REKABET
SANAYİ hareketinin hemen başında, rekabetin,
dokunmuş mallara olan talepteki artış sonucu dokumacıların ücretini yükselterek,
böylece dokumacı-köylüleri, topraklarını yüzüstü bırakıp daha fazla para
kazanmak için kendilerini bütün bütün dokuma tezgahlarına vermeye teşvik ederek,
proletaryayı nasıl yarattığını, Giriş bölümünde görmüştük. Büyük çiftlik sistemi
aracılığıyla küçük çiftçileri nasıl yerlerinden ettiğini, onları proletaryanın
saflarına nasıl indirdiğini, ve kısmen kentlere nasıl çektiğini görmüştük;
ayrıca küçük-burjuvaziyi büyük çapta nasıl yıktığını, onları da proletaryanın
saflarına indirdiğini görmüştük; sermayeyi bir avuç insanın elinde ve nüfusu
kentlerde nasıl merkezileştirdiğini görmüştük. Tüm bunlar, modern sanayide tam
ifadesini bulan ve serbestçe gelişen rekabetin proletaryayı yaratma ve
genişletmesinin çeşitli yolları ve araçları olmuştu. Şimdi,
[sayfa 129]
rekabetin, artık varolan işçi sınıfi üzerindeki etkilerini gözlemleyeceğiz. Bu
noktada, tek tek işçilerin birinin diğeriyle rekabetinin sonuçlarını geriye
doğru izleyerek başlayalım.
Rekabet, modern sivil toplumda egemen olan
herkesin herkesle savaşının en tam ifadesidir. Bu savaş, yaşam savaşı, varolma
savaşı, her şey için savaş, gereksinim durumunda ölüm-kalım savaşı, yalnızca
toplumun farklı sınıfları arasında verilmekle kalmaz, bu sınıfların tek tek
üyeleri arasında da verilir. Herkes bir başkasının önünde engeldir, ve herkes
kendi önündeki engeli bir kenara itmenin ve onun yerine geçmenin yolunu
aramaktadır. Nasıl burjuvazinin üyeleri kendi aralarında rekabet halindeyseler,
işçiler de kendi aralarında sürekli rekabet halindedirler. Mekanik dokuma
tezgahındaki dokumacı, el-tezgahı dokumacısıyla, işsiz ya da düşük ücretli el-tezgahı
dokumacısı işi olanla ya da daha iyi ücret alanla rekabet halindedir; her biri
ötekinin ayağını kaydırıp yerine geçmeye çalışır. Ne var ki, işçilerin kendi
aralarındaki bu rekabet, işçi üzerindeki etkisiyle, bugünkü durumun en kötü
yanıdır; burjuvazinin elinde proletaryaya karşı en keskin silahtır. İşçilerin bu
rekabeti birlikler yoluyla ortadan kaldırma çabaları, burjuvazinin bu birliklere
karşı duyduğu nefret, ve bu birliklerin başına çöken her yenilginin burjuvazinin
utkusu olması bu nedenledir.
Proletarya çaresizdir; kendi haline bırakılırsa,
tek bir gün bile yaşayamaz. Burjuvazi, sözcüğün en geniş anlamında tüm yaşama
araçlarının tekelini eline geçirmiştir. Proletarya neyi gereksiniyorsa, ancak
burjuvaziden, kendi tekeli içinde devlet gücü tarafından korunan burjuvaziden
alabilir. Bu nedenle proleter, hukuken ve gerçekte, yaşamı ya da ölümü hakkında
hüküm verebilen burjuvazinin kölesidir. Burjuvazi ona yaşam araçlarını
önerebilir, ancak "denk" bir çalışma sunması karşılığında. Hatta proleterin
rüştüne erişmiş sorumlu bir taraf olarak özgür seçimiyle davranıyormuş gibi bir
görünüm kazanmasına; özgür, sınırlanmamış rızasıyla bir sözleşme yapıyormuş gibi
bir görünüm kazanmasına bile izin verir. [sayfa 130]
Harika bir özgürlük! Proleter, ya burjuvazinin
kendisine önerdiği koşulları kabul edecek, ya açlıktan ve soğuktan ölecek, orman
hayvanları arasında çıplak uyuyacaktır! Burjuvazinin keyfine göre
değerlendirilen harika bir "denk"lik! Ve bir proleter, burjuvazinin "doğal
amirleri"nin[144*]
"hakça" önerilerini kabul etmek yerine açlıktan ölecek kadar budalaysa, onun
yerine kolayca bir başkası bulunacaktır; dünyada yeterince proleter vardır ve
hepsi de yaşamak yerine ölmeyi yeğleyecek kadar deli değildir.
Burada işçiler arasında böyle bir rekabet
görüyoruz. Eğer tüm
proleterler burjuvazi için çalışmak yerine açlıktan ölmekte kararlı olduklarını
açıklasalardı, burjuvazi, tekelinden vazgeçmek zorunda kalırdı. Ama böyle
olmuyor —zaten olması da olanaksız— burjuvazi de hep zenginliğine zenginlik
katıyor. İşçiler arasındaki bu rekabetin yalnızca bir sınırı var; hiçbir işçi,
yaşamasına yetecek olandan azı için çalışmaz. Eğer açlıktan ölmesi gerekiyorsa,
çalışarak ölmektense tembellik ederek ölmeyi yeğleyecektir. Doğru, bu sınır
göreli bir sınır; herkese gereken kendine göredir; bazıları başkalarına göre
daha rahata alışkındır; hâlâ şöyle ya da böyle uygar olan İngiliz, paçavralara
bürünen, patates yiyen, domuz ahırında uyuyan İrlandalıdan daha fazlasını ister.
Ama bu durum, İrlandalıyı, İngilizle rekabetten alıkoymaz; ve ücretleri, onunla
birlikte de İngilizin uygarlık düzeyini yavaş yavaş kendi düzeyine inmeye zorlar.
Belli tür işler, belli ölçüde uygarlığı gereksinir; sınai mesleklerin hemen tümü
de bu tür işlerdendir; o yüzden işçi ücretlerinin, işçiyi gerek duyulan düzeyde
tutmaya elverecek ölçüde yüksek bir çerçevede olması burjuvazinin çıkarmadır.
Yeni göçmüş, önüne çıkan ilk ahırda kamp kurmuş
ya da[145*]
eline geçen her kuruşu içkiye harcadığı için kirayı ödeyemeyip sokağa atılmış
İrlandalı ancak yoksul bir imalathane işçisi olur. Bu çerçevede, imalathane
işçisinin eline geçecek [sayfa 131] ücret,
çocuklarını düzenli bir iş için yetiştirecek kadar olmalıdır; ama, çocuklarının
alacağı ücreti gereksinmeyecek o nedenle de onları işçi olmaktan başka türlü
yetiştirecek kadar yüksek de olmamalıdır. Burada da sınır, asgari ücret,
görelidir. Ailede herkes çalıştığı zaman, işçi oransal olarak daha az ücretle
yetinebilir; burjuvazi de işte bu nedenle, makine çalışmasının olanak sağladığı
gibi kadınları ve çocukları çalıştırarak onların emeğinden kâr etmek için
fırsatları olabildiği ölçüde kullanagelmektedir. Kuşkusuz her ailede, herkes
çalışamaz. Konumu böyle olan aileler, eğer asgari ücretle yaşamak zorunda
kalırlarsa, herkesin çalıştığı ailelere göre kötü duruma düşerler. Böylece,
ücretler bir ortalama oluşturur; tümü çalışan aile, bu ortalamaya göre, oldukça
iyi bir durumdayken, yalnızca birkaç kişisi çalışan aile oldukça kötü duruma
düşer. Ama en kötü durumlarda, her emekçi, alıştığı ufak-tefek lükslerden
vazgeçmeyi, hiç yaşamamaya yeğler; bir domuz ahırını başı üzerinde bir çatı
olmamasına yeğ tutar; çıplak dolaşmak yerine çul-çaput giymeye razı olur;
açlıktan ölmektense patatesle yetinmeyi kabullenir. İşi olmayan birçok kişinin
başına geldiği gibi, dünyanın gözleri önünde sokağa atılıp yokolmaktansa iyi
günlerin geleceği umuduyla yarım ücrete razı olur. Bu çerçevede, hiçten biraz
daha fazla bir şey olan bu ufacık ücret asgari ücrettir. Ve elde, burjuvazinin
çalıştırsa iyi olacağını düşündüğünden fazla işçi varsa — eğer rekabet savaşı
sonucu geriye hâlâ yapacak işi olmayan işçi kalmışsa, onlar yalnızca açlıktan
ölmelidir; çünkü burjuva onlara, emeklerinin ürününü kâr ederek satamayacaksa
kesinlikle iş vermeyecektir.
Bütün bunlardan, asgari ücretin ne olduğu ortaya
çıkıyor. Ençok ücret ise, burjuvazinin kendi arasındaki rekabetle belirlenir;
onların da kendi aralarında nasıl rekabet etmek zorunda olduklarını görmüştük.
Burjuva sermayesini yalnızca ticaret ve imalat ile artırabilir; her iki durumda
da işçilere gereksinimi vardır. Sermayesini faize koysa bile, onlara dolaylı
biçimde gereksinim duyar; çünkü ticaret ve imalat olmaksızın, kimse sermayesi
için ona faiz ödemez; kimse o [sayfa 132] sermayeyi
kullanamaz. Demek ki, burjuva işçilere gerçekten gerek duymaktadır; ama bu
yaşaması için değildir; çünkü yaşamak için, gerektikçe sermayesini tüketebilir;
ama bizim bir meta ya da bir yük hayvanını gereksinişimiz gibi, burjuva da bir
kâr aracı olarak işçilere gerek duyar. Proleter, burjuvanın yarar sağlayarak
sattığı malları üretir. Öyleyse, bu mallara olan talep arttığında, öyle ki
birbiriyle rekabet halindeki tüm emekçiler istihdam edildiğinde, ve belki daha
fazlası istenir olduğunda, işçiler arasındaki rekabet ortadan kalkar ve
burjuvazi kendi arasında rekabet etmeye başlar. İşçi arayışındaki kapitalist çok
iyi bilmektedir ki, mallarına olan talebin artması sonucu fiyatlar yükseldikçe
kârı da artar, o nedenle de tüm kârı elinden kaçırmaktansa bir parçacık daha
fazla ücret öder. Kaz gelecek yere tavuk gönderir ve kazı elde edince tavuğu
seve seve işçilere bırakır.[146*]
Böylece kapitalistler birbiri ardından işçi avına çıkar ve ücretler yükselir;
ama ancak artan talebin elverdiği yükseklikte. Fazladan kârının bir bölümünü
isteyerek kurban eden kapitalist, olağan kârının bir bölümünü kurban etme
tehlikesiyle karşılaşırsa, ortalama ücretlerden daha fazlasını ödememek için
gerekeni yapar.
Buradan giderek, ortalama ücretleri
belirleyebiliriz. Ortalama koşullarda, özellikle kendi aralarında rekabet etmek
için ne işçilerin ne kapitalistlerin bir nedeni bulunduğu zaman, tam talep
edilen mal kadar üretim yapmak için gereken sayıda işçi varolduğu zaman,
ücretler asgarinin biraz üstünde olur. Asgarinin üzerine ne kadar çıkacakları,
ortalama gereksinimlere ve işçilerin uygarlık derecesine bağlıdır. Eğer işçiler
haftada birkaç kez et yemeye alışıklarsa, kapitalistlerin, bu gıda maddesine
ulaşılabilmesini sağlayacak kadar ücret ödemeye razı olmaları gerekir; bundan
daha azını değil; çünkü işçiler o sıralar kendi aralarında rekabet halinde
değildirler ve daha azıyla yetinmelerini gerektirecek bir durum da yoktur;
bundan daha fazlasını da değil; çünkü [sayfa 133]
kapitalistlerin, kendi aralarında bir rekabet olmadığına göre, daha fazla yarar
göstererek işçileri kendilerine çekmelerini gerektirecek bir durum da sözkonusu
değildir.
İşçilerin bu ortalama gereksinimi ve ortalama
uygarlığı ölçütü, İngiliz sanayisinin karmaşık ilişkileri nedeniyle çok
karmaşıklaşmıştır; daha önce belirtildiği gibi, farklı türden işçiler için bü
ölçüt farklıdır. Sınai mesleklerin çoğu, belli bir ustalık ve düzen ister, belli
bir uygarlık derecesini de öngören bu nitelikler için ödenecek ücretler[147*]
öyle olmalıdır ki, işçiyi, bu ustalığı edinmeye ve o düzene tabi olmaya teşvik
etmelidir. Sanayi işçilerinin ortalama ücretleri, işte bu nedenle,
hamallarınkinden, gündelikçilerin, vb. ücretlerinden özellikle tarım
işçilerininkinden yüksektir; bu sonuncusu, kent yaşamı gereksinimlerinin ek
maliyetlerinin de etki yaptığı bir olgudur. Başka deyişle işçi hukuken ve
gerçekte, mülksahibi sınıfın[148*]
kölesidir; o dereceye kadar köledir ki, bir eşya gibi satılır, bir meta gibi
değeri artar ya da azalır. İşçilere olan talep artarsa, işçilerin fiyatı da
artar; talep düşerse, fiyatları da düşer. Talep çok büyük ölçüde düşerse, bir
miktar işçi satılamaz duruma gelir; eğer ihtiyatta bırakılırlarsa, aylaklaşırlar;
aylak olarak yaşayamayacakları için açlıktan ölürler. Çünkü, iktisatçıların
diliyle konuşursak, onları var tutmak için girişilen harcamalar yeniden
üretilemez; havaya savrulmuş bir para gibi olur; böyle bir şey için de kimse
ortaya sermaye koymaz; ve bu noktaya kadar, Malthus, nüfus kuramında tamamen
haklıdır. Eski, herkesin diline düşmüş kölelikten tek farkı şudur: bugünün
işçisi, sanki özgürmüş gibi görünür; çünkü, o bir kez ilk ve son olarak satılmaz,
gündelik, haftalık, yıllık olarak parça parça satılır; özgürmüş gibi görünür,
çünkü onu, sahibi bir başkasına satmaz; bunun yerine belli bir kişinin kölesi
olmadığı, tüm mülksahibi sınıfın kölesi olduğu için, kendisi, kendini satmaya
zorlanır. Onun açısından, işin özünde bir şey değişmez; eğer bu
[sayfa 134] özgürlük benzeri görünüm, bir yandan ona
ister-istemez bir miktar gerçek özgürlük veriyorsa, öte yandan, hiç kimsenin onu
besleme güvencesi vermemesi gibi bir eksikliği de beraberinde getirir; burjuvazi
onun çalıştırılmasında, onun varlığında bir çıkar görmez olursa, efendisinin,
burjuvazinin herhangi bir an onu reddetmesi ve açlıktan ölmeye terketmesi
tehlikesi içindedir. Öte yandan burjuvazi, eski kölelik düzenine bakışla bu
şimdiki düzenlemede çok daha iyi durumdadır; yatırdığı sermayeden fedakarlık
etmeksizin gerekli gördüğü anda çalıştırdığı kişileri işten çıkarabilir ve Adam
Smith'in[149*]
inandırıcı biçimde ortaya koyduğu gibi, işini, köle emeğinden çok daha ucuza
yaptırabilir.
Bunun sonucu olarak, Adam Smith'in çok doğru bir
biçimde ortaya koyduğu gibi:
"İnsana yönelik talep, başka herhangi bir meta
için olduğu gibi, zorunlu olarak, insan üretimini düzenler; çok yavaş olduğu
zaman hızlandırır, çok hızla ilerlerse durdurur."
Herhangi bir meta için olduğu gibil Eğer elde
az işçi varsa, fiyatlar, yani ücretler artar; işçiler daha çok gönenir,
evlilikler artar; ve yeter sayıda emekçi sağlanıncaya kadar daha çok çocuk doğar
ve daha fazlası yaşar-büyür. Eğer elde çok fazlası varsa fiyatlar düşer,
işsizlik, yoksulluk ve açlık ve onun sonucu olarak da hastalık artar ve "artı
nüfus" ortadan kaldırılır. Smith'in yukardaki önermesini daha ileri götüren
Malthus da kendi bakış açısından, her zaman bir "artı nüfus" olduğunu söylerken,
dünyada her zaman çok fazla insan
[sayfa 135] olduğunu öne sürerken haklıdır; yalnızca,
eldeki geçim araçlarından beslenebilecek olandan daha fazla insan olduğunu
söylerken yanlıştır.[150*]
Artı nüfusu, aslında işçilerin kendi aralarındaki rekabet yaratır; bu rekabet
her bir işçiyi, her gün, gücünün elverdiği kadar fazla çalışmaya zorlar. Bir
imalatçı günde dokuzar saatten on işçi çahştırabiîirse, her birinin on saat
çalışması durumunda dokuz işçi de çalıştırabilir ve onuncu aç kalır. Ve bir
imalatçı, işçi talebinin çok yüksek olmadığı bir zamanda işten çıkaracağı
tehdidiyle dokuz işçiyi aynı ücretlerle günde bir saat daha fazla[151*]
çalışmaya zorlayabilirse, onuncuyu işten çıkarır ve şu kadar ücreti tasarruf
eder. Bu küçük ölçekte bir süreçtir, ulus ölçeğinde geniş çapta işler. İşçilerin
kendi aralarındaki rekabetle doruk noktasına çıkan işçi üretkenliği, işbölümü,
makine kullanımı ve doğa güçlerinin sanayiye uygulanması birçok işçiyi
ekmeğinden yoksun bırakır. Açlık çeken bu işçiler, böylece pazardan
uzaklaştırılırlar; hiçbir şey satın alamazlar; daha önce onlar tarafından
gereksinilen miktardaki tüketim maddelerine yönelik talep artık ortadan
kalkmıştır, üretilmesine de gerek yoktur; daha önce onları üretmek üzere
istihdam edilen işçiler de bu nedenle işten çıkarılırlar ve onlar da pazardan
uzaklaştırılırlar ve bu böylece sürer gider, ya da daha doğrusu başka koşullar
işe karışmasaydı bu aynı eski döngü sürer giderdi. Daha önce belirtilen üretimi
artırıcı sınai güçlerin uygulanması, zaman içinde üretilen maddelerin fiyatında
bir düşüşe ve dolayısıyla tüketimde artışa yolaçar ve işten çıkarılmış işçilerin
büyük bir kesimi uzun süren güçlüklerden, acılardan sonra en sonunda yeniden[152*]
iş bulur. Eğer buna ek olarak, dış pazarların fethi, son altmış yıl boyunca
[sayfa 136] İngiltere'de olduğu gibi, mamul mallara
olan talebi sürekli ve hızlı biçimde artırırsa, işçiye olan talep de artar ve
göreli olarak nüfus da artar. Böylece Britanya İmparatorluğunun nüfusu eksilmek
yerine olağanüstü bir hızla arttı ve artmayı da sürdürüyor. Ama sanayinin
genişlemesine karşın, genelde, işçiye olan talebin artmasına karşın, tüm resmî
siyasal partilerin (Toryler, Whigler ve radikaller) itiraf ettikleri gibi, gene
de sürekli bir fazla, fuzuli bir nüfus var; işçiler arasındaki rekabet, işçi
bulma rekabetinden sürekli olarak daha büyük. Bu uyuşmazlık nereden geliyor?
Sınai rekabetin ve onun ortaya çıkardığı ticaret bunalımlarının doğasından
geliyor. Doğrudan gereksinimi karşılamak için değil, ama kâr için girişilen,
geçim araçlarının halihazırdaki düzensiz üretim ve bölüşümünde, herkesin kendini
zenginleştirmek için çalıştığı şimdiki sistemde, her an bozukluklar ortaya
çıkması kaçınılmazdır. Örneğin İngiltere, birçok ülkeye çok değişik mallar
gönderiyor. Şimdi, gerçi imalatçı, her bir maddeden her bir ülkede bir yılda ne
kadar tüketildiğini biliyor olabilir, ama belli bir anda, elde ne kadar mevcut
mal olduğunu bilemez; hele hele rakiplerinin oraya ne kadar ihracat yaptıklarını
daha az bilebilir. Ancak fiyatlardaki sürekli dalgalanmalara bakarak, eldeki mal
miktarı ve o anın gereksinimi konusunda çok belirsiz sonuçlar çıkarabilir.
Mallarını ihraç ederken talihe güvenmek zorundadır. Her şey, bir tahmine dayalı
olarak ve körce, raslantıların insafına bırakılarak yapılmaktadır. Lehteki en
ufak haber üzerine her biri ne kadar mal ihraç edebilirse eder ve çok geçmeden o
piyasa mala boğulur, satışlar durur, sermaye devinimsiz kalır, fiyatlar düşer ve
İngiliz sanayisi, işçilerini daha fazla çalıştırmaz. İmalatın gelişiminin
başlangıcında, bu kontroller tek tek üretim dalları ve tek tek piyasalarla
sınırlıydı; ama rekabetin, bir üretim dalından atılan işçileri en kolay
erişilebilen öteki dallara yönelten ve bir pazarda elden çıkarılamayan malları
öteki pazarlara aktaran merkezileştirmeci eğilimi, ufak tek tek bunalımları
yavaş yavaş birbirine yaklaştırdı ve hepsini periyodik olarak yinelenen tek
bunalımda birleştirdi. Bu tür [sayfa 137] bunalım,
genelde kısa bir devinim ve genel gönenç dönemi ardından her beş yılda bir
yinelenmektedir;[22]
tüm dış pazarlar gibi iç pazar da ancak yavaş yavaş emebileceği İngiliz
mallarına boğulmuştur; sınai hareket hemen her dalda durgunluğa girer,
yatırdıkları sermayeleri uzayıp giden bir devinimsizliğe dayanamayan küçük
imalatçılar ve tüccarlar çöker, daha büyükler en kötü mevsimde işe ara verir,
fabrikaları kapatır[153*]
ya da kısa süreli, örneğin yarım gün çalışma düzeni uygular; işsizlerin rekabeti,
çalışma süresindeki kısalma ve kârlı satışların ortadan kalkmasının sonucu
olarak ücretler düşer; işçiler arasında yoksulluk yaygınlaşır, bireylerin yapmış
oldukları küçük tasarruflar hızla tüketilir; insansever yardım kuruluşları aşırı
yük altında kalır, yoksullara yardım vergisi ikiye üçe katlanır ama gene de
yetmez; açlık çekenlerin sayısı artar ve "artı" nüfusun tümü büyük sayılarda
gözler önüne serilir. Bu bir süre böyle sürer; "artı" nüfus olabildiği kadar
ayakta kalır ya da dökülür; insansever kurumlar ve Yoksullar Yasası, birçoğuna,
acılı varlıklarını sürdürmelerinde yardım eder. Başkaları, sanayiden çok uzak
olan, kimsenin pek istemediği için üzerinde rekabet olmayan türden işlerden
kazandıkları parayla kıt kanaat geçinirler. İnsanların o kadar az şeyle bir süre
ruhlarını bedenlerinde tutabilmeleri ne kadar da hayret vericidir. Yavaş yavaş
işler düzelmeye başlar; mal yığınları tüketilir; tüccar ve imalatçılar
arasındaki genel moral bozukluğu, pazarların yeniden ve çabucak malla
doldurulmasını engeller ve yükselen fiyatlarla her yandan gelen lehte haberler,
sonunda canlılığı yeniden sağlar. Pazarların çoğu uzaktır; talep artar ve ilk
ihracatlar oralara ulaşırken fiyatlar sürekli artmaktadır; insanlar bu ilk
mallar için çekişirler; ilk satışlar ticareti biraz daha canlandırır; beklenen
satışlar, daha yüksek fiyatları vaadetmektedir; fiyat artışı bekleyen tüccar
spekülatif alımlara başlar ve en çok gereksinildikleri bir zamanda tüketim için
üretilmiş mallar tüketimden çekilir. Spekülasyon,
[sayfa 138] başkalarını da alıma yönlendirerek ve
hemen yeni ithalata yolaçarak, fiyatları daha da yukarı iter. Bütün bunlar
İngiltere'ye rapor edilir, imalatçılar yeni bir arzuyla üretmeye başlarlar; yeni
fabrikalar kurulur; lehteki bu durumdan olabildiği kadar yararlanmak için her
çareye başvurulur. Burada da spekülasyon kendini gösterir; dış pazarlarda
yaptığı aynı etkiyi, fiyatları yükselterek, malları tüketimden çekerek, imalatı
her iki yönde en yüksek noktasına doğru mahmuzlayarak, burada da yapar. Sonra,
fiktif sermayeyle çalışan, ödünçle yaşayan, eğer elindeki malı hızla satamazsa
çökecek olan cüretli spekülatörler ortaya çıkar; bu yaygın ve düzensiz kâr
yarışma kendilerini fırlatır atarlar; fiyatları ve üretimi çılgınlığa sürükleyen
bu gemlenmemiş ihtiraslar, düzensizliği ve telaşı katlar. Bu, en deneyimli ve
soğukkanlı olanları bile içine çeken çılgın bir savaşımdır; sanki tüm insanlık o
an donatılacakmış, sanki ayda iki milyar yeni tüketici keşfedilmiş gibi yünler
eğirilir, kumaşlar dokunur, demirler dövülür. Ama bir an gelir ki para edinmesi
gereken dış ülkelerdeki zayıf spekülatörler, pazar fiyatının altında satışa
başlarlar, çünkü gereksinimleri acildir; bir satışı öteki izler, fiyatlar
dalgalanır, spekülatörler, ellerindeki malı dehşet içinde pazara sürerler; pazar
karışır, kredi sallanır, bir kuruluş ardından bir başk ası ödemeleri durdurur;
iflası iflas izler ve keşfedilir ki, tüketilebilecek olandan üç kat fazla mal ya
eldedir, ya yoldadır. Haber, üretimin tam hızıyla sürdüğü İngiltere'ye ulaşır;
bu arada tüm çalışanları panik sararken, ülke dışındaki başarısızlık, İngiltere
içinde başka başarısızlıklara yolaçar; panik bazı firmaları çökertir;
depolardaki mallar o endişeli günlerde burada da piyasaya sürülür ve alarm biraz
daha abartılı hale gelir. Bu, daha sonra kendisinden önceki bunalımla aynı yolu
izleyen ve yerini yeniden bir gönenç dönemine bırakan bunalımın başlangıcıdır.
Bu dursuz duraksız böyie gider — gönenç, bunalım, gönenç, bunalım ve İngiliz
sanayisinin içinde devindiği bu sürekli döngü, daha önce belirtildiği gibi,
genel olarak beş-altı yılda bir kez tamamlanır. [sayfa 139]
Açıkça görülüyor ki, kısa süreli yüksek gönenç
dönemleri dışında, İngiliz sanayisi her zaman en canlı aylarda pazarın
gereksindiği mal yığınlarını üretebilmek için işsiz bir yedek işçiler ordusuna
sahiptir. Bu yedek ordlu, pazarın durumuna göre çalıştırılan bölümünün
büyüklüğüne ya da küçüklüğüne göre, geniş ya da küçük bir ordudur. Ve eğer
pazarın en canlı zamanında tarım yöreleri[154*]
ve genel gönençten en az etkilenmiş sanayi kolları sanayiye geçici olarak bir
miktar işçi sağlarlarsa da bunlar, yalnızca bir azınlıktan ibarettir ve aslında
yedek orduya aittirler; tek farkla ki, onların bu orduyla bağlantısının ortaya
çıkması için o andaki gönenç gerekmekteydi. Bu işçiler daha canlı çalışma
alanlarına girdikleri zaman, eski patronları, yitiği daha az hissetmek için,
kadın ve genç işçileri daha uzun saatler boyu çalıştırırlar ve bunalımın başında
işten çıkarılıp geri dönen bu gezginciler —en azından bu gibi durumların çoğunda—
yerlerinin doldurulduğunu ve fuzuli hale geldiklerini görürler. Bunalım
sırasında çok yüksek bir sayıya ulaşan ve en yüksek gönençle bunalım arasında
ortalama sayılan dönemde de geniş bir sayıda olan bu yedek ordu, İngiltere'nin "artı
nüfusu"dur; dilenerek, çalarak, sokakları süpürerek, tezek toplayarak, el
arabasını iterek, eşekleri sürerek, ayak satıcılığa yaparak ya da ara sıra
ufak-tefek işler bularak ruhunu bedeninde tutar. Her büyük kentte bu türden çok
sayıda insa:a bulunur.[155*]
Bu "artı nüfus"un sığındığı çareler hayret vericidir. Londra'nın yaya geçidi
temizlikçileri tüm dünyada ünlüdür; şimdiye dek büyük kentlerdeki bellibaşlı
sokaklar, yaya geçitleri dahil, işsiz kalmış insanlar tarafından süpürülürdü;
bunları Yoksullar Yasasının görevlendirdiği kuruluşlar ve belediyeler
çalıştırırdı. Ne ki şimdi bir makine yapıldı, bütün gün tıkır-tıkır sokakları
süpürüyor ve işsizlerin bu gelir kaynağını berbat ediyor. Büyük kentlere giden,
üzerinde büyük çapta atlı araba [sayfa 140] trafiği
olan karayolları boyunca, önlerinde küçük el-arabaları bulunan çok sayıda insan
görülüyor; bu insanlar, geçen atlı arabalar ve atla çekilen omnibüsler arasında
yaşamlarını tehlikeye atarak taze at gübresi topluyorlar; resmî görevlilere de
bu ayrıcalık için haftada birkaç şilin ödüyorlar. Ne var ki bu iş birçok yerde
yasaklanmış bulunuyor; çünkü o zaman içinde tir parça da at gübresi bulunmayan
sıradan sokak süprüntiileri gübre diye satılamıyor. Bu "artı nüfus" içinden bir
elarabası bulabilen ve iş yapabilene ne mutlu! Hele hele elarabasının yanısıra
kendisine bir de eşek ihsan edilenler daha da mutlu. Eşek kendi gıdasını kendisi
sağlamak zorunda, yolfcsa bir parça çöp verilir; ama gene de birkaç kuruş
getiriyor.
"Artı nüfus"un çoğu seyyar satıcılık yapar.
Özellikle cumartesileri öğleden sonra tüm emekçi halkın sokağa döküldüğü
saatlerde, seyyar satıcılıktan para kazanan kalabalığı görebilirsiniz. Ayakkapı
ve korse bağcıkları, kuşak, sicim, kek, portakal, kısacası! her türden
ufak-tefek mal erkek, kadın ve çocuk satıcılar tarafından satılır; başka
zamanlarda da bu satıcılar köşe faşlarında beklerken ya da ellerinde kekler,
zencefilli ya da Jısırganlı gazozlarla giderken görülebilir.[156*]
Bu satıcıların sattıkları öteki şeyler kibrit, balmumu, ateş yakmak için
kullanılan karışımlar vs.'dir. Ne iş olsa yaparım'cılar,[157*]
sokak sokak dolaşır ufak-tefek işler ararlar. Bunların birçoğu günlük iş bulur,
bir kısmı o kadar talihli değildir.
Doğu Londra vaizi rahip W. Champneys "Dokların [Londra]
her birinin kapısında" diyor, "daha şafak sökmeden toplanmış yüzlerce yoksul
kişinin belki bir günlüğüne iş bulurum umuduyla kapıcın açılmasını bekledikleri
görülür; ve en gençleriyle, en güçlüleri ve bir de tanınanlar işe çağırıldiktan
[sayfa 141] sonra, geri kalan yüzlerce insanın,
ertelenmiş umutların yarattığı yürek sızısıyla yoksul ailelerine geri döndükleri
gözlenir."[23]
Bu insanlar, iş bulamıyorlarsa, tcjpluma isyan da
etmiyorlarsa geriye dilenmekten başka ne kalır? Ve tabii büyük dilenciler ordusu
kimseyi hayrete düşürmemelidir; çoğu gücü-kuvveti yerinde erkeklerdir; ve polis
onlarla sürekli savaş halindedir. Ama bu insanların yaptığı dilenciliğin,
kendine özgü bir karakteri var. Böyle bir dilenci genelde yolda ailesiyle
birlikte, bir yakarı şarkısı söyleyerek, ya da geçenlerin iyilikseverliğine
seslenen konuşrjaalar yaparak dilenir. Asıl çarpıcı olanı da bu dilencilerin
hemen hemen özellikle emekçi mahallelerinde görülmesidir} neredeyse tamamen,
yoksulun verdiği ile yaşarlar. Ya da ajile kalabalık bir caddede bir yere
mevzilenir, tek sözcük söyl|emeksizin, yalnızca çaresiz görüntüsünün birilerine
bir şeyler yakarmasını bekler. Bu durumlarda da onlar yalnızca işçilierin
sempatisine, deneyimiyle açlığın ne olduğunu bilen ve! günün birinde kendini
aynı durumda bulabileceğini bilen işçilerin sempatisine güvenirler. Bu sessiz,
ama çok etkileyici yakarı gerçekten de hemen yalnızca, işçilerin aşina olduğu
caddelerde ve özellikle de emekçilerin oralardan geçtiği saatlerde karşılık
bulur; hele hele emekçi mahalleleri "sırları"nın[158*]
genelde ortaya döküldüğü ve böylece havası kötülediği için orta-sınıfın
olabildiği ölçüde geri çekildiği yaz akşamları[159*]
karşılık bulur. Ve "artı nüfus" arasından topluma direnecek ölçüde cesareti ve
tutkusu olan, burjuvazinin kendisine karşı açtığı örtülü savaşa açıkça savaş
ilanıyla yanıt verecek kadar cesareti ve tutkusu olan, soymak, yağmalamaik,
öldürmek ve yakmak[160*]
üzere öne çıkar.
Yoksullar Yasası görevlilerinin taporuna göre, bu
artı nüfus İngiltere ve Galler yöresinde oirtalama bir-buçuk
[sayfa 142]
milyondur; Iskoçya'da Yoksullar Yasası düzenlemeleri olmadığı için, orası
hakkında bir rakam verilemiyor. İrlanda'yı ise ayrıca ele alacağız. Üstelik bu
bir-buçuk milyon, yalnızca yardım için başvuranlardır; çok nefret edilen bu
kolaycı çözüm yoluna başvurmaksızın ayakta kalmaya çalışan çok sayıda insan bu
sayının içinde yeralmıyor. Öte yandan, bu sayının hatırı sayılır bir kısmı
tarımsal yörelere aittir, ve tartışma konumuz içinde yeralmamaktadır. Bunalım
sırasında bu sayı doğal olarak dikkate değer ölçüde artar ve yoksulluk en yüksek
noktasına çıkar. Örneğin en sonuncu, ama en şiddetli geçen 1842 bunalımı. Her
yinelenişinde bunalımın yoğunluğu arttığı için, en geç 1847'de beklenen gelecek
bunalım,[161*]
ola ki daha sert geçecek, daha uzun sürecektir. 1842 bunalımı sırasında
yoksullara yardım vergisi, her kentte o ana dek görülmedik bir düzeye çıkmıştır.
Başka kentlerin yanısıra Stockport'ta emlak vergisi olarak ödenen her sterlin
için ayrıca sekiz şilin de yoksullar vergisi ödenmesi gerekmiştir; böylece
yoksullar vergisi emlak vergisinin yüzde kırkma ulaşmıştır. Dahası, bazı
sokaklardaki evler bütünüyle boşaltılmıştır; nüfus olağandan en az yirmibin daha
azalmıştır; boş evlerin kapılarına "Kiralık Stockport"[162*]
yazıları asılmıştır. Normal yıllarda emlak vergisinin ortalama 86.000 sterlin
olduğu Bolton'da (bunalım sırasında) miktar 36.000 sterline gerilemiştir. Buna
karşılık yardım isteyen yoksul sayısı 14.000'e, başka deyişle kent halkının
yüzde yirmisinden fazlasına yükselmiştir. Leeds'de Yoksullar Yasası görevlileri,
bunalım tepe noktasına ulaşmadan önce, elindeki 10.000 sterlin yedek fonu ve ek
7.000 sterlin katkıyı tüketmiştir. Her yerde olan budur. Tahıl Yasasıyla Savaşım
Birliği Komitesinin 1843 Ocak ayında, sanayi yörelerinin 1842'deki durumu
hakkında hazırladığı, sanayicilerin ayrıntılı açıklamalarına dayandırılan
raporunda öne sürüldüğüne göre yoksullara yardım vergisi, o yıl, 1839'dakinin
ortalama iki katına [sayfa 143] çıkmış, yardıma
muhtaç insan sayısı üç kat ve hatta o zamandan bu yana dört kat artmıştır;
yardım için başvuranlar, daha önce hiç yardım istememiş olan bir sınıftandır;
işçi sınıfının tüketimdeki payı 1834-1836 dönemine göre üçte-ikiden de daha çok
aşağı inmiştir; et tüketimi kesinlikle azalmıştır, düşüş bazı yerlerde yüzde
yirmi, bazı yerlerde yüzde altmıştır; en sıkıntılı dönemlerde bile genel olarak
tam gün çalışan zanaatkarlar, demirciler, nalbantlar, duvarcılar ve benzerleri
bu kez iş yokluğundan ve ücret düşüklüğünden büyük zarar görmüşlerdir; Ocak
1843'te bile ücretler hâlâ düşüşünü sürdürmektedir. Ve bunlar imalatçıların
raporlarıdır!
Fabrikası kapanan patronunun iş veremediği aç
işçiler, sokaklarda her yana dağılarak tek tek ya da topluca dilenmişler,
kaldırımları ordu halinde kuşatarak gelen geçenden yardim istemişlerdir; sıradan
dilenciler gibi yalvarıp yaltaklanarak değil, ama sayılarıyla, davranışlarıyla
ve sözleriyle tehdit ederek dilenmişlerdir, Leicester'den Leeds'e,
Manchester'dan Birmingham'a kadar tüm sanayi yörelerinde durum böyle olmuştur.
Temmuzda, Staffordshire porselen fabrikalarında[163*]
olduğu gibi, şurada-burada karışıklıklar ortaya çıkmıştır. Sanayi yörelerinde
Ağustostaki genel başkaldırıya kadar, işçiler arasında korkutucu bir galeyan
egemen olmuştur. Ben Kasım 1842'de Manchester'a vardığım zaman, her köşe başında
işsiz emekçi kalabalıkları vardı, birçok fabrika çalışmıyordu. İzleyen aylarda
bu gönülsüz köşebaşı aylakları, yavaş yavaş azalmaya başladı ve bir kez daha
fabrikalar çalışmaya koyuldu.
Bu işsizler arasında böyle bir bunalım döneminde
egemen olan yoksunluk ve acının ölçüsünü anlatmama gerek yok. Yoksullara yardım
vergisi yeterli değil, hem de hiç değil; zenginin hayırseverliği, okyanustaki
bir damla gibidir; düştüğü anda yitip gider; dilencilik, bu kalabalıktan pek
azına çare olur. Eğer esnaf böyle zamanlarda olabildiği sürece emekçi halka
veresiye —itiraf etmeli ki, karşılığını sonradan [sayfa 144]
bol bol alarak— satmasaydı, emekçi halk birbirine yardım etmesiydi, her bir
bunalım, artı nüfusun önemli bir bölümünü açlıktan ölüm sonucu ortadan
kaldırırdı. Ne var ki en kötü dönem kısa olduğu, en çok bir, iki ya da iki-buçuk
yıl sürdüğü için emekçi halkın çoğu, büyük bir yoksunluktan sonra bunalımdan
canlı çıkıyorlar. Ama hastalık, vb. gibi dolaylı nedenlerle her bunalım, ilerde
değineceğimiz gibi bir sürü mağdur yaratıyor. Ama ilkin, İngilfz işçi sınıfını
yüzyüze bulunduğu bir aşağılanmaya, tüm sınıfı aşağılara doğru bastıran sürekli
aktif bir nedene eğilelim. [sayfa 145]