KÜTÜPHANE |
Marks-Engels
Friedrich Engels Feodalitenin Çöküşü ve Burjuvazinin Yükselişi[1*]
[Türkçe'ye çevirisi, F. Engels, Feodalitenin Çöküşü ve Burjuvazinin
Yükselişi, Anti-Dühring, s: 595-608, İkinci Baskı, Sol Yayınları,
Mart 1977]
Eriş Yayınları tarafından düzenlenmiştir.
FEODALİTENİN ÇÖKÜŞÜ VE BURJUVAZİNİN YÜKSELİŞİ
EGEMEN feodal soyluluğun yabanıl savaşımları, ortaçağı, gürültüleri
ile doldururken, tüm Batı Avrupa'da ezilen sınıfların sessiz sedasız
çalışması feodal sistemi kemirmişti; bu çalışma, içinde feodal beylere
gitgide daha az yer kalan koşulları yaratmıştı. Gerçi, kırda, soylu beyler,
hâlâ ortalığı kasıp kavuruyorlardı; toprak kölelerinin iflahını kesiyor,
çektikleri güçlüğe gözlerini kapıyor, ürünlerini ayaklarıyla çiğniyor,
karılarının ve kızlarının ırzlarına geçiyorlardı. Ama dolaylarda kentler
yükselmişti: (sayfa 595) İtalya'da, Fransa'nın
güneyinde, Ren kıyısında, külleri içinden yeni baştan doğmuş Roma ilkçağının
özgür kentleri; öte yandan, özellikle Almanya'da, yeni yapıtlar; her zaman
surlar ve hendeklerle çevrilmiş bulunan bu yapıtlar, soyluluk şatolarından
çok daha güçlü kalelerdi, çünkü onları ancak büyük bir ordu yıkabilirdi. Bu
surlar ve bu hendekler arkasında, ortaçağ: zanaatçılığı -oldukça yavaş bir
biçimde ve loncalar içinde- gelişiyor, ilk sermayeler, toplanıyor, hem
kentlerin kendi aralarında ve dünyanın geri kalan bölümü ile ticaret yapma
gereksinmesi, ve hem de gene yavaş yavaş, gereksinme ile birlikte, bu
ticareti koruma araçları doğuyordu.
Daha 15. yüzyıldan başlayarak, kent burjuvaları, toplum için, feodal
soyluluktan daha vazgeçilmez bir duruma gelmiş bulunuyorlardı. Gerçi tarım,
nüfusun büyük bölümünün uğraşı, ve sonuç olarak, en önemli üretim kolu idi.
Ama, soyluluğun zorbalıklarına karşın, şurada burada varlığını sürdüren
birkaç yalıtık özgür köylü, tarımda önemli olan şeyin, soylunun avarelik ve
haksız vergi ödetmeleri değil, ama köylünün çalışması olduğunu yeterince
tanıtlıyordu. Öte yandan, soyluluğun gereksinmeleri de öylesine büyümüş ve
öylesine biçim değiştirmişti ki, soyluluk için bile, kent, vazgeçilmez bir
duruma gelmişti; soyluluk, kendi üretiminin tek aletini, zırhını ve
silahlarını kentlerden sağlamıyor muydu? Kumaşları, yerli ev eşyası ve
mücevherleri, İtalya ipeklilerini, Brabant dantelalarını, Kuzey kürklerini,
Arabistan kokularını, Doğu yemişlerini, Hint baharatlarını, her şeyi, -
sabun hariç her şeyi, soyluluk, kentlilerinden satınalıyordu. Belirli bir
dünya ticareti vardı; İtalyanlar, Akdeniz üzerinde, ve onun dışında,
Flandre'a kadar Atlantik kıyılarında dolaşıyorlardı; İngiliz ve Hollanda
rekabetinin ortaya çıkmasına karşın, Hanse[2*]
tüccarları Kuzey denizi ve Baltık denizini hâlâ egemenlikleri altında
tutuyorlardı. Kuzey (sayfa 596) ve Güneydeki deniz
yolculuğu merkezleri arasındaki bağ, karadan kurulmuştu; bu bağı kuran
yollar, Almanya'dan geçiyordu. Soyluluk, gitgide daha gereksiz bir duruma
gelir ve gelişmeyi gitgide daha çok engellerken, kentler burjuvaları, üretim
ve ticaretin, kültür ve siyasal ve toplumsal kurumların ilerleyişini
kişileştiren, sınıf durumuna geliyorlardı.
Üretim ve değişimdeki bütün bu gelişmeler, aslında, bizim bugünkü
görüşlerimize göre, çok sınırlı nitelikte şeylerdi. Üretim, salt lonca
zanaatçılığı biçimine bağlı kalıyor, yani hâlâ feodal bir nitelik taşıyordu;
ticaret, Avrupa sularını aşmıyor, ve değişim aracıyla Uzak-Doğu ürünlerini
sağladığı Doğu kıyısı kentlerinden daha uzağa gitmiyordu. Ama meslekler, ve
onlarla birlikte bu işleri yapan burjuvalar, ne kadar bayağı ve sınırlı
kalırlarsa kalsınlar, feodal toplumu altüst etmeye yettiler, ve soyluluk
olduğu yerde sayarken, onlar hiç olmazsa hareket içinde kaldılar .
Kentler burjuvası, ayrıca, feodaliteye karşı güçlü bir silaha da
sahipti: para. Ortaçağın başlangıcındaki feodal ekonomide, para için
pek yer yoktu. Feodal bey, gereksinmesi olan her şeyi, ya çalışma biçimi, ya
da ürün biçimi altında, kendi toprak kölelerinden sağlıyordu; kadınlar,
keten ve yün eğiriyor ve dokuyorlar ve giysiler dikiyorlardı; erkekler
tarlaları ekiyorlardı; çocuklar beyin sürüsüne bakıyor, onun için orman
yemişleri, kuş yuvaları, hayvan yataklığı (hayvanların ahırda üstünde
yatmaları için ot) topluyorlardı; ayrıca, bütün aile, bundan başka buğday,
meyve, yumurta, tereyağı, peynir, kümes kuşları, genç sürü hayvanları, daha
bilmem ne teslim etme zorundaydı. Tüm feodal egemenlik, kendi kendine
yetiyordu; savaş yükümleri bile, ürün olarak isteniyordu; ticaret,
(sayfa 597) değişim yoktu, para gereksizdi. Avrupa
öylesine düşük bir düzeye düşmüş, öylesine baştan başlama zorunda kalmıştı
ki, para, o zaman toplumsal bir işlevden çok, salt siyasal bir işlev
görebilirdi: vergilerin ödenmesine yarıyor, ve esas olarak yağma
ile kazanılıyordu.
Şimdi her şey değişmişti. Para, yeni baştan, evrensel değişim aracı
durumuna gelmiş, ve bunun sonucu, niceliği oldukça artmıştı; artık soyluluk
bile ondan vazgeçemiyordu ve satacak çok az şeyi olduğu ya da hatta hiç
olmadığı, yağma da artık o kadar kolay olmadığı için, burjuva-tefeciden
ödünç alma yolunu tutma zorunda kaldı. Yeni toplar tarafından topa
tutulmasından çok önce, feodal şatolar, para tarafından çoktan kemirilmiş
bulunuyorlardı; top barutu, para hizmetinde bir oda çavuşundan başka bir şey
olmadı. Para, burjuvazinin, büyük siyasal eşitlik rendesi idi. Kişisel bir
ilişkinin bir para ilişkisi tarafından, ayrıl bir yükümün (prestation)
para biçiminde bir yüküm tarafından ortadan kaldırıldığı her yerde, bir
burjuva ilişkisi, feodal bir ilişki yerine geçiyordu. Gerçi eski kaba doğal
ekonomi biçimi, ezici bir çoğunlukla varlığını sürdürüyordu; ama daha
şimdiden, Hollanda'da, Belçika'da, Aşağı-Ren'de olduğu gibi, köylülerin
feodal beye angarya ve ayni yüküm yerine para verdikleri, beyler ile
uyrukların, toprak sahipleri ve çiftlik kiracıları durumuna dönüşümleri yolu
üzerinde ilk kesin adımı atmış bulundukları, yani, kırda bile, feodal
kurumların toplumsal tabanlarını yitirdikleri birçok bölge vardı. Bu çağda,
Batı Avrupa'yı saran para hırsı, 15. yüzyılın sonunda feodalitenin para
tarafından içten ne derecede aşındırılmış ve kemirilmiş olduğunun parlak bir
örneğini gösterir .Portekizlilerin, Mrika kıyılarında, Hindistan'da, tüm
Uzak-Doğuda aradıkları şey, altın'dır; İspanyolları, Amerika'ya
gitmek üzere, Atlantik Okyanusunu aşmaya götüren şey, büyülü altın
sözcüğüdür; yeni (sayfa 598) bulunan bir kıyıya ayak
basar basmaz, Beyaz adamın ilk istediği şey, altın idi. Ama bu uzakta
maceraya gitme gereksinmesi, başlangıçta içinde gerçekleştiği feodal ya da
yarı-feodal biçimlere karşın, temeli tarım olan ve fetih savaşları esas
olarak toprak kazanma ereğini gözeten feodalite ile, daha temelinde,
bağdaşmaz bir şeydi. Üstelik, denizcilik, anti-feodal niteliğinin damgasını,
bütün modern savaş filolarına bile basmış bulunan açıkça burjuva bir
sanayi idi.
Buna göre, 15 yüzyılda, feodalite, tüm Batı Avrupa'da tam bir çöküş
durumundaydı; anti-feodal çıkarlara sahip kentler, kendi öz hukukları ve
silahlı burjuvaları ile birlikte, her yerde feodal topraklar içine sokulmuş
bulunuyorlardı; bu kentler, feodal beyleri, para aracıyla daha şimdiden
toplumsal bakımdan, ve hatta şurada burada siyasal bakımdan da, kısmen
kendilerine bağımlı kılmışlardı; son derece uygun koşulların tarımsal
gelişmeyi sağladığı kırda bile, eski feodal bağlar, paranın etkisi altında,
kopmaya başlıyorlardı; soyluluğun eski egemenliği, ancak Almanya'da Elbe'nin
doğusu gibi yeni fethedilen ülkelerde, ya da zaten geri kalmış, tecimsel
yolların uzağında bulunan bölgelerde gelişmeye devam ediyordu Ama her yerde,
-kırda olduğu gibi kentlerde de- ezeli ve saçma savaşmanın, feodal beyler
arasındaki içsavaşı, hatta dış düşman ülkenin içinde olduğu zaman bile,
sürekli kılan o çekişmelerin, tüm ortaçağ boyunca sürmüş bulunan, o
nedensiz, o kesintisiz yakıp yıkma durumunun son bulmasını isteyen halk
öğeleri çoğalmıştı. İsteklerini gerçekleştirmek için kendi başlarına çok
güçsüz olan bu öğeler, tüm feodal düzenin başı olan krallığın ta kendisinde,
güçlü bir dayanak buldular. Ve toplumsal ilişkiler düşüncesinin devlet
ilişkileri düşüncesine götürdüğü, iktisattan siyasete geçtiğimiz nokta, işte
buradadır.
Halkların, ortaçağın başındaki karmaşasından, yavaş
(sayfa 599) yavaş yeni milliyetler çıktı, - bilindiği gibi, eski Roma
eyaletlerinin çoğunda, yenilenlerin yenenleri, köylü ve kentlinin Cermanik
beyi özümledikleri süreç. Demek ki, modern milliyetler de, ezilen sınıfların
ürünleridirler. Menke'nin orta Lorraine bölgeleri haritası,[3*]
şurada kaynaşmanın, burada ayrılmanın gerçekleşme biçimi üzerine anlamlı bir
fikir verir. Belçika ve Aşağı-Loren bakımından, bu sınırın esas olarak, daha
bundan yüz yıl önce Fransızca ve Almanca arasında varolan dil sınırı ile
düşümdeş olduğunu görmek için, bu harita üzerinde Latin ve Cermen yer adları
sınırını izlemek yeter. Hâlâ, şurada burada, iki dilin üstünlük için
savaştıkları dar bir bölge görülebilir; ama, genel olarak, neyin Alman ve
neyin Latin kalacağı sağlamca saptanmıştır. Ama, haritadaki yer adlarından
çoğunun, Aşağı-Frankonca ya da eski Almancadan türetilmiş biçimi, bu
adların, 9., en geç 10. yüzyıla çıktıklarını, buna göre, Karolenjiyenler
çağının sonuna doğru, sınırın esas olarak çizilmiş bulunduğunu gösterir.
Nedir ki, Latin tarafında, özellikle dilsel sınırın yakınlarında, Cermanik
bir kişi adı ile Latin bir topografik adlandırmadan bileşmiş karma adlar
görülür: Örneğin, Meuse'ün batısında, Verdun yakınlarında, bugün Ippecourt,
Récourt-la-Creux, Amblaincourt-sur-Aire, Thier-ville haline gelmiş bulunan
Eppone curtis, Rotfridi curtis, Inqolini curtis, Treudegisilio villa
gibi. Bunlar, Frank feodallerine ait alanlar, Latin topraklarında, ergeç
latinleşmekten kurtulamayan küçük Alman kolonileridir. Kentlerde ve yalıtık
kırsal bölgelerde, dillerini daha oldukça uzun süre koruyan daha güçlü Alman
kolonileri yerleşmişlerdi; örneğin, daha 9. yüzyılın sonunda, Ludwigslied,[4*]
(sayfa 600) işte bu kolonilerin birinden fışkırdı;
ama Frank beylerinden büyük bir bolümü, daha önce latinleşmiş bulunuyordu,
ve Latincenin (Roman) daha o zamandan Fransa'nın resmi dili olarak
ortaya çıktığı 842 krallar ve ulular yemin formülleri, bunun böyle olduğunu
gösterir.
Dil grupları bir kez sınırlandırıldıktan sonra (örneğin, Elbe
Slavlarına karşı yürütülen savaşlar gibi, daha sonraki fetih ya da yoketme
savaşları bir yana), bu grupların, devletlerin kuruluşu için temel veriler
hizmeti görmeleri, milliyetlerin uluslar haline gelmek üzere gelişmeye
başlamaları doğaldı. Bu öğenin daha 9. yüzyıldan başlayarak sahip bulunduğu
güç, Lotharingie karma devletinin hızlı çöküşü tarafından
tanıtlanmıştır. Gerçi tüm ortaçağ boyunca, dilsel ve ulusal sınırlar
birbirleriyle düşümdeş olmaktan uzak kalmışlardır; ama, belki İtalya
dışında, her milliyet gene de Avrupa'da büyük bir özel devlet tarafından
temsil edilmiştir, ve ulusal devletler kurma yolunda kendini durmadan daha
açık ve daha bilinçli bir biçimde gösteren eğilim, ortaçağın bellibaşlı
ilerleme kaldıraçlarından birini oluşturur.
Ne var ki, bu ortaçağ devletlerinin her birinde, kral, tüm feodal
aşama-sırasının doruğunu, bağımlıların (vassallerin) kendisinden
kaçamadıkları ve aynı zamanda kendisine karşı sürekli bir başkaldırma
durumunda bulundukları doruğu oluşturuyordu. Tüm feodal ekonominin temel
ilişkisi, yani bazı hizmetler ve kişisel borçlar karşılığı toprak verilmesi,
en yalın kökensel biçimi altında, özellikle kavga aramakta birçoklarının
çıkarı olduğu yerlerde, daha o zamandan yeterince anlaşmazlık konusu
çıkartıyordu. Bundan ötürü, bağımlılık (vasselage) ilişkilerinin,
bütün ülkelerde, verilmiş, geri alınmış, yenilenmiş, değiştirilmiş ya da
farklı koşullara bağlanmış haklar ve yükümlülüklerinin içinden çıkılmaz bir
karışıklık meydana getirdikleri ortaçağ sonunda durum nasıl olmalıydı?
(sayfa 601) Örneğin, Gözüpek Charles, topraklarının
bir parçası için imparatorun, öbür parçası için de Fransa kralının bağımlısı
(vassal) idi; öte yandan, onun metbuu (suzerain) olan Fransa
kralı, aynı zamanda bazı topraklar için kendi bağımlısı olan Gözüpek
Charles'ın bağımlısı idi; bu durumda çatışmalardan nasıl kaçınılabilirdi?
Bağımlıların, onları dışa karşı ve kendi aralarında koruyabilecek tek şey
olan krallık merkezine doğru o çekim, ve bu çekimin önüne geçilmez ve
sürekli bir biçimde kendisine dönüştüğü o bu merkezden iteleme yüz yıllık ve
almaşık oyununun nedeni budur; özgür insana yaraşır tek gelir kaynağının
yağma olduğu bu uzun dönem boyunca, krallık ve bağımlılar arasındaki,
uğursuz şamatası geri kalan her şeyi kapsayan o kesintisiz savaşımın nedeni
budur; ozansı şövalyelik adı arkasında saklanan ve durmadan onur ve
bağlılıktan sözeden o sonsuz ve her zaman yenilenen ihanetler, cinayetler,
zehirlemeler , kalleşlikler ve düşünülebilecek her türlü alçaklıklar
dizisinin nedeni budur.
Bu genel karışıklık içinde, krallığın, ilerleme öğesi olduğu açıktır.
Krallık, düzensizlik içinde düzeni, düşman devletler biçimindeki ufalanma
karşısında oluşma durumundaki ulusu temsil ediyordu. Feodalitenin yüzeyinde
oluşan tüm devrimci öğeler, bundan ötürü, krallık ne kadar onlara dayanmak
zorunda idiyse, o kadar krallığa dayanmak zorunda idiler. Krallık ile
burjuvazi arasındaki bağlaşma (ittifak), 10. yüzyıla kadar gider; çoğu kez
çatışmalarla kesilen bu bağlaşma -çünkü ortaçağda hiç bir şey yolunu
kararlılıkla izlemez-, krallığın kesin utkuyu kazanmasına yardım edene, ve
krallığın da, gönül borcu belirtisi olarak, bağlaşığını boyunduruk altına
almasına ve soymasına değin, her zaman daha sağlam ve daha güçlü bir biçimde
yenilenecektir.
Burjuvalar gibi, krallar da, doğmakta olan hukukçular
(sayfa 602) loncasında güçlü bir destek buluyorlardı.
Roma hukukunun yeniden bulunması ile, feodal çağın danışmanları olan
rahipler, ve kiliseye bağlı olmayan hukukçular arasında, işbölümü yapıldı.
Bu yeni hukukçular, daha baştan başlayarak, esas olarak, burjuva sınıfın
içinde bulunuyorlardı, ama, öte yandan, irdeledikleri, öğrettikleri,
uyguladıkları hukuk da, niteliği bakımından, esas olarak anti-feodal, ve
belirli bir bakış açısından, burjuva idi. Roma hukuku, salt özel mülkiyetin
egemen olduğu bir toplumdaki yaşama koşulları ve çatışmalarının öylesine
klasik hukuksal ifadesidir ki, daha sonraki tüm yasamalar ona hiç bir esas
olarak iyileşme getirememişlerdir. Oysa, ortaçağ burjuva mülkiyeti, henüz
güçlü bir feodal sınırlandırmalar karması gösteriyor, örneğin büyük bölümü
bakımından ayrıcalıklardan oluşuyordu; buna göre Roma hukuku, çağın burjuva
koşullarının çok ilerisinde bulunuyordu. Ama burjuva mülkiyetin tarihsel
gelişmesinin devamı, gerçekten de olduğu gibi, ancak arı özel mülkiyete
doğru evrimine dayanabilirdi. Nedir ki, bu gelişme, ortaçağ sonu
burjuvazisinin henüz ancak bilinçsiz olarak kendisine doğru yöneldiği şeyi
dörtbaşı bayındır bir biçimde içeren Roma hukukunda güçlü bir kaldıraç
bulacaktı.
Hatta, eğer Roma hukuku, birçok bireysel durumda, örneğin, köylülerin,
yükümlülüklerinden zaten kullanıla-gelen kurtuluşlarının yazılı kanıtlarını
gösteremedikleri durumlarda, onların soyluluk tarafından pekiştirilmiş bir
ezgisine bahane hizmeti görse bile, bu, hiç bir şeyi değiştirmez. Roma
hukuku olmasaydı da, soyluluk benzer bahaneler bulurdu, ve her gün böyle
bahaneler buluyordu. Feodal koşulları kesinlikle tanımayan ve modern özel
mülkiyeti tamamen önceleyen bir hukukun yürürlüğe girmesi, her durumda çok
büyük bir ilerleme idi.
Feodal soyluluğun, iktisadi planda, ortaçağ sonu
(sayfa 603) toplumunda nasıl gereksiz, hatta sıkıcı bir duruma
gelmeye başladığını, siyasal planda da, kentlerin, ve o çağda sadece krallık
biçimi altında olanaklı olan ulusal devletin gelişmesi bakımından nasıl bir
engel durumuna gelmiş olduğunu görmüş bulunuyoruz. Ama feodal soyluluk, o
zamana kadar silahları kullanma tekelini elinde tuttuğu, o olmaksızın ne
savaşılabileceği, ne de savaşa girişilebileceği için, her şeye karşın ayakta
tutulmuştu. Bu durum da değişecekti; feodal soyluluğa, onun egemen olduğu
toplum ve devlet döneminin son bulduğunu, şövalye niteliği içinde, hatta
savaş alanında bile, artık kendisinden yararlanılamayacağını tanıtlamak
için, son adım da atılacaktı.
Feodal rejime karşı, askerlerin en yakın metbularına, krallık ordusu
komutanlığından daha güçlü bağlarla bağlı bulundukları, kendisi de feodal
bir ordu ile savaşmak demek, açıkça bir kısır döngü içinde dönmek ve bir
adım bile ileri gitmemek demekti. Daha 14. yüzyıl başlarından başlayarak,
krallar , bu feodal ordudan kurtulmak, ve kendi öz ordularını kurmak için
çaba gösterdiler. Bu çağdan sonra, krallık orduları içinde, askere
alınmışlar ya da kiralanmışlardan oluşan birlikler oranının durmadan
arttığını görüyoruz. Başlangıçta, özellikle, Lombard, Cenovalı, Alman,
Belçikalı vb. kentler döküntüleri ve kaçak toprak kölelerinden oluşan, ilkin
açık kır savaşmalarında pek işe yaramaz, kentlerin işgalinde ve kuşatmalarda
kullanılan piyade sözkonusudur. Ama daha ortaçağın sonuna doğru, Tanrı bilir
nereden toplanmış bilelikleri (maiyetleri) ile birlikte, kendilerini yabancı
prenslerin hizmetine kiralayan ve böylece feodal savaş koşullarının çare
bulunmaz yıkılışını haber veren şövalyeleri de görüyoruz.
Aynı zamanda, kentlerde ve, hâlâ varoldukları ve yeniden oluştukları
yerlerde özgür köylüler arasında, (sayfa 604)
savaşkan bir piyadenin temel koşulları meydana geliyordu. O zamana kadar,
kendisi gibi atlı bileliği ile birlikte şövalyelik, ordunun çekirdeğinden
çok, ordunun ta kendisini oluşturuyordu; şövalyeliğe, emireri olarak, yayan
eşlik eden toprak köleleri sürüsü, -açıkça kırda- kendini ancak savaştan
kaçmak ve yağma yapmak için gösteriyordu. Feodalitenin güçlü durumu sürdüğü
sürece, yani 13. yüzyılın sonuna değin, şövalyelik, bütün savaşmalara
katıldı ve bunların sonuçlarını belirledi. Bu tarihten sonra, durum, ve
gerçekte aynı zamanda birçok noktada birden, değişti. İngiltere'de toprak
köleliğinin yavaş yavaş ortadan kalkışı, toprak sahipleri (yeomen) ya
da çiftlik kiracılarından oluşan kalabalık bir özgür köylüler sınıfı
yarattı, ve böylece, o çağın ulusal İngiliz silahı olan ok ve yay
kullanmakta talimli yeni bir piyadenin ilkel maddesini sağladı. Yürüyüş
sırasında ister atlı ister atsız olsunlar, her zaman yaya savaşan bu
okçuların ortaya çıkışı, İngiliz ordularının taktiğinde önemli bir
değişikliğe neden oldu. 14. yüzyıldan sonra, İngiliz şövalyeliği, alan ya da
öbür koşulların buna uygun olduğu yerlerde, daha çok yaya dövüşür. Dövüşü
başlatan ve düşmanı dağıtan okçuların arkasında, şövalyeliğin kapalı ordusu,
son çarpışmayı yanlardan saldırılar ile desteklemek için sadece bir bölümü
at üstünde olduğu halde, düşman saldırısını ya da uygun ilerleme anını
ayakta bekler. İngiltere'nin bu çağda Fransa'daki kesintisiz utkuları, esas
olarak orduda savunucu bir öğenin bu yeniden canlandırılmasına dayanır, ve
bu savaşların çoğu, tıpkı Wellington'un İspanya ve Belçika'da verdiği
savaşlar gibi, karşı-saldırı ile sonuçlanan savunucu savaşmalardır. Yeni
taktiğin Fransızlar tarafından kabulü, -belki de kiraladıkları kundaklı
yayla silahlanmış İtalyan askerlerinin, İngiliz okçuların yerini tuttukları
andan başlayarak-, İngilizlerin utkun yürüyüşüne son verdi. Aynı biçimde,
(sayfa 605) 14. yüzyıl başlarında, Flandre
kentlerinin piyadesi, Fransız şövalyeliğine açık kırda -ve çoğu kez başarı
ile- meydan okuma cüretini gösterdi, ve imparator Albert de, İsviçre'nin
özgür imparatorluk köylülerini, kendinden başka biri olmayan Avusturya
grandüküne kahpece teslim etmeye kalkışarak, ilk Avrupa çapında ünlü
piyadenin kuruluşunu sağladı. İsviçrelilerin, Avusturyalılar ve
Burginyonlara karşı kazandıkları utkularda, atlı ya da yaya zırhlı
şövalyelik, piyade karşısında; feodal ordu, modern ordunun başlangıçları
karşısında; şövalye, burjuva ve özgür köylü karşısında kesinlikle yenik
düştü. Ve Cumhuriyetlerinin burjuva niteliğini daha ilk anda doğrulamak
için, Avrupa'nın ilk bağımsız Cumhuriyeti olan İsviçreliler, askeri
övünçlerini hemen geçer akçe yaptılar. Her türlü siyasal titizlik
ortadan kalktı; en çok verenler hesabına paralı asker toplama amacıyla,
kantonlar asker toplama büroları durumuna dönüştürüldüler. Başka yerlerde
de, ve özellikle Almanya'da, asker toplayıcının trampeti kapı kapı dolaştı;
ama uyruklarını satmak için kurulmuşa benzeyen bir hükümetin köpeksiliği
(cynisme), en derin ulusal düşkünlük çağında, Alman prensleri tarafından
aşıldığı zamana değin, eşsiz kaldı.
Sonra, 14. yüzyılda, top barutu ve topçuluk da, Araplar tarafından,
İspanya üzerinden Avrupa'ya getirildi. Ortaçağın sonuna değin, taşınabilir
ateşli silah önemsiz kaldı; bunda da anlaşılmayacak bir şey yok, çünkü Crecy
okçusunun oku, Waterloo piyade erinin düz namlulu tüfeği kadar uzağa
gidiyor, ve -aynı etkiyi yapmasa da- belki daha güvenli bir biçimde
vuruyordu. Sahra topu da henüz çocukluk çağındaydı; buna karşılık ağır
toplar, şövalye şatolarının dış surlarını birçok kez dövmüş ve feodal
soyluluğa, barutun, egemenliğinin sonunu sağlama bağladığını haber vermişti.
Basımcılığın yayılması, ilkçağ yazınının irdelenmesinin
(sayfa 606) yeniden başlaması 1450'den sonra gitgide
güçlenen ve evrenselleşen tüm kültür hareketi, feodaliteye karşı
savaşımlarında, burjuvazi ve krallığın işini kolaylaştırdı. Bu nedenlerin,
aynı yönde gitgide daha ileri giden, birbirleri üzerindeki artan karşılıklı
etkileri ile yıldan yıla daha da pekişmiş birleşik etkisi, 15. yüzyılın
ikinci yarısında, feodaliteye karşı, burjuvazinin değilse de, en azından
krallığın utkusunu sağladı. Avrupa'da her yerde, feodal durumdan geçmemiş
uzak ikincil ülkelere kadar, krallık iktidarı birdenbire üste çıktı. İberik
yarımadasında, Latin dil soylarından ikisi, İspanya krallığını kurmak üzere
birleştiler; ve Provans dilini konuşan Aragon krallığı, yazılı dil olarak
Kastilya dilini kabul etti; üçüncü soy, Portekiz krallığını kurmak üzere,
Galiçya dışında, kendi dil alanını birleştirdi; İberik Hollandası, içe
döndü, ve deniz etkinliği aracıyla, ayrı bir varlık hakkını tanıtladı.
Fransa'da, Burginyon devletinin çöküşünden sonra, Louis XI, sonunda ulusal
birliği öylesine güçlü bir biçimde kurma başarısını gösterdi ki, henüz çok
parçalanmış bir durumda bulunan Fransız toprağı üzerinde krallığı temsil
ediyor, ardılı daha o zamandan İtalyanlar arasındaki çekişmelere burnunu
sokabiliyor, ve bu birlik, Reform tarafından, ancak bir kez, ve o da az bir
zaman için, tehlikeye düşürülebiliyordu; İngiltere, sonunda, uzun erimde
kendisini kan içinde bırakacak Fransa'daki donkişotça fetih savaşlarından
vazgeçmişti; feodal soyluluk İki Gül savaşlarında bir ödünleme aradı ve
aradığından çoğunu da buldu; kendi kendini yıprattı ve tahta, krallık
iktidarı tüm öncelleri ve tüm ardıllarının erkliğini aşan Tudorlar
hanedanını oturttu. İskandinav ülkeleri, birliklerini uzun süreden beri
gerçekleştirmiş bulunuyorlardı; Litvanya ile birleşmesinden sonra, Polonya,
henüz hiç bir saldırıya uğramamış bir krallık iktidarı ile, yükseliş
dönemine doğru gidiyordu ve, hatta Rusya'da bile, küçük prenslerin
(sayfa 607) yıkılışı ile Tatar boyunduruğundan
kurtuluş elele yürümüş ve İvan III tarafından kesin bir sonuca bağlanmıştı.
Tüm Avrupa'da, krallığın, ve o sıralarda krallık olmaksızın varlığı
olanaksız ulusal birliğin bulunmadığı, ya da ancak kağıt üzerinde bulunduğu
sadece iki ülke vardı: İtalya ve Almanya. (sayfa 608)
Dipnotlar
[1*] Engels, bu parçayı 1884 sonlarında,
Köylüler Savaşı'nı, eksenini bu yapıtın oluşturacağı, genel bir Almanya
tarihi içine sokmayı düşündüğü bir dönemde yazmıştır .-ed.
[2*] Hanse. - Ortaçağda çoğu Kuzey
Almanya'da bulunan bazı Avrupa kentleri arasındaki ticaret ortaklığı. -ç.
[3*] Spruner-Menke, Handat!as zur Geschichte
des Mittelalters und der neuen Zeit, 3. baskı, Gotha 1874, harita n° 32.
-Ed.
[4*] Ludwigs!ied, Louis III'ün, 881'de,
Saucourt'da, Normanlara karşı kazandığı utkuyu ululayan, Frankonca yazılmış
bir şiirdir. -Ed.
|