce faize çevrilir ve bu faizden, insan, onun hangi sermayeden doğduğunu saptayabilir. Bunun gibi, faiz getiren sermaye söz konusu olduğunda, her değer miktarı, gelir olarak harcanmadığı sürece sermaye olarak görünür; yani bu değer miktarı, getirebileceği olası ya da fiili faiz karşısında ve ona zıt olarak, ana para gibi görünür.
      Sorun basittir. Yıllık ortalama faiz oranı %5 olsun. 500 sterlinlik bir miktar, bu durumda, faiz getiren sermayeye çevrilecek olursa, yılda 25 sterlin getirir. Yıllık 25 sterlinlik her sabit gelire, öyleyse 500 sterlinlik bir sermaye üzerinden alınan faiz gözüyle bakılabilir demektir. Ne var ki, bu, 25 sterlinin kaynağının, ister yalnızca bir mülkiyet ya da tasarruf hakkı olsun, ister taşınamaz mal gibi gerçek bir üretim öğesi olsun, doğrudan doğruya aktarılabilir olması ya da aktarılabilecek duruma gelebileceği bir biçime girmesi durumları dışında tamamen hayali bir anlayıştır ve böyle bir görüş olarak da kalır. Ulusal borçlar ile ücretleri örnek olarak alalım.
      Devlet her yıl alacaklılarına, kendilerinden borç aldığı sermaye için belli bir miktar faiz ödemek zorundadır. Bu durumda alacaklı yatırdığı sermayeyi borçlusundan geri alamaz, ancak hakkını ya da mülkiyet hakkını satabilir. Sermayenin kendisi tüketilmiştir, yani devlet tarafından harcanmıştır. Artık mevcut değildir. Devlet alacaklısının elinde, 1) diyelim, 100 sterlin tutarında bir borç senedi vardır., ve 2) bu borç senedi, alacaklıya, devletin yıllık gelirinden, yani yıllık vergi gelirinden, belli bir miktar, örneğin 5 sterlin ya da %5 tutarında bir hak sağlar; 3) alacaklı, 100 sterlinlik bu borç senedini dilediği bir kimseye satabilir. Faiz oranı %5 ve devletin verdiği güvence sağlamsa, alacaklı A, bu borç senedini kural olarak B'ye 100 sterline satabilir; B için 100 sterlini yıllık %5 faizle vermek ya da 100 sterlin ödemek suretiyle devletten yılda 5 sterlin tutarında haraç sağlamak hiç farketmez. Ne var ki, bütün bu durumlarda (sayfa 412) insanların gözünde bir sürgün (faiz) doğuran burada devlet ödemeleri kabul edilen bu sermaye, hayaldir, hayali sermayedir. Yalnız devlete borç verilen bu meblağ artık mevcut olmamakla kalmayıp, zaten hiç bir zaman onun sermaye olarak harcanması düşünülmemişti, ve o ancak sermaye olarak yatırılmakla, kendisini koruyan değere dönüştürülebilirdi. İlk alacaklı A için, yıllık vergilerden kendisine düşen pay, sermayesi üzerinden faizi temsil eder; tıpkı mirasyedinin servetinden tefeciye düşen payın ona faiz olarak görünmesi gibi; oysa her iki durumda da borç verilen meblağ sermaye olarak yatırılmamıştır. Devlete ait borç senedinin satış olanağı, A için, kendi ana parasını geri almanın potansiyel aracını temsil eder. B'ye gelince, onun sermayesi kendi görüş açısından, faiz getiren sermaye olarak yatırılmıştır. Arada geçen işlemi ilgilendirdiği kadarıyla, B, devletin geliri üzerinden A 'ya ait bulunan hakkı satın almakla, yalnızca A'nın yerini almış durumdadır. Bu işlem kaç kez yinelenirse yinelensin, devlet borcu sermayesi, tamamen hayali olarak kalır, ve o borç senetleri satılamaz duruma gelir gelmez, bu sermaye hayali artık görünmez olur. Bununla birlikte, bu hayali sermayenin de, birazdan göreceğimiz gibi, kendi hareket yasaları vardır.
      Şimdi de biz, -nasıl ki faiz getiren sermaye, genel olarak bütün o saçma-sapan biçimlerin kaynağı, ve böylece de örneğin borçlar, bankere metalar olarak görünebiliyorsa- olumsuz bir niceliğin sermaye olarak göründüğü ulusal borç sermayesinin karşıtı olarak emek-gücünü ele alalım. Ücretler burada, faiz olarak anlaşılmakta ve bu yüzden emek-gücü de bu faiz getiren sermaye olarak düşünülmekte. Örneğin, bir yıllık ücret 50 sterlin ve faiz oranı da %5 ise, yıllık emek-gücü 1.000 sterlinlik bir sermayeye eşit olmaktadır. Kapitalist anlayış biçiminin saçmalığı burada tepe noktasına ulaşmaktadır, çünkü, sermayedeki genişleme, emek-gücünün sömürüsüne dayanılarak açıklanacak yerde, sorun tersine çevriliyor ve emeğin üretkenliği, faiz getiren sermayenin bu esrarlı niteliği, emek-gücünün kendisine bağlanarak açıklanıyor. Onyedinci yüzyılın ikinci yarısında, bu, gözde bir anlayış olabilirdi (örneğin, Petty'nin) ama bugünlerde bile bazı vülger iktisatçılar tarafından ve özellikle de bazı Alman istatistikçileri tarafından büyük bir ciddiyetle kullanılmaktadır.[
1] Ne yazık ki, iki tatsız, cansıkıcı olgu, bu yalın kat anlayışı bozuyor. Her şeyden önce, emekçinin, bu faizi elde etmesi için çalışması gerekiyor. Sonra da, işçi kendi emek-gücünün sermaye-değerini, transfer ederek nakite çeviremiyor. İşin doğrusu, işçinin emek-gücünün yıllık değeri, onun ortalama yıllık ücretine eşittir ve alıcıya karşılık olarak emeği aracılığı ile vermek zorunda olduğu şey, bu aynı değer, artı, bir artı-değer, yani emeğiyle eklenen artıştır. Köleci toplumda, işçinin bir (sayfa 413) sermaye-değeri vardır, yani onun satınalma fiyatı. Ve kiralanması halinde, kiralayanın önce, bu satınalma fiyatı üzerinden faiz ödemesi ve ayrıca da, sermaye üzerinden yıllık aşınıp yıpranmayı yerine koyması gerekir.
      Hayali sermaye oluşumuna, sermayeleştirme deniyor. Her devresel gelir, ortalama bir faiz oranı ile borç alınan bir sermaye tarafından gerçekleştirilebilecek bir gelir gibi, faiz oranı üzerinden hesaplanarak sermayeleştirilir. Örneğin, yıllık gelir 100 sterlin, faiz oranı %5 ise, 100 sterlin, 2.000 sterlin üzerinden yıllık faizi temsil eder ve bu 2.000 sterline, yıllık 100 sterlin üzerinden yasal mülkiyet hakkının sermaye-değeri gözüyle bakılır. Bu mülkiyet hakkını satın alan kimse için, 100 sterlinlik yıllık gelir gerçekten de, %5 faizle yatırılmış sermayesi üzerinden alınan faizi temsil eder. Böylece, sermayenin fiili genişleme süreci ile olan bütün bağları tamamen kaybolmuş ve dolayısıyla, otomatik olarak kendi kendisini genişletme özelliğini taşıyan bir şey olarak sermaye kavramı kuvvetlendirilmiş oluyor.
      Borç senedinin -güvencenin- devlet borçlarında olduğu gib tamamen hayali bir sermayeyi temsil etmemesi halinde bile, bu gibi senetlerin sermaye-değerleri gene de tamamen aldatıcıdır. Kredi sisteminin ortaklaşa sermayeyi ne şekilde yarattığını daha önce görmüştük. Senet, bu sermayeyi temsil eden mülkiyet hakkı olarak iş görür. Demiryollarına, madenlere, deniz ulaşım şirketleri ve benzerlerine ait hisse senetleri gerçek sermayeyi, yani bu gibi girişimlere yatırılan ve işleyen sermayeyi ya da bu gibi girişimlerde sermaye olarak kullanılmak amacıyla hissedarlar tarafından yatırılan para miktarım temsil eder. Doğal olarak bu, bütün bunların düpedüz bir dolandırıcılığı temsil edebilme olasılığını da ortadan kaldırmaz. Ama bu sermaye, bir defasında, mülkiyet hakkının (hisse senetleri) sermaye-değeri, diğer bir defasında, bu girişimlere yatırılan ya da yatırılacak olan fiili sermaye olarak, iki kez var olamaz. Yalnız ikinci biçimde vardır, ve bir hisse senedi yalnızca, artı-değerin, kendisi tarafından gerçekleştirilecek kısmına tekabül eden bir mülkiyet hakkıdır. A, bu hakkı B'ye ve B de C'ye satabilir. Bu alışverişler, sorunun niteliğinde hiç bir şeyi değiştirmez. A ya da B, mülkiyet hakkını sermaye biçiminde elde tutmakta, ama C, sermayesini, hisse senetli sermayeden gelmesi beklenen artı-değerden alacağı sırf bir mülkiyet hakkına çevirmiş bulunmaktadır.
      Yalnız hükümet bonolarının değil, hisse senetlerinin de mülkiyet haklarının değerlerinin bağımsız hareketi, bunların üzerlerinde hak sahibi olabilecekleri sermaye ya da talebin yanı sıra, gerçek sermayeyi teşkil ettikleri hayaline kuvvet kazandırır. Çünkü bunlar, fiyatları bağımsız olarak saptanan ve kendine özgü hareketleri olan metalar halini alırlar. Bunların piyasa değerleri, gerçek sermayenin değerinde (değerdeki genişleme değişse bile) herhangi bir değişme olmaksızın, kendi nominal değerlerinden farklı biçimde saptanır. Bir yandan bunların piyasa (sayfa 414) değerleri, yasal hak sağladıkları gelir miktarına ve güvenine bağlı olarak dalgalanma gösterir. Hissenin nominal değeri, yani başlangıçta bu hissenin temsil ettiği yatırılan meblağ 100 sterlin ise ve bu kuruluş %5 yerine %10 faiz veriyorsa, hissenin piyasa değeri, diğer şeyler aynı kalmak üzere, faiz oranı %5 olduğu sürece 200 sterline yükselir, çünkü, %5 üzerinden sermayeleştirilmiş iken, şimdi 200 sterlinlik hayali bir sermayeyi temsil etmektedir. Bunu 200 sterline satın alan kimse, bu sermaye yatırımı üzerinden %5'lik bir gelir elde eder. Girişimin geliri azalınca, bunun tersi doğrudur. Bu senedin piyasa değeri kısmen spekülatiftir, çünkü bu yalnız fiili gelir ile değil, aynı zamanda, önceden hesaplanan, beklenen gelir ile de saptanmıştır. Ama gerçek sermayedeki genişlemenin değişmez olduğu ya da devlet borçlarında olduğu gibi sermayenin mevcut olmadığı durumlarda yıllık gelirin yasa ile saptandığı ve güvenlik altına alındığı kabul edilirse, bu senetlerin fiyatı, faiz oranı ile ters orantılı olarak yükselir ya da düşer. Faiz oranının %5'ten %10'a yükselmesi halinde, 5 sterlinlik bir gelir garanti eden senetler şimdi yalnız 50 sterlinlik bir sermayeyi temsil eder. Tersine, faiz oranı %2½'ye düşecek olsa, aynı senetler 200 sterlinlik bir sermayeyi temsil eder. Bunların değerleri daima, yalnızca sermayeleştirilmiş gelir, yani hayali bir sermaye üzerinden o günkü faiz oranıyla hesaplanan gelirdir. Bu nedenle, para piyasasının daralması halinde, bu senetlerin fiyatı iki nedenle düşecektir: önce, faiz oranı yükseldiği için, sonra da, nakite çevirmek üzere daha büyük miktarlarda senet piyasaya sürüldüğü için. Fiyattaki bu düşme, ister bu senetlerin sahiplerine sağlayacakları gelir, devlet tahvillerinde olduğu gibi değişmez olsun, ister, sanayi kuruluşlarında olduğu gibi temsil ettiği gerçek sermayedeki genişleme, olasılıkla yeniden-üretim sürecindeki bozukluklarla etkilenmiş olsun, bunlara bakılmaksızın gerçekleşir. Son durumda, sözü edilene eklenmesi gerekli bir başka değer kaybı da vardır. Fırtına sona erer ermez bu senet, işteki bir başarısızlığı, ya da sahtekarlığı temsil etmemesi ölçüsünde gene eski düzeyine yükselir. Bunalım sıralarındaki değer kaybı, servetlerin biraraya toplanmasında güçlü bir araç hizmetini görür.[2]
      Bu senetlerin değerindeki düşme ya da artmanın, temsil ettikleri gerçek sermayenin değerinin hareketinden bağımsız olması ölçüsünde, ulusun sahip olduğu servet, değerdeki düşme ya da yükselmeden sonra da gene eski büyüklüğündedir. "Kamu hisse senetleri ile kanal ve demiryolu hisseleri 23 Ekim 1847 tarihine kadar toplam 114.752.225 sterlin tutarında değer kaybetmiş bulunuyordu." (Morris, İngiltere Bankası Guvernörü, 1847-48 Ticari Bunalımı Konusundaki rapordaki ifadesi (sayfa 415) [n° 3800].) Bu değer kaybının, üretimde ve kanallar ve demiryolları üzerindeki gidiş-gelişte fiili bir durmayı, ya da başlamış bulunan girişimlerin askıya alınmasını ya da sermayenin beş para etmeyen serüvenler peşinde çarçur edilmesini yansıtması dışında, ulus, nominal para-sermayenin bu sabun köpüğünün patlamasıyla zerre kadar yoksullaşmış olmaz.
      Bu senedin aslında temsil ettiği şey, ya devlet borçlarında olduğu gibi, parası ya da sermaye-değeri, sermayeyi hiç bir şekilde temsil etmeyen, ya da temsil ettiği gerçek sermayenin değerinden bağımsız olarak yönetilen gelecekteki üretimler üzerinden birikmiş alacaklar ya da yasal haklardan başka bir şey değildir.
      Kapitalist üretime dayanan bütün ülkelerde bu türden büyük miktarlarda sözde faiz getiren sermaye ya da para getiren sermaye vardır. Ve para-sermaye birikimi ile aslında anlatılmak istenilen şey, üretim üzerinde biriken bu haklardan, piyasa-fiyatlarının, bu hakların hayali sermaye-değerlerinin birikiminden başka bir şey değildir.
      Banker sermayesinin bir kısmı şimdi bu sözde faiz getiren senetlere yatırılmış durumdadır. Bu aslında, yedek sermayenin, fiili bankacılık işinde hiç bir işlevi yerine getirmeyen bir kısmıdır. Bu senetlerin en önemli kısmı, poliçelerden, yani sanayi kapitalistleri ya da tüccarlar tarafından yapılan ödeme vaatlerinden oluşur. Borç para veren için, bu poliçeler faiz getiren poliçelerdir, bir başka deyişle, bunları satın aldığında o, vadesi gelene kadar geçecek zamana ait faizi düşmüştür. Buna iskonto etmek deniliyor. Poliçenin temsil ettiği meblağdan ne miktar indirim yapılacağı, o sıradaki faiz oranına bağlıdır.
      Ensonu banker sermayesinin son kısmı, onun, altın ye banknot olarak para rezervinden oluşur. Belli bir süre için anlaşmayla bağlı bulunmayan mevduat her zaman mevduat sahibinin tasarrufundadır. Bunlar sürekli dalgalanma durumundadır. Ama, bir mevduat sahibi mevduatından para çekerken bir diğeri yatırır ve böylece, genel ortalama toplam mevduat miktarı normal iş dönemlerinde pek az dalgalanma gösterir.
      Kapitalist üretimin geliştiği ülkelerde, bankaların yedek fonları daima ortalama olarak yığma biçiminde mevcut para miktarını ifade eder ve bu yığmanın bir kısmı da, bizatihi hiç bir değeri olmayan senetlerden, sırf altın üzerine çeklerden ibarettir. Banker sermayesinin büyük kısmı bu nedenle tamamen hayalidir ve, senetlerden (poliçelerden), hükümet tahvillerinden (bunlar harcanmış sermayeyi temsil ederler) ve hisse senetlerinden (gelecekteki gelir üzerine çeklerden) oluşur. Ve şurasını da unutmamak gerekir ki, bankerin kasasındaki bu senedin temsil ettiği sermayenin, para-değerinin kendisi, senedin, garanti edilen gelir üzerinden çeklerden (örneğin, hükümet tahvillerinden) ya da gerçek sermaye üzerine mülkiyet haklarından (örneğin, hisse senetlerinden) ibaret bulunması ölçüsünde hayalidir, ve bu değer, senedin hiç değilse kısmen temsil ettiği gerçek sermayenin değerinden farklı olarak belirlenir; ya da, senedin, sermaye üzerinden değil de gelir üzerinden bir hakkı temsil etmesi (sayfa 416) durumunda, aynı gelir üzerindeki hak, sürekli değişen hayali bir para-sermaye ile ifade edilir. Buna ek olarak, bu hayali banker sermayesinin, geniş ölçüde, kendisine ait sermayeyi değil, ona ister faiz getiren ister getirmeyen biçimde olsun mevduat yatıran kamuya ait sermayeyi temsil ettiğini de gözden kaçırmamak gerekir.
      Mevduat, daima, para, altın, banknot ya da bunlar üzerine çeklerle yapılır. Fiili dolaşımın gereksinmelerine uygun olarak daralan ya da genişleyen yedek fon dışında bu mevduat aslında daima bir yandan, poliçeleri iskonto edilen ve böylece avans alan sanayi kapitalistleri ile tüccarların elindedir; öte yandan. da, değerli senet ticareti yapanların (borsa simsarlarının), kendilerine ait tahvil ve senetleri satmış bulunan özel kuruluşların ya da (hazine tahvilleri ve yeni borçlar halinde) hükümetin elinde bulunur. Mevduatın kendisi çifte bir rol oynar. Bir yandan bunlar, biraz önce belirttiğimiz gibi, faiz-getiren sermaye olarak borç verilmişlerdir ve bu yüzden de, bankanın kasalarında bulunmayıp, yalnızca defterlerinde, mevduat sahiplerinin alacakları olarak görünürler. Öte yandan bunlar, sahiplerinin karşılıklı alacakları, mevduatları üzerine çeklerle hesaplanabildikleri ve birbirlerine göre kapatılabildikleri sürece sırf bu gibi kayıtlar şeklinde işlev yaparlar. Bu bakımdan, bu mevduatların aynı bankere yatırılmış olup da bu bankerin, çeşitli hesapları birbirleriyle dengeleyebilmesinin ya da farklı bankalarda bulunup da, bu bankaların karşılıklı olarak çekleri değiştirip, yalnız bakiyeleri birbirlerine ödemelerinin hiç bir önemi yoktur. Faiz getiren sermaye ve kredi sistemindeki gelişmeyle, bütün sermaye kendisini çiftleştirmiş ve bazan da üçleştirmiş gibi görünür; aynı sermaye, ya da hatta belki de aynı alacak talebi, çeşitli şekillerde farklı ellerde, farklı biçimlerde görünürler.[3] Bu "para-sermaye"nin daha büyük bir kısmı tamamen hayalidir. Yedek fon dışında bütün mevduat, banker üzerinden alacak talebidir ve ama mevduat olarak hiç bir zaman mevcut değildir. Kliring odalarındaki işlemlerde hizmet gördükleri ölçüde, bankerler için -bankerler bunları borç verdikten sonra- sermaye işlevini yerine getirirler. Bankerler, karşılıklı çeklerini, varolmayan mevduat (sayfa 417) üzerinden kendi karşılıklı hesaplarını tasfiye ederek öderler.
      Adam Smith, para borç vermede sermayenin oynadığı rolle ilgili olarak şunları söylüyor: "Ne. var ki, para-ticaretinde bile, para, para olarak sahiplerinin bizzat kullanmak istemedikleri sermayelerin, bir elden diğerine aktarılmasını sağlayan feragat senedinden başka bir şey değildir. Bu sermayeler, aktarılmada araç olarak hizmet eden paranın miktarından, oran kabul etmeyecek kadar büyük olabilir; aynı para parçaları, birçok farklı borç vermelere olduğu kadar, birçok farklı satın almalara da ardarda hizmet ederler. Örneğin A, W'ye 1.000 sterlin borç verir ve W bu para ile derhal B'den 1.000 sterlin değerinde mal satın alır. Bu parayı kendisi kullanma olanağı bulunmayan B, aynı para parçalarını X'e borç verir ve o da hemen bu paralarla C'den 1.000 sterlin değerinde mal satın alır. C, aynı şekilde ve aynı nedenle bu paraları Y'ye borç verir ve o da gene bunlarla D'den mal satın alır. Bu şekilde, sikke ya da kağıt, aynı para parçaları birkaç gün içersinde, herbirisi değer olarak, bu parçaların toplamına eşit, üç farklı borç verme ve üç farklı satın almada araç olarak hizmet ederler. Ellerinde para bulunan A, B ve C gibi üç kişinin, borcu olan üç kişiye, W, X ve Y'ye devrettikleri şey, bu satın almaları yapma gücüdür. Bu güç, borcun hem değerini ve hem de kullanımını içerir. Bu üç paralı kimsenin borç verdiği sermayeler, kendisiyle satın alınabilecek malların değerine eşittir, ve satın almaların yapıldığı paranın üç katıdır. Bununla birlikte verilen bu borçlar, farklı borçlular tarafından satın alınan mallar, borcun vadesi geldiğinde, bir kârla birlikte, sikke ya da kağıt para olarak eşit bir değeri geri getirecek şekilde kullanıldığı takdirde tam bir güvenlik altında olabilir. Ve, aynı para parçaları böylece, üç kişiye verilen üç ayrı borcun araçları olarak ya da aynı nedenle, değerlerinin otuz katı tutarında hizmet edebilecekleri gibi, aynı şekilde, ardarda geriye ödeme araçları olarak da hizmet edebilirler." ([An Inquiry into the Nature and Causes ofthe Wealth of Nations, Aberdeen, London 1848, s. 236. -Ed.] Book ll, Chap. IV.)
      Aynı para parçası, dolaşım hızına bağlı olarak çeşitli satın almalar için kullanılabildiğine göre, bunun gibi çeşitli borçlar için de kullanılabilir, çünkü, satın almalar onu bir kimseden bir başka kimseye taşır ve borç, satınalma araya girmeksizin, bir kimseden bir başkasına yapılan aktarmadan başka bir şey değildir. Her satıcı için para, metalarının dönüşmüş biçimini temsil eder. Her değerin sermaye-değer olarak ifade edildiği bugünlerde çeşitli borç vermelerde ardarda çeşitli sermayeleri temsil eder. Bu, yalnızca, paranın ardarda çeşitli meta-değerleri gerçekleştirebileceği şeklindeki daha önceki bir sözün bir başka ifadesidir. Aynı zamanda, para, gerçek sermayelerin kişiden kişiye aktarılması için, dolaşım aracı olarak hizmet eder. Borç verme sözkonusu olduğunda, para, kişiden kişiye, dolaşım aracı olarak geçmez. Borç verenin elinde kaldığı sürece, dolaşım aracı olarak değil, ona ait sermayenin varlık biçimi olarak mevcuttur. Ve o, parayı, bir başkasına borç verirken, bu biçim içersinde aktarır. Eğer A parayı B'ye ve o da C'ye, arada herhangi bir (sayfa 418) satınalma olmaksızın borç vermiş ise, aynı para üç sermayeyi değil, sadece bir sermayeyi -tek bir sermaye-değeri- temsil eder. Onun gerçekten temsil ettiği sermayelerin sayısı, çeşitli meta-sermayelerin değer-biçimi olarak kaç kez işlev yaptığına bağlıdır.
      Adam Smith'in borç vermeler için genel olarak söylediği şeyler, kamunun bankerlere verdiği borçların yalnızca bir başka adı olan mevduat için de geçerlidir. Aynı para parçaları, şu ya da bu sayıda mevduat için araç olarak hizmet edebilir.
      "Bugün A'ya yatırmış olduğunuz 1.000 sterlinlik mevduatın, yarın tekrar kullanılarak B'de bir mevduat olması, hiç kuşkusuz doğrudur. Ertesi günü ise B tarafından tekrar kullanılır ve C'de bir mevduat teşkil edebilir ... ve bu böylece devam edip gider; ve para olarak aynı 1. 000 sterlin böylece, ardarda yapılan transferler ile, mutlak olarak sonsuz bir mevduat toplamı halinde çoğalır. Demek oluyor ki, Birleşik Krallık'taki bütün mevduatın onda-dokuzunun, bunlardan sorumlu bulunan bankerlerin defterlerindeki kayıtlardan öte bir varlığa sahip bulunmamaları pekala olasıdır. ... Böylece, örneğin İskoçya'da, dolaşımdaki para hiç bir zaman 3 milyon sterlini geçmediği halde, bankalardaki mevduatın 27 milyon olduğu tahmin edilmektedir. Bankalardan toplu halde para çekilmediği takdirde aynı 1.000 sterlinin yoluna devam etmesi halinde, aynı kolaylıkla, sonsuz miktarda borcu tasfiye etmesi olasıdır. Perakendeciye olan borcunuzu bugün kapattığınız aynı 1.000 sterlin ile o da yarın tüccara olan borcunu, tüccar da ertesi günü bankaya olan borcunu kapatabilir ve bu böyle sürer gider; böylece aynı 1.000 sterlin, elden ele, bankadan bankaya geçebilir ve akla gelebilecek miktarlarda borcu kapatabilir." (The currency Theory Reviewed, s. 62-63.)
      Bu kredi sisteminde her şeyin çiftleşmesi, üçleşmesi ve yalnızca tasavvurda bulunan bir hayalete dönüşmesi, insanın ensonu somut bir şeyi yakaladığı umuduna kapıldığı "yedek fonda" aynen geçerlidir.
      İngiltere Bankası Guvernörü Mr. Morris'e bir kez daha kulak verelim: "Özel bankaların rezervleri, mevduatlar halinde İngiltere Bankasının elindedir. Bir altın İhracı her şeyden önce İngiltere Bankasının rezervleri üzerinde etkisini gösterir; ama bu, İngiltere Bankasındaki rezervlerinin bir kısmının çekilmesi anlamına da geldiği için, diğer bankaların rezervleri üzerinde de etkili olur. Bu, ülkedeki bütün bankaların rezervleri üzerinde etkisini gösterir." (Commercial Distress, 1847-48, n° 3639, 3642.) Demek ki, en sonunda bu yedek fonlar, İngiltere Bankasının yedek fonu ile kanıp giderler.[4] Bununla birlikte, bu yedek fon da çifte bir varlığa sahiptir. Bankacılık şubesindeki (banking departmant) yedek fon, bankanın, dolaşımdaki banknotların üzerinde ve ötesinde çıkartmakla yetkili bulunduğu banknot fazlalığına eşittir. Banknot çıkartılmasının yasal üst düzeyi 14 milyon sterlin (bunun için külçe rezervine (sayfa 419) gerek yoktur; bu, devletin Bankaya borçlu bulunduğu, yaklaşık meblağdır) artı, Bankanın değerli madenler stoku miktarıdır. Bankanın değerli madenler stoku 14 milyon sterline ulaştığı takdirde, Banka, banknot olarak; 28 milyon sterlin çıkartabilir ve eğer bunun 20 milyon sterlini dolaşımda bulunursa, bankacılık şubesinin (banking department) yedek fonu 8 milyon sterlin olur. Demek ki, 8 milyon değerindeki bu banknot, Bankanın tasarrufundaki yasal banker sermayesi ve aynı zamanda, mevduatları için yedek fondur. Şimdi eğer dışarıya bir altın akışı olur ve Bankadaki değerli maden stoku 6 milyon sterlin azalırsa -bu durum buna eşdeğer sayıda banknotun yokedilmesini gerektirir- bankacılık şubesinin (banking department) yedeği 8 milyon sterlinden 2 milyon sterline düşer. Banka bir yandan faiz oranını epeyce bir miktar yükseltir, öte yandan, bankada mevduatı bulunan başka bankalar ile diğer mevduat sahipleri, Bankada kendi kredilerini içersine alan yedek fonda büyük bir azalma olduğunu görürler. 1857 yılında Londra'daki dört büyük hisseli banka, İngiltere Bankası, 1844 tarihli Banka Yasasını yürürlükten kaldıran bir "hükümet kararı" sağlamadığı takdirde, bütün mevduatlarını çekmekle ve böylece bankacılık şubesini (banking department) iflas ettirmekle bu bankayı tehdit ettiler.[5] Böylece 1847 yılında olduğu gibi bankacılık şubesi, (banking department), bankanın tedavül şubesinin (sayfa 420) (issue department) elinde birkaç milyon (örneğin, 1847'de 8 milyon) bulunduğu halde dolaşımdaki banknotların çevrilebilirliğini garanti edemez duruma gelecektir. Ama bu da gene hayali idi.
      "Bankerlerin kendilerinin hemen gereksinmeleri bulunmayan (mevduatların) büyük bir kısmı, bill brokers'lerin [borsa simsarlarının] eline geçiyor ve bunlar da aldıkları ve avans karşılığı güvence olarak, Londra'da ve ülkenin diğer yerlerinde bulunan kimselere ait zaten iskonto etmiş oldukları ticari senetleri bankerlere veriyorlardı. Banker istenildiğinde bu paranın ödenmesi için bill broker'a karşı sorumlu oluyordu; ve bu gibi işlemler öylesine boyutlara ulaşmıştı ki, Bankanın [İngiltere Bankasının] şimdiki Guvernörü Mr. Neave ifadesinde şöyle diyordu: 'Bir brokerın [simsarın] 5 milyonu olduğunu biliyorduk ve bir başkasının 8 ile 10 milyon arasında bir miktara sahip bulunduğu inancına varmıştık; bir tanesinin 4, bir başkasının 3½ milyonu vardı ve bir üçüncününki 8 milyonun üzerindeydi. Bu söylediklerim broker'lara [simsarlara] verilen mevduatlardır.'" (Report of Committee on Bank Acts, 1857-58, S. 5, Section 8.)
      "Londralı bill broker'lar [borsa simsarları], yaptıkları muazzam ticari işlemleri, hiç bir nakit yedeğe sahip olmaksızın, vadesi gelen poliçelerin ödenmesine ya da çok sıkışmaları halinde, iskonto edilmiş poliçelerin güvencesi karşılığında İngiltere Bankasından avans elde etme gücüne güvenerek yürütüyorlardı." (Ibid., s. Vlll, Section 17.) "Londra'daki iki bill broking [borsa simsarlığı yapan] firması 1847'de ödemeleri durdurdu; daha sonra her ikisi de yeniden işe başladı. 1857'de her ikisi de tekrar ödemeleri durdurdu. Bir firmanın 1847'deki borç toplamı yuvarlak hesap 2.683.000 sterlin, sermayesi ise 180.000 sterlin idi; aynı firmanın 1857'deki borç toplamı 5.300.000 sterlin ve sermayesi belki de 1847'dekinin dörtte-biri kadardı. Öteki firmanın borç toplamı, ödemeyi durdurduğu her dönemde 3.000.000 ile 4.000.000 sterlin arasındaydı, sermayesi ise ancak 45.000 sterlin kadardı." (Ibid., s. XXl, Section 52.) (sayfa 421)



OTUZUNCU BÖLÜM
PARA-SERMAYE VE GERÇEK SERMAYE
I



      KREDİ sistemi ile ilgili olarak şimdi yaklaşmakta olduğumuz güç sorunlar şunlardır:
      Birincisi : Gerçek para-sermayenin birikimi. Bu, ne ölçüde gerçek bir sermaye birikiminin, yani genişlemiş ölçekte yeniden-üretimin bir göstergesidir ve ne ölçüde değildir? Sermaye bolluğu denilen şey -yalnız faiz getiren sermaye, yani para getiren sermaye ile ilgili olarak kullanılan bir ifade- yalnızca sınai aşırı-üretimi ifade etmenin özel bir şekli midir, yoksa onun yanı sıra apayrı bir görüngü mü oluşturur? Bu bolluk ya da para-sermaye arzındaki bu fazlalık, durgunlaşmış para kitlelerinin (külçe, altın sikke ve banknotlar) varolması ile aynı zamana mı rastlıyor, ve böylece bu aşırı para bolluğu, borç sermaye bolluğunun bir ifadesi ve dışsal bir biçimi mi oluyor?
      İkincisi: Para kıtlığı, yani borç sermaye yokluğu, gerçek sermaye (meta sermaye ve üretken sermaye) kıtlığını ne ölçüde ifade eder? Ve bu, öte yandan, para olarak para kıtlığı ve dolaşım aracı kıtlığı ile ne ölçüde aynı zamana raslar?
      Para-sermayenin ve genellikle para-servetin buraya kadar gözden geçirdiğimiz kendine özgü birikim biçimi, ensonu, emek üzerinde (sayfa 422) mülkiyet hakkı birikimi şeklini almış bulunuyor. Ulusal borç sermayesinin birikimi, yalnızca, vergi gelirinin belli bir kısmı üzerinde kesin bir hak ayrıcalığına sahip bulunan devlet alacakları sınıfında bir artış olduğu anlamını taşıdığını ortaya koymuştu.[
6] Bu olgular aracılığıyla böylece, borçlardaki bir birikim bile bir sermaye birikimi gibi görünebilir ve kredi sisteminde yeralan çarpıklığın ulaştığı boyutlar gözle görülür duruma gelir. Aslında borç alınan ve çoktan harcanmış bulunan sermaye için verilen bu borç senetleri, tüketilmiş bulunan sermayenin bu kağıttan kopyaları, bunları ellerinde bulunduranlar için, sanki bunlar satılabilir ve dolayısıyla da ve tekrar sermayeye çevrilebilir metalarmış gibi sermaye olarak hizmet ederler.
      Toplum hizmetleri, demiryolları, madenler, vb., üzerindeki mülkiyet hakları, aslında, gördüğümüz gibi, gerçek sermaye üzerinde mülkiyet hakkıdır. Ama bu mülkiyet hakları, bu sermayeyi bir kimsenin tasarrufu altına sokmaz. Bu sermaye geri çekilemez. Bu haklar, yalnızca, bu sermaye tarafından üretilecek artı-değerin bir kısmı üzerinde yasal haklar sağlar. Bu haklar da gene, gerçek sermayenin kağıt üzerindeki bir kopyası halini alırlar; sanki bir mala ait yükleme belgeleri, yüklenilen maldan bağımsız, ve onunla eşzamanlı ayrı bir değere sahip bulunabilirmiş gibi. Bunlar, mevcut olmayan bir sermayeyi nominal olarak temsil eder hale gelirler. Çünkü, gerçek sermaye, bunlarla yanyana bulunur ve bu kopyaların bir kimseden bir başka kimseye aktarılması ile el değiştirmiş olmaz. Bunlar, yalnız belli bir geliri garanti ettikleri için değil, satışları yoluyla, sermaye-değerler olarak karşılıklarının elde edilebilmesi nedeniyle de faiz getiren sermaye biçimine girerler. Bu hakların birikmesi, demiryollarında, madenlerde, buharlı gemilerde, vb. bir birikmeyi ne ölçüde ifade ederse, fiili yeniden-üretim sürecindeki genişlemeyi de aynı ölçüde ifade eder; tıpkı örneğin taşınabilir mallarla ilgili bir vergi listesindeki büyümenin, bu mallardaki büyümeyi göstermesi gibi. Metalar gibi alım-satım işlemlerinin konusu olan ve dolayısıyla sermaye-değerler gibi dolaşabilen kağıt üzerindeki bu kopyalar, bu nitelikleriyle hayalidirler, ve değerleri, temsil ettikleri gerçek sermayenin değerinin hareketinden tamamen bağımsız olarak düşebilir ya da yükselebilir. Bunların değerleri, yani Borsadaki fiyatları, zorunlu olarak, faiz oranındaki bir düşmeyle -para-sermayenin kendine özgü hareketlerinden bağımsız olarak bu düşme, sırf kâr oranındaki bir düşme eğiliminden ileri geldiği ölçüde- bir yükselme eğilimine sahiptir; bu nedenle bu hayali servet, başka (sayfa 423) bir neden olmasa bile kapitalist üretim sırasında, başlangıçta özgül nominal değerin her bir parçası için ifade edilen değere bağlı olarak genişler.[7]
      Bu değerli senetlerin fiyatlarındaki dalgalanmalar yoluyla elde edilen kazançlar ya da uğranılan kayıplar, ve bunların demiryolları krallarının, vb. elinde toplanması, öz ve nitelikleri gereği gitgide daha fazla bir kumar konusu haline gelir, ve sermaye, servet elde etmenin asıl yöntemi olarak, emeğin yerini alıyormuş gibi görünür ve aynı zamanda, açık şiddetin yerine geçer. Bu tür sanal para-servet, yalnız özel kimselerin para- servetlerinin değil, daha önce de belirttiğimiz gibi, banker sermayesinin de çok önemli bir kısmını oluşturur.
      Bu sorunu kısa yoldan çözümlemek için, şunu belirtelim ki, para- sermaye birikimi ile, servetin, bir yandan özel para-kapitalistleri ve öte yandan devlet, topluluklar ve parayı borç alan ve yeniden üretenler arasında aracılık eden bankerlerin (meslekleri borç para vermek olan kimselerin) elinde birikmesi de kastedilebilir. Çünkü, kredi sistemindeki uçsuz bucaksız genişleme, ve genellikle bütün kredi, kendi özel sermayeleri gibi bunlar tarafından sömürülür. Bu adamlar daima sermayeye ve para-biçiminde gelire ya da para üzerinde doğrudan doğruya bir hakka sahiptirler. Bu sınıfın servet birikimi, gerçek birikimden tamamen farklı bir biçimde olabilir, ama ne olursa olsun bu, bu sınıfın, gerçek birikimin büyük bir kısmını cebe indirdiğini tanıtlar.
      Önümüzdeki sorunun ölçeğini küçültelim. Devlet tahvilleri, hisse senetleri ve her türden diğer senet ve tahviller gibi, borç verilen sermaye için -faiz getirmek üzere ayrılan sermaye için- yatırım alanlarıdır. Bunlar, bu tür sermayenin borç verildiği biçimlerdir. Ama bunların kendileri, kendilerine yatırılmış bulunan borç sermayesi değillerdir. Öte yandan, kredi sisteminin yeniden-üretim sürecinde doğrudan doğruya rol oynadığı ölçüde, sanayicilerin ya da tüccarların, bir senedi iskonto ettirmek ya da borç almak istedikleri zaman gereksinme duydukları şey, ne hisse senedidir ne de devlet tahvili. Onun istediği şey paradır. Bunun için, başka türlü para bulamayınca bu tahvilleri ya rehine koyar ya da satar. Bizim burada ele almak durumunda olduğumuz da işte bu borç sermayesinin birikimidir ve özellikle de, borç verilebilir para-sermayenin birikimidir. Biz, burada, binaların, makinelerin ya da diğer sabit sermayenin borç verilmesi üzerinde durmuyoruz. Sanayiciler ile tüccarların, metalar şeklinde ve yeniden-üretim sürecinin sınırları içersinde birbirlerine verdikleri avanslarla da ilgilenmiyoruz; oysa bu noktayı da önce daha ayrıntılı olarak incelememiz gerekir. Biz burada yalnızca, bankerlerin (sayfa 424) aracı olarak sanayicilere ve tüccarlara verdikleri para-borçlarla ilgileniyoruz.




      Önce, ticari krediyi, yani yeniden-üretim sürecinde iş gören kapitalistlerin birbirlerine verdikleri krediyi tahlil ederek işe başlayalım. Bu, kredi sisteminin temelini teşkil eder. Bu, bir poliçe ile belli bir ödeme vadesi olan bir borç senedi ile, yani ertelemeli bir ödeme belgesi ile temsil edilir. Herkes birbirine kredi verir , birbirinden kredi alır. Şimdilik büsbütün ayrı bir alan olan banker kredisini bir yana bırakalım. Bu poliçeler, tüccarların kendi aralarında birbirlerine ciro edilerek -iskonto ettirilmeksizin- ödeme aracı olarak dolaştığı sürece ve ölçüde, sırf bir alacağın A'dan B'ye transferidir ve görünüşü hiç bir biçimde değiştirmez. Yalnızca, bir kimse yerine bir başkası geçer. Ve bu anlamda, borçların ödenmesi bile, para araya girmeksizin yapılabilir. Örneğin, iplikçi A, pamuk simsarı B'ye ve bu da ithalatçı C'ye bir senet ödemek zorundadır. Şimdi eğer, çoğu kez olduğu gibi C aynı zamanda iplik ihraç ediyorsa, A'dan poliçe ile iplik alabilir ve iplikçi A, simsar B'ye, simsarın C'den ödeme şeklinde aldığı kendi senedi ile ödemede bulunabilir. Olsa olsa, bir bakiyenin para olarak ödenmesi gerekecektir. Demek ki bütün işlem, pamuk ile ipliğin değiştirilmesinden ibaret olur. İhracatçı yalnız iplikçiyi ve pamuk simsarı, pamuk üreticisini temsil eder.
      Bu tamamen ticari kredi devresinde, iki şeyi dikkate almak gerekir.
      Birincisi: Bu karşılıklı alacakların tasfiyesi, sermayenin geriye akışına, yani yalnızca ertelenmiş bulunan M-P hareketine bağlıdır. İplikçi eğer pamuklu mallar yapımcısından poliçe almış ise, yapımcı, bu ödemeyi ancak, piyasadaki pamuklu malları o arada satılmış ise yapabilir. Eğer tahıl spekülatörü aracısına bir poliçe çekmiş ise, aracı bu parayı, tahılın o arada umulan fiyatla satılmış olması halinde ödeyebilir. Bu ödemeler demek ki, yeniden-üretimin, yani üretim ve tüketim süreçlerinin akıcılığına bağlıdır. Ama, krediler karşılıklı olduğu için birinin ödenmesi ötekinin ödenmesine bağlıdır; çünkü, poliçe çekerken taraflardan birisi, ya kendi işindeki sermayenin geriye akışını ya da o arada poliçesinin vadesi gelecek bir üçüncü şahsın kendi işindeki sermayenin geriye dönüşünü hesaba katmıştır. Sermayenin geriye akışının gecikmesi halinde, senetlerini karşılayabilmek için, sermayenin beklenen geriye akışı dışında ödemeler, ancak poliçeyi çeken kimsenin tasarrufundaki yedek sermaye aracılığı ile yapılabilir.
      İkincisi: Bu kredi sistemi, nakit ödemeler zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Her şeyden önce, giderlerin büyük bir kısmının, sözgelimi, ücretlerin, vergilerin, vb. daima nakit olarak ödenmesi gerekir. Ayrıca, C'den nakit ödeme yerine poliçe alan kapitalist B, bu poliçenin vadesi gelmeden önce, D'ye vadesi dolmuş bulunan kendi poliçesini ödemek zorunda da olabilir ve bu durumda elinde nakit parası olması gerekir. (sayfa 425) Yukarda varsayıldığı gibi tam bir yeniden-üretim devresi, yani pamuk ekicisinden pamuk iplikçisine ve geriye doğru olan devre, ancak bir istisna olabilir; bu devre, birçok noktalarda sürekli kesintiye uğrayacaktır. Yeniden-üretim sürecinin irdelenmesinde görmüş olduğumuz gibi (İkinci Kitap, Üçüncü Kısım) değişmeyen sermaye üreticileri, değişmeyen sermayeyi kısmen kendi aralarında değiştirirler. Bunun sonucu, poliçeler azçok birbirlerini karşılamış olurlar. Bunun gibi, yükselmekte olan üretim çizgisi üzerinde de, pamuk simsarı pamuk iplikçisine, iplikçi, pamuklu mal yapımcısına, fabrikatör ihracatçıya, ihracatçı -belki gene de pamuk- ithalatçıya poliçe çeker. Ama bu alışverişlerin yaptığı devre, ve dolayısıyla alacaklar dizisinin dönüşü aynı zamana denk gelmez. Örneğin, iplikçinin dokumacıdan olan alacağı, kömür tüccarının makina yapımcısından olan alacağı ile tasfiye edilemez. Çünkü iplikçinin, kendi işinde, makine yapımcısından herhangi bir karşı-alacağı olamaz, çünkü, ürünü olan iplik hiç bir zaman, makina yapımcısının yeniden-üretim sürecine bir öğe olarak girmez. Bu yüzden bu gibi alacakların parayla tasfiyesi gerekir.
      Bu ticari kredinin sınırları, kendi başlarına düşünüldüğünde şunlardır: 1) sanayiciler ile tüccarların serveti, yani geriye dönüşlerin gecikmesi halinde, yedek sermaye üzerindeki komuta gücü; 2) bu dönüşlerin kendileri. Bu geriye ödemeler geciktirilebilir ya da metaların fiyatları bu arada düşebilir veya durgun bir piyasa yüzünden metalar geçici olarak satılamaz hale gelebilir. Poliçelerin vadeleri ne denli uzun olursa, yedek sermayenin de o denli büyük olması gerekir, ve fiyatlarda bir düşme ya da piyasadaki aşırı yığılma nedeniyle, geriye dönüşlerdeki azalma ya da gecikme olasılığı o denli büyük olur. Ve üstelik, başlangıçta yapılan alış-verişler, meta-fiyatlarındaki yükselme ya da düşme üzerine oynanan spekülasyona ne denli fazla dayandırılmış ise dönüşler o denli az güvenli olur. Ama şurası da açıktır ki, emeğin üretkenlik gücünde ve dolayısıyla geniş-ölçekli üretimdeki gelişmeyle birlikte: 1) piyasalar genişler ve üretim alanından daha uzak hale gelir; 2) dolayısıyla kredilerin de uzatılması gerekir; 3) spekülatif öğe böylece, gitgide daha fazla, ticari işlemlere egemen hale gelir. Geniş ölçekte ve uzak piyasalar için yapılan üretim, toplam ürünü ticaretin ellerine teslim eder; ne var ki, bir ulusun sermayesinin, ticaretin, tüm ulusal ürünü kendi sermayesiyle satın alabilecek ve sonra da satacak biçimde, kendini iki katına çıkartması olanaksızdır. Kredi, bu yüzden burada vazgeçilmez bir şeydir; bu kredinin hacmi, üretimin değerinin hacmindeki büyüme ile büyüdüğü gibi, vadesi de, piyasaların artan uzaklıkları ile birlikte uzar. Burada karşılıklı bir etki sözkonusudur. Üretim sürecindeki gelişme krediyi genişletir ve kredi de, sınai ve ticari işlemlerin genişlemesine yolaçar.
      Bu krediyi, banker kredisinden ayrılmış olarak incelediğimiz zaman (sayfa 426) bunun, sanayi sermayesinin kendi hacmindeki artış ile birlikte büyüdüğü açıktır. Borç sermayesi ile sanayi sermayesi burada özdeştir. Borç verilen sermaye, ya nihai bireysel tüketim ya da üretken sermayenin değişmeyen öğelerinin yerine konulması için ayrılan meta-sermayedir. Burada borç sermayesi olarak görünen şey, daima, yeniden-üretim sürecinin belli bir evresinde mevcut bulunan, ama satınalma ve satış aracılığı ile bir kimseden bir başkasına geçtiği halde, eşdeğeri, satın alan tarafından ilerdeki belirlenen bir tarihe kadar ödenmeyen sermayedir. Örneğin pamuk, iplikçiye, iplik, pamuklu mallar yapımcısına, pamuklular, tüccara bir poliçe karşılığında transfer edilir; bu mallar tüccarın elinden ihracatçıya ihracatçıdan da Hindistan'daki bir tüccara poliçe karşılığında aktarılır ve bu tüccar da pamukluları satarak yerine indigo, vb. satın alır. Bu elden ele geçiş sırasında, pamuğun, pamuklu mallara dönüşümü gerçekleştirilir ve pamuklular da en sonunda Hindistan'a ihraç edilir ve indigo ile değiştirilerek bu indigo Avrupa'ya sevkedilir ve tekrar yeniden-üretim sürecine girer. Yeniden-üretim sürecinin çeşitli evreleri burada, iplikçi pamuğa, pamuklu mallar fabrikatörü ipliğe, tüccar pamuklu mallara, vb., herhangi bir ödeme yapmaksızın kredi ile gerçekleştirilmiştir. Sürecin ilk aşamalarında meta, pamuk, çeşitli üretim evrelerinden geçer ve bu geçişi kredi sağlar. Ama, pamuk, üretim sürecinde meta olarak son şeklini alır almaz, aynı meta-sermaye, ancak, onun uzak pazarlara taşınmasını sağlayan çeşitli tüccarların ellerinden geçer ve bunlardan sonuncusu, ensonu bu metaları tüketicilere satar ve bunların yerine başka metalar satın alır; bu metalar da ya tüketilir ya da yeniden-üretim sürecine girer. Öyleyse burada iki aşama arasında bir ayrım yapmak gerekiyor: birinci aşamada kredi, aynı nesnenin üretiminde fiili ardarda evreleri başlatıyor; ikincisinde kredi yalnızca o nesnenin bir tüccardan diğerine taşınmasını da içeren transfer işlemini, başka bir deyişle M-P sürecini gerçekleştiriyor. Ne var ki burada da meta gene hiç değilse dolaşım sürecinde, yani yeniden-üretim sürecinin bir evresindedir.
      Buradan şu sonuç çıkıyor ki, burada borç verilen sermaye, hiç bir zaman atıl sermaye olmayıp, sahibinin elinde biçimini değiştirmek zorunda olan sermayedir; sahibi için o yalnızca meta-sermaye biçiminde, yani tekrar dönüştürülmesi zorunlu bir biçimde, ilk adımda en azından paraya çevrilmesi gereken sermaye biçiminde bulunur. Demek oluyor ki, burada kredinin başlatıp gerçekleştirdiği şey metaların başkalaşımıdır; yalnız M-P değil, aynı zamanda P-M ve fiili üretim sürecidir. Yeniden üretken devre içersindeki büyük bir kredi miktarı (banker kredisi dışında), borç verilmeye hazır durumda bekleyen ve kârlı yatırım arayan büyük bir atıl sermaye olduğu anlamına gelmez. Bu daha çok, yeniden- üretim sürecinde, daha çok sermaye kullanıldığı anlamına gelir. Kredi, demek ki, burada, 1) sanayi kapitalistlerini ilgilendirdiği kadarıyla, sanayi sermayesinin bir evreden diğerine geçişini, birbiriyle ilgili ve birbirine yakın üretim alanlarının bağlantısını; 2) tüccarları ilgilendirdiği kadarıyla, (sayfa 427) metaların, para karşılığında kesin satışlarına ya da başlıca metalarla değiştirilmelerine kadar, bir kimseden bir başkasına taşınmasını ve geçişini sağlar.
      Azami kredi burada, sanayi sermayesinin tam istihdamı ile özdeştir, yani tüketim sınırları dikkate alınmaksızın, yeniden üretken gücünün en üst düzeyde harcanması demektir. Bu tüketimin sınırları, yeniden-üretim sürecinin kendi çabalarıyla genişletilir. Bir yandan bu, emekçilerle kapitalistlerin gelirlerinde tüketimi artırır, öte yandan da, üretken tüketim çabalarıyla özdeştir.
      Yeniden-üretim süreci sürekli olduğu, ve dolayısıyla geriye akış güven altına alındığı sürece, bu kredi vardır ve genişler, ve genişlemesi, yeniden-üretim sürecinin kendisindeki genişlemeye dayanır. Geriye dönüşlerdeki gecikmeler, aşırı dolu piyasalar ya da düşen fiyatlar sonucu, yeniden-üretim sürecinde bir duraklama olur olmaz, sanayi sermayesinde aşırı bir bolluk görülür, ama işlevlerini yerine getiremeyecek bir biçim içersindedir. Muazzam miktarlarda meta-sermaye vardır ama, satılamaz durumdadır. Muazzam miktarda sabit sermaye vardır, ama yeniden-üretim sürecindeki tıkanıklık nedeniyle çoğu kullanılmaz durumdadır. Kredi, 1) bu sermaye boş kaldığı, yani yeniden-üretim evrelerinden bir tanesinin içersinde hapsedildiği, başkalaşımlarını tamamlayamadığı için; 2) yeniden-üretim sürecinin sürekliliğine olan güven sarsıldığı için; 3) bu ticari krediye olan talep azaldığı için, daralır. Üretimini kısan ve deposunda bir yığın satılmamış iplik bulunan iplikçi, krediyle pamuk satınalma gereksinmesi duymaz; elinde gereğinden fazla mal bulunan tüccar, krediyle başka meta alacak durumda değildir.
      Dolayısıyla, yeniden-üretim sürecindeki bu genişlemede ya da hatta normal akışta bir bozukluk olunca kredi de kıtlaşıyor; kredi ile meta elde etmek güçleşiyor. Bununla birlikte, nakit ödeme talebi ile, kredili satışlara karşı gösterilen titizlik, bir çöküşü izleyen sanayi çevrimi evresinin özellikleridir. Bizzat kriz sırasında, herkesin elinde ürün bulunduğu, bunları satamadığı, ama ödemeleri karşılayabilmek için satmak zorunda olduğundan, kredi kıtlığının en üst düzeye ulaştığı (ve bu nedenle banker kredisine ait iskonto oranının en yüksek olduğu) sırada, en büyük miktarlarda bulunan, atıl ya da yatırım arayan sermaye kitleleri değil, daha çok, kendi yeniden-üretim sürecinde engellenmiş bulunan sermaye kitlesidir. O sırada yatırılmış bulunan sermaye, yeniden-üretim süreci tıkandığı için, büyük kitleler halinde gerçekten atıl durumdadır. Fabrikalar kapanır, hammaddeler yığılır, son şeklini almış ürünler, metalar olarak piyasayı kaplar. İşte bu nedenle, bu gibi durumlarda, suçu, üretken sermaye kıtlığına yüklemek son derece yanlıştır. Kısmen, normal ama geçici olarak küçülmüş ölçekte yeniden-üretim sürecine, ve kısmen de, felce uğramış tüketime oranla, üretken sermayedeki aşırı bolluk, asıl bu gibi zamanlarda sözkonusudur.
      Bütün toplumun yalnız sanayi kapitalistleri ile ücretli işçilerden (sayfa 428) oluştuğunu kabul edelim. Ayrıca, toplam sermayenin büyük bir kısmının, ortalama oranlarında kendilerini yerine koymaktan alıkoyan ve özellikle kredi ile gelişmiş bulunan tüm yeniden-üretim sürecinin genel iç bağıntıları nedeniyle her zaman geçici nitelikte genel bir duraklamayı davet eden fiyat dalgalanmalarını da dikkate almayalım. Kredi sisteminin uygun bir ortam sağladığı, hileli alışverişlerle spekülasyonları da bir yana bırakalım. Bu durumda bir bunalım, ancak ekonominin çeşitli kollarındaki üretimde görülen orantısızlığın, ve kapitalistlerin tüketimi ile birikimleri arasındaki orantısızlığın bir sonucu olarak açıklanabilirdi. Ama, görüldüğü gibi, üretime yatırılmış bulunan sermayenin yerine konması, geniş ölçüde, üretken olmayan sınıfların tüketim gücüne bağlı bulunuyor; oysa işçilerin tüketim gücü kısmen ücretler yasası ile, kısmen de, bunların kapitalist sınıf tarafından kârlı bir biçimde çalıştırılabildiği sürece kullanılmaları olgusu ile sınırlıdır. Bütün gerçek bunalımların son nedeni, daima kapitalist üretimin üretici güçleri sanki yalnız toplumun mutlak tüketim gücü bu güçlerin sınırını teşkil edermişçesine geliştirme çabasına zıt olarak, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir.
      Hiç değilse gelişmiş kapitalist uluslar arasında gerçek bir üretken sermaye kıtlığından, ancak, bellibaşlı besin maddelerinde ya da bellibaşlı sanayi hammaddelerinde genel bir kötü ürün zamanlarında sözedilebilir.
      Ne var ki bu ticari krediye ek olarak önümüzde bir de gerçek para kredi bulunmakta. Sanayiciler ile tüccarların aralarında alıp verdikleri avanslar, bunlara bankerler ve borç para verenlerin yaptıkları para avanslarla birbirine karışmış durumdadır. Poliçe iskontolarında avans yalnızca nominaldir. Fabrikatör ürününü, poliçe karşılığı satar ve bunu bir bill broker'a [simsara] kırdırır. Gerçekte, simsarın verdiği avans, bankerden sağladığı kredidir ve banker de bu parayı simsara, mevduat sahiplerinin para-sermayesinden vermiştir. Bu mevduat sahipleri, sanayi kapitalistleri ile tüccarların kendilerinden ve (tasarruf bankaları aracılığı ile) işçilerden - ayrıca, toprak rantı alanlardan ve öteki üretken olmayan sınıflardan ibarettir. Böylece, bir bireysel sanayici fabrikatör ve tüccar, büyük bir yedek fon bulundurmak ve kendisine yapılacak fiili ödemelere bağlı kalmak zorunluluğundan kurtulmuş olur. Öte yandan, kısmen poliçe dalavereleri, kısmen de sırf poliçe icadetmek için yapılan meta alışverişi ile bütün süreç öylesine karmaşık hale gelir ki, geriye ödemelerin gerçekte uzun zaman sonra ve ancak, kısmen dolandırılan para-ikrazcılarının ve kısmen de dolandırılan üreticilerin sırtında yapıldığı hallerde bile, geriye ödemelerin düzenli olduğu çok kârlı bir iş görüntüsü uzun süre devam eder. Böylece işler daima, çöküşün tam arifesinde, neredeyse fazlasıyla sağlıklı bir görünüştedir. Bunun en iyi kanıtını örneğin, 1857 ve 1858 tarihli Banka Yasaları üzerine Raporlar vermektedirler. Bu raporlarda, 1857 Ağustosunda bunalımın patlak vermesinden yalnızca bir ay önce, bütün banka müdürlerinin, tüccarların, (sayfa 429) kısacası başlarında Lord Overstone olmak üzere davet edilen bütün uzmanların, gönenç, ve işlerdeki sağlıklı durum nedeniyle birbirlerini kutladıkları görülmektedir. Ve ne gariptir ki, Tooke, History of Prices adlı yapıtında, bunalımlarla ilgili bir tarihçi olarak bu hayali görünüşe bir kez daha aldanmaktadır. Birdenbire patlak veren çöküşe kadar işler daima tepeden tırnağa sağlıklı, ve kampanya bütün hızıyla devam etmektedir.




      Şimdi, para-sermaye birikimine bir kez daha geri dönüyoruz. Borç verilebilir sermayedeki her büyüme, gerçek bir sermaye birikimini ya da yeniden-üretim sürecindeki bir genişlemeyi göstermez. Bu, büyük miktarlarda borç sermayesinin bomboş kaldığı, bir bunalımı hemen izleyen sanayi çevrimi evresinde çok açık duruma gelir. Üretim sürecinin daraldığı (1847 bunalımından sonra, İngiliz sanayi bölgelerinde üretim üçte-bir azalmıştı), meta-fiyatlarının en alt düzeye indiği, girişim ruhunun felce uğradığı bu gibi zamanlarda faiz oranı düşüktür ve burada o, tam da sanayi sermayesindeki daralışın, ve iş görememenin bir sonucu olarak borç verilebilir sermayedeki artıştan fazla bir şeyi ifade etmez. Meta-fiyatları düştüğü, alışveriş sayısı azaldığı ve ücretlere yatırılan sermaye eksildiği zaman, daha az miktarda dolaşım aracına gereksinme bulunacağı apaçıktır; öte yandan, dış borçlar, ya altın ihracıyla ya da iflasların sonucu olarak tasfiye edildikten sonra, dünya-parası olarak işlev yapmak üzere ek bir paraya da gereksinme olmayacaktır; en sonu, poliçe iskontosu ile ilişkili işlerin hacmi, poliçelerin kendi sayılarındaki ve büyüklüklerindeki azalma ile orantılı olarak küçülecektir. Şu halde, dolaşım aracı ya da ödeme aracı olarak iş görecek olan borç verilebilir para-sermayeye olan talep (yeni sermaye yatırımı hala konu-dışıdır) azalacak ve dolayısıyla bu sermaye nispeten bollaşacaktır. Bu gibi koşullar altında, ne var ki, borç verilebilir sermaye arzı da, daha ilerde göreceğimiz gibi artacaktır.
      İşte bu yüzden, 1847 bunalımından sonra, durum, "alışverişlerde bir daralma ve büyük bir aşırı para bolluğu", (Commercial Distress, 1847-48, Evidence, n° 1664) sözleriyle nitelendiriliyordu. Faiz oranı, "ticaretin neredeyse büsbütün yokedilmesi ve paranın kullanılması ile ilgili yolların neredeyse büsbütün ortadan kalkması" nedeniyle çok düşüktü (loc. cit., s. 45, Liverpool Krallık Bankası müdürü Hodgson'un ifadesi). Bu olguları açıklamak için bu bayların uydurdukları saçmalıklar (üstelik Hodgson bunların en iyilerinden biriydi) şu satırlardan görülebilir: "Bunalım" (1847) "ülkede, kısmen dünyanın her yerinden yapılan ithalat için altın olarak ödemede bulunmak zorunluluğunun kısmen de dolaşan sermayenin (floating capital) sabit sermaye içersinde erimesinin yolaçtığı, para-sermayedeki gerçek bir azalmadan doğmuştur." [l.c., 39.] Dolaşan sermayenin sabit sermayeye çevrilmesinin, nasıl olup da bir ülkedeki para-sermayeyi azalttığını anlamak olanaksızdır. Çünkü, demiryolları (sayfa 430) örneğinde, yani o sırada sermayenin bellibaşlı yatırıldığı bu alanda, köprüler ve raylar için ne altın ne de kağıt para kullanılmıştı, ve demiryolu hisse senetlerine yatırılan para, sırf ödemeler şeklinde yatırılmış bulunması ölçüsünde, bankalara yatırılan diğer paraların yerine getirdiği işlevlerin tamamen aynısını yerine getirmiş ve hatta yukarda gösterildiği gibi, borç verilebilir para-sermaye miktarını geçici olarak artırmıştır bile; ama, yapım işleri için fiilen harcanması ölçüsünde, ülke içersinde, satınalma ve ödeme aracı olarak dolaşımda bulunmuştur. Ancak sabit sermayenin ihraç edilememesi ölçüsünde ve bu olanaksızlık karşısında, ihraç edilen mallar karşılığında yapılan geriye ödemelerden sağlanan sermaye -nakit ya da külçe olarak yapılan geriye ödemeler de dahil- hesap-dışı kalır ve ancak bu ölçüde para-sermaye etkilenebilir. Ne var ki o sırada İngiliz ihraç malları da dış piyasalarda dağlar gibi yığılmıştı ve satılamıyordu. Kendi normal iş sermayelerinin bir kısmını demiryolları hisse senetlerine bağlayan ve bu yüzden de işlerini yürütmek için borç sermayeye muhtaç hale gelen Manchester'li tüccarlar ile fabrikatörlerin floating capital'ları gerçekten de sabit hale gelmişti ve bunlar bunun sonuçlarına katlanmak zorunda kalmışlardı. Ama bunlar, işlerine ait olup da oradan çektikleri sermayeyi, demiryolu yerine diyelim ki madenlere yatırmış olsalardı -demir, kömür, bakır gibi madencilik ürünlerinin kendileri floating capital olduğu halde- durum gene aynı olurdu. Kötü bir ürün yılı, hububat ithali ve altın ihracı nedeniyle, mevcut para-sermayedeki fiili azalma, hiç kuşkusuz, demiryolu sahtekarlığı ile hiç bir ilişkisi bulunmayan bir olguydu. -"Ticari sermayelerinin bir kısmını demiryolları için çekmeleri nedeniyle ... hemen bütün ticari firmalar, işlerini azçok sermaye kıtlığı ile karşı karşıya bıraktılar."- "Ticari firmaların demiryollarına yaptıkları büyük ölçüdeki borç vermeler [loc. cit., s. 42] bunları ... senetlerini iskonto ettirmek ve böylece ticari işlemlerini yürütmek için bankalara çok fazla yüklenmek zorunda bıraktı" (aynı Hodgson'un sözleri, l.c., s. 67). "Demiryolu spekülasyonları sonucu Manchester'de muazzam zararlara uğranıldı." (R. Gardner, daha önce, Buch I, Kap. XIII, 3. c'de ve başka birkaç yerde de anılmıştı; ifade n° 4884, loc. cit.)
      1847 bunalımının belli başlı nedenlerinden biri, piyasaların mallarla dolup taşması ve Doğu Hindistan'da yapılan meta ticaretiyle ilgili inanılmaz sahtekarlıktı. Ama, bu alanda iş yapan çok zengin firmaları bile iflas ettiren başka nedenler de vardı: "Bunların büyük olanakları vardı ama, hazır, elaltında değildi. Sermayelerin hepsi, Mauritius'daki çiftliklerde, indigo fabrikalarında ya da şeker fabrikalarında bağlanmış durumdaydı. 500.000-600.000 sterline kadar büyük borçlara giren firmaların elinde senetlerini ödeyecek hazır kıymetleri yoktu, ve en sonunda, senetlerini ödemek için tamamen kredilerine dayanmak zorunda bulundukları (sayfa 431) gerçeği ortaya çıktı." (Ch. Turner, Liverpool'da büyük bir Doğu-Hint tüccarı n° 730, loc. cit.) Ayrıca bkz: Gardner (n° 4872, loc. cit.): "Çin ile yapılan ticaret anlaşmasından hemen sonra, ülkemiz için, Çin ile yapılan ticaretimizde büyük bir genişleme olacağı konusunda öylesine büyük bir umut belirdi ki, özellikle Çin piyasası için alınan türden kumaşların yapımı için, sırf bu ticaret gözönünde bulundurularak büyük kumaş fabrikaları kuruldu, ve eski fabrikalarımız da bütün bunlara eklenmiş oldu." -"4874. Peki bu ticaretin sonu ne oldu? - Neredeyse tarife sığmaz büyük bir felaket; 1844 ile 1845'te Çin'e yapılan tüm sevkiyatın üçte-ikisinden fazlasının hiç bir zaman geriye ödendiğini hiç sanmıyorum; geriye yapılacak ödemeler için çayın bellibaşlı meta olması ve zaten kendisine gereksinme bulunması sonucu, biz fabrikatörler, çaydan alınan gümrükte yapılacak büyük bir indirime güvenmiştik." - Ve ardından, İngiliz fabrikatörlerinin pek bönce ifade edilen amentüleri geliyor: "Bizim dış piyasa ile olan ticaretimizin hiç biri, onların mal satınalma güçleri ile sınırlı değildir ama, bizim mallarımız karşılığında onlardan aldığımız şeyleri tüketebilme olanaklarımızla sınırlıdır." (İngilizlerin ticaret yaptıkları nispeten yoksul ülkeler hiç kuşkusuz ne miktarda olursa olsun İngiliz mallarının karşılığını ödüyor ve tüketiyordu ama ne yazık ki zengin İngiltere, karşılık olarak gönderilen ürünleri yutamıyordu.) - "4876. İlk partide bazı mallar gönderdim ve bu mallar yaklaşık yüzde 15 zararına satıldı; aracılarımın satın alacağı çay fiyatının, bu ülkede o açığı kapatacak kadar büyük bir kâr sağlayacağına tam bir güvenim vardı, oysa ... kâr sağlamak şöyle dursun, bazı hallerde yüzde 25 ve yüzde 50'ye kadar zarar ettim." - "4877. Fabrikatörler genellikle kendi hesaplarına mı ihracat yaparlardı? - Esas olarak; bence tüccarlar çok geçmeden bu işlerin yararlı olmadığını gördüler ve kendileri doğrudan doğruya ilgileneceklerine, fabrikatörleri sevkiyat yapmaya teşvik ettiler." - Öte yandan 1857'de, zararlar ile başarısızlıklar geniş ölçüde tüccarlara yüklendi, çünkü fabrikatörler, dış piyasaları malla doldurma görevini "kendi hesaplarına" onların üzerine yıktılar.




      Bankacılıktaki genişleme karşısında (1857'yi hemen izleyen birkaç yıl içersinde, kapitalist çiftçilerin mevduatlarının dört katına çıktığını gösteren, aşağıdaki İpswich örneğine bakınız), daha önce özel yığma ya da yedek sikke olarak bulunan paranın, belli bir süre için daima borç verilebilir sermayeye çevrilmesi olgusundan doğan para-sermaye artışı, Londra'daki hisse senedi bankalarının, mevduata faiz ödemeye başlamaları üzerine, mevduatta görülen artışları daha fazla, üretken sermayede bir büyüme olduğunu göstermez. Üretimin ölçeği aynı kaldığı sürece bu genişleme, ancak borç verilebilir para-sermayede, üretken para-sermayeye göre daha fazla bir bolluğa yol açar. Dolayısıyla faiz oranı düşer. (sayfa 432)
      Yeniden-üretim süreci, aşırı gerilimden önceki gönenç haline tekrar ulaşır ulaşmaz, ticari kredi fazlasıyla genişler; bu, gerçekten de gene, kolay geriye akışlar ve genişlemiş üretim için "sağlam" bir temel teşkil eder. Bu durumda, asgarinin üzerine yükselmekle birlikte faiz oranı hala düşüktür. Bu aslında, düşük bir faiz oranı ve dolayısıyla borç verilebilir sermayede nispi bir bolluğun, sanayi sermayesinde gerçek bir genişleme ile aynı zamana rasladığının söylenebileceği biricik zamandır. Geriye ödemelerin düzenli ve rahat akışı, geniş ticari kredi ile birlikte, talep artmış olmakla birlikte, borç sermayesinin arzını sağlar ve faiz oranının yükselmesini engeller. Öte yandan, herhangi bir yedek sermayeleri olmaksızın ya da hiç sermayeleri bulunmaksızın çalışan ve tamamen para-krediye dayanarak iş gören açıkgözlerin sayıları, ilk kez kabarmış görünür. Şimdi buna bir de, her türden sabit sermayede bir genişleme, ve büyük ve geniş-ölçekli yeni girişimlerin açılmaları eklenir. Faiz artık normal düzeyine yükselir. Yeni bir bunalım başlar başlamaz da tekrar en yüksek düzeyine ulaşır. Kredi birdenbire kesilir, ödemeler durur, yeniden-üretim süreci felce uğrar, ve daha önce sözü edilen istisnalar ile, aşırı bol bir atıl sanayi sermayesi, neredeyse mutlak bir borç sermaye yokluğu ile yanyana görülür.
      Genellikle, borç sermayesinin faiz oranında ifadesini bulan hareketi, sanayi sermayesinin hareketiyle zıt yöndedir. Düşük ama asgarinin üzerinde bir faiz oranının, bunalımdan sonraki "iyileşme" ve artan güvenle bir arada görüldüğü evre, ve özellikle faiz oranının, en düşük ile en yükseğin tam ortasında, ortalama düzeye eriştiği evre, borç sermayesindeki bollukla, sanayi sermayesindeki büyük genişlemenin aynı zamana rasladığı biricik iki dönemdir. Ama, sınai çevrimin başlangıcında, düşük bir faiz oranı, sanayi sermayesinde bir daralmayla, ve sınai çevrimin sonunda, yüksek bir faiz oranı, sanayi sermayesinde bir bollukla aynı zamanda görülür. "İyileşme" ile birlikte görülen düşük bir faiz oranı, ticari kredinin, henüz kendi kendine yettiği için banka kredisine ancak pek az gereksinme gösterdiğini ortaya koyar.
      Sınai çevrim öyle bir niteliktedir ki, bir kez ilk hareket verildi mi, aynı devrenin, devresel olarak kendi kendini yeniden üretmesi gerekir.[8] Gevşeme dönemi boyunca üretim, bir önceki çevrimde ulaştığı ve şimdi kendisi için gerekli teknik temelin kurulduğu düzeyin altına düşer. Gönenç döneminde -ara dönemde- bu temel üzerinde gelişmeye devam eder. Aşırı-üretim ve spekülasyon döneminde, üretim sürecinin kapitalistçe sınırlarını aşana kadar, üretken güçleri sonuna dek zorlar. (sayfa 433)
      Bunalım dönemi boyunca, ödeme aracı kıtlığı olduğu açıktır. Poliçelerin paraya çevrilebilmesi, metaların kendi başkalaşımlarının yerini alır , ve yalnızca kredi ile iş gören firmaların oranı ne kadar büyükse, bu gibi zamanlarda bu, o kadar fazla olur. 1844-45'de görüldüğü gibi, bilisizlik içeren ve hatalı banka yasaları bu para bunalımını daha da yoğunlaştırabilir. Ama hiç bir banka yasası bu bunalımı önleyemez.
      Yeniden-üretim sürecinin tüm sürekliliğinin krediye dayandığı bir üretim sisteminde, kredinin birdenbire kesildiği ve ancak nakit ödemelerin geçerli olduğu sıralarda -ödeme araçlarına olan büyük hücum karşısında- bir bunalımın mutlaka ortaya çıkacağı açıktır. Bu yüzden, ilk bakışta bütün bunalım sırf bir kredi ve para bunalımı gibi görünür. Ve aslında bu, yalnızca, poliçelerin paraya çevrilebilme sorunudur. Ne var ki bu poliçelerin çoğunluğu, fiili alım-satımları temsil eder ve bu alım-satımların genişliğinin toplumun gereksinmelerinin çok üzerinde olması, en sonunda, bütün bu bunalımın temelidir. Aynı zamanda, bu poliçelerin muazzam bir miktarı, şimdi günışığına çıkan ve sabun köpüğü gibi sönen düpedüz bir dolandırıcılığı; ayrıca, başkalarının sermayesi ile yapılan başarısız spekülasyonları; ve ensonu, değer kaybeden ya da hiç satılmayan meta-sermayeyi, ya da hiç bir zaman tekrar gerçekleştirilemeyecek olan geriye dönüşleri temsil eder. Yeniden-üretim sürecindeki zoraki genişlemeye dayanan bu baştan sona yapay sisteme, hiç kuşkusuz, İngiltere Bankası gibi bir bankanın, bütün dolandırıcılara, senetleri yoluyla değersiz sermaye vermesi ve değer kaybetmiş bütün metaları eski nominal değerleri üzerinden satın almasıyla çare bulunamaz. Ayrıca burada her şey çarpıtılmış bir görünüştedir, çünkü bu senet dünyasında, gerçek fiyat ile bunun gerçek temeli hiç bir yerde görünmez, yalnız külçeler, madeni sikkeler, banknotlar, poliçeler, senetler vardır. Özellikle, ülkenin Londra gibi tüm para işlerinin toplandığı merkezlerde, bu çarpıklık daha göze batar haldedir; süreç baştan sona anlaşılmaz hale gelmiştir; üretim merkezlerinde bu, daha az böyledir.
      Bunalım sırasında görülen aşırı sanayi sermayesi bolluğu ile ilgili olarak şunların da dikkate alınması gerekir: meta-sermayenin kendisi aynı zamanda para-sermaye, yani metaların fiyatlarında ifadesini bulan (sayfa 434) belli bir değer miktarıdır. Kullanım-değeri olarak bu, belli nicelikte kullanım nesneleridir ve bunalım zamanlarında bunların mevcudunda bir fazlalık vardır. Ama bizatihi para-sermaye olarak, potansiyel para-sermaye olarak, sürekli genişlemeye ve daralmaya tabidir. Bunalım arifesinde ve bunalım sırasında, potansiyel para-sermaye niteliği içersindeki meta-sermaye daralmıştır. Sahibi ve alacaklıları için, satın alındığı, ve iskonto ve rehin işlemlerinin kendisine dayanılarak yapıldığı zamana göre, daha az para-sermayeyi (poliçeler ve borçlar için teminatı) temsil eder. Bir ülkede para-sermayenin, darlık zamanlarında azaldığını iddia etmenin anlamı eğer buysa, bu, meta-fiyatlarının düştüğünü söylemekle aynı şeydir. Fiyatlardaki böyle bir çöküntü yalnızca, bunlarda bulunan daha önceki enflasyonu dengelemiş olur.
      Üretken olmayan sınıflar ile, sabit gelirleriyle yaşayanların gelirleri, aşırı-üretim ve aşırı-spekülasyon ile elele giden fiyat enflasyonu sırasında genellikle aynı kalır. Dolayısıyla, bunların tüketim kapasiteleri ve bununla birlikte de, toplam yeniden-üretimin normal olarak bunların tüketimine giren kısmını yerine koyma olanakları da nispi olarak azalır. Talepleri nominal olarak aynı kaldığı zaman bile, gerçekte azalır.
      İthalat ve ihracat ile ilgili olarak şu noktayı dikkate almak gerekir ki, birbiri ardına bütün ülkeler, bunalıma sürüklenmiş olurlar ve o zaman, birkaçı dışında hepsinin de, gereğinden fazla ithalat ve ihracat yaptıkları, bu yüzden de hepsinin, aleyhlerinde bir ödeme dengesine sahip oldukları ortaya çıkar. Bu nedenle, rahatsızlık, aslında ödemeler dengesinde değildir. Örneğin, İngiltere, dışarıya bir altın akışından mustariptir. Çok fazla ithalat yapmıştır. Ama aynı zamanda, bütün öteki ülkelerde de, İngiliz malları ile aşırı bir dolma olmuştur. Demek ki, onlar da aşırı-ithalatta bulunmuşlar ya da aşırı-ithalat yapma durumuna sokulmuşlardır. (Krediyle ihracat yapan bir ülke ile, krediyle pek az ihracat yapan ya da hiç yapmayan ülke arasında gerçi bir fark vardır, ama o sırada bu ikincisi de kredi ile ithalat yapma durumundadır; ve ancak malların bu ülkeye konsinye olarak gönderilmesi halinde, durum böyle değildir.) Bunalım, önce İngiltere'de, ödemeler dengesi nedeniyle en fazla kredi veren ve en az kredi alan, hemen tasfiye edilmesi gerekli vadesi gelmiş ödemeler dengesinin genel ticaret dengesi lehte olsa bile aleyhte olduğu ülkede patlak verebilir. Bu durum, kısmen verilmiş bulunan kredilerin ve kısmen de, dış ülkelere büyük miktarlarda sermaye borç verilerek, fiili ticaretin sağladığı geriye dönüşlere ek olarak, geriye büyük kitleler halinde meta akışına yolaçılmasının bir sonucu şeklinde açıklanmaktadır. (Bununla birlikte, bunalım, zaman zaman, ticaret ve sermaye kredisinin çoğunu İngiltere'den alan Amerika'da patlak vermiştir.) İngiltere'de dışarıya altın akışı ile başlayan ve onunla birlikte görülen çöküntü, İngiltere'nin ödemeler dengesini, kısmen ihracatçılarının iflası ile (aşağıda bu konuda daha fazla durulacaktır), kısmen meta-sermayesinin bir kısmını düşük fiyatlarla dış ülkelerde elden çıkartmakla ve kısmen de, yabancı değerli (sayfa 435) senetlerin satışı ve İngiliz değerli senetlerinin satın alınması ile dengelemektedir. Şimdi bir başka ülkeye sıra gelmiştir. Ödemeler dengesi kısa bir süre için bu ülke lehindeydi; ama şimdi, ödemeler dengesi ile ticaret dengesi arasında normal olarak bulunan zaman aralığı ortadan kalkmış ya da en azından bunalım nedeniyle kısalmıştır: şimdi birdenbire bütün ödemelerin hemen yapılması bekleniyor. Aynı şey şimdi burada yineleniyor. İngiltere'de şimdi geriye bir altın akışı var, diğer ülkelerde ise dışarıya doğru. Bir ülkede aşırı ithal olarak görünen şey, diğerinde aşırı ihraç olarak görünüyor ve tersi. Ne var ki, aşırı ithal ve aşırı ihraç bütün ülkelerde yapılmıştır (biz burada, kötü üründen falan değil, genel bir bunalımdan sözediyoruz); yani kredinin teşvik ettiği bir aşırı-üretim ve bununla elele giden genel bir enflasyon.
      1857'de, Birleşik Devletler'de bunalım patlak verdi. Bunu, İngiltere'den Amerika'ya bir altın akışı izledi. Ne var ki Amerika'daki balon patlar patlamaz, bu sefer de, bunalım İngiltere'de patlak verdi ve altın, Amerika'dan İngiltere'ye aktı. İngiltere ile Kıta Avrupası arasında da aynı şey oldu. Ödemeler dengesi, genel bunalım zamanlarında her ulus için, hiç değilse ticari bakımdan gelişmiş bir ulus için aleyhtedir, ama daima her ülke için, yaylım ateşi gibi, yani herbirine ödeme yapma sırası gelir gelmez, bu böyledir. Ve bir kez bunalım patlak verdi mi, örneğin İngiltere'deki gibi, bu, süreler dizisini, çok kısa dönemler halinde sıkıştırır. İşte o zaman bütün bu ulusların aynı zamanda aşırı-ihracat yaptıkları (yani aşırı-üretimde bulundukları) ve aşırı-ithalat yaptıkları (yani, aşırı-ticaret yaptıkları), hepsinde fiyatların şiştiği, ve kredinin gereğinden fazla yayıldığı ortaya çıkar. Ve hepsinde aynı çöküş olur. Dışarıya altın akışı görüngüsü hepsinde ardarda yer alır ve bu da tam da genel niteliği ile, 1) dışarıya altın akışının, bunalımın nedeni değil, yalnızca bir görüngüsü olduğunu; 2) bunalımın çeşitli ülkelere isabet sırasının yalnızca bu ülkelerin kıyamet günlerinin ne zaman olduğunu, yani bunalımın ne zaman başladığını ve durağan haldeki öğelerin buralarda ne zaman ortaya çıktığını gösterdiğini tanıtlar.
      İngiliz iktisat yazarlarının -1830'dan beri sözü edilmeye değer iktisat yazını ana çizgileriyle, dolaşım aracı (currency), kredi ve bunalımlar konularında yazın halini almıştır- bellibaşlı özelliği, bunalım zamanlarında, kambiyo kurlarındaki dönüşe karşın, değerli madenlerin ihracına, sırf ulusal bir görüngü olarak yalnızca İngiltere açısından bakmaları ve bunalım zamanlarında kendi bankaları faiz oranını yükselteceği zaman, öteki bütün Avrupa bankalarının da faiz oranını yükseltmeleri, ve dışarıya altın akışı konusunda bugün kendi ülkelerinde yükselen tehlike çığlıklarının, yarın Amerika'nın, ertesi günü de Almanya ve Fransa'nın izlemeleri olgusuna gözlerini sıkı sıkıya kapatmalarıdır.
      1847 yılında, "bu ülkenin" [çoğunlukla tahıl için] "üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirmesi gerekiyordu. Ne yazık ki bunlar büyük ölçüde iflaslarla karşılanıyordu" [zengin İngiltere, Kıta Avrupasına ve Amerika'ya karşı olan yükümlülüklerine, iflaslarla çare bulmuştu], "ama (sayfa 436) bunlar iflaslarla karşılanmadıkları ölçüde, altın ihracı ile karşılanıyorlardı." (Report of Committee on Bank Acts, 1857.) Başka bir deyişle, İngiltere'de bir bunalımın banka yasası ,ile yoğunlaştırıldığı ölçüde, bu yasa, kıtlık dönemlerinde tahıl ihraç eden ülkeleri, önce tahılları üzerinden sonra da tahıla ödenecek para üzerinden dolandırmada bir araç oluyordu. Kendileri şu ya da bu ölçüde kıtlık içersinde ter döken ülkeler için, bu gibi dönemlerde tahıl ihracını yasaklamak, bu nedenle, İngiltere Bankasının, tahıl ithali için "yükümlülüklerini iflaslarla karşılama" planını suya düşürmek için çok akıllıca bir önlem olur. Tahıl üreticileri ile spekülatörlerinin, kârlarının bir kısmını ülkelerinin çıkarı için kaybetmeleri, İngiltere'nin çıkarları için sermayelerini kaybetmelerinden herhalde çok daha iyidir.
      Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur ki, bunalım sıralarında ve genellikle işlerin iyice durgunlaştığı dönemlerde meta-sermaye, potansiyel para-sermaye olma niteliğini geniş ölçüde yitirmektedir. Aynı şey, borsada para-sermaye olarak dolaşımda bulunduğu ölçüde, hayali sermaye, faiz getiren senet için de doğrudur. Yükselen faiz ile birlikte fiyatı düşer. Ayrıca, sahibi para sağlamak için piyasaya büyük miktarlarda meta yığmak zorunda kalacağı için, genel bir kredi kıtlığının sonucu olarak da meta-sermayenin fiyatı düşer. Ensonu, hisse senetleri sözkonusu olduğunda, kısmen, çeklerini teşkil ettiği gelirlerdeki azalmanın ve kısmen de, çoğu kez temsil ettiği firmaların sahte kimliğinin sonucu olarak da düşer. Bu hayali para-sermaye bunalım zamanlarında büyük ölçüde azalır ve bununla birlikte de, sahibinin piyasada onun üzerinden borç para alma olanağı da. Bununla birlikte, bu senetlerin borsa listesindeki para eşdeğerlerinin küçülmesinin, temsil ettikleri gerçek sermaye ile hiç bir ilişkisi yoktur, ama sahiplerinin borçlarını tasfiye etmeleri ile gerçekten yakın ilişkisi vardır. (sayfa 437)



OTUZBİRİNCİ BÖLÜM
PARA-SERMAYE VE GERÇEK SERMAYE
II

(DEVAM)


      ŞU soru ile henüz işimiz bitmiş değil: borç verilebilir para-sermaye biçimindeki sermaye birikimi, gerçek birikimle, yani yeniden-üretim sürecinin genişlemesiyle ne ölçüde çakışır?
      Paranın borç verilebilir para-sermayeye dönüşmesi, paranın üretken sermayeye dönüşmesinden çok daha basit bir sorundur. Ama burada şu iki şeyi birbirinden ayırmak gerekir:
      1) paranın, borç sermayesine basit dönüşümü;
      2) sermayenin ya da gelirin, borç sermayesine dönüştürülmüş paraya dönüşmesi.
      Gerçek bir sanayi sermayesi birikimi ile bağlı bulunan, pozitif bir borç sermayesinin birikimini, ancak bu son nokta içersine alabilir.



1. PARANIN BORÇ SERMAYESİNE DÖNÜŞMESİ


      Üretken birikim ile bağlı büyük bir borç sermaye yığılması ya da fazlalığının, ancak, onunla ters orantılı olması ölçüsünde meydana gelebileceğini görmüş bulunuyoruz. Sınai çevrimin iki evresinde durum böyledir; ilki, sanayi sermayesinin, hem üretken ve hem de meta-sermaye biçiminde daraldığı sırada, yani bunalımdan sonra çevrimin başlangıcında; ve ikinci olarak da, iyileşmeler başladığı, ama ticari kredinin daha henüz banka kredisini büyük ölçüde kullanmadığı sırada. Birinci durumda, (sayfa 438) daha önce üretimde ve ticarette kullanılan para-sermaye, atıl borç sermayesi olarak görünür; ikincisinde, artan ölçüde, ama çok düşük bir faiz oranı ile kullanılır görünür, çünkü sanayi ve ticaret kapitalistleri, şimdi, para-kapitalistlere kendi koşullarını kabul ettirmektedirler. Borç sermayesi bolluğu, birinci durumda, sanayi sermayesinde bir durgunluğu, ikincisinde -geriye ödemelerin akıcılığı, kısa vadeli krediler ve çoğu işlemlerin kendi sermayesi ile yapılması nedeniyle- ticari kredinin banka kredisinden nispi bir bağımsızlığım ifade eder. Başkalarının kredi sermayesine güvenen spekülatörler, henüz sahneye çıkmamıştır; kendi sermayeleri ile çalışan kimseler, aşağı yukarı saf kredi işlemlerinden henüz uzaktırlar. İlk evrede, borç sermaye fazlalığı, gerçek birikimin tam karşıtını ifade eder. İkinci evrede, yeniden-üretim sürecindeki yenilenen bir genişleme ile aynı zamana raslar; onunla birlikte görülür, ama onun nedeni değildir. Borç sermaye bolluğu artık azalmaktadır, yani talebe göre henüz ancak nispidir. Her iki durumda da, gerçek birikim sürecinin genişlemesini, düşük bir faizin -bu, birinci durumda düşük fiyatlarla, ikincisinde yavaş yavaş yükselen fiyatlarla aynı zamanda görülür- kârın, girişim kârına dönüşmüş bulunan kısmını artırması olgusu sağlamıştır. Faizin, gönenç döneminin doruğa ulaştığı sırada ortalama düzeyine yükseldiği, gerçekten büyüdüğü, ama kârla orantılı olmadığı zamanlarda, bu, daha da büyük ölçüde yer alır.
      Öte yandan, borç sermayesi birikiminin, gerçek bir sermaye birikimi olmadan da yer alabileceğini, yani bankacılık sistemindeki genişleme ve yoğunlaşma, dolaşım yedeklerinde ya da özel ödeme araçları yedek fonunda sağlanan ve kısa bir süre için daima borç sermayesine çevrilen tasarruflar gibi sırf teknik yollardan da meydana gelebileceğini görmüş bulunuyoruz. Bu yüzden kendisine dolaşan sermaye (floating capital) de denilen bu borç sermayesi, daima ancak kısa süreler için borç sermayesi biçiminde (ve gerçekte, ancak kısa bir süre, iskonto için de kullanılabilir) kalmakla birlikte, sürekli bir yükselme ve alçalma durumundadır. Birisi çökecek olsa bir başkası ilave yapar. Dolayısıyla, borç verilebilir para-sermaye kitlesi, gerçek birikimden tamamen bağımsız olarak büyür (biz burada, birkaç yıl için verilen borçlardan değil, yalnız poliçeler ve mevduat üzerinden kısa vadeli olanlardan sözediyoruz).
      Banka Komitesi. 1857. Soru 501. "'Floating capital' sözü ile neyi kastediyorsunuz?" - [İngiltere Bankası Guvernörü Mr. Weguelin'in yanıtı:] "Bu, kısa süreli borç para için kullanılıyor. ... (502) İngiltere Bankası banknotları ... taşra bankaları dolaşım araçları, ve ülkedeki toplam madeni para." - [Soru:] "Komiteye sunulan belgelere göre, eğer siz floating capital ile aktif dolaşımı" [İngiltere Bankası banknotlarının dolaşımını] "kastediyorsanız, aktif dolaşımda çok büyük dalgalanmalar olduğu anlaşılıyor mu?" [Ama bu aktif dolaşımın, para-ikrazcısı ya da bizzat yeniden-üretimde bulunan kapitalist tarafından avans verilmesi arasında çok büyük bir fark vardır. Weguelin'in yanıtı:] "Ben floating capital'a, önemli (sayfa 439) dalgalanmalar gösteren, bankerlerin yedeklerini de katıyorum." - Bunun anlamı, mevduatın bankerler tarafından henüz tekrar borç verilmemiş bulunan, ama bunların yedekleri olarak kabul edilen, ve büyük bir kısmı, yatırıldıkları İngiltere Bankasının da yedeği olan kısmında önemli dalgalanmalar olduğudur. En sonu, aynı bay şöyle diyor: floating capital, külçe altın, yani çubuk ya da sikke olabilir (503). - Para piyasasının, bu anlaşılması güç kredi dilinde, ekonomi politiğin bütün kategorilerinin nasıl bambaşka bir anlam ve biçime girdiklerini görmek, gerçek bir harika. Floating capital, orada, kuşkusuz büsbütün farklı bir şey olan, circuleting capital [döner sermaye] için kullanılan bir terim oluyor; ve, para, sermaye; külçe altın, sermaye; banknotlar, dolaşım aracı; sermaye, bir meta; borçlar, metalar ve sabit sermaye, satışı zor senet şeklinde yatırılmış para oluyor!
      "Londra'daki hisse senetli bankalar ... 1847'de 8.850.774 sterlin olan mevduatlarını 1851'de 43.100.724 sterline yükselttiler. ... Komitenize verilen ifadeden şu sonuç çıkıyor ki, bu muazzam meblağın büyük bir kısmı, bu amaç için o zamana kadar mevcut bulunmayan kaynaklardan sağlanmıştır; ve bankalarda hesap açmak ve mevduat bulundurmak alışkanlığı, daha önce sermayelerini (!) bu şekilde kullanmayan çok sayıda sınıflara da yayılmıştır. Özel Taşra Bankerleri Birliğinin" [bunlar hisse senetli bankalardan farklıdır] "Başkanı olan ve komiteye ifade vermekle görevlendirilen Mr. Rodwell, İpswich çevresinde bu uygulamanın, son zamanlarda bölge çiftçileri ve esnafları arasında dört kat arttığını; neredeyse bütün çiftçilerin, yılda ancak 50 sterlin rant ödeyenlerin bile, şimdi bankalarda mevduat bulundurduklarını söylemiştir. Bir araya gelen bu mevduat hiç kuşkusuz ticarette kullanılmak üzere bir yol buluyor ve özellikle ticari faaliyetin merkezi olan Londra'da toplanarak, önce senetlerin iskontosunda ya da Londra bankerlerinin müşterilerine verilen diğer avanslarda kullanılıyor. Ayrıca, bankerlerin kendilerinin hemen gereksinmeleri olmayan bu büyük kısım ise bill broker'ların [simsarların] eline geçiyor; bunlar, karşılığında bankere, kendilerine verilen meblağın teminatı olarak, Londra'da ve ülkenin çeşitli yerlerinde bulunan kimseler için zaten iskonto edilmiş ticari senetleri veriyorlar." (Bank Committee, 1858, s.v.)
      Bill broker'
a, zaten daha önce kendisinin iskonto ettiği poliçeler karşılığı avans vermekle, banker aslında bunları reeskont etmiş oluyor; ne var ki gerçekte bu senetlerin pek çoğunu bill broker zaten reeskont etmiş bulunuyor ve, bill brokerin senetlerini reeskont etmek için bankerin kullandığı aynı para ile bill broker şimdi yeni senetleri reeskont ediyor. Bunun neye yol açtığını şu satırlar gösteriyor: "Karşılıksız poliçeler ve açık krediler ile, büyük hayali krediler yaratılmış oldu; taşradaki hisse senetli bankaların bu gibi poliçeleri iskonto ederek ve bunları gerçek niteliklerine bakmaksızın yalnız bankanın kredisine dayanarak, Londra piyasasındaki bill broker'lara reeskont ettirerek büyük olanaklar (sayfa 440) sağlanmış oldu." (loc. cit., s. xxı.) Bu reeskont ve borç verilebilir para-sermayeyi artırma yolunda başvurulan bu tekniğin kredi sahtekarlıklarına sağladığı yardım konusunda, Economist'ten yapılan şu alıntı ilginçtir: "Son birkaç yıldır sermaye" [yani, borç verilebilir para-sermaye] "ülkenin bazı bölgelerinde, kullanılabileceğinden daha büyük bir hızla birikti, oysa diğer bölgelerde, sermayeyi kullanma araçları, sermayenin kendisinden daha büyük bir hızla arttı. Bütün ülke boyunca tamamen tarımsal bölgelerdeki bankerler, mevduatlarını kendi bölgelerinde, kârlı ve güvenli bir şekilde kullanacak yeterli olanak bulamadıkları halde, büyük ticaret kentleri ile, fabrika ve madencilik bölgelerindeki bankerler, sermayeye karşı, kendi olanakları ile karşılayamayacakları ölçüde bir taleple karşılaştılar. Farklı bölgelerdeki bu farklı durumlar son yıllarda sermaye dağılımı için yeni tür firmaların kurulmalarına ve hızla genişlemelerine yolaçtı; genellikle bill broker denilen bu kimseler gerçekte büyük ölçekte iş yapan bankerlerdir. Bu firmaların işi bu gibi dönemlerde, bankerlere ait sermaye fazlalığını; bunu kullanamayan bölgelerden, ve bir de halka açık şirketler [public companies] ile, büyük ticari kuruluşların geçici olarak kullanılmayan paralarını, daha önce kararlaştırılan bir faiz oranı ile almak ve bunları genellikle onların müşterilerinden alınan senetleri reeskont ederek, daha büyük sermaye talebi olan bölgelerdeki bankerlere daha yüksek bir faiz oranı ile vermektir ... böylece, Lombard Street, yedek sermayenin, bunun kârlı olarak kullanılamadığı ülkenin bir bölgesinden, bu sermayeye talep bulunan bir başka bölgesine transferinin, ya da aynı koşullar altındaki bireyler arasında sermaye aktarılmasının yapıldığı büyük bir merkez olmuştur. Başlangıçta bu işlemler, neredeyse tamamen banka değerli senetleri üzerine borç alma ve borç vermeden ibaretti. Ama, ülkedeki sermaye hızla birikip de, banka kuruluşları tarafından daha fazla tasarruf edilir hale gelince, bu 'iskonto firmalarının' tasarrufundaki fonlar öylesine genişledi ki, bunlar, önce dock warrants of merchandise (doklardaki metaların depolama dokümanları) ve ardından da, henüz ülkeye gelmemiş, genellikle olmasa bile bazan tüccarın kendi simsarı üzerine çektiği çeklerle sağlanan malları temsil eden yükleme belgeleri karşılığında avans vermeye başladılar. Bu uygulama, İngiltere ticaretinin bütün niteliğini hızla değiştirdi. Lombard Street'te böylece sağlanan olanaklar Mincing Lane'deki simsarlara büyük bir güç verdi ... ve bunlar da, bütün bu avantajı ithalatçı tüccarlara sundular; ithalatçı tüccarlar bundan öylesine yararlandılar ki, 25 yıl önce bir tüccarın, yükleme belgesi ya da hatta dock warrants üzerinden avans almış olması, kredisinin mahvı demek olduğu halde, bu uygulama son yıllarda öylesine yaygınlaşmıştı ki, şimdi, 25 yıl önceki gibi artık az görülen bir istisna değil, genel bir kural halini aldığı söylenebilir. Bu kadarla da kalmadı, bu sistem o kadar ileri götürüldü ki, uzak sömürgelerin gelecekteki ürünlerine karşı çekilen çeklerle Lombard Street'te büyük (sayfa 441) meblağlar toplandı. İthalat yapan tüccarlara sağlanmış bulunan bu gibi olanaklar, bunların dış ülkelerdeki işlemlerini genişletmelerine ve şimdiye değin işlerini çevirdikleri dolaşan (floating) sermayelerini, üzerlerinde pek az ya da hiç denetimde bulunamayacakları, ne olacağı belirsiz sabit değerlere -yabancı plantasyonlara- yatırmalarına yolaçtı. Ve böylece biz, kırsal bölgelerde, taşra bankalarında mevduat şeklinde küçük meblağlar halinde toplanan ve kullanılmak üzere Lombard Street'te biraraya gelen ülke sermayesinin doğrudan doğruya krediye dönüşerek, önce, madencilik ve fabrika bölgelerindeki bankalara senet reeskont etmek suretiyle buralardaki işlemlerin genişletilmesi için; sonra da, dock warrants ve sevk evrakı üzerinden avans vererek yabancı ürünlerin ithali için daha büyük olanaklar sağlamakta kullanıldığını ve böylece, yabancı ülkelerle sömürgelerde iş yapmakta olan firmaların 'yasal' ticari sermayesini serbest bırakarak, yabancı plantasyonlara en uygunsuz yatırımların yapılmasına fırsat verildiğini görüyoruz." (Economist, November 20, 184 7, s. 1334.) Bu, kredilerin nasıl "güzelce" yenilip yutulduğunu gösteriyor. Taşradaki mevduat sahibi, yalnız bankerine para yatırdığını sanıyor, ve üstelik, bankeri bir başkasına borç verdiği zaman, bu borcu, kendi tanıdığı özel kişilere verdiğini hayal ediyor. O, bu bankerin, mevduatını, yaptığı işler üzerinde en ufak bir denetimleri bulunmayan Londralı bir bill brokerin emrine verdiği konusunda en ufak bir kuşku duymuyor.
      Demiryolları gibi büyük kamu kuruluşlarının, yatırılan mevduatların, gerçekten kullanılana kadar, belli bir süre daima bankerlerin tasarrufunda kalmaları nedeniyle borç sermayesini geçici olarak nasıl artırabileceklerini daha önce görmüş bulunuyoruz.




      Şu da var ki, borç sermayesinin kitlesi, dolaşım aracı miktarından tamamen farklıdır. Dolaşım aracı miktarı ile biz burada, değerli madeni çubuklar da dahil, bir ülkede mevcut olan ve dolaşımda bulunan bütün banknotlar ile sikkelerin toplamını kastediyoruz. Bu miktarın bir kısmı, bankaların büyüklükleri sürekli değişiklik gösteren yedeklerini oluşturur.
      "1857 yılı 12 Kasımında" [1844 tarihli Banka Yasasının yürürlükten kaldırıldığı tarih] "Londra Bankasının (Londra ve bütün şubeleri dahil) bütün yedeği ancak 580.751 sterlindi; aynı tarihteki mevduat tutarı 22.500.000 sterlindi ve bunun yaklaşık altı buçuk milyonu Londralı bankerlere aitti. (Bank Acts, 1858, s. LVIl)
      Faiz oranındaki değişmeler (daha uzun dönemlerde meydana gelenler ya da çeşitli ülkeler arasında faiz oranında görülen değişiklikler dışında kalanlar; bunlardan ilki, genel kâr oranındaki değişmelere, ikincisi, kâr oranları ile, kredinin gelişme derecesindeki farklılıklara bağlıdır) borç sermayesinin (öteki bütün koşullar, güven durumu, vb. eşit olmak (sayfa 442) üzere), yani para, sikke ve banknot biçiminde borç verilen sermayenin arzına bağlıdır; ve bu, yeniden-üretimi yürütenlerin kendi aralarında ticari kredi aracılığı ile borç verdikleri sanayi sermayesi ile -meta-biçimindeki- sanayi sermayesi olarak karşıtlık halindedir.
      Bununla birlikte, bu borç verilebilir para-sermayenin kitlesi, dolaşımdaki para kitlesinden farklı ve ondan bağımsızdır.
      Örneğin, 20 sterlin günde beş kez borç verilse, 100 sterlinlik bir para-sermaye borç verilmiş olur ve bu aynı zamanda bu 20 sterlinin üstelik en az dört kez satınalma ya da ödeme aracı olarak hizmet ettiği anlamına gelir; çünkü, eğer araya, satınalma ve ödeme girmemiş olsaydı -ve böylece sermayenin (emek-gücü de dahil metaların) çevrilmiş biçimini en az dört kez temsil etmemiş olsaydı- 100 sterlinlik bir sermaye teşkil etmez, ama ancak herbiri 20 sterlinlik beş alacağı oluştururdu.
      Kredi sistemi gelişmiş ülkelerde, borç verilmeye hazır bütün para-sermayenin, bankalarda ve faizcilerde, mevduat biçiminde bulunduğunu kabul edebiliriz. Bu varsayım, hiç değilse, bir tüm olarak, iş yaşamı için doğrudur. Ayrıca, işlerin iyi gittiği zamanlarda, gerçek spekülasyon daha başlamadan önce -kredinin kolay, güvenin tam olduğu sıralarda- dolaşım işlevlerinin çoğu, sikke ya da kağıt paranın yardımı olmaksızın, basit bir kredi transferi ile çözümlenir.
      Nispeten küçük miktarda dolaşım aracı varken, büyük meblağlar halinde mevduatın bulunması olasılığı, yalnızca şuna bağlıdır:
      1 ) aynı sikkenin yerine getirdiği satın almalar ve ödemeler sayısına;
      2) geriye dönüş yolculuklarının sayısına; böylece o, bankalara mevduat olarak geriye döner, öyle ki, bir ödeme ve satınalma aracı olarak yinelenen işlevi, mevduata yenilenen dönüşmesiyle sağlanmış olur. Örneğin, küçük bir esnaf her hafta bankaya para olarak 100 sterlin yatırır; banker, fabrikatörün mevduatının bir kısmını bununla öder; fabrikatör bununla işçilerine ücretlerini öder; ve işçiler bu parayı küçük esnafla alışverişte kullanırlar ve o da tekrar bankaya yatırı. Böylece, bu küçük esnafın bankaya yatırdığı 100 sterlin önce fabrikatöre mevduatını ödemek için; ikinci olarak, işçilere ödeme yapmak için; üçüncü olarak esnafın kendisine ödemede bulunmak için; dördüncü olarak, aynı küçük esnafın para-sermayesinin diğer bir kısmını mevduat olarak yatırmak için hizmet etmiştir; demek ki, yirmi haftanın sonunda, bu esnaf kendi parasına karşılık, bankadan para çekmek zorunda kalmazsa, aynı yüz sterlin aracılığı ile bankaya 2.000 sterlin yatırmış olur.
      Bu para-sermayenin ne ölçüde atıl olduğunu, yalnızca bankaların ek fonlarındaki yükselip alçalmalar gösterir. Bu nedenle, 1857'de İngiltere Bankasının Guvernörü olan Mr. Weguelin, İngiltere Bankasının altınlarının "biricik" yedek sermaye olduğu sonucuna varmaktadır: "1258. Bence pratikte iskonto oranı, ülkede bulunan kullanılmayan sermaye miktarı ile belirlenir. Kullanılmayan sermaye miktarını, tamamen külçe rezervi olan İngiltere Bankasının yedekleri temsil eder. Bu nedenle, (sayfa 443) ne zaman bu külçe çekilecek olsa, ülkedeki kullanılmayan sermaye miktarı azalır ve dolayısıyla geriye kalanın değeri yükselir." - [Newmarch] "1364. İngiltere Bankasındaki külçe rezervi gerçekte, ülkenin bütün ticaretinin kendisine dayanılarak yürütüldüğü merkezi rezerv ya da birikmiş hazinedir. ... Döviz işlemleri de işte daima bu rezerv ya da birikim üzerinden yapılır." (Report on Bank Acts, 1857 [s.108, 119].)




      İhracat ve ithalat istatistikleri, gerçek, yani üretken ve meta-sermaye birikiminin bir ölçüsünü sağlamaktadır. Bunları, İngiliz sanayinin on yıllık çevrimsel gelişme dönemleri boyunca (1815-1870) bunalımdan önceki son gönenç azamisinin, daima, bunu izleyen gönenç asgarisi olarak tekrar göründüğünü ve bunun üzerine yeni ve çok daha yüksek bir zirveye tırmandığını göstermektedir.
      1824 gönenç yılında Büyük Britanya'dan ve İrlanda'dan ihraç edilen ürünlerin gerçek ya da bildirilen değeri, 40.396.300 sterlindi. 1825 bunalımı ile birlikte, ihracat tutarı bu meblağın altına düşüyor ve yılda 5 ile 39 milyon arasında oynuyor. 1834'te gönencin geri dönüşüyle birlikte, daha önceki azaminin üzerine, 41.649.191 sterline yükseliyor ve 1836'da yeni bir azamiye, 53.368.571'e ulaşıyor. 1837 ile başlayarak tekrar 42 milyona düşüyor ve böylece yeni asgari, eski azamiden daha yüksek oluyor ve ardından 50 ile 53 milyon arasında dalgalanıyor. Gönencin dönüşü, ihracat tutarını 1844'te, 58.500.000 sterline yükseltiyor ve böylece 1836'nın azamisi gene aşılmış oluyor. 1845'te 60.111.082 sterline ulaşıyor; 1846'da tekrar 57 milyonun üzerinde bir rakama düşüyor, 1847'de yaklaşık 59 milyona yükseliyor, 1848'de yaklaşık 53 milyon oluyor, 1849'da 63.500.000 sterline, 1853'te neredeyse 99 milyona yükseliyor. 1854'te 97 milyon, 1855'te 94.500.000, 1856'da yaklaşık 116 milyon oluyor ve 1857'de 122 milyonla tepe noktaya ulaşıyor. 1858'de, 116 milyona düşüyor, 1859'da 130 milyona, 1860'te yaklaşık 136 milyona yükseliyor ve 1861'de ancak 125 milyon oluyor (yeni düşük düzey burada gene daha önceki azamiden daha yüksektir), 1863'te 146.500.000 sterline yükseliyor.
      Aynı şey, kuşkusuz, piyasalardaki genişlemeyi gösteren ithalat durumları ile de ortaya konabilir; burada yalnız, üretimin ölçeği sözkonusudur. [Hiç kuşkusuz bu ancak, İngiltere'nin fiili sanayi tekelini elinde tuttuğu zaman için geçerlidir; ama bu genellikle, dünya piyasası hala genişleme halinde olduğu sürece, modern geniş ölçekte sanayiye sahip bütün ülkeler topluluğu için geçerlidir. -F.E.]



2. SERMAYENİN YA DA GELİRİN BORÇ
SERMAYESİNE ÇEVRİLEN PARAYA DÖNÜŞMESİ


      Biz, burada, ticari kredinin akışındaki bir duraklamanın ya da bir (sayfa 444) tasarrufun -bu, ister fiili dolaşım aracında, ister yeniden üretim sürecinde iş gören kimselerin yedek sermayesinde bir tasarruf olsun- ifadesi olmaması ölçüsünde para-sermaye birikimini inceleyeceğiz.
      Bu iki durum dışında, para-sermaye birikimi, Avustralya ve Kaliforniya'daki yeni altın madenlerinin sonucu olarak, 1852 ve 1853 yıllarında görüldüğü gibi, olağandışı bir altın akışıyla da meydana gelebilir. Bu altın, İngiltere Bankasına yatırıldı. Altını yatıranlar, bunun karşılığında, doğrudan doğruya tekrar bankerlerine yatırmadıkları senetler aldılar. Bu şekilde dolaşım aracı olağandışı arttı. (Weguelin'in ifadesi, Bank Committee, 1857, n° 1329.) Banka, iskonto oranını %2'ye düşürerek bu mevduattan yararlanmaya çalıştı. 1853 yılının altı ayı boyunca, Bankada biriken altın kitlesi, 22-23 milyona yükseldi.
      Bütün borç para veren kapitalistlerin birikimi, doğal olarak, doğrudan doğruya para-biçimde oluyor, oysa, görmüş olduğumuz gibi, sanayi kapitalistlerinin fiili birikimi, kural olarak, üretken sermayenin kendi öğelerindeki artışla gerçekleşir. Dolayısıyla, kredi sistemindeki gelişme ve borç para verme işinin, büyük bankaların elinde büyük boyutlarda toplanması, tek başına, gerçek birikimden farklı bir biçim olarak borç verilebilir sermaye birikimini hızlandıracaktır. Bu nedenle, borç sermayesindeki bu hızlı gelişme, gerçek birikimin bir sonucudur, çünkü, yeniden-üretim sürecindeki gelişmenin getirdiği bir sonuçtur; ve, bu para-kapitalistler için birikim kaynağını teşkil eden kâr, yalnızca, yeniden üretken kapitalistlerin aşırdıkları artı-değerden bir indirimdir (ve aynı zamanda, başkalarına ait tasarruflardan sağlanan faizin bir kısmına elkonulmasıdır). Borç sermayesi, hem sanayi ve hem de ticaret kapitalistlerinin zararına birikir. Sınai çevrimin aleyhteki evrelerinde, faiz oranının geçici olarak, özellikle güç durumda bulunan bazı işkollarındaki bütün kârı yutacak derecede yükselebileceğini görmüştük. Aynı zamanda, devlet tahvilleri ile diğer tahvillerin fiyatları da düşer. Böyle zamanlarda, para-kapitalistler, bu değer kaybetmiş tahvillerden büyük miktarlarda satın alırlar ve bunlar daha sonraki evrelerde hemen eski düzeylerine ulaşırlar ve bunun üzerine yükselirler. Bunlar tekrar satılarak, halka ait para-sermayenin bir kısmı böylece cebe indirilmiş olur. Satılmayan kısım ise, itibari değerden düşük satın alındığı için, daha yüksek bir faiz sağlar. Ama para-kapitalistler, bütün kârları, ve bunlarla tekrar sermayeye çevrilmiş olanları, önce borç verilebilir para-sermayeye çevirirler. Borç verilebilir sermaye birikimi -onun bir sürgünü olmakla birlikte gerçek birikimden farklı olarak-, biz yalnız para-kapitalistleri, bankerleri, vb. tek başlarına dikkate aldığımız zaman bile, bu özel kapitalistler sınıfının bir birikimi olarak yer alır. Ve bu birikim, yeniden-üretim sürecindeki gerçek birikimle birlikte ortaya çıkan kredi sistemindeki her genişlemeyle birlikte büyür.
      Faiz oranı düşükse, para-sermayedeki bu değer kaybı, bankalara değil, esas olarak mevduat sahiplerinin sırtına yüklenir. Hisse senetli (sayfa 445) bankaların gelişmesinden önce, İngiltere'deki tüm mevduatın dörtte-üçü, bankalarda faiz getirmeksizin yatıyordu. Şimdi bunlara faiz ödenmekle birlikte, bu, cari faiz oranından en az %1 azdır.
      Öteki kapitalist sınıfların para birikimine gelince, biz, faiz getiren senetlere yatırılmış olanlar ile, bu biçimde biriken kısmı dikkate almıyoruz. Biz, yalnızca, borç verilebilir para-sermaye olarak piyasaya sürülen kısmı dikkate alıyoruz.
      Önce önümüzde, kârın gelir olarak harcanmayıp, birikim için bir yana ayrılan, ama sanayi kapitalistlerinin kendi işlerinde o an için gereksinmeleri bulunmayan kısım var. Bu kâr, doğrudan doğruya meta-sermaye şeklinde bulunmakta, onun değerinin bir kısmını oluşturmakta ve onunla birlikte para olarak gerçekleşmektedir; Şimdi eğer o, meta-sermayenin üretim öğelerine tekrar çevrilmemiş ise (şimdilik, ilerde ayrı olarak irdeleyeceğimiz tüccarı konu-dışı bırakıyoruz), bir süre için para-biçiminde kalmak zorundadır. Bu miktar, kâr oranının düşmesi halinde bile, sermayenin kendi miktarı ile birlikte artar. Gelir olarak harcanacak kısım yavaş yavaş tüketilir, ama, o arada, mevduat olarak banker için borç sermayesi oluşturur. Demek ki, kârın gelir olarak harcanan kısmındaki büyümenin kendisi bile, yavaş ve sürekli yinelenen borç sermayesi birikimini ifade eder. Aynı şey, birikim için ayrılan diğer kısım için de geçerlidir. Bu nedenle kredi sisteminde ve örgütlenmesindeki gelişmeyle, gelirdeki bir artış bile, yani sanayici ve tüccar kapitalistlerin tüketimi, kendisini, borç sermayesinin bir birikimi olarak ifade eder. Ve bu, yavaş yavaş tüketildikleri sürece, bütün gelirler için, başka bir deyişle, toprak rantı için, daha yüksek biçimleri içersinde ücretler için üretken olmayan sınıfların gelirleri için, vb. doğrudur. Bunların hepsi de, belli bir süre için, para gelir biçimini alırlar ve dolayısıyla, mevduata ve böylece de borç sermayesine çevrilebilir haldedirler. Bütün gelir -ister tüketim için, ister birikim için ayrılmış olsun- herhangi bir para-biçiminde varolduğu sürece, paraya çevrilmiş meta-sermayenin değerinin bir kısmıdır ve bu yüzden de, gerçek birikimin bir ifadesi ve sonucudur, ama kendisi üretken sermaye değildir. Bir iplikçi, ipliğini pamuk karşılığında -geliri teşkil eden kısmını da para karşılığında- değiştirdiğinde, onun sanayi sermayesinin gerçek varlık biçimi, dokumacının ya da belki de özel bir tüketicinin eline geçmiş bulunan ipliktir, ve bu iplik aslında -ister yeniden-üretim için, ister tüketim için olsun- sermaye-değerin olduğu kadar, içerdiği artı-değerin de varlık biçimidir. Paraya dönüştürülmüş bulunan artı-değerin büyüklüğü, ipliğin içerdiği artı-değerin büyüklüğüne bağlıdır. Ama, paraya çevrilir çevrilmez, bu para artık, bu artı-değerin, yalnızca, değer varlık biçimidir. Ve bu biçim içersinde iken, borç sermayesi olmasına ancak bir adım kalmıştır. Bu amaca ulaşmak için, eğer sahibi tarafından henüz borç verilmiş değilse yapılacak tek şey onu mevduata çevirmektir. Buna karşılık, üretken sermayeye tekrar çevrilebilmesi için, daha önce belli bir asgari sınıra ulaşmış olması gerekir. (sayfa 446)



OTUZİKİNCİ BÖLÜM
PARA-SERMAYE VE GERÇEK SERMAYE
III

(SON)


      BU şekilde tekrar sermayeye çevrilecek olan büyük para kitlesi, muazzam bir yeniden-üretim sürecinin sonucudur; ama, borç verilebilir para-sermaye olarak tek başına alındığında, bu, bizatihi bir yeniden üretken sermaye kitlesi değildir.
      Buraya kadarki serimimizdeki en önemli nokta, gelirin tüketime ayrılan kısmındaki genişlemenin (geliri değişen sermayeye eşit olduğu için işçiyi konu-dışı bırakıyoruz) kendisini başlangıçta, bir para-sermaye birikimi olarak göstermesidir. Bu nedenle gerçek sanayi sermayesi birikiminden büsbütün farklı bir şey olan para-sermaye birikimine bir etmen girmektedir; çünkü, yıllık ürünün tüketime ayrılan kısmı, hiç bir şekilde sermaye haline gelmez. Bunun bir kısmı sermayeyi, yani tüketim araçları üreticilerinin değişmeyen sermayesini yerine koyar, ama fiilen sermayeye çevrildiği ölçüde, bu değişmeyen sermayenin üreticilerinin gelirinin doğal biçiminde bulunur. Geliri temsil eden ve sırf tüketimin sağlanmasına hizmet eden aynı para, bir süre için, düzenli olarak borç verilebilir sermayeye çevrilir. Bu para, ücretleri temsil ettiği ölçüde, aynı zamanda değişen sermayenin para-biçimidir; ve tüketim araçları üreticilerinin değişmeyen sermayesini yerine koyduğu sürece de, değişmeyen sermayelerin geçici olarak büründüğü ve değişmeyen sermayelerin aynen yerine konulması gereken öğelerinin satın alınmasına hizmet eden (sayfa 447) para-biçimdir. Ne birinci ve ne de ikinci biçimde, büyüklüğü, yeniden-üretim sürecindeki genişlemeyle birlikte artmakla birlikte, bizatihi kendisi birikimi temsil etmez. Bununla birlikte, geçici olarak borç verilebilir para, yani para-sermaye işlevini yerine getirir. Dolayısıyla bu bakımdan, para-sermaye birikimi, bireysel tüketimin genişlemesi olgusu nedeniyle, daima daha büyük bir sermaye birikimini yansıtmak zorundadır; çünkü bu, para aracılığı ile gerçekleştiği gerçek birikim açısından, yani yeni sermaye yatırımlarına izin veren para açısından, para-biçimi sağladığı için, para- sermaye birikimi olarak görünür.
      Demek oluyor ki, borç verilebilir para-sermaye birikimi, kısmen yalnız, sanayi sermayesinin devresi sırasında dönüştüğü bütün paranın, üretken kapitalistler tarafından yatırılan paranın değil, bunlar tarafından borç alınan paranın biçimine girmesi olgusunu ifade eder, ve böylece gerçekten de, yeniden-üretim sürecinde yer alması gereken paranın yatırımı, borç alınan paranın yatırımı olarak görünür. Gerçekte, ticari kredi esasına göre, bir kimse bir başka kimseye yeniden-üretim süreci için gerekli parayı ödünç verir. Ama bu, şimdi şu biçimi almaktadır: bir grup yeniden üretken kapitalistten borç olarak para alan bir banker, bu parayı, bir başka grup yeniden üretken kapitaliste borç vermekle, yüce bir velinimet rolünde görünür; ve aynı zamanda, bu sermaye üzerindeki denetim, tamamıyla, aracı olma kimliğini taşıdığı için, bankerin eline geçmiş olur.
      Hala sözü edilmesi gerekli birkaç özel para-sermaye birikim şekli daha kalıyor. Örneğin, üretim öğelerinin, hammaddelerin, vb. fiyatlarındaki düşme ile sermaye serbest kalır. Sanayi kapitalistinin, yeniden-üretim sürecini hemen genişletememesi durumunda, para-sermayenin bir kısmı, fazlalık olarak devre dışına çıkar ve borç verilebilir para-sermayeye çevrilir. İkinci olarak, tüccarın işinde bir kesinti olduğu sıralarda, para-biçiminde bir sermaye, özellikle tüccar tarafından serbest bırakılır. Eğer tüccar, bir dizi ticari işlemi tamamlamış ve bu gibi kesintiler nedeniyle bir yeni diziye hemen başlayamıyorsa, gerçekleşen bu para onun için ancak bir birikmiş para yığmayı, artı-sermayeyi temsil eder. Ama aynı zamanda bu, doğrudan bir borç verilebilir para-sermaye birikimini temsil eder. Birinci durumdaki para-sermaye birikimi, yeniden-üretim sürecinin daha uygun koşullar altında yinelenmesini, daha önce bağlı bulunan sermayenin bir kısmının fiilen serbest kalmasını; başka bir deyişle, yeniden-üretim sürecinin, aynı miktar para ile genişletilmesi için bir olanağı ifade eder. Ama öteki durumda, yalnızca ticari işlemlerin akışındaki bir kesintiyi ifade eder. Bununla birlikte, her iki durumda da, borç verilebilir para-sermaye haline çevrilmesi -birisinde, gerçek birikim sürecindeki bir ilerlemeyi, diğerinde bir engellemeyi ifade ettiği halde- bir birikimi ifade eder ve para piyasası ile faiz oranını aynı derecede etkiler. Ensonu, para-sermaye birikimini, küpünü doldurup da yeniden-üretim sürecinden elini eteğini çeken kimselerin sayısı da etkiler. (sayfa 448) Sanayi çevrimi sırasında elde edilen kârlar ne kadar büyük olursa, bunların sayısı da o kadar kabarık olur. Bu durumda borç verilebilir para-sermaye birikimi, bir yandan, gerçek bir birikimi (nispi büyüklüğüne uygun olarak) ve öte yandan da, ancak sanayi kapitalistlerinin, sırf para- kapitalistlere ne ölçüde dönüştüğünü ifade eder. Kârın, gelir olarak tüketilmeye ayrılmayan öteki kısmına gelince, bu kısım ancak, kendisinin sağlanmış olduğu üretim alanındaki işin genişletilmesinde yatırılmak üzere hemen bir yer bulunamadığı takdirde, para-sermayeye çevrilir. Bunun iki nedeni olabilir. Ya bu üretim alanı sermaye ile doymuş haldedir, ya da birikimin sermaye olarak hizmet edebilmesi için, önce, bu özel alanda gerekli olan yeni sermayenin yatırım büyüklüklerine bağlı olarak belli bir hacme ulaşması gerekmektedir. Şu halde, bu kısım bir süre için borç verilebilir para-sermayeye çevrilir, ve diğer alanlarda, üretimin genişletilmesinde iş görür. Öteki bütün koşullar eşit olmak üzere, tekrar sermayeye çevrilmek için ayrılan kâr miktarı, elde edilen kârın kitlesine ve dolayısıyla yeniden-üretim sürecinin kendisinin genişliğine bağlıdır. Ancak eğer bu yeni birikim, yatırım alanı bulunmaması, yani üretim alanlarındaki fazlalıklar ve aşırı borç sermayesi arzı nedeniyle, kullanılması için güçlüklerle karşılaşıyorsa, bu borç verilebilir para-sermaye bolluğu, yalnızca kapitalist üretimin sınırlılığını gösterir. Bunun ardından gelen kredi sahtekarlıkları, bu artı-sermayenin kullanılmasının yolu üzerinde hiç bir gerçek engelin bulunmadığını tanıtlar. Bununla birlikte, sermayenin kendi genişleme yasalarında, yani sermaye olarak kendisini gerçekleştirebileceği sınırlarda gerçekten kaçınılmaz bir engel vardır. Para-sermaye olarak para-sermaye bolluğu, mutlaka bir aşırı-üretimi göstermediği gibi, sermaye için yatırım alanı kıtlığına da işaret etmez.
      Borç sermayesi birikimi, yalnızca, paranın, borç verilebilir para olarak üstüste yığılması olgusundan ibarettir. Bu süreç, paranın sermayeye gerçek dönüşümünden çok farklıdır; bu, yalnızca, paranın, sermayeye dönüştürülebilecek bir biçim içersinde birikimidir. Ama bu birikim, daha önce de gösterdiğimiz gibi, gerçek birikimden çok farklı olayları yansıtabilir. Gerçek birikim devamlı olarak genişlediği sürece, bu uzayan para-sermaye birikimi kısmen onun sonucu, kısmen onunla birlikte görülen, ama ondan tamamen farklı bulunan durumların, ve ensonu, kısmen de, gerçek birikimin yolu üzerindeki engellerin sonucu bile olabilir. Borç sermayesi birikiminde, gerçek sermayeden bağımsız olmakla birlikte onunla birlikte ortaya çıkan durum ve koşulların yol açtığı enflasyon olmasa bile, çevrimin belirli evrelerinde sürekli olarak bir para-sermaye, şişkinliği olması ve bu şişkinliğin kredideki genişlemeyle büyümesi zorunlu bir şeydir. Ve bununla birlikte, üretim sürecini, kapitalist sınırlarının ötesine ve ilersine götürme zorunluluğu şunları da geliştirmek zorundadır: aşırı-ticaret, aşırı-üretim ve aşırı-kredi. Aynı zamanda da, bunun daima, bir tepkiyi davet edecek biçimler içersinde ortaya çıkması gerekir. (sayfa 449)
      Para-sermaye birikiminin, toprak rantından, ücretlerden, vb. ileri gelmesi ile ilgili olarak burada bu konunun incelenmesine gerek yoktur. Yalnız konunun bir yönünü vurgulamak gerekir: kapitalist üretimin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan işbölümü sonucu, (iddiharcıların) fiili tasarruf ve perhiz işi, birikimin öğelerini oluşturmaları ölçüsünde, bu öğelerin asgarisini alan ve bankalar iflas ettiği zaman, emekçiler gibi, çoğu kez tasarruflarını bile kaybedenlere bırakılmıştır. Bir yandan, sanayici kapitalist, sermayesini bizzat kendisi "tasarruf" etmemiştir, yalnızca başkalarının tasarrufları üzerinde, sermayesinin büyüklüğü ile orantılı olarak bir kumanda gücüne sahiptir; öte yandan, para-kapitalist, başkalarına ait tasarrufları kendi sermayesi haline getirir ve yeniden üretici kapitalistlerin halktan sağladıkları ve birbirlerine verdikleri krediyi, kendisini zenginleştirmek için özel bir kaynak haline getirir. Kapitalist sistemin, sermayenin, bir kimsenin kendi emeğinin ve tasarruflarının meyvesi olduğu konusundaki hayali de böylece yıkılmış olur. Kâr, yalnız başkalarının el konulan emeğini değil, bu başkalarına ait emeği harekete geçiren ve sömüren sermayeyi de kapsar; sermaye de, para-kapitalistin, sanayi kapitalistinin tasarrufuna verdiği ve buna karşılık da kendi adına onu sömürdüğü, başkalarına ait mülkiyetten oluşur.
      Kredi sermayesi konusunda birkaç düşüncenin daha eklenmesi gerekir.
      Aynı para parçasının kaç kez borç sermayesi olarak iş görebileceği, daha önce de göstermiş olduğumuz gibi:
      1) Satış ya da ödeme ile kaç kez meta-değer gerçekleştirdiğine, dolayısıyla sermaye transfer ettiğine ve ayrıca kaç kez gelir gerçekleştirdiğine bağlıdır. Sermayenin ya da gelirin gerçekleşen değeri olarak, kaç kez el değiştirmesinin, fiili alışveriş işlemlerinin genişliğine ve büyüklüğüne bağlı olduğu besbellidir.
      2) Bu, ödemelerdeki tasarrufa ve kredi sistemindeki gelişme ve örgütlenmeye bağlıdır.
      3) Ensonu, kredi işlemlerinin yoğunlaşmasına ve hızına bağlıdır; böylece bir noktada bir mevduat toplanır toplanmaz, bir başka noktada borç olarak hareket eder.
      Borç sermayesinin varlık biçiminin yalnızca gerçek paranın, altının ya da gümüşün -tözü, değer ölçüsü olarak iş gören metaın- varlık biçimi olduğu varsayılsa bile, bu para-sermayenin büyük bir kısmı daima zorunlu olarak düpedüz hayali, yani tıpkı kağıt para gibi değer üzerinde sahiplik hakkıdır. Para, sermayenin devresinde işlev yaptığı sürece, gerçekten de bir an için para-sermaye oluşturur; ama kendisini borç verilebilir sermaye haline dönüştürmez; daha çok, üretken sermayenin öğeleri ile değişilir, ya da gelirin gerçekleştirilmesinde dolaşım aracı olarak ödenir ve dolayısıyla da kendisini, sahibi için borç sermayesine çevirmez. Ama, borç sermayesine dönüştürüldüğü ve aynı para tekrar tekrar (sayfa 450) borç sermayesini temsil ettiği sürece, ancak tek bir noktada madeni para biçiminde, diğer bütün noktalarda yalnızca sermaye üzerinde hak biçiminde varolduğu açıktır. Yapılan varsayıma göre, bu hakların birikimi, gerçek birikimden, yani meta-sermayenin, vb. değerinin paraya çevrilmesinden doğar; ama şu da var ki, bu hak ya da alacakların birikimi, doğmuş oldukları gerçek birikimden farklı olduğu gibi, bu paranın borç verilmesiyle sağlanan gelecekteki birikimden de (yeni üretim sürecinden) farklıdır.
      Prima facie,
borç sermayesi, daima para-biçiminde[
9] daha sonrada para üzerinde hak olarak varolur; çünkü, başlangıçta varolduğu para, şimdi borç alanın elinde gerçek para-biçimdedir. Borç veren için ise, para üzerinde bir hakka, bir sahiplik hakkına dönüşmüştür. Bu nedenle, aynı gerçek para kitlesi, çok farklı para-sermaye kitlelerini temsil edebilir. İster gerçekleşmiş sermayeyi, ister gerçekleşmiş geliri temsil etsin, düpedüz para, sırf bir borç verme hareketi ile, gelişmiş kredi sistemindeki genel biçimi içersinde ele alırsak, mevduat şekline dönüştürülmesi ile, borç sermayesi halini alır. Mevduat, mevduat sahibi için para-sermayedir. Ama bankerin elinde, sahibinin kasası yerine bankerin kasasında boşuboşuna yatan, sırf bir potansiyel para-sermaye olabilir.[10] (sayfa 451)
      Maddi servetin büyümesiyle birlikte, para-kapitalistler sınıfı da büyür; bir yandan, işten elini eteğini çekmiş kapitalistlerin, rantiyelerin sayısı ve serveti artar; öte yandan, kredi sisteminde gelişme daha da hızlanır, ve bankerlerin, borç para verenlerin, parababalarının sayısını çoğaltır. Mevcut para-sermayedeki gelişmeyle birlikte, faiz getiren senetlerin, devlet tahvillerinin, hisse senetlerinin miktarı, daha önce de gördüğümüz gibi büyür. Şu da var ki, aynı zamanda, mevcut para-sermayeye olan talep de büyür ve bu senetler üzerinde spekülasyon yapan jobbers [komisyoncular], para piyasasında egemen bir rol oynarlar. Bu senetlerin bütün alım ve satımı, gerçek sermaye yatırımlarının bir ifadesi olmuş olsaydı, bunların, borç sermayesine olan talep üzerinde bir etkileri olamayacağını söylemek doğru olurdu; çünkü, A, senedini sattığı zaman, B'nin bu senede yatırdığı kadar parayı çekmiş olurdu. Senedin aslında temsil ettiği sermaye (hiç değilse para-sermaye olarak) değil de, yalnızca senedin kendisi varolduğu zaman bile, bu, daima, bu gibi para-sermaye için pro tanto [O ölçüde, o kadar. -ç.] yeni bir talep yaratır. Ama, ne olursa olsun, bu, daha önce B'nin tasarrufunda olup da, şimdi A'nın tasarrufunda olan para-sermayedir.
      B. A. 1857, n° 4886. "İskonto oranını belirleyen nedenleri anlatırken, bunun, diğer tür senetlerden farklı olarak tüccar senetlerinin iskontosunda kullanılan piyasadaki sermaye miktarı ile saptandığını söylemek sizce doğru mudur?" - [Chapman:] "Hayır, faiz sorununu, cari nitelikteki bütün çevrilebilir senetler (all convertible securities of a current character) etkiler; bunu, yalnızca, senetlerin iskontosu ile sınırlandırmak yanlış olur, çünkü, son zamanlarda çok yaygın olduğu gibi, rehin karşılığında ya da hatta hazine senetleri karşılığında, ticari haddin çok üzerinde bir faiz ile büyük bir para talebi varken, ticaret dünyamızın bundan etkilenmediğini söylemek saçma olur; bu durumun onun üzerinde kesin sonuçlu etkileri olmuştur." - "4890. Bankerlerce de kabul edilen sağlam ve geçerli senetler piyasada bulunuyor ve herkes bunlar üzerinden para çekmek istiyorsa, hiç kuşkusuz bunun ticari senetler üzerinde bir etkisi görülecektir; örneğin parasını aynı zamanda, rehin ya da benzeri bir teminat karşılığında %6 faiz ile borç verme durumunda bulunan bir kimseden, ticari senetler karşılığında bana parasını %5 faiz ile borç vermesini beklemem yersiz olur; bu bizi aynı şekilde etkiliyor; paramı %6 üzerinden borç verme olanağım varken, kimse benim senetlerimi %5½'den iskonto etmemi bekleyemez." - "4892. Para piyasasını maddi (sayfa 452) bakımdan etkilemek üzere, 2.000 ya da 5.000 ya da 10.000 sterlin satın alan yatırımcılardan sözetmiyoruz. Rehin karşılığındaki faiz oranı bana soracak olursanız, yüzbinlerce sterlin ile iş yapan, büyük miktarlarda borç alan ya da piyasada satın almada bulunan ve halkın bir kâr karşılığında bu parayı alana kadar bu parayı ellerinde tutan ve kendilerine jobbers denilen kimselerden sözetmek isterim; bu adamlar da, bu nedenle para isterler."
      Kredi sistemindeki gelişmeyle birlikte, Londra gibi, aynı zamanda bu senetler için ana ticaret merkezi olan, biraraya toplanmış büyük para piyasaları doğdu. Bankerler, halka ait muazzam miktarlarda para-sermayeyi, bu çirkin işadamları güruhunun emrine verdiler ve böylece de kumarbazlar sürüsü çoğaldı. İngiltere Bankası Guvernörlüğü ile görevli James Morris, 1848'de Lordlar Kamarası Gizli Komitesinde, "Borsada para, genel bir ifadeyle, başka yerlerden daha ucuzdur," diyordu (C.D. 1848, baskı 1857, n° 219).
      Faiz getiren sermayeyi irdelerken, faiz oranının, uzun bir yıllar dizisinde, diğer koşullar eşit kalmak üzere, kendisi kâr eksi faizden fazla bir şey olmayan girişim kârı ile değil, ortalama kâr oranı ile belirlendiğini görmüş bulunuyoruz.
      Ticari faizdeki, yani borç para verenler tarafından, ticaret dünyasındaki iskontolar ve borçlar için hesaplanan faizdeki değişmeler için de, sanayi çevrimi sırasında, faiz oranının kendi asgarisini aştığı ve ortalama düzeyine eriştiği (ki, daha sonra bunu aşar) bir evreye ulaşılacağı ve bu hareketin kârdaki yükselmenin bir sonucu olduğu da daha önce belirtilmişti ve bir başka yerde ayrıntılı bir biçimde incelenecektir.
      Bu arada iki şeyi burada belirtmek gerekir.
      Birincisi
: Faiz oranı uzun bir süre için aynı düzeyde kalıyorsa (biz burada, İngiltere gibi, ortalama faiz oranının uzun bir dönem için veri olduğu, ve kendisini, uzun vadeli borçlar karşılığı ödenen faizde -buna özel faiz de denebilir- gösteren belli bir ülkedeki faiz oranından sözediyoruz), bu prima facie faiz oranının bu dönem boyunca yüksek olduğunun bir kanıtıdır, ama bu, girişim kârı oranının yüksek olduğunu zorunlu olarak tanıtlamaz. Bu son ayrım, genellikle kendi sermayeleri ile iş gören kapitalistler için azçok ortadan kalkmıştır; bunlar kendi kendilerine faiz ödedikleri için yüksek bir kâr oranı gerçekleştirirler. Uzun süreli yüksek bir faiz oranı olasılığı, kâr oranı yüksek olduğu zaman vardır; ne var ki bu söylenenler, fiili sıkışıklık evreleri için değildir. Ama, bu yüksek kâr oranı, yüksek bir faiz oranı düşüldükten sonra, geriye ancak düşük bir girişim kârı oranı bırakabilir. Yüksek kâr oranı sürüp gittiği halde, girişim kârı oranı düşebilir. Bu bir kez başlayınca girişimin devam etmesi zorunluluğu nedeniyle olasıdır. Bu aşama boyunca işler büyük ölçüde sırf kredi sermayesi ile (başkalarının sermayesi ile) yürütülür; ve yüksek (sayfa 453) kâr oranı kısmen spekülatif ve gelecekte umulan nitelikte olabilir. Yüksek bir faiz oranı, yüksek bir kâr oranı ile ama azalan bir girişim kârı ile ödenebilir. Bu ödeme (ve bu kısmen spekülasyon dönemleri boyunca yapılır) kârdan değil, borç alınan sermayenin kendisinden yapılır ve bu bir süre böyle devam edebilir.
      İkincisi
: Para-sermayeye olan talebin ve dolayısıyla faiz oranının, kâr oranı yüksek olduğu için büyüdüğünü söylemek, sanayi sermayesine olan talebin arttığını ve dolayısıyla faiz oranının yüksek olduğunu söylemekle aynı şey değildir.
      Bunalım zamanlarında borç sermayesine olan talep ve dolayısıyla faiz oranı en üst düzeyine yükselir; kâr oranı ve bununla birlikte sanayi-sermayesine olan talep büsbütün yokolup gitmiştir. Bu gibi zamanlarda herkes, daha önce bağlanmış olduğu yükümlülüklerini tasfiye için, yalnızca ödemede bulunma amacıyla borç alır. Buna karşılık, bunalımdan sonraki canlanan faaliyet döneminde, borç sermayesi, satınalma amacıyla ve para-sermayeyi üretken ya da ticari sermayeye çevirme amacıyla talep edilir. Ve o sırada bu talebi yapan ya sanayi kapitalisti ya da tüccardır. Sanayi kapitalisti bunu üretim araçları ile emek-gücüne yatırır.
      Emek-gücü talebi kâr oranıyla belirlendiği için, buna karşı artan talep, hiç bir zaman kendi başına kâr oranının yükselmesinin bir nedeni değildir. Yüksek ücretler her ne kadar sanayi çevriminin bazı özel evreleri sırasında daha yüksek kârların bir sonucu olabilirse de, yüksek kârın bir nedeni değildir.
      Emeğin sömürüsü özellikle uygun koşullar altında yeraldığı için emek-gücüne olan talep artabilir ama, emek-gücüne ve dolayısıyla değişen sermayeye olan talepteki bu yükselme, kendi başına kârı artırmaz; tersine, onu pro tanto düşürür. Ne var ki değişen sermayeye olan talep oranını gene de aynı zamanda artırabilir, böylece de faiz oranını yükseltebilecek para-sermayeye olan talep de artabilir. Emek-gücünün piyasa-fiyatı, ortalamanın üzerine yükselir, ortalamanın üzerinde emekçi çalıştırılır ve faiz oranı aynı zamanda, bu gibi koşullar altında para-sermayeye olan talep arttığı için yükselir. Emek-gücüne olan talepteki bu yükselme, bu metaın fiyatını, diğer metalara olan talepteki yükselmenin o metaın fiyatını artırması gibi yükseltir; ama, özellikle bu metaın nispi ucuzluğuna geniş ölçüde bağlı bulunan kâr, artmış olmaz. Ama aynı zamanda -varsayılan koşullar altında- bu, para-sermayeye olan talebi artırdığı için faiz oranını da yükseltir. Para-kapitalist, eğer parayı borç vermek yerine kendisini sanayi kapitalistine dönüştürecek olursa, emek-gücü için daha fazla ödemede bulunmak zorunda kalması olgusu kârını yükseltmez, daha çok, bununla orantılı olarak düşürür. İşlerin gidişi öyle olabilir ki, kârı gene de yükseltebilir, ama bunun nedeni hiç bir zaman, emeğe daha fazla ödemede bulunması değildir. Bununla birlikte, bu durum para-sermayeye olan talebi artırdığı sürece, faiz oranını yükseltmek için yeterlidir. İşlerin başka bakımlardan uygun gitmediği sırada ücretlerin (sayfa 354) bazı nedenlerle yükselmesi halinde, bu ücret artışları, kâr oranını düşürür, ama faiz oranını, para-sermayeye olan talebi artırdığı ölçüde yükseltir.
      Emek bir yana bırakıldığında, Overstone'un "sermayeye olan talep" dediği şey yalnızca metalara olan talepten ibarettir. Metalara olan talep, ya ortalamanın üzerine yükseldiği ya da metaların arzı ortalamanın altına düştüğü için fiyatlarını yükseltir. Sanayi kapitalisti ya da tüccar, aynı miktar meta için eskiden 100 sterlin öderken şimdi diyelim 150 sterlin ödemek durumunda kalırsa, 100 sterlin yerine şimdi 150 sterlin borç almak ve eğer faiz oranı %5 ise, eskiden 5 sterlin öderken şimdi 7½ sterlin faiz ödemek zorundadır. Ödeyeceği faiz tutarı şimdi daha fazla sermaye borç almak zorunda olduğu için yükseltmiştir.
      Bay Overstone'un bütün çabası, borç sermayesi ile sanayi sermayesinin faizlerini özdeş şeyler olarak göstermektir; öte yandan da onun Bank Act'i tamamen, faizler arasındaki bu aynı farkı, para-sermayenin çıkarına sömürmek için düzenlenmiştir.
      Metalara olan talebin, bunların arzının ortalamanın altına düşmesi halinde, eskisinden daha fazla para-sermaye çekmemesi olasılığı vardır. Bunların toplam değeri için aynı meblağın ya da daha küçük bir meblağın ödenmesi gerekecektir, ama aynı meblağ karşılığında daha küçük miktarda kullanım-değeri alınmış olacaktır. Bu durumda, metalara olan talep, bunların arzlarına göre artacağı ve dolayısıyla metaların fiyatı yükseleceği halde, borç sermayesine olan talep aynı kalacak ve bu yüzden de faiz oranı yükselmeyecektir. Borç sermayesine olan toplam talep artmadıkça faiz oranında bir değişme olamaz ve yukardaki varsayımlar gereği durum böyle değildir.
      Bir nesnenin arzı, tahılda, pamukta, vb., kötü bir ürün alındığında olduğu gibi ortalamanın altına da düşebilir; ve bu metalarda yapılacak spekülasyon, fiyatlarda meydana gelebilecek daha da fazla yükselmeyi hesaba kattığı ve bunu geçici olarak yükseltmenin en iyi yolu da arzın bir kısmını piyasadan çekmek olduğu için, borç sermayesine karşı talep artabilir. Ama, satın alınan metaların bedelini bunları satmaksızın ödemek için para, ticari "poliçe işlemleri" yoluyla sağlanır. Bu durumda, borç sermayesine olan talep artar ve faiz oranı, bu metaın piyasaya arzına yapay olarak engel olmak için girişilen bu manevranın sonucu olarak yükselebilir. Bu yükselen faiz oranı, öyleyse, meta-sermaye arzındaki yapay azalmayı yansıtır.
      Buna karşılık, bir nesneye olan talep, arzındaki artış ve o nesnenin ortalama fiyatının altında satılması nedeniyle büyüyebilir.
      Bu durumda, borç sermayesine olan talep aynı kalabilir ya da hatta düşebilir, çünkü, aynı miktar para ile daha fazla meta elde edilebilir. Üretim amaçları için en uygun anın avantajlarından yararlanmak amacıyla, ya da fiyatlarda ilerde meydana gelecek yükselme umuduyla, spekülatif amaca dayalı stok yığılması da olabilir. Bu durumda, borç sermayesine olan talep büyüyebilir ve faiz oranında görülen yükselme üretken (sayfa 455) sermaye öğelerinin aşırı stok yığılmasına yapılan sermaye yatırımını yansıtır. Biz burada yalnız, meta-sermayeye olan talebin ve meta-sermaye arzının, borç sermayesine karşı olan talebi etkilemesini incelemekteyiz. Sanayi çevrimi evrelerinde yeniden-üretim sürecinin değişen durumlarının borç sermayesi arzını nasıl etkilediğini yukarda irdelemiş bulunuyoruz. Piyasa faiz oranının, (borç) sermaye arzı ve talebi tarafından belirlendiği yolundaki saçma önermeyi Overstone kendi önermesiyle, yani borç sermayesinin genel olarak sermaye ile eşdeğer olduğu yolundaki önermesiyle kurnazca birleştirmiştir, ve böylece o, tefeciyi biricik kapitalist ve sermayesini de biricik sermaye haline getirmeye çabalamaktadır.
      Darlık sıralarında, borç sermayesine olan talep, ödeme aracına olan taleptir ve başka bir şey değil; bu hiç bir zaman, satınalma aracı olarak paraya olan bir talep değildir. Aynı zamanda, faiz oranı, gerçek sermaye, yani üretken ve meta sermaye ister bol ister kıt olsun, çok fazla yükselebilir. Ödeme aracına talep tüccarlar ile üreticiler sağlam bir güvence gösterebildikleri sürece sırf bir paraya çevrilmeye olan taleptir; bu güvence yoksa bu talep para-sermaye talebidir, böylece aldıkları ödeme aracı avansı bunlara yalnız paranın biçimini vermiş olmaz, aynı zamanda da, ödemede bulunmaları için, biçimi ne olursa olsun ellerinde bulunmayan bir eşdeğeri de sağlamış olur. Şimdiki bunalım teorisi üzerindeki tartışmada her iki tarafın da hem haklı ve hem de haksız olduğu nokta işte budur. Yalnızca bir ödeme aracı kıtlığı bulunduğunu söyleyenlerin kafasında, ya yalnız bona fide güvencelere sahip kimseler vardır, ya da bunlar, bütün müflis dolandırıcıları, kağıt-parçaları aracılığı ile ödeme gücü olan ve saygıdeğer kapitalistlere dönüştürmenin, bankaların görevi olduğuna ve buna güçlerinin de yettiğine inanan budalalardır. Yalnızca bir sermaye kıtlığı olduğunu söyleyenler ise, ya düpedüz sözcük oyunu yapmaktadırlar, çünkü, işte tam böyle zamanlarda, aşırı-ithalatın ve aşırı-üretimin bir sonucu olarak, çevrilemeyen [inconvertible] bir sermaye kitlesi vardır, ya da bunlar yalnızca, şimdi gerçekten, kendi işleri için artık başkalarına ait sermayeyi elde edemeyecekleri bir duruma düşen ve gene şimdi bankanın yalnız kaybettikleri sermayeyi ödemeleri için yardımda bulunmakla kalmayıp, dolandırıcılıklarını sürdürmelerini sağlamasını da isteyen kredi şövalyelerinden sözetmektedirler.
      Paranın, değerin bağımsız bir biçimi olarak, metalara karşıt bir durumda bulunması ya da değişim-değerinin parada bağımsız bir biçime bürünmek zorunda olması, kapitalist üretimin temel bir ilkesidir; ve bu da ancak, belli bir metaın, değeri diğer bütün metaların ölçüsü haline gelen bir madde halini alarak, genel bir meta -diğer bütün metalardan farklı- par excellence bir meta şeklini almasıyla mümkündür. Bunun, kendisini, özellikle, paranın yerine, bir yandan kredi işlemlerini, öte yandan kredi-parasını geniş ölçüde koyan, gelişmiş kapitalist uluslar arasında iki bakımdan ortaya koyması zorunlu olur. Kredilerin kısıldığı ya da büsbütün kesildiği darlık zamanlarında, para birdenbire, biricik ödeme (sayfa 456) aracı ve diğer bütün metalarla mutlak bir karşıtlık içersinde, değerin gerçek bir varlık biçimi olarak ortaya çıkar. Metaların evrensel değer kaybı, bunların paraya, yani tamamıyla kendi hayali biçimlerine dönüştürülmesindeki güçlük ya da hatta olanaksızlık işte buradan gelir. İkinci olarak, kredi-parasının kendisi de, ancak, nominal değeri tutarındaki gerçek paranın mutlak olarak yerini aldığı ölçüde paradır. Dışarıya bir altın akışı ile çevrilebilirliği, yani gerçek altınla özdeşliği kuşkulu hale gelir. Bu çevrilebilirliğin koşullarının korunması amacıyla alınan, faiz oranının yükseltilmesi, vb. gibi zoraki önlemlere de işte bunun için başvurulur. Bu durum, hatalı para teorilerine dayanan ve Overstone ve aynı soydan para-tüccarlarının çıkarları için ulusun sırtına yüklenen yalan-yanlış yasalarla, şu ya da bu uçlara kadar götürülebilir. Ne var ki bunun asıl temelini hazırlayan, üretim tarzının kendisinin dayandığı temeldir. Kredi-parasındaki bir değer kaybı (para olarak taşıdığı tamamen hayali niteliğini kaybetmesinin burada sözünü bile etmiyoruz) bütün mevcut ilişkileri altüst eder. Bu yüzden de, paradaki bu değerin hayali ve bağımsız varlığını korumak amacıyla, metaların değerleri feda edilir. Para-değer olarak, ancak para güvenli olduğu sürece o da güvenlidir. Para olarak birkaç milyon için, meta olarak birçok milyonların bu nedenle feda edilmesi gerekir. Kapitalist üretimde bu kaçınılmazdır ve onun hoş yanlarından birisi de budur. Daha önceki üretim tarzlarında bu olmaz, çünkü dayandıkları dar temel üzerinde ne kredi ne de kredi-parası pek fazla gelişmez. Emeğin toplumsal niteliği metaların para-varlık biçimi ve dolayısıyla da gerçek üretime yabancı bir şey olarak göründüğü sürece para bunalımları -gerçek bunalımlardan bağımsız ya da bunların yoğunlaşmış şekli olarak- kaçınılmazdır. Öte yandan, bir bankanın kredisi sarsılmadığı sürece, bu gibi durumlarda, kredi-parasını artırmak suretiyle paniği hafifleteceği ve daraltmak suretiyle de şiddetlendireceği açık bir şeydir. Modern sanayiin bütün tarihi, içerdeki üretimin örgütlenmiş olması koşuluyla, madeni paraya ancak uluslar arası ticaretin dengesi geçici olarak bozulduğu zamanlarda gerçekten gereksinme duyulabileceğini göstermiştir. İç piyasanın şimdi bile madeni paraya gereksinmesi olmadığını, sözde ulusal bankaların nakit ödemeleri geçici olarak durdurmaları ve bu yola ancak olağanüstü durumlarda biricik çare olarak başvurmaları da göstermektedir.
      İki birey sözkonusu olduğunda, bunların birbirleriyle alışverişlerinde her ikisinin de aleyhte bir ödemeler dengesine sahip olduklarını söylemek gülünç olur. Bunların karşılıklı olarak birbirlerinin alacaklısı ve borçlusu olmaları halinde, eğer karşılıklı alacakları birbirini götürmüyorsa, bakiye için birisinin alacaklı, ötekisinin ise borçlu olması gerekeceği açıktır. Uluslar sözkonusu olduğunda durum hiç de böyle değildir. Bir ulus için, ticaret bilançosunun eninde sonunda kapatılması gerektiği halde, ödemeler bilançosunun lehte ya da aleyhte olabileceğini kabul eden bütün iktisatçılar da durumun böyle olmadığını kabul ederler. (sayfa 457)
      Ödemeler bilançosu, ticaret bilançosundan, ticaret bilançosunun belli bir tarihte kapatılması gerekmesi bakımından ayrılır. Bunalımların şimdi gerçekleştirdikleri şey, ödemeler bilançosu ile ticaret bilançosu arasındaki farkı, kısa bir aralık halinde daraltmaktır; bunalım geçiren ve bu nedenle de ödemelerini zamanında yerine getirmeyen bir ulusun karşı karşıya kaldığı belirli durumlar zaten hesapların tasfiyesi zamanında böyle bir kısalmaya yolaçmıştır. Önce, dışarıya değerli maden sevki; ardından, gönderilen malların düşük fiyatlarla satışı; elden çıkarılmak ya da içerde onlar karşılığında para avansları elde etmek için meta ihracı; faiz oranını yükseltmek, kredileri kesmek, senet ve tahvillerin değerlerini düşürmek, yabancı tahvilleri elden çıkartmak, bu değeri düşürülmüş tahvillere yatırılmak üzere yabancı sermayeyi çekmek, ve ensonu, bir yığın alacağı tasfiye eden iflas. Aynı zamanda, bunalımın patlak verdiği ülkeye çoğu kez hala madeni para gönderilmektedir, çünkü bu ülkeye çekilen çekler güvenli olmamakta ve madeni parayla ödeme en güvenilir olmaktadır. Üstelik, Asya bakımından, bütün kapitalist uluslar, genellikle aynı zamanda -doğrudan doğruya ya da dolaylı- onun borçlusudurlar. Bu çeşitli koşullar, diğer ilgili ulus üzerinde tam etkisini gösterir göstermez, o da aynı şekilde altın ve gümüş ihraç etmeye başlar, kısacası, ödemeler vadesinde yapılamamaktadır ve aynı olaylar yinelenmektedir.
      Ticari kredide, faiz -kredi fiyatı ile nakit fiyat arasındaki fark olarak- metaların fiyatına ancak, poliçeleri normal vadenin üzerinde oldukları sürece girer. Tersi durumda girmez. Ve bunu herkesin bir eliyle aldığı krediyi bir başka eliyle vermesi olgusu açıklar. [Bu, benim deneyimlerime uymuyor. -F.E.] Ama, iskonto, buraya bu biçim içersinde girdiği sürece, bu, bu ticari kredi ile değil, para piyasası tarafından belirlenir.
      Eğer faiz oranını belirleyen para-sermaye arzı ve talebi, Overstone'un öne sürdüğü gibi, fiili sermayenin arz ve talebi ile aynı şey olsaydı, faiz, çeşitli metalara ya da ele alınan aynı metaın çeşitli evrelerine (hammadde, yarı mamul ürün, son şeklini almış ürün) bağlı olarak, aynı zamanda düşük ve yüksek olurdu. 1844'te İngiltere Bankasının faiz oranı, %4 (ocaktan eylüle) ile, %2½ ve 3 (kasımdan yıl sonuna kadar) arasında oynuyordu. 1845'te %2½, 2¾, ve ocaktan ekime kadar %3, geriye kalan aylarda %3 ile 5 arasındaydı. Temiz Orleans pamuğunun ortalama fiyatı 1844'te 6¼ peni, 1845'te 47/8 peni idi. 3 Mart 1844 tarihinde Liverpool'daki pamuk stoku 627.042 balya ve 3 Mart 1845'te 773.800 balya idi. Pamuğun düşük olan fiyatlarına göre faiz oranının 1845'te düşük olması gerekirdi, ve gerçekten de bu sürenin büyük bir kısmında düşüktü. Ama, iplik fiyatlarına göre faiz oranının yüksek olması gerekirdi, çünkü, fiyatlar nispi olarak, kârlar mutlak olarak yüksekti. Libresi 4 peni olan pamuktan 1845'te, 4 peni eğirme gideriyle (iyi cins secunda mule twist No 40) ya da iplikçiye ödenen 8 peni toplam giderle iplik eğrilebilir, ve bu iplik, 1845 eylül ve ekiminde libresi 10½ ya da 11½ peniden (sayfa 458) satılabilirdi. (Bkz: aşağıda, Wylie'nin tanıklığı.) Bütün sorun şu şekilde çözümlenebilir: Borç sermayesi arzı ve talebi, genellikle sermaye arzı ve talebi ile aynı olurdu (bu son söz saçma olduğu halde; çünkü, sanayici ya da tüccar kapitalist için meta, onun sermayesinin bir biçimidir, ama o hiç bir zaman sermaye olarak böyle bir meta talep etmez, o ancak belli bir metaı meta olarak talep eder ve, kendi sermayesinin devresinde onun oynamak zorunda olduğu role bakmaksızın bir meta olarak, örneğin tahıl ya da pamuk olarak bu metaı satın alır ve karşılığını öder), eğer ortada borç para verenler olmasaydı ve onların yerine borç veren kapitalistler, makinelere, hammaddelere, vb. sahip olsaydılar ve bunları şimdi evlerin kiraya verilmesi gibi, bu nesnelerden bazılarına kendileri de sahip bulunan sanayi kapitalistlerine borç ya da kiraya vermiş olsalardı. Böyle bir durumda, borç sermayesi arzı, sanayi kapitalistleri için üretim öğelerinin ve tüccarlar için metaların arzı ile aynı şey olurdu. Ama açıktır ki, o zaman da, borç veren ile borç alan arasındaki kâr bölüşümü, borç verilen ve onu kullanmakta olanın mülkiyetinde bulunan sermayenin oranına bağlı olurdu.
      Bay Weguelin'egöre (B. A., 1857), faiz oranı "kullanılmayan sermaye miktarı" tarafından belirlenir (252); o, ''kullanım yeri arayan büyük bir sermaye kitlesinin bir göstergesinden başka bir şey değildir'' (271); daha sonra bu kullanılmayan sermaye floating capital (dolaşan sermaye) halini alıyor ve bu sözle o "İngiltere Bankası banknotları ile ülkedeki diğer tür dolaşım araçlarını, örneğin, taşra bankaları dolaşım araçlarını ve ülkedeki sikke miktarını" kastediyor "... floating capital'a (dolaşan sermayeye) ben bankerlerin rezervlerini de katıyorum" diyor (502, 503) ve daha sonra külçe altınları da buna ekliyor (503). Böylece aynı Bay Weguelin, İngiltere Bankasının faiz oranı üzerinde "Biz" [İngiltere Bankası] "kullanılmayan sermayenin daha büyük bir kısmını elde bulundurduğumuz" zaman büyük etkisi olduğunu söylediği (1198) halde Bay Overstone'un yukardaki tanıklığına göre, İngiltere Bankası, "sermaye için bir yer değildir." Bay Weguelin şunları da söylüyor: "Bence iskonto oranı, ülkede bulunan kullanılmayan sermayenin miktarı ile belirlenir. Kullanılmayan sermaye miktarını, tamamı külçe rezervi olan, İngiltere Bankasının rezervleri temsil eder. Bu nedenle, bu altın çekildiğinde ülkedeki kullanılmayan sermaye miktarı azalır ve dolayısıyla da, geriye kalanın değeri artmış olur" (1258). J. Stuart Mill şöyle diyor (2102): "Banka, banking department'nın borçları karşılayabilmesi için, bu kısımda rezervleri doldurabilmek için elden geleni yapmak zorundadır; ve bu nedenle dışarıya bir altın akışının gelişerek devam ettiğini farkeder etmez, rezervlerini güven altına almak ve iskontoları ya da senet satışlarını daraltmaya başlamak zorundadır." - Rezerv, yalnız banking department bakımından düşünüldüğünde, yalnız mevduatlar için rezerv demektir. Overstone'lara göre banking departmen'ın "otomatik" banknot (sayfa 459) çıkartılmasıyla ilgilenmeksizin, yalnız banker olarak hareket etmesi gerekir. Ama, gerçek darlık zamanlarında Banka, banking department'ın yalnız banknotlardan ibaret bulunan yedeklerinden bağımsız olarak, altın rezervini dikkatle izler ve, iflas etmek istemiyorsa izlemek zorundadır da. Çünkü, külçe rezervi suyunu çektiği ölçüde, banknot rezervi de erir ve bunu, hiç kimse, 1844 tarihli Bank Act ile bunun böyle olmasını akıllıca düzenleyen Bay Overstone'dan daha iyi bilemez. (sayfa 460)






Dipnotlar



[1] "İşçi, yıllık ücretinin para-değerinin, faizden alınan gelir olarak kabul edilmesiyle elde edilen bir sermaye-değere sahiptir. ... Ortalama günlük ücreti %4 üzerinden ... sermayeleştirerek, erkek bir tarım işçisi için şu ortalama değeri elde ederiz: Avusturya'da, 1.500 taler; Prusya'da, 1.500; İngiltere'de, 3.750; Fransa'da, 2.000; orta Rusya'da, 750 taler." (Von Reden, Vergleichende Kulturstatistik, Berlin, s. 434.)
[2] [Metalar ile değerli senetlerin son derece değer kaybettiği ve tamamen satılamaz hale geldiği Şubat Devriminden hemen sonra, Liverpool'daki İsviçreli bir tüccar -babama anlattığına göre- varını-yoğunu paraya çeviriyor, elinde parayla Paris'e geliyor ve Rothschild'i bularak, birlikte bir girişimde bulunmayı öneriyor. Rothschild gözlerini adama dikiyor, ona doğru koşuyor, omuz1arından tutuyor ve soruyor: "Avez-vous de I'argent sur vous?" - "Oui, M. le baron." - "Alors vous étes mon homme!"("Yanınızda para var mı?" - "Evet, Baron." - "Öyleyse siz benim adamımsınız.") - Ve ikisi birlikte kârlı bir iş yaptılar. -F.E.]
[3] [Sermayenin, bu iki katına, üç katına ulaşması, son yıllarda, örneğin Londra Borsasının raporlarında kendi başına bir başlığı işgal eden mali tröstler aracılığı ile oldukça büyük bir gelişme gösterdi. Belli sınıftan faiz getiren senet, örneğin, yabancı devlet tahvilleri, İngiliz belediye ya da Amerikan devlet bonoları, demiryolu hisse senetleri, vb. satın almak için bir şirket kuruldu. Sözgelimi, 2 mi!yon sterlinlik bir sermaye, hisse senetlerinin satışıyla toplandı. Müdürler kurulu sözkonusu değerleri satın alıyor ya da bunlar üzerinde az çok aktif spekülasyon yapıyor, ve giderleri düştükten sonra, yıllık faizi ortaklara temettü olarak dağıtıyordu. Üstelik bazı anonim şirketleri, normal hisse senetlerini, tercihli ve ertelemeli diye iki sınıfa ayırma usulünü benimsediler. Tercihliler, toplam kârın izin vermesi koşuluyla, değişmeyen bir faiz, diyelim %5 alıyorlardı; bundan arta kalan olursa, bunu da ertelemeliler alıyordu. Bu kentte, tercihli senetlere yapılan "sağlam" sermaye yatırımı, -ertelemeli senetli- fiili spekülasyondan azçok ayrılıyordu. Birkaç büyük kuruluş bu yeni usulü benimsemek istemedikleri için, yeni şirketlerin kurulması gibi bir yola başvuruldu. Bunlar, eski şirketlerin hisse senetlerine bir ya da birkaç milyon sterlin yatırıyorlar ve satın alınan hisselerin nominal değeri tutarında yeni senetler çıkarıyorlar, ama bunların yarısı tercihli, yarısı ertelemeli olarak çıkartılıyordu. Bu gibi durumlarda ilk hisse senetleri, yenilerinin çıkartılmasına dayanak hizmeti gördükleri için iki katına çıkmış oluyordu. -F.E.]
[4] [O zamandan beri bunun nasıl bir yoğunluk kazandığı, 18 Aralık 1892 tarihli Daily News'ten alınan ve 1892 Kasımında Londra'daki onbeş büyük bankanın, banka rezervlerine ait aşağıdaki resmi tabloda görülmektedir:
     
Bankanın Adı

Borçlar (Pasif)

Nakit Rezervler

Yüzde

City

£9.317.629

£746.551

8.01

Capital and Counties

11.392.744

1.307.483

11.47

Imperial

3.987.400

447.157

11.22

Lloyds

23.800.937

2.966.806

12.46

Lon. And Westminster

24.671.559

3.818.885

15.50

Lon. And S. Western

5.570.268

812.353

14.58

London Joint Stock

12.127.993

1.288.977

10.62

London and Midland

8.814.499

1.127.280

12.79

London and County

37.111.035

3.600.374

9.70

National

11.163.829

1.426.225

12.77

National Provincial.

41.907.384

4.614.780

41.01

Parrs and the Alliance

12.794.489

1.532.707

11.98

Prescott & Co

4.041.058

538.517

13.07

Union of London.

15.502.618

2.300.084

14.84

Williams, Deacon & Manchester & Co.

10.452.381

1.317.628

12.60

Toplam

£232.655.823

£27.845.807

11.97


     
      Yaklaşık 28 milyonluk bu toplam rezervin en az 25 milyonu, İngiltere Bankasında mevduat olarak yatırılmış halde, en fazla 3 milyonu, 15 bankanın kendi kasalarında nakit olarak bulunmaktadır. Ne var ki, İngiltere Bankasının bankacılık şubesinin nakit rezervi, aynı 1892 Kasım ayı boyunca 16 milyonu bile bulmuyordu. -F.E.]
[5] 1844 tarihli Banka Yasasının yürürlükten kalkmasıyla, Banka, sahip bulunduğu altın rezervini dikkate almaksızın istediği kadar banknot çıkartabiliyordu; böylece, dilediği miktarda hayali kağıt para-sermaye yaratılıyor ve bunlar bankalara, komisyonculara, ve bunlar aracılığıyla da ticarete borç vermek amacıyla kullanılıyordu. [ -F.E.]
[6] Kamu fonu, yıllık gelirin borçları ödemek üzere bir yana ayrılan kısmını temsil eden hayali sermayeden başka bir şey değildir. Eşdeğer miktarda bir sermaye harcanmıştır; borçlar için payda olarak hizmet eden budur, ama kamu fonunun temsil ettiği şey bu değildir; çünkü, sermaye artık mevcut değildir. Sanayiin çalışmasıyla yeni bir servetin yaratılması gerekir; harcanmış bulunan bu serveti borç verenler için, bu servetin bir kısmı yıllık olarak bir yana ayrılır; bu kısım, onu üretenlerden, vergiler yoluyla alınır ve devletin alacaklılarına verilir, ve ülkede sermaye ile faiz arasındaki adet haline gelmiş orana göre, bu alacaklıların alacakları yıllık geliri sağlayabilecek sermayeye eşdeğer hayali bir sermaye varsayılır. (Sismondi, Nouveaux principes [Second editions, Paris 2827], II, s. 230.)
[7] Birikmiş borç verilebilir para-sermayenin bir kısmı gerçekte yalnızca sanayi sermayesinin bir ifadesidir. Örneğin, İngiltere, 1851 yılında, Amerikan demiryolları ile öteki girişimlere 80 milyon sterlin yatırım yaptı, bu yatırımın nerdeyse tamamı, Amerikalıların karşılık olarak ödeme zorunda bulunmadıkları İngiliz mallarının ihracıyla gerçekleştirildi. İngiliz ihracatçıları, bu metalar için Amerika'ya poliçe çektiler ve bunlarla İngiliz hisse senedi aracıları satın aldılar ve hisse senedi satın alınması için Amerika'ya gönderdiler.
[8] [Bir başka yerde de değindiğim gibi [Kapital, Birinci Cilt, s. 37-38, -Ed.] son büyük genel bunalımdan beri burada bir değişiklik olmuştur. Daha önceki on yıllık döngüleriyle, devresel süreçlerin had biçimi, yerini -çeşitli sanayi ülkelerinde çeşitli zamanlarda yer alan- işlerde nispeten kısa ve hafif bir iyileşme ve nispeten uzun ve kararsız depresyon arasında değişen, daha kronik ve daha uzun süreli biçimlere bırakmış görünmektedir. Ama bu, belki de, yalnızca, döngülerin sürelerinin uzaması sorunudur. Dünya ticaretinin ilk yıllarında, 1815-47 arasında, bu döngülerin yaklaşık beş yıl sürdüğü gösterilebilir; 1847 ile 1867 arasında, döngü açıkça on yıldır; şimdi, acaba, bugüne değin eşi görülmemiş yeni bir dünya bunalımının hazırlık aşamasında mı bulunuyoruz? Pek çok şey bu yöne işaret ediyor. Son l867 genel bunalımından beri, bir çok derin değişiklikler olmuştur. Ulaştırma ve iletişim araçlarındaki dev genişleme -okyanuslardaki şilepler, demiryolları, telgraf, Süveyş Kanalı- gerçek bir dünya piyasasını bir olgu haline getirmiştir. İngiltere'nin sanayideki eski tekeline bir takım rakip sanayi ülkeleri karşı çıkmıştır; dünyanın her yanında, Avrupa'daki fazla sermaye yatırımı için, uçsuz bucaksız ve çeşitli alanlar açılmış, böylece daha geniş bir alana dağılması ve yerel aşırı-spekülasyonun daha kolay önlenmesi olanağı sağlanmıştır. Bütün bunlar aracılığı ile, eski bunalımı üreten ortamlar ve bunların gelişmesini sağlayan olanaklar, ya yokedilmiş ya da çok azaltılmıştır. Aynı zamanda, karteller ve tröstler karşısında, iç piyasadaki rekabet gerilediği halde, dış piyasalarda, İngiltere dışında bütün büyük sanayi ülkelerinin çevresini çevirdikleri koruyucu gümrük tarifeleriyle sınırlandırılmış bulunmaktadır. Ne var ki, bu koruyucu gümrük tarifeleri, dünya piyasasına kimin egemen olacağını kararlaştıracak olan, son genel sanayi savaşı için yapılan hazırlıklardan başka bir şey değildir. Şu halde, eski bunalımların yinelenmesine karşı işleyen her etmen, kendi içersinde, gelecekteki çok daha güçlü bir bunalımın tohumlarını taşımaktadır. -F.E.]
[9] B. A.1857 Banker Twells'in tanıklığı: "4516. Banker olarak siz, sermaye ile mi yoksa para ile mi iş yapıyorsunuz? - Biz para ile iş yapıyoruz." - "4517. Bankanıza mevduatlar ne olarak yatırılır? - Para olarak." - "4518. Nasıl ödenir? - Para olarak." - "4519. Bu durumda, bunlara, paradan başka bir ad verilebilir mi? - Hayır."
      Overstone (bkz: Yirmialtıncı Bölüm) sürekli olarak "sermaye" ile "para"yı birbirine karıştırmaktadır. "Paranın değeri", aynı zamanda, onun için faiz demektir, ama para kitlesi tarafından belirlendiği sürece; "sermayenin değeri"nin faiz olması gerekiyor, ama üretken sermayeye olan talep ve bu sermaye ile elde edilen kâr tarafından belirlendiği sürece. Şöyle diyor: "4140. 'Sermaye' sözcüğünün kullanılması çok tehlikelidir." - "4148. Bu ülkeden altın ihracı, bu ülkedeki para miktarındaki bir azalmadır, ve bu ülkedeki para miktarında azalma, kuşkusuz, genellikle para piyasası üzerinde bir baskı yaratır", [ama buna göre, sermaye-piyasası üzerinde yaratmıyor]. - "4112. Ülkeden para çıktığına göre, ülkedeki miktar azalmış olur. Ülkede kalan miktardaki bu azalma, o paranın değerinde bir artış meydana getirir", [bu, aslında onun teorisinde, para olarak paranın değerinde, dolaşımdaki daralma yoluyla, metaların değerlerine oranla bir artış demektir; yani paranın değerindeki bir artış, metaların değerindeki bir düşme ile aynı şeydir. Ne var ki, o bile, bu arada, dolaşımdaki para kitlesinin fiyatları belirlemediğine her türlü kuşkunun ötesinde inanmış bulunuyor; şimdi artık, dolaşım aracı olarak paradaki azalmanın, faiz-getiren sermaye olarak onun değerini ve dolayısıyla faiz oranını yükselttiği sanılıyor]. "Ve, geriye kalan paranın artan değeri, para çıkışını durdurur ve bozulan dengenin yeniden kurulması için gerekli miktarda parayı geri getirene kadar aynı düzeyde tutulur. " Overstone'un çelişkilerinden başka örnekler daha ilerde görülecek.
[10] Karışıklık bu noktada başlıyor: bu iki şeyin her ikisi de "para" sanılıyor; yani, bankerin ödemesi gerekli hak olarak mevduat, ve bankerin elinde bulunan yatırılmış para. Banker Twells, 1857 tarihli Banka Komitesinde şu örneği veriyor: "İşe eğer 10.000 sterlin ile başlarsam, 5.000 sterlin ile meta satın alır ve bunu depoya koyarım. Diğer 5.000 sterlini, gerektiğinde çekmek ve kullanmak üzere bir bankaya yatırırım. Bu, benim için, 5.000 sterlini mevduat ya da para şeklinde olduğu halde, hala 10.000 sterlinlik sermayedir" (4528). Şimdi bu, aşağıdaki garip tartışmaya yol açıyor. - "4531. Siz elinizdeki 5.000 sterlini bir başkasına vermiş bulunuyorsunuz değil mi? - Evet." - "4532. Şimdi onun elinde 5.000 sterlin mevduat var? - Evet." - "4533. Ve size geriye 5.000 sterlin kalıyor? - Çok doğru." -"4534. Onun elinde para olarak 5.000 sterlin, sizin elinizde para olarak 5.000 sterlin bulunuyor? - Evet." - "4535. Ama ensonu bu, paradan başka bir şey değil, değil mi? - Hayır." Bu karışıklığın nedeni, kısmen, 5.000 sterlini bankaya yatırmış bulunan A'nın, bu parayı, hala elindeymiş gibi çekebilmesi ve elden çıkarabilmesidir. Bu bakımdan bu, onun için, potansiyel para olarak hizmet ediyor. Ne var ki, mevduatından para çektiği her durumda mevduatını pro tonto yoketmiş oluyor. Eğer gerçek para çekiyor ve kendi parası zaten bir başkasına borç verilmiş bulunuyorsa, ona ödenen kendi parası değil, başka mevduat sahiplerinin parasıdır. B'ye olan borcunu kendi bankeri üzerine bir çekle öder ve B de bu çeki kendi bankasına yatırırsa ve A'nın bankerinin elinde de B'nin bankeri üzerine çekilmiş bir çek varsa, bu iki banker yalnızca çekleri değişirler, A'nın yatırmış olduğu para, para işlevini iki kez yerine getirmiş olur; önce, A'nın yatırdığı parayı alan kimsenin elinde, sonra da A'nın kendi elinde. İkinci işlevinde, yalnızca alacakların (A'nın kendi bankerinden ve bu bankerin, B'nin bankerinden alacaklarının) tasfiyesi, para kullanılmaksızın yapılmış olur. Burada mevduat iki kez para olarak iş görür; gerçek para olarak ve para üzerinde bir hak olarak. Sırf para üzerinde haklar, ancak alacakların tasfiyesinde paranın yerini alabilir.



Sayfa başına gidiş