Karl Marx'ın
Capital, A Critical Analysis of Capitalist Productuon, Volume III,
(Progress Publishers, Moscow 1974) adlı yapıtını İngilizcesinden Alaattin Bilgi dilimize çevirmiş, ve kitap,
Kapital, Ekonomi Politiğin Eleştirisi, Üçüncü Cilt, adı ile, Sol Yayınları tarafından Şubat 1990 (Birinci baskı: Ağustos 1978) tarihinde yayınlanmıştır.
Eriş Yayınları tarafından düzenlenmiştir.
ÖNSÖZ
MARX'IN başyapıtının bu üçüncü kitabını, teorik kısmın sonucunu yayına hazırlamak ayrıcalığına, ensonu kavuşmuş bulunuyorum. 1885'te ikinci cildi yayınladığım zaman, hiç kuşkusuz çok önemli birkaç kesim dışında, üçüncü cildin herhalde yalnızca teknik güçlükler göstereceğini düşünmüştüm. Gerçekten de böyle oldu. Ne var ki, o zaman, bütün yapıtın en önemli kısımlarını oluşturan bu kesimlerin bana bu denli büyük güçlükler çıkartabileceği konusunda bir fikrim olmadığı gibi, yapıtın tamamlanmasını bu denli geciktiren diğer engelleri de kestirememiştim.
İkincisi ve hepsinden önemlisi, yıllardır yazı yazma zamanımı en az sınıra indiren ve şimdi bile, yapay ışık altında yazı yazmama ancak istisnai durumlarda izin veren, gözlerimdeki zayıflıktı. Üstelik, Marx'ın ve benim daha önceki yapıtlarımızın yeni baskıları ve çevirileri, ve dolayısıyla çoğu kez yeni bir inceleme
(sayfa 11) yapılmaksızın hazırlanmaları olanaksız gözden geçirmeler, önsözler ve ekler, vb. gibi geriye bırakılamayacak başka ivedi işler de vardı. Bütün bunlardan başka, metni konusunda tüm sorumluluğunu taşıdığım ve bu nedenle zamanımın büyük bir kısmını alan bu yapıtın birinci cildinin İngilizce baskısı vardı. Son on yılda uluslararası sosyalist yazının muazzam artışını ve özellikle Marx'ın ve benim daha önceki yapıtlarımın çok sayıdaki çevirilerini biraz izlemiş olanlar, bunların çevirmenlerine yardımcı olabileceğim ve bu yüzden de yapıtlarını gözden geçirmeyi vicdanen geri çeviremeyeceğim dillerin sayısının çok sınırlı olmasını, bir talih eseri saymakta haklı olduğumu kabul edeceklerdir. Ne var ki, yazındaki bu artış, buna tekabül eden uluslararası işçi sınıfı hareketinin kendisinde bir büyümenin yalnızca bir belirtisiydi. Ve bu, bana yeni yükümlülükler yüklüyordu. Halk içersindeki faaliyetlerimizin ilk gününden beri, çeşitli ülkelerdeki ulusal sosyalist ve işçi hareketlerinde aracılık etme işinin esas yükünü omuzlayanlar, Marx ile ben olmuştuk. Bu iş, hareketin bütünündeki genişleme oranında artmıştı. Ölümüne dek burada da asıl yükü omuzlayan Marx idi. Ama onun ölümündensonra, gitgide artan hacimdeki işi tek başıma benim yapmam gerekti. O zamandan beri, çeşitli ulusal işçi partileri için, aralarında doğrudan ilişki kurmak kural haline geldi ve bu çok şükür ki gitgide artmaktadır. Gene de benden yardım istekleri, teorik çalışmalarım yönünden, benim dileyebileceğimden daha sık olmaktadır. Şu da var ki, benim gibi bu harekette elli yıldan fazla bir zaman faal olan bir kimse, bununla ilişkisi olan işlere, gecikmeye tahammülü olmayan, yerine getirilmesi zorunlu bir görev gözüyle bakar. Bizim olaylarla dolu zamanımızda, tıpkı 16. yüzyılda olduğu gibi, toplumsal konularda salt teorisyenler, ancak gericiliğin safında bulunurlar ve bu nedenle bunlar, sözcüğün tam anlamıyla teorisyen bile değil, yalnızca gericiliğin savunucularıdır.
Londra'da yaşamam nedeniyle parti ilişkilerim, kışın yalnızca yazışmalar ile sınırlı olduğu halde, yazın geniş ölçüde kişisel oluyor. Bu olgu ve sayıları devamlı artan ülkelerdeki hareketleri, ve bundan daha da büyük bir hızla çoğalan basın organlarını izleme zorunluluğu, beni, tamamlanması kesintiye tahammülü olmayan işler için, kış aylarını, özellikle yılın ilk üç ayını ayırma zorunda bıraktı. Bir insan yetmişini geçince, beynindeki Meynert çağrışımı lifleri cansıkıcı bir sakınganlıkla çalışmaya başlıyor. Zor teorik sorunlarda, araya zaman girdiğinde, bunun üstesinden eskisi kadar kolay ve çabuk gelemiyor. İşte bu yüzden bir kış üzerinde çalışılan iş, eğer o kış tamamlanmamış ise, onu izleyen kış, geniş ölçüde yeniden başlanmak zorunda kalınıyor. En güç olan beşinci kısım için durum işte böyle oldu.
Okurun aşağıdaki açıklamalardan da göreceği gibi, üçüncü cildi baskıya hazırlama işi, ikincisinin hazırlanmasından büsbütün farklı oldu. Üçüncü cilt için, elde, son derece eksik bir ilk taslak dışında hiç bir şey yoktu. Çeşitli kısımların başlangıçları kural olarak oldukça dikkatle işlenmiş ve hatta üslup olarak üzerinde durulmuştu. Ama daha ilerilere gidildikçe, elyazması daha da taslak halinde ve eksikti; o anda ortaya çıkan ve tartışma içersindeki asıl yerleri ilerde verilecek karara bırakılan yan-sorunlara dalıp gitmeler daha da artıyordu; düşüncelerin
in statu nascendi [Oluş halinde. -ç.] kaydedildiği tümceler daha da uzuyor ve karmaşık hale geliyordu. Bazı yerlerde elyazısı ile konunun sunuluşu, aşırı çalışmanın
(sayfa 12) neden olduğu, ve daha başlangıçta, yazarın işini gitgide güçleştiren ve ensonu onu zaman zaman büsbütün çalışmayı bırakmaya zorlayan hastalığın belirtilerini ve yavaş yavaş ilerleyişini açıkça belli ediyordu. Buna şaşmamak da gerekir. 1863 ile 1867 arasında Marx, yalnız
Kapital'in son iki cildinin ilk taslaklarını tamamlamakla kalmamış, birinci cildi baskıya hazırladığı gibi, Uluslararası Emekçiler Birliğinin kuruluşu ve gelişmesi ile ilgili muazzam işi de yerine getirmiştir. Bunların sonucu olarak, Marx'ı, ikinci ve üçüncü ciltlere son şeklini vermekten alıkoyan hastalığın uğursuz belirtileri, daha 1864 ve 1865'te görülmeye başlamıştır.
Okunmasıı çoğu kez benim için bile zor olan elyazmasını baştan sona. okunabilir bir şekilde yazdırmakla işe başladım. Bu bile epeyce zaman aldı. Ancak bundan sonradır ki, asıl redaksiyona başlayabildim. Bunu en temel noktalarla sınırladım. Yeter derecede açık olduğu yerlerde ilk taslağın niteliğini korumak için elimden geleni yaptım. Marx'ın adeti olduğu üzere, konuya başka bir açıdan bakıldığı ya da hiç değilse aynı düşüncenin farklı sözcüklerle ifade edildiği yerlerde, yapılan yinelemeleri bile ayıklamadım. Yaptığım değişikliklerin ya da eklemelerin redaksiyon sınırlarını aştığı yerlerde, ya da Marx'ın olgulara dayanan malzemelerini, kendi bağımsız vargılarıma uygulamak zorunda kaldığım durumlarda, Marx'ın anlayışına olabildiğince bağlı kalınsa bile, pasajın tamamını köşeli ayraca aldım ve sonuna adımın başharflerini koydum. Dipnotlarımın bazıları köşeli ayraç içersine alınmamıştır; ama adımın başharflerini koyduğum yerlerde bütün notun sorumluluğu bana aittir.
Bir ilk müsveddede daima olabileceği gibi, elyazmasında, daha sonra açındırılacağını gösteren pek çok imlemler var, ama bu vaatler her zaman yerine getirilmemiş. Bunları, ben, yazarın ileride konuyu geliştirmeyle ilgili niyetlerini açığa vurdukları için, aynen bıraktım.
Şimdi de ayrıntılara gelelim.
Birinci kısım açısından, temel elyazması, ancak esaslı sınırlamalar ile kullanılabilir durumdaydı. Artı-değer oranı ile kâr oranı arasındaki bağıntı konusundaki matematik hesabın tamamı (bizim üçüncü Bölümümüzü oluşturuyor) en başta yer alıyor. Oysa bizde Birinci Bölümde ele alınan konu daha sonra ve fırsat düştükçe inceleniyordu. Herbiri sekiz dosya sayfası tutan iki düzeltme girişimi burada yararlı oldu. Ama bunlar bile, istenilen devamlılığa baştan sona sahip değillerdi. Şimdiki Birinci Bölüm için bunlar anamalzemeyi sağladılar. İkinci Bölüm, ana elyazmasından alındı. Üçüncü Bölüm için, bu dizi tamamlanmamış matematik hesaplar ile, yetmişlerden kalma ve, artı-değer oranı ile kâr oranı bağıntısını denklemler halinde ifade eden tüm ve nerdeyse tamamlanmış bir defter vardı. Birinci Cildin büyük bir kısmını İngilizceye de çevirmiş bulunan dostum Samuel Moore, eski bir Cambridge matematikçisi sıfatıyla bu iş için çok daha iyi yetişmiş bir kimse olarak, bu defteri benim adıma redaksiyondan geçirme işini üstlendi. Arasıra elyazmasından yararlanarak onun yaptığı özetten, Üçüncü Bölümü derlemiş oldum.
(sayfa 13) Dördüncü Bölüm için elde bulunan tek şey başlığıydı. Ne var ki, bu bölümün konusu, devrin kâr oranı üzerindeki etkisi, büyük önem taşıdığı için, bunu ben kendim yazdım ve bu nedenle de bölümün tamamı köşeli ayraç içersine alınmıştır. Bu çalışmalar sırasında, Üçüncü Böıümde kâr oranı için verilen formülde, genel gerçeklik kazanması için bir değişiklik yapılması gereği ortaya çıktı. Beşinci Bölümden başlayarak, bazı yer değiştirmeler ve eklemeler zorunlu olmakla birlikte, kısmen geriye kalanı için ana elyazması tek kaynaktır.
Bunu izleyen üç kısma gelince, üslup ile ilgili redaksiyonlar dışında asıl elyazmalarını hemen hemen baştan sona izlemem mümkün oldu. Çoğu devrin etkisi ile ilgili birkaç pasajın, benim eklemiş bulunduğum Dördüncü Bölüm ile uyumlu duruma getirilmesi gerekti ve bunlar da gene köşeli ayraç içersine alınarak sonuna adımın başharfleri konuldu.
En büyük güçlük, cildin bütününde en karmaşık konunun ele alındığı Beşinci Kısımda ortaya çıktı. Ve işte tam bu noktada, Marx, yukarda sözü edilen ciddi hastalık nöbetlerinden birine yakalandı. Burada, gene, ne son şeklini almış taslak, ne de hatta anaçizgileri sonradan doldurulabilecek bir şema vardı; yalnızca bir başlangıç çalışması -çoğu kez düzensiz bir not yığını, yorumlar ve alıntılar. Önce, bir ölçüde Birinci Kısımda yaptığım gibi, boşlukları doldurmak, yalnızca değinilmiş olan pasajları genişletmek ve böylece en azından yazarın tasarladığı her şeyi aşağıyukarı içerebilecek şekilde bu kısmı tamamlamaya çalıştım. Bunu en az üç kez denedim ve her seferinde başarısızlığa uğradım ve böylece yitirilen zaman, bu cildin gecikmesinin başlıca nedenlerinden birisidir. En sonunda yanlış yolda olduğumu anladım. Bu alandaki ciltlerle yazını baştan sona hatmetsem bile, sonunda ortaya koyacağım şey, gene de Marx'a ait olmayan bir kitap olurdu. Yapabileceğim tek şey, mevcut malzemeye elden geldiğince bir düzen vermek ve ancak en vazgeçilmez ekleri yaparak Gordiyon düğümünü kesip atmaktı. Ve işte bu yolu seçerek, bu kısım için bellibaşlı çalışmaları 1893 ilkyazında tamamlamayı başardım.
Çeşitli bölümlere gelince, Yirmibirinci-Yirmidördüncü Bölümler esas olarak tamamdı. Yirmibeşinci ve Yirmialtıncı Bölümler başvurulan alıntıların elenmesini ve başka yerlerde bulunan malzemenin metne katılmasını gerektiriyordu. Yirmiyedinci ve Yirmidokuzuncu Bölümler hemen bütünüyle elyazmasından alınabildiği halde, Yirmisekizinci Bölüm yer yer yeniden düzenlenmek zorunda kalındı. Ne var ki, asıl güçlük Otuzuncu Bölümde başgösterdi. Buradan sonra artık yalnız başvurulan alıntıların gerektiği gibi düzenlenmesi değil, her noktada araya giren tümcecikler ve konu-dışı şeylerle, vb. kesintiye uğrayan ve bir başka yerde gene çoğu kez rasgele devam eden düşünce zincirine gerekli düzeni vermekti. Böylece, yer değiştirmeler ve başka yerlerde kullanılanların çıkartılmaları ile Otuzuncu Bölüm biraraya getirildi. Otuzbirinci Bölüm gene büyük bir sürekliliğe sahipti. Ama elyazmasında, bunu, "Karışıklık"
(sayfa 14) başlıklı ve çoğu, para, sermaye, dışarıya altın sızması, aşırı spekülasyon, vb. üzerine yirmiüç işadamı ve iktisatçının demeçlerinden derlenen ve yer yer kısa alaycı yorumların eklendiği, 1848 ve 1857 bunalımları konusundaki parlamento raporlarından yapılan alıntılardan başka bir şey içermeyen uzun bir kesim izliyordu. O sırada geçerli olan, para ile sermaye arasındaki bağıntı ile ilgili hemen hemen bütün görüşler, ya yanıtlar ya da sorular şeklinde burada sergileniyor ve anlaşılan Marx, para piyasasında görülen ve para ile sermayenin ne olduğu konusunda ortaya çıkan karışıklığı, eleştiri ve alayla ele almak istiyordu. Birçok girişimlerden sonra bu bölümün bir şekle sokulamayacağına aklım yattı. Buna ait malzeme ve özellikle Marx'ın yorumlarını taşıyanlar, uygun bulduğum yerlerde kullanılmıştır.
Ardından, oldukça düzenli olarak, Otuzikinci Bölüme koyduğum şeyler geliyor. Ne var ki, bunu hemen, bu kısımla ilgili akla gelebilecek her şey üzerine, yazarın yorumlarıyla karışmış şekilde parlamento raporlarından yapılan yeni bir alıntılar yığını izliyordu. Sona doğru bu alıntılar ile yorumlar gitgide madeni paraların hareketi ve kambiyo kurları üzerinde toplanıyordu ve her türden düşünceler ile son buluyordu. Buna karşılık "Kapitatist-Ôncesi" adlı bölüm (Otuzaltıncı Bölüm) oldukça tamamlanmış durumdaydı.
"Karışıklık" başlıklı yerden başlayarak, daha önce kullanılanlar dışında kalan bütün bu malzemeden, Otuzüçüncü Bölümden Otuzbeşinci Bölüme kadar olan bölümleri meydana getirdim. Sürekliliği sağlamak amacıyla. epeyce katmalar olmaksızın bunu yapmak kuşkusuz olanaksızdı. Sırf biçimsel nitelikte olmadıkça bu katmaların bana ait oldukları açıkça belirtilmiştir. Bu şekilde, ensonu, konuyla ilgili yazara ait bütün sözleri metne katmayı başarabildim. Zaten söylenmiş olan şeyleri yineleyen ya da elyazmasının daha fazla ele almadığı noktalara değinilen küçük bir alıntılar kısmı dışında hiç bir şey dışarda bırakılmamıştır.
Toprak rantı üzerine olan kısım, bütün bu kısmın planını Marx'ın Kırküçüncü Bölümde (elyazmasında rant üzerine olan kısmın son parçası) özetlemek gereğini duymuş olmasından da anlaşılacağı gibi, gerektiği şekilde düzenlenmiş olmamakla birlikte, çok daha tam işlenmiş durumdaydı. Bu oldukça elverişli bir durumdu, çünkü, elyazması Otuzyedinci Bölümle başlıyor, ardından Kırkbeşinci Bölümden Kırkyedinci Bölüme kadar olan bölümler ve daha sonra da Otuzsekizinci Bölümden Kırkdördüncü Bölüme kadar olan bölümler geliyordu. En çok uğraştıran şey, farklılık
(differential) rantı II'ye ait tablolar ile, bu sınıf rantın üçüncü halinin, ait bulunduğu Kırküçüncü Bölümde hiç tahlil edilmemiş olmasının ortaya çıkarılması oldu.
Yetmişlerde Marx, toprak rantı konusundaki bu kısım için, büsbütün yeni, özel bir incelemeye girişmişti. Rus dostları tarafından kendisine imrenilecek bir bütünlük içersinde sağlanan, Rusya'da 1861 "reformundan" sonra kaçınılmaz duruma gelen istatistik raporlar ile toprak mülkiyeti hakkındaki öteki yayınları yıllarca Rusça asıllarından incelemiş
(sayfa 15) ve bu belgelerden alıntılar yapmış ve bunların bu kısmını yeniden yazarken kullanmayı düşünmüştü. Rusya'daki hem toprak mülkiyetinin ve hem de tarımsal üreticilerin sömürülme biçimlerindeki çeşitlilik yüzünden, bu ülke, toprak rantını ele alan kısımda, İngiltere'nin, sınai ücretli emekle ilgili olarak birinci ciltte oynadığı aynı rolü oynayacaktı. Ne yazık ki, bu planı uygulama fırsatını bulamadı.
Ensonu, Yedinci Kısım tam olarak vardı, ama basılabilir duruma gelebilmesi için önce kesilmesi gerekli sonu gelmez tümceler içeren bir ilk müsvedde halindeydi. Son bölümün yalnızca başlangıç kısmı vardı. Gelişmiş kapitalist toplumun üç büyük gelir biçimine, toprak rantı, kâr ve ücretlere tekabül eden üç büyük sınıfı -toprak sahipleri, kapitalistler ve ücretli emekçiler- ile, bunların varlığı ile kaçınılmaz şekilde birarada bulunan sınıf savaşımı, kapitalist dönemin fiili bir sonucu olarak ele alınıp incelenecekti. Marx, bu gibi sonuç özetlerini, baskıdan hemen önceki sonal redaksiyona kadar tamamlamaz, o sıradaki tarihsel gelişmeler, şaşmaz bir düzenlilikle teorik önermelerine en güncel kanıtları sağlamış olurdu.
Sözlerini örneklemek için yapılan aktarmalar ve kanıtlar ikinci ciltte de olduğu gibi, birinciden epeyce daha azdır. Birinci ciltten alıntılar, 2. ve 3. baskıdaki sayfalara atıfta bulunmaktadır. Elyazmasında daha önceki iktisatçıların teorik anlatımlarına göndermede bulunulduğu zaman, kural olarak, yalnız isim verilmektedir; aktarmalar son redaksiyon sırasında eklenecekti. Kuşkusuz ben bunu olduğu gibi bırakmak durumunda idim. Yalnız dört parlamento raporu vardır, ama bunlar bol bol kullanılmıştır. Bunlar şunlardır:
1) Reports from Committees (of the Lower House), Volume VIII, Commercial Distress, Volume II, Part l, 1847-48,
Minutes of Evidence. -Commercial Distress 1847-48 olarak aktarılmıştır.
2) Secret Committee of the House of Lords on Commercial Distress 1847, 1848'de basılan Rapor. Tanık ifadeleri 1857'de basılmıştır (çünkü, 1848'de çok uzlaştırıcı görülmüştür). C. D. 1848-57 olarak aktarılmıştır.
3) Report: Bank Acts. 1857. -Aynı, 1858.- Reports or the Committee of the Lower House on the Effect of the Bank Acts of 1844 and 1845 olarak aktarılmıştır.
Dördüncü cilde -artı-değer teorileri tarihine- harhangi bir olanak bulun bulmaz başlayacağım.
(sayfa 16)
Kapital'in ikinci cildinin önsözünde, "Rodbertus'ta, Marx'ın gizli kaynağını ve ondan daha üstün bir öncüyü" keşfettikleri hayaline kapıldıkiarı için o sıralarda büyük bir yaygara koparan baylarla hesaplaşmak durumunda kalmıştım. Onlara, "bir Rodbertus iktisadının neyi başarabileceğini" göstermeleri için bir fırsat vermiştim. "Eşit ortalama bir kâr oranının, yalnızca değer yasasını bozmaksızın değil, bizatihı bu yasaya dayanarak nasıl meydana gelebileceği ve gelmek zorunda olduğunu" göstermelerini istemiştim. Öznel ya da nesnel, ama herhalde bilimsel olmayan nedenlerle, kahraman Rodbertus'u birinci dereceden bir iktisat yıldızı olarak göklere çıkartan bu aynı bayların bir teki bile buna bir yanıt getiremedi. Bununla birlikte, başkaları bu sqrun ile ilgilenmeyi zahmete değer buldular.
İkinci cildin eleştirisinde
(Conrads Jahrbücher, XI, 1885, s. 452-65) Profesör Lexis, doğrudan bir çözüm bulma çabası göstermemekle birlikte, bu sorunu ele almıştır. Şöyle diyor: "Eğer çeşitli türden metalar
tek tek ele alınır ve bunların değerleri kendi değişim-değerlerine eşit ve değişim-değerleri de fiyatlarına eşit ya da bunlarla orantılı olarak düşünülürse", (rikardocu-marksist değer yasası ile, eşit ortalama kâr oranı arasındaki) "çelişkinin çözümlenmesi olanaksızdır." Ona göre bu çözüm, ancak eğer "biz tek tek metaların değerini emeğe göre ölçmekten vazgeçer ve yalnızca metaların üretimini
bir bütün olarak ele alır ve bunların toplam kapitalist ve işçi sınıfları arasındaki dağılımını düşünürsek" mümkün olur. "... İşçi sınıfı toplam ürünün ancak belli bir kısmını alır, ... kapitalist sınıfın payına düşen öteki kısım, marksist anlamda artı-ürünü ve dolayısıyla, ... artı-değeri temsil eder. Sonra kapitalist sınıfın üyeleri bu toplam artı-değeri, çalıştırdıkları işçi sayısına göre
değil, toprak da sermaye-değer sayılmak üzere, herbirinin yatırdığı sermaye oranında aralarında bölüşürler." Metalarda nesneleşen emek birimleri tarafından belirlenen marksist ideal değerler, fiyatlara tekabül etmeyip, ancak bunlara "gerçek fiyatlara giden bir değişikliğin çıkış noktaları olarak bakılabilir. Gerçek fiyatlar, eşit sermaye miktarları eşit kârları talep ederler olgusuna bağlıdırlar." Bu nedenle bazı kapitalistler, kendi metaları için ideal değerlerden daha yüksek, diğerleri daha düşük fiyatlar sağlayacaktır. "Ama, artı-değer kaybı ve kazancı, kapitalist sınıf içersinde birbirini dengelediği için, toplam artı-değer miktarı, sanki bütün fiyatlar ideal değerlerle orantılı imiş gibi aynıdırlar."
Görülüyor ki, sorun, burada, herhangi bir şekilde çözümlenmiş olmamakla birlikte, oldukça gevşek ve yüzeysel de olsa, bütünüyle alındığında, doğru olarak
formüle edilmiştir. Ve bu, aslında, yukardaki yazar gibi "vülger iktisatçı" olmaktan belli bir gurur duyan bir kimseden bekleyebileceğimizden fazla bir şeydir. Bu, daha sonra tartışacağımız öteki vülger iktisatçıların yaptıkları işlerle kıyaslandığında, gerçekten şaşırtıcıdır. Lexis'in vülger iktisadı gene de kendisine özgü bir tür içersindedir. O, sermaye kazançlarının aslında Marx'ın belirttiği şekilde
elde edilebileceğini, (sayfa 17) ama bu görüşü kabul etmeye, insanı hiç bir şeyin
zorlayamayacağını söylüyor. Tersine, vülger iktisadın hiç değilse daha akla-uygun bir açıklama yaptığını söylüyor, şöyle ki: "Hammadde üreticisi, fabrikatör, toptancı ve perakendeci gibi kapitalist satıcılar, yaptlkları alışverişte, satınalma fiyatından daha yüksek bir fiyata satmak ve böylece, meta için kendilerinin ödediği fiyata belli bir yüzde eklemek suretiyle, hepsi de bir kazanç sağlarlar. Yalnız işçi kendi metaı için buna benzer bir ek değer elde edemez; kapitalist karşısında elverişsiz bir koşul içersinde bulunması nedeniyle, kendi emeğini ona malolduğu fiyata, yani geçim araçları karşılığında satmak zorunluluğundadır. Şu halde, fiyatlara yapılan bu eklemeler, tam etkisini, satın alıcı işçi yönünden korur ve toplam ürünün değerinin bir kısınının kapitalist sınıfa aktarılmasına neden olur."
Sermaye kârları konusunda "vülger iktisadın" öne sürdüğü bu açıkıamanın, uygulamada marksist artı-değer teorisi ile aynı şeye varacağını; işçilerin Lexis'e göre de, tıpkı Marx'a göre olduğu gibi aynı "elverişsiz koşul" içersinde bulunduğunu; işçi olmayan herkesin metalarını fiyatlarının üzerinde satabildikleri halde işçilerin bunu yapamamaları nedeniyle bu soygunun aynı derecede kurbanları olduğunu; bu teoriye dayanarak İngiltere'de, Jevons ve Menger'in kullanım-değeri ve marjinal fayda teorisinin temeli üzerinde kurulduğu gibi, hiç değilse aynı derecede aklayatkın bir vülger sosyalizmin kurulabileceğini görmek için, insanın düşünme gücünü fazla zorlamasına gerek yoktur. Bana kalırsa, eğer Bay George Bernard Shaw bu kâr teorisinden haberdar olmuş olsaydı, Jevons ile Karl Menger'i şöyle bir yana iter ve geleceğin Fabian kilisesini bu kaya üzerinde yeni baştan kurmak için dörtelle işe sarılırdı.
Şu da var ki, gerçekte bu teori, marksist teorinin yalnızca değişik bir ifadesidir. Fiyatlara yapılan bütün bu eklemeleri ödeyen nedir? İşçilerin "toplam ürünüdür". Ve bu, "emek" metaının, ya da Marx'ın dediği gibi emek-gücünün, fiyatının altında satılması zorunluluğu olgusundan ileri gelmektedir. Çünkü, eğer üretim maliyetlerinin üzerinde bir fiyatla satılmaları bütün metaların orlak bir özelliği ise ve, daima üretim maliyetinin altında satıldığı için, erriek bunun tek istisnası ise, emek, bu vülger iktisat dünyasına egemen olan fiyatın altında satılıyor demektir. Şu halde, bunun sonucu kapitaliste ya da kapitalist sınıfa giden ek kâr, son tahlilde, ancak, işçinin, kendi emek-gücünün fiyatı için bir eşdeğeri yeniden ürettikten sonra, karşılığı kendisine ödenmeyen bir ek ürün, yani bir artı-ürün, karşılığı ödenmeyen bir ürün ya da artı-değer üretmek zorunda bulunması olgusundan ileri gelir ve gelebilir. Lexis, deyimlerini seçerken son derece dikkatli bir insan. Yukardaki anlayışın kendisine ait olduğunu hiç bir yerde açıkça söylemiyor. Ama eğer öyleyse, kendisinin de dediği gibi, herbirinin Marx'ın gözünde. "olsa olsa umutsuz bir budala" olduğu, sıradan vülger iktisatçılardan birisi ile değil, vülger iktisatçı kılığına bürünmüş bir marksist ile karşı karşıya olduğumuz, gün gibi açıktır. Bu kılık değiştirmenin bilinçli ya da bilinçsiz yapılması, bizi bu noktada ilgilendirmeyen
(sayfa 18) psikolojik bir sorundur. Bunu araştırmaya kalkışacak bir kimsenin, Lexis gibi hiç kuşkusuz akıllı bir adamın nasıl olup da bir zamanlar çift maden sistemi gibi bir saçmalığı savunduğunu araştırması da yerinde olur.
Soruna gerçekten bir yanıt bulmaya ilk kalkışan,
Die Durchschnittsprofitrate auf Grundlage des Marx'schen Werthgesetzes, Stuttgart, Dietz, 1889, başlıklı kitapçığı ile Dr. Conrad Schmidt oldu. Schmidt, piyasa fiyatlarının oluşumunun ayrıntılarını hem değer yasası ve hem de ortalama kâr oranı yasası ile bağdaştırmaya çalışıyor. Sanayi kapitalisti kendi ürününde, önce, yatırdığı sermayenin bir eşdeğerini, sonra, karşılığında hiç bir şey ödemediği bir artı-ürün alıyor. Ama, bir artı-ürün elde etmek için üretime sermaye yatırmak zorundadır. Yani, bu artı-ürünü ele geçirebilmek için, belirli bir miktar maddeleşmiş emek kullanmak zorundadır. Kapitalist için demek ki, yatırdığı sermaye, bu artı-ürünü elde etmek için toplumsal bakımdan gerekli maddeleşmiş emek niceliğini temsil eder. Bu, her sanayi kapitalisti için geçerlidir. Şimdi, metalar, değer yasasına göre, üretilmeleri için toplumsal bakımdan gerekli-emekle orantılı olarak karşılıklı değişildiği ve, kapitalisti ilgilendirdiği kadarıyla, artı-ürünün yapımı için gerekli-emek, sermayesinde birikmiş geçmişte harcanmış emek olduğu için, buradan, artı-ürünlerin birbirleriyle, bunlarda
fiilen maddeleşmiş emekle orantılı olarak değil, bunların üretimleri için gerekli sermayelerin miktarlarıyla orantılı olarak değişilecekleri sonucu çıkar. Şu halde, her birim sermayeye düşey pay, üretilmiş bulunan bütün artı-değerler toplamının, bunların üretiminde harcanan sermayelerin toplamına bölünmesİne eşittir. Buna göre, eşit miktarda sermayeler. eşit uzunluktaki zaman aralıklarında eşit kârlar sağlar ve bu, artı-ürünün böylece hesaplanan maliyet fiyatının, yani ortalama kârın, karşılığı ödenen, hem de ödenmeyen ürünün maliyet fiyatına eklenmesiyle ve hem karşılığı ödenen, hem de ödenmeye ürünün, bu artan fiyat ile, satılmasıyla gerçekleştirilir. Ortalama kâr oranı, Sohmidt'in de dediği gibi, değer yasası tarafından belirlenen ortalama meta fiyatlarını dikkale almadan biçimlenir.
Bu yapı son derece ustacadır. Tamamen hegelci bir örneğe göre biçimlenmiştir, ama hegelci yapıların çoğunluğu gibi doğru değildir. Artı-ürün ya da karşılığı ödenen ürün hiç farketmez. Eğer, değer yasası, ortalama fiyatlar için de
doğrudan doğruya geçerli ise, bunların her ikisinin de, üretimleri için gereken ve üretimlerinde harcanan toplumsal bakımdan gerekli-emekle orantılı, fiyatlara satılmaları zorunludur. Değer yasası, daha başlangıçta, kapitalist düşünce biçiminden kaynaklanan bir fikre, sermayeyi oluşturan geçmişe ait birikmiş emeğin yalnızca belli bir hazır değerler toplamı olmayıp, üretimde ve kârın oluşumunda bir etmen olduğu için, aynı zamanda değer üreten bir şey ve dolayısıyla kendine ait değerden daha büyük bir değerin kaynağı olduğu fikrine karşı çıkmıştır; bu yasa, yalnız canlı emeğin bu niteliğe sahip bulunduğunu saptar. Kapitalistlerin, sermayeleri ile orantılı eşit kârlar bekledikleri ve
(sayfa 19) sermaye yatırımlarına, kârlarının bir tür maliyet fiyatı gözüyle baktıkları çok iyi bilinir. Ne var ki, eğer Schmidt, bu anlayışı, ortalama kâr oranına dayanan fiyatlar ile değec yasasını bağdaştırmada bir araç olarak kullanmaya kalkışırsa, bu yasayı onun ortak belirleyici etmenlerinden biri olarak, yasanın tümüyle çeliştiği bir düşünce halinde niteleyerek, değer yasasının kendisini yadsımış olur.
Ya birikmiş emek, aynı canlı emek gibi değer yaratır. Bu durumda değer yasası, geçerli değildir.
Ya da bu emek, değer yaratmaz. Bu durumda da Schmidt'in açıklaması değer yasası ile bağdaşrnaz. Schmidt, çözüme oldukça yakın olduğu bir sırada yolunu şaşırmıştır, çünkü, herbir metaın ortalama fiyatının değer yasasına uyduğunu göstermek için bir matematiksel formülden başka bir şeye gereksinmesi olmadığına inanıyordu. Ne var ki, hedefe çok yaklaşmışken, bu konuda yanlış bir yola sapmakla birlikte, kitapçığının geri kalan kısmı,
Kapital'in ilk iki cildinden daha fazla sonuçları nasıl bir anlayışla çıkarttığını göstermektedir. Marx'ın, üçüncü cildin üçüncü kısmında, kâr oranının o zamana kadar doğru açıklaması yapılmamış olan düşme eğilimi konusunda geliştirdiği doğru açıklamayı bağımsız olarak bulma, ve gene, ticari kârın sınai artı-değerden geldiğini aydınlığa kavuşturma ve faiz ile toprak rantı konusunda, Marx'ın üçüncü cildin dördüncü ve beşinci kısımlarında geliştirdiği fikirlere onu daha önce götüren birçok gözlemlerde bulunma onuru ona aittir.
Daha sonraki bir makalesinde (
Neue Zeit, 1892-93, n°3 ve 4) bu sorunu çözme çabasında, Schmidt, farklı bir yol tutar. Sermayenin, ortalamanın altında kâr sağlayan üretim kollarından, ortalamanın üzerinde kâr sağlayan üretim kollarında, ortalamanın üzerinde kâr sağlayan ürretim kollarına aktarılmasına neden olan rekabetin ortalama kâr oranını yarattığını öne sürer. Rekabetin kârların eşitlenmesinde büyük bir rol oynadığı, yeni bir buluş değildir. Ama şimdi Schmidt, kârlardaki bu dengelenme hareketinin, fazla miktarda üretilmiş metaların satış fiyatlarının, toplumun, bunlar için, değer yasasına göre ödeyebileceği bir değer büyüklüğüne indirgenmesi ile aynı şey olduğunu tanıtlamaya çalışıyor. Marx'ın, kitabın kendisinde yaptığı tahliller, bu yolun da gene hedefe götüremeyeceğinin açık kanıtlarıdır.
Schmidt'ten sonra
P. Fireman bu sorunu ele aldı. (
Conrads Jahrbücher, dritte Folge, III, s. 793.) Marksist tahlillerin öteki yanları üzerindeki düşüncelerine burada girmeyeceğim. Bunlar, Marx'ın yalnızca araştırdığı yerlerde, tanım yapmak istediği ve, genellikle Marx'ın yapıtlarında, insanın değişmeyen, hazırlop, her zaman için geçerli tanımlar bulabileceği gibi yanlış varsayımlara dayanmaktadırlar. Şeyler ile bunların birbirleriyle ilişkileri sabit değil değişken olarak kabul edilip kavrandığında, bunların zihinsel imgeleri, fikirlerin de aynı şekilde değişim ve dönüşüme bağlı bulunacağı; ve bunların katı tanımlar içersinde hapsedilmiş olmayıp, tarihsel ya da mantıksal oluşum süreçleri içersinde geliştikleri apaçıktır. Bu, hiç kuşkusuz, Marx'ın birinci kitabının başlangıcında, sermayeye
(sayfa 20) ulaşmak üzere tarihsel öncül olarak basit meta üretiminden niçin yola çıktığını -mantıksal ve tarihsel bakımdan ikinci dereceden bir biçimde, kapitalist biçimde değişikliğe uğramış bir metadan değil de basit bir metadan hareket ettiğini- aydınlığa kavuşturmaktadır. Ne var ki, Fireman bunu kesinlikle görememektedir. Bunları ve daha başka değişik itirazlara yolaçabilecek öteki yan konuları en iyisi bir yana bırakalım ve hemen sorunun özüne girelim. Teori, Fireman'a, belli bir artı-değer oranında, artı-değer oranının, kullanılan emek-gücü ile orantılı olduğunu öğretirken, o, deneyimden, belli bir ortalama kâr oranında, kârın, kullanılan toplam sermaye ile orantılı olduğunu öğreniyor. O, bunu, kârın yalnızca göreneksel bir görüngü (onun dilinde bu, belirli bir toplumsal oluşuma aittir ve onunla varolup yokolan bir şey demektir) olduğunu söyleyerek açıklıyor. Varlığı düpedüz sermayenin varlığına bağlıdır. Sermaye kendisi için bir kâr sağlayacak kadar güçlü olmak kaydıyla, rekabetin zoruyla, kendisine, bütün sermayeler için eşit bir kâr oranı da sağlar. Eşit bir kâr oranı olmaksızın kapitalist üretim düpedüz olanaksızdır. Bu üretim biçimi veri olduğuna göre, bireysel kapitalist için kâr miktarı, belli bir kâr oranına, yalnızca sermayesinin büyüklüğüne bağlıdır. Öte yandan, kâr, artı-değerden, karşılığı ödenmeyen emekten ibarettir. Peki öyleyse, büyüklüğü emeğin sömürü derecesine bağlı bulunan artı-değerin, büyüklüğü kullanılan sermaye miktarına bağlı bulunan kâra dönüşmesi nasıl oluyor? "Değişen ve değişmeyen sermaye ... arasındaki oranın en büyük olduğu bütün üretim kollarında metaların değerlerinin üzerinde satılmalarıyla; ama, bu ayrıca, değişmeyen ve değişen sermaye arasındaki
s : d oranının en küçük olduğu üretim kollarında, metaların değerlerinin altında ve ancak
s :
d oranının ortalama belli bir rakamı temsil ettiği üretim kollarında gerçek değerleri üzerinden satıldıkları anlamını da taşır. Bireysel fiyatlar ile bunların kendi değerleri arasındaki bu tutarsızlık, değer ilkesini çürütür mü? Asla. Çünkü bazı metaların fiyatları değerlerinin üzerine yükselirken, ötekilerin fiyatları aynı miktarda düştükleri için fiyatların toplamı, değerlerin toplamına eşit kalır ... sonunda bu uyumsuzluk ortadan kalkar." Bu uyumsuzluk bir "düzensizliktir"; "ne var ki, pozitif bilimlerde önceden bilinebilir bir düzensizliğe bir yasanın çürütülmesi gözüyle bakılması olağan değildir".
Yukardaki sözler, Dokuzuncu Bölümdeki ilgili pasajlarla karşılaştırılırsa Fireman'ın gerçekten, dikkati çeken bir noktaya parmak bastığı görülecektir. Ne var ki, onun bu güçlü makalesinin hiç de layık olmadığı şekilde soğuk karşılanışı, Fireman'ın tam ve kapsamlı bir çözüme ulaşabilmesi için bu buluştan sonra bile daha ne kadar çok konuları birbirine bağlayan ara halkaya gereksinme bulunduğunu göstermektedir. Çok kişi bu soruna ilgi duyduğu halde hâlâ parmaklarını yakmaktan korkuyorlardı. Ve bu, yalnız Fireman'ın buluşunu yarım bırakmasıyla değil, marksist tahlil konusundaki anlayışının inkar kabul etmez yanlışlığı ve bu yanlış anlayışa dayanarak bu konuda yaptığı genel eleştiri ile de açıklanmaktadır.
(sayfa 21)
Güç bir konuda kendisini gülünç duruma düşürme fırsatinı Zurich'li Herr Profesör
Julius Wolf hiç kaçırmamaktadır. Bize, bütün sorunun nispi artı-değerde çözümlendiğini söylüyor
(Conrads Jahrbücher, 1891, dritte Folge, II, S. 352 ve devamı). Nispi artı-değer üretimi, değişmeyen sermayenin değişen sermaye karşısında artmasına dayanır. "Değişmeyen sermayedeki bir fazlalık, işçilerin üretici güçlerinde bir fazlalığı öngörür. Üretici güçteki bu fazlalık (işçilerin yaşam gereksinmelerini ucuzlatmak yoluyla) artı-değerde bir fazlalık meydana getirdiği için, artan artı-değer ile, toplam sermayede değişmeyen sermayenin payındaki artış arasında doğrudan bir bağıntı kurulur. Değişmeyen sermayedeki bir fazlalık, emeğin üretici gücünde bir fazlalığı belirtir. Değişen sermayenin aynı kalması ve değişmeyen sermayede bir artış ile artı-değerde de Marx'a göre bir artış olması gerekir. Önümeze konulan sorun buydu."
Gerçekte Marx, birinci ciltte yüzlerce yerde bunun tam tersini söylemektedir; Marx'a göre, değişen sermaye azaldığı zaman, nispi artı-değerin değişmeyen sermayedeki artış ile orantılı olarak artacağı iddiası, bütün parlamento hitabet sanatını utandıracak kadar şaşırtıcıdır; gerçekte Herr Julius Wolf, nispi ya da mutlak artı-değer kavramlarını, ne nispi ve ne de mutlak olarak hiç mi hiç anlamadığını her satırında ortaya koymaktadır; ne var ki, kendisi için söylediği, "ilk bakışta, insan kendisini gerçekten bir curcuna ağı içersine düşmüş gibi hissediyor" sözleri, bütün makalesi içersinde tek doğru sözdür. Ama bütün bunların ne değeri var? Herr Julius Wolf, parlak buluşundan öylesine gurur duymaktadır ki, bunun için Marx'ın ardından övgüler düzmekten ve kendi uçsuz bucaksız budalalığını, "onun [Marx'ın] kapitalist ekonomiyi eleştirme sisteminde gösterdiği dikkatin ve uzak görüşlülüğün yeni bir kanıtı" olarak göklere çıkarmaktan kendisini alıkoyamamaktadır.
Ama ardından daha da enfesi geliyor. Herr Wolf diyorlar ki: "Ricardo da aynı şekilde, eşit bir sermaye yatırımının, tıpkı aynı emek harcamasının, aynı artı-değer (niceliği bakımından) yaratması gibi, eşit bir artı-değer (kâr) sağladığını iddia etmişti. Ve şimdi sorun, bunların birbirleriyle nasıl bağdaştığı idi. Ama Marx, sorunun bu şekilde konulmasını kabul etmiyordu. O,
her türlü kuşkunun ötesinde (üçüncü ciltte) tanıtlamıştır ki, ikinci öneri, değer yasasının zorunlu bir sonucu olmadığı gibi, kendi değer yasasıyla bile çelişmektedir ve bu nedenle ... derhal reddedilmesi gerekir." Ve bunun üzerine Wolf, hangimiz, Marx mı yoksa ben mi bir hata yaptım diye yoklamaya başlar. Karanlıkta bir yol bulmaya çalışanın kendisi olduğu, doğal olarak hiç aklma gelmez.
Bu seçkin parça üzerinde bir tek boş sözcük söylemiş olsaydım, okurlarıma saygısızlık etmiş olur, durumun komikliğini görememiş olurdum. Yalnız şu kadarını eklemek isterim ki, Conrad Schmidt'in yukarda sözü edilen yapıtının, "doğrudan doğruya Engels tarafından ilham edildiği" konusunda profesörler arasında yapıldığı öne sürülen dedikoduyu ortaya dökmek için bu fırsattan yararlanmada gösterdiği küstahlık, bir
(sayfa 22) zamanlar, "Marx'ın üçüncü ciltte hiç kuşkuya yer vermeyecek şekilde tanıtlamış olduğunu" söylemeye cesaret ettiği küstahlığa uygun düşmektedir. Herr Julius Wolf! Sizin yaşadığınız ve çekiştiğiniz dünyada, başkalarının önüne açıkça bir sorun atan kimsenin, bunun çözümünü gizlice yakın dostlarına sızdırması olağan sayılabilir. Sizin bu türden şeyler yapabileceğinize ben inanmaya hazırım. Ama benim yaşadığım dünyada bir kimsenin bu gibi zavallıca hilelere başvurma gereksinmesi duymayacağını bu önsöz tanıtlamış olacaktır.
Marx'ın ölümünün hemen ardından Bay
Achille Loria, Nuova Antologia'da (April 1883) onun üzerine alelacele bir makale yayımladı. Yazının başındaki yanlış bilgilerle dolu yaşam öyküsünü, toplumsal, siyasal ve yazınsal yapıtlarının bir eleştirisi izliyordu. Marx'ın materyalist tarih anlayışını tahrif ediyor ve büyük bir amacın peşinde olduğunu açığa vuran bir güvenle çarpıtıyordu. Ve bu amaca en sonunda ulaşılıyordu. Aynı Bay Loria, 1886'da,
La teoria economica della constituzione politica adlı bir kitap yayımladı ve burada, hayretten ağzı açık kalan çağdaşlarına, 1883'te kasten ve tamamen yanlış yorumladığı Marx'ın tarih anlayışının kendi buluşu olduğunu ilan etti. Marksist teori, doğal olarak. burada epeyce darkafalı bir düzeye indiriliyor ve kitap, dördüncü sınıf öğrencisi için bile gözyumulamayacak budalaca tarihsel örnekler ve kanıtlarla dolu bulunuyordu. Ama ne zararı var? Siyasal koşulların ve olayların her yerde daima buna tekabül eden iktisadi koşullarla açıklandığı konusundaki buluş, burada öne sürüldüğü gibi 1845'te Marx tarafından değil, 1886'da Bay Loria tarafından yapılmıştı. En azından, o, bunu, hemşerilerine ve kitabı Fransa'da çıktıktan sonra bazı Fransızlara da yutturmayı becermiş ve İtalyan sosyalistleri, anlı-şanlı Loria'yı aşırılmış tavuskuşu tüylerinden yolma fırsatını bulana kadar, şimdi de İtalya'da, yeni bir çağ açan tarih teorisinin yazarı olarak poz yapabilirdi.
Şu var ki, bu, Bay Loria 'nın tutumunun ancak küçük bir örneğidir. O, bize, Marx'ın bütün teorilerinin, bir
bilinçli bilgiççiliğe (
un consapute sofisma) dayandığı; ve
yanıltıcılık [
paralogism] (
sapendolit tali)
olduklarını bildiği halde bile yanıltıcılık yapmaktan vazgeçmediği vb., konusunda güvence veriyor. Ve okurlar üzerinde, Marx'a, küçük ayak oyunlarını bizim Padualı profesör gibi aynı zavallı yalanlarla tezgahlayan Loria'vari ne idüğü belirsiz bir türedi gözüyle bakmaları için bir dizi benzer aşağılık imalarla gerekli etkiyi yaptıktan sonra, onlara önemli bir sırrı açıklıyor ve bizi döndürüp dolaştırıp tekrar kâr oranına getiriyor.
Bay Loria diyor ki: Marx'a göre, bir kapitalist sanayi kuruluşunda üretilen artı-değer (bunu, Bay Loria, burada, kârla bir tutuyor) miktarı, burada kullanılan değişen sermayeye bağlıdır, çünkü değişmeyen sermaye kâr sağlamaz. Ama bu, gerçeğe aykırıdır. Çünkü uygulamada kâr, değişen sermayeye değil, toplam sermayeye bağlıdır. Ve Marx'ın kendisi bunu görüyor (Buch I, Kap. XI - Karl Marx,
Kapital, Birinci Cilt, Onüçüncü Bölüm, Sol Yayınları, Ankara 1975. -
Ed.) ve yüzeyde olguların teorisiyle çelişir
(sayfa 23) göründüklerini kabul ediyor. Ama o, bu çelişkinin üstesinden nasıl geliyor? Okurlarına, daha sonraki henüz yayınlanmamış bir cildi salık veriyor. Loria,
kendi okurlarına, Marx'ın yazmayı hiç bir zaman düşünmediğine inandığı bu cilt hakkında zaten bilgi vermişti, şimdi ise zafer çığlıkları atıyor: "Henüz yayınlanmadığı halde, Marx'ın kendisine karşı olanlara karşı daima öne sürdüğü bu ikinci cildin, bilimsel kanıtlar getirmeyi beceremediği zaman başvurduğu kurnazca bir bahane
(uningegnoso spediente ideato dal Marx a sostituzione degli argomenti scientifici) olduğunu iddia etmekte asla haksız değildim." Ve bütün bunlardan sonra her kim Marx'ın,
l'illustre [ünlü. -ç.] Loria ile aynı bilimsel sahtekarlar sınıfına girdiğine inanmazsa, iflah olmaz birisidir.
Hiç değilse şu kadarını öğreniniş bulunuyoruz: Bay Loria'ya göre, marksist artı-değer teorisi, genel bir eşit kâr oranının varlığı ile kesenkes bağdaşamaz. Bundan sonra ikinci cilt ve onunla birlikte benim tam bu nokta üzerindeki açıktan açığa itirazım yayınlandı. Eğer Bay Loria bizler gibi utangaç bir Alman olsaydı, biraz olsun utanç duyabilirdi. Ama o, sıcak bir iklimden gelen kendini beğenmiş bir güneylidir ve kendinin de tanıklık edebileceği gibi orada serinkanlılık doğal bir gereksinmedir. Kâr oranı ile ilgili sorun açıktan açığa ortaya konulmuştur. Bay Loria, bunun çözümlenemez olduğunu açıkça ilan etmiştir. Ve işte şimdi tam bu nedenle, onu herkesin gözü önünde çözümleyerek kendisini aşmış olacaktır.
Bu mucize,
Conrads Jahrbücher, neue Folge, Buch XX, s. 272 ve devamında, Conrad Schmidt'in
sözü edilen kitapçığı ile ilgili bir makalede başarılmıştır. Loria, ticari kârın nasıl yapıldığını Schmidt'ten öğrendikten sonra, birdenbire her şey çözümlenmiş oldu. "Değerin, emek-zamanı ile be!lrlenmesi, sermayelerinin daha büyük bir kısmını ücretlere yatıran kapitalistlere avantaj sağlayacağı için, üretken olmayan" (yani ticari) "sermeye, bu ayrıcalıklı kapitalistlerden daha yüksek bir faiz" (yani kâr) "çekebilir ve böylece, bireysel sanayi kapitalistleri arasında bir eşitlik sağlayabilir. ... Örneğin, eğer A, B, C, sanayi kapitalistlerinin herbiri, üretimde 100 işgünü ve sırasıyla 0, 100, 200 değişmeyen sermaye kullansa ve eğer 100 işgünü için ücretler 50 işgünü tutsa, bunların herbirisi 50 işgünlük artı-değer elde eder ve kâr oranı, birinci kapitalist için %100, ikinci için %33,3 ve üçüncü için %20 olur. Ama eğer dördüncü bir D kapitalisti, A'dan 40 işgünü değerinde, B'den 20 işgünü değerinde, bir faiz" (kâr) "talep eden 300'lük bir verimsiz sernıaye biriktirnıiş olsa, A ve B kapitalistlerinin kâr oranı, tıpkı C gibi %20'ye düşer, oysa 300'lü sermayesi ile D, 60'lık bir kâr ya da diğer kapitalistler gibi %20'lik kâr oranı sağlamış olur."
İşte böylesine şaşırtıcı bir ustalıkla
l'illustre Loria, on yıl önce çözümlenemez diye ilan ettiği sorunu bir çırpıda çözümleyiveriyor. Ama
(sayfa 24) ne yazık ki, bu "üretken olmayan sermayenin" sanayicilerden ortalama kâr oranı üzerindeki fazla kârlarını sızdırma ve tıpkı toprak sahibinin kiracının artı-karını toprak rantı diye cebe indirmesi gibi bunu kendi cebinde alıkoyma gücünü nereden aldığının sırrını bize açıklamıyor. Aslında ona kalırsa, bunun, sanayicilerden toprak rantına benzer bir haraç toplayarak bu yoldan ortalama bir kâr oranını oluşturan tüccarlar olması gerekiyor. Hemen herkesin bildiği gibi ticari sermaye gerçekten de genel kâr oranını oluşturmakta çok önemli bir etmendir. Ne var ki, ancak ekonomi politiği içten içe küçümseyen bir kalemşor, bu sermayenin, genel kâr oranı daha şekil almadan önce bile, bu genel oranındaki bütün artı-değer fazlalığını emme ve üstelik herhangi bir taşınmaz mülkiyete gereksinme olmaksızın bunu kendisi için toprak rantına çevirme sihirli gücüne sahip bulunduğunu iddia edebilir. Bundan daha az şaşırtıcı olmayan bir iddia da, ticari sermayenin, artı-değerleri, ortalama kâr oranını tıpı tıpına karşılayan belirli sanayicileri keşfetmesi ve marksist değer yasasının bu talihsiz kurbanlarının çilesini, bunlara ait ürünleri, bir komisyon bile talep etmeksizin onlar adına bedavadan satmak suretiyle hafifletmeyi kendisi için bir ayrıcalık saymasıdır. Marx'ın böylesine sefil hilelere başvurmaya gereksinmesi olduğunu hayal etmesi için bir insanın ne denli şarlatan olması gerekir!
Ne var ki, onu kuzeyli rakipleriyle, sözgelişi, o da daha dünkü çocuk olmayan Herr Julius Wolf ile karşılaştırdıktan sonradır ki, ünlü Loria bütün görkemiyle parlar. Herr Wolf,
Sozialismus und kapitalistische Gesellschaftsordnung üzerine olan kalın kitabında bile, İtalya'nın yanında çenileyen köpek eniği gibi kalır. Marx'ı da, başkalarından ne daha fazla, ne de daha az, ancak Bay Loria'nın kendisi kadar bilgiç, yanıltıcı, palavracı ve şarlatan diye kabul eden -Marx'ın yazmaya gücü yetmeyeceğini ve hiç bir zaman da yazamayacağını çok iyi bildiği halde, başı dara düştüğü zamanlarda, teorisini bir sonraki ciltte tamamlayacağını açıkça vaadettiğini söyleyen,
maestronun ender sırdaşı yanında, ne kadar da beceriksiz kaldığını söyleyerek, onu küçümseyecek ve bir patavatsızlık edecektim. Sınırsız bir küstahlıkla birlikte güç durumlardan bir yılanbalığı gibi sıyrılma hüneri, yediği tekmelere kahramanca göğüs germesi, başkalarının başarılarını elçabukluğu ile aşırması, arsız bir şamatayla reklamcılık, dost çığlıkları ile ününü yayma çabası-bütün bunlarda ona kim rakip olabilir ki?
İtalya klasizmin ülkesidir. Modern zamanların şafağının söktüğü büyük çağdan beri, Dante'den Garibaldi'ye kadar eşi bulunmaz klasik yetkinlikte görkemli kişiler yetiştirmiştir. Ama yozlaşma ve yabancı egemenlik dönemi de, ona, aralarında özellikle iki belirgin tipin, Sganarelle ve Dolcamara'nın da bulunduğu klasik insan müsveddelerini miras bırakmıştır. Bunların her ikisinin klasik bir bileşimi bizim
illustre Loria'da
(sayfa 25) kişileşmiştir.
Konuyu bağlarken okurlarımı Atlantiğin karşı kıyısına götürmem gerekiyor. New York'lu Dr. (tıp)
George C. Stiebeling de, soruna bir çözüm ve hem de çok basit bir çözüm bulmuştur. Gerçekten de öylesine basit bir çözüm ki, kendisini ne orada, ne de burada kimse ciddiye almamıştır. Bu, onu öfkelendirmiş ve büyük suyun her iki yakasında yayınlanan sonu gelmez kitapçık ve gazete makalelerinde bunun haksızlığından acı acı yakınmıştır. Kendisine,
Neue Zeit'ta, bütün çözümünün matematik bir yanılgıya dayandığı anlatılmıştı. Ama bu onu pek etkilemedi. Marx da pek çok matematik yanlışlar yapmıştı, ama gene de pek çok şeyde haklı çıkmıştı. Öyleyse şimdi Dr. Stiebeling'in çözümüne bir gözatalım.
"Eşit sermayeler ve eşit zaman uzunluklarıyla çalışan ama değişmeyen ve değişen sermayeler arasındaki oranın farklı olduğu iki fabrika alıyorum. Toplam sermaye (s + d) = y ve değişmeyen ve değişen sermayelerin oranındaki fark = x olsun. I. fabrika için y = s + d, II. fabrika için y = (s - x) + (d + x). Bu durumda, I. fabrika için artı-değer oranı = s/d, ve II. fabrika için = k/d+x'dir. Toplam sermaye y, ya da s + d, belli bir zamanda kendisi kadar büyüdüğü toplam artı-değere (a) ben, kâr (k) diyorum; demek ki: k = a'dır. Şu halde I. fabrika için kâr oranı = k/y, ya da s/a+d ve II. fabrika için gene k/y, ya da a/(s+x)+(d+x), yani gene = a/s+d. Sorun ... böylece öyle bir durum alır ki, değer yasası gereğince, eşit sermaye ve eşit zaman ve ama eşit olmayan canlı emek miktarları ile, artı-değer oranında bir değişme, ortalama kâr oranında bir eşitlenmeye neden oıur." (G. C. Stiebeling,
Das Werthgesetz und die Profitrate, New York, John Heinrich.)
Yukardaki hesap ne denli hoş ve aydınlatıcı olursa olsun, Dr. Stiebeling'e gene de
bir soru sormak gereğini duyuyoruz: I. fabrikanın ürettiği artı-değer miktarının, II. fabrikanın ürettiği artı-değer miktarına eşit olduğunu nereden biliyor? s, d, y ve x'in, yani hesaptaki öteki bütün etmenlerin, her iki fabrika için eşit olduğunu açıkça söylüyor, ama a'nın hiç sözünü etmiyor. Yukarda sözü edilen artı-değer miktarının her ikisini de cebirsel olarak a ile göstermesinden, bunların mutlaka eşit olacakları sonucu çıkmaz. Oysa asıl kanıtlanması gereken şey budur, çünkü Bay Stiebeling fazla kafa yormadan, kârı da (k) artı-değerle aynı şey sayıyor. Şimdi ortada ancak iki şık var. Ya her iki a da eşittir, iki fabrikada da eşit miktarlarda artı-değer üretilmektedir ve bu yüzden, iki sermaye de eşit olduğu için eşit miktarlarda kâr sağlamaktadır. Bu durumda Bay Stiebeling, aslında kanıtlamak durumunda olduğu şeyi daha başlangıçta gerçek diye almış oluyor. Ya da, bir fabrika diğerinden daha fazla artı-değer üretiyor ; bu durumda da bütün hesabı altüst oluyor.
Bay Stiebeling, dağlar kadar hesabı bu matematik yanılgı üzerine kurmak ve bunları halka sergilemek için ne canını, ne parasını esirgemiştir. Sırf gönül huzuru için kendisini temin ederim ki, bunların hemen
(sayfa 26) hepsi aynı derecede yanlıştır ve böyle olmadığı pek az durumda da, onun tanıtlamaya çalıştığından büsbütün farklı bir şeyi tanıtlamaktadır. Örneğin, 1870 ve 1880 Amerikan sayım rakamlarını karşılaştırarak, kâr oranının fiilen düştüğünü tanıtlar, ama bunu yanlış yorumlar, ve bu deneyime dayanılarak Marx'ın sürekli kararlı kâr oranı teorisinin düzeltilmesi gerektiği sonucunu çıkartır. Bu üçüncü cildin üçüncü kısmından, bu marksist "kararlı kâr oranı" teorisinin tamamen Bay Stiebeling'in hayalinin bir ürünü olduğu ve kâr oranındaki düşme eğiliminin, Dr. Stiebeling'in belirttiğinin tamamen tersi koşullardan ileri geldiği anlaşılmış olacaktır. Dr. Stiebeling'in iyi niyetli olduğuna hiç kuşku yok, ama bilimsel sorunlarla uğraşmak isteyen bir kimsenin, her şeyden önce, yararlanmak istediği yapıtları, yazarının yazdığı gibi okumayı, daha da önemlisi bunlarda bulunmayan şeyleri bunlara katmaksızın okumayı öğrenmesi gerekir.
Bütün araştırmanın sonucu bu sorun ile ilgili olarak da bir kez daha gösteriyor ki, bu konuda bir şeyler başarmış olan gene yalnız marksist okuldur. Eğer Fireman ve Conrad Schmidt bu üçüncü cildi okurlarsa, herbiri kendi adına kendi yapıtlarından pekala memnun olabilirler.
(sayfa 27)
Londra, 4 Ekim 1894
FRİEDRİCH ENGELS