KÜTÜPHANE | Marks-Engels: Seçme Yapıtlar III

İRLANDALI GÖÇÜ


      İNGİLTERE'YE göçmüş İrlandalılardan daha önce birçok kez sözetmiştik; şimdi de bu göçün nedenlerini ve sonuçlarını biraz daha yakından ele alacağız.
      Eğer İngiltere">

KÜTÜPHANE | Marks-Engels: Seçme Yapıtlar III

İRLANDALI GÖÇÜ


      İNGİLTERE'YE göçmüş İrlandalılardan daha önce birçok kez sözetmiştik; şimdi de bu göçün nedenlerini ve sonuçlarını biraz daha yakından ele alacağız.
      Eğer İngiltere, yoksul ve sayıca çok İrlandalı nüfusa, emrindeki bir yedek güç olarak sahip olmasaydı, İngiliz sanayisinin o hızlı genişleyişi gerçekleşemezdi. İrlandalının kendi ülkesinde yitireceği bir şey yoktu, İngiltere'de ise kazanabileceği çok şey vardı; ve St. George kanalının doğu yakasında, güçlü kuvvetli kişilere istikrarlı bir iş ve iyi bir ücret sağlandığı İrlanda'da öğrenildikten sonra, buraya her yıl İrlanda'dan ordular akmaya başladı. Yapılan hesaplara göre bir milyondan fazla insan zaten göç etmişti, her yıl da ellibin kadar insan göçüyordu; yaklaşık hepsi sanayi yörelerine, özellikle büyük kentlere gidiyor ve oralarda nüfusun en alt sınıfını oluşturuyorlardı. Böylece Londra'da 120.000, Manchester'da [sayfa 146] 40.000, Liverpool'da 34.000, Bristol'da 24.000, Glasgow'da 40.000, Edinburgh'da 29.000 yoksul İrlandalı halk.[
164*] Uygarlıktan neredeyse bütünüyle yoksun olarak büyüyen bu insanlar, gençlikten itibaren her türlü yoksunluğa alışmışlardır; kaba, sert ve ihtiyatsızdırlar; tüm yaban alışkanlıklarını kendileriyle birlikte, doğrusunu söylemek gerekirse kendi içinde eğitime ve ahlaka yer vermesi için pek bir nedeni olmayan İngiliz nüfusun bir sınıfı içine taşımışlardır. Bu konuda Thomas Carlyle'ı dinleyelim:[165*]
      "Yabanıl Miles[166*] özellikleri, sahte hünerlilik görünüşü, huzursuzluk, mantıksızlık, zavallılık ve alaycılık, sizi bütün anayollarda ve arayollarda selamlar. İngiliz posta arabasının sürücüsü, hızla geçip giderken, Miles'ı kamçısıyla kamçılar, ağzından küfürler saçar; Miles, şapkasını önünde tutup dilenir. Bu ülkenin uğraşmak zorunda olduğu en onmaz kötülüktür. Paçavralarının içinde ve gülen yabanlığıyla, patates almasını sağlayacak bir ücret karşılığında kol ve sırt gücüyle yapılabilecek her işi yüklenmek üzere oradadır. Patatesini tatlandırması için yalnızca tuz yeter; onun kafasına göre, kalmak için herhangi bir domuz kümesi ya da köpek kulübesi yeterlidir; bahçe kulübelerinde tüner; giyilip çıkarılmasının, ancak şenliklerde ve yılın önemli günlerinde göze alınacak kadar güç bir operasyon olduğu söylenen lime lime giysiler giyer. Sakson, bu koşullarda çalışırsa ne âlâ, çalışmazsa iş yoktur ona. Uygarlaşmamış İrlandalı, gücüyle değil, tersine gücün karşıtıyla Sakson yerliyi sürüp çıkarır, onun odasının sahibi olur. Orada, sefaleti ve mantıksızlığıyla, sahteciliği ve sarhoş vahşetiyle, bozulmanın ve düzensizliğin hazır çekirdeği olarak kalır. Kim ki güçlükle yüzerek su üstünde kalmaya çabalar, insanın yüzmeden ve batarak nasıl yaşayabildiğinin örneğini onda bulabilirler... Tüm [sayfa 147] pazarlarda İrlandalılarla rekabet eden İngiliz alt tabaka işçilerinin durumu giderek İrlandalınınkine yaklaşıyor: yani yapılması yalnızca güç ve pek az hüner isteyen her iş, artık İngilizin fiyatıyla değil, İrlandalınınkine yakın bir fiyatla yapılacak; hani, İrlandalınınkinden gene de biraz yüksekçe bir fiyata, yılda otuz hafta patates yokluğundan biraz daha iyice bir fiyata yapılacak; daha iyice bir fiyat, ama gelen her buharlı gemiyle birlikte eşitliğe doğru saat saat gömülen bir fiyat bu."
      İrlandalının ulusal karakterini abartılı ve tek yanlı karalayışını bir yana koyarsak Cariyle çok haklı. Bir buharlı geminin güvertesinde sığır gibi bir araya konarak dört peni[167*] karşılığında İngiltere'ye göç eden bu İrlandalılar her yere sokulurlar. En kötü evler onlar için yeterince iyidir; giysilerini pek umursamazlar, yeter ki tek bir iplik parçası onları tutsun; ayakkabıyı bilmezler; gıdaları patates ve gene patatestir; bu gereksinimlerin dışında, kazandıkları her kuruşu içkiye harcarlar. Böyle bir soy, yüksek ücreti ne yapsın? Büyük kentlerin en kötü mahallerinde onlar oturur. Bir mahalle pisliği ve harabe haliyle başka mahallelerden ayrı bir görünümde ise, orayı keşfe çıkan biri, yerli insanın Sakson fizyonomisinden farklı olduğu ilk bakışta görülüveren Kelt yüzüyle ve gerçek İrlandalının hiç yitirmediği, sözcükleri "h" sesiyle seslendiren aksanla karşılaşacağından kesinlikle emin olabilir. Manchester'ın çok yoğun nüfuslu kesimlerinde, ara sıra İrlanda-Kelt dilinin konuşulduğunu duymuşluğum var. Her nerde olursa olsun bodrumlarda oturan ailelerin çoğu İrlanda asıllıdır. Kısacası, Dr. Kay'in dediği gibi, İrlandalı, yaşamın asgari gereklerini keşfetmiştir ve şimdi İngiliz işçileri de onunla tanıştırmaya çalışıyor. Pislik -ve-sarhoşluk da kendileriyle birlikte getirdikleri şeyler arasındadır. Nüfusun dağınık olduğu yerde o kadar zararı görülmeyen ve İrlandalının ikinci doğası olan temizlik eksikliği, buralarda büyük kentlerde yoğunlaştığı zaman korkutucu ve [sayfa 148] ciddi biçimde tehlikeli hale gelmektedir. Miles, kendi vatanında yapmaya alıştığı gibi, çöp ve pisliği burada da kapısının önüne bırakıverir ve pislik yığınları ve birikintiler öylesine yığılır ki, emekçilerin oturduğu mahallelerin havasını zehirler. Kendi ülkesinde yaptığı gibi, evin duvarına bitişik olarak domuz ahin yapar ve bunu yapması önlenirse, domuzu kendi odasında yatırır. Kentlerde, bu yeni ve doğal olmayan hayvan yetiştirme yöntemi tümden İrlanda usulüdür. Arap atını nasıl severse, İrlandalı da domuzunu öyle sever, bir farkla, domuz kesilecek kadar yağlanınca kesilmesi için onu satar. Onun dışında domuzla birlikte yer, domuzla birlikte yatar, çocukları onunla oynar, sırtına binerler, pisliğin içinde onunla birlikte yuvarlanırlar; bütün bunları İngiltere'nin bütün büyük kentlerinde binlerce kez yinelenirken görürsünüz. Evlerin içindeki pisliği ve rahatsızlığı anlatmak da olanaksızdır. İrlandalı eşyanın varlığına alışkın değildir; bir hasır yığını, giysi için hiç elverişli olmayan birkaç paçavra parçası, onun yatağı olmak için yeterlidir. Bir parça tahta, kırık bir iskemle, masa yerine geçen eski bir sandık, daha fazlasına gerek yoktur; bir çaydanlık, birkaç bardak ve tabak, onun aynı zamanda oturma ve yatak odası olan mutfağının donanımıdır. Ne zaman yakacak bir şey gerekse, elinin ulaştığı yakılabilecek her şey iskemleler, kapı pervazları, kornişler, döşeme tahtaları soluğu ocakta alır. Dahası, neden çok odaya gerek duysun? Kendi ülkesinde çamurdan yaptığı kulübesi topu topu bir göz olduğuna göre, İngiltere'de de ailesinin tek odadan fazlasına gereksinimi yoktur. İşte, şimdi çok yaygınlaşan şey, birçok insanı tek odaya tıkıştırma geleneği böylece, esas olarak İrlandalı göçüyle buraya aktarıldı. Ve zavallı iblisin eğlenceye de hakkı olduğuna ve toplum her türlü eğlencenin kapısını ona kapattığına göre, o da kendini içkiye verir. İçki İrlandalı için yaşamı değerli yapan tek şeydir — içki ve neşeli, endişelerden uzak mizacı; bu yüzden içki cümbüşünü, hayvan gibi sarhoş oluncaya dek sürdürür. İrlandalının güneyli sevimli karakterinin yanısıra, onu yabandan biraz daha ehven yapan kabalığı, tüm insancıl [sayfa 149] keyiflere karşı duyduğu küçümseme duygusu ve kabalığıyla birleşen bu duygunun onu paylaşmacı olmaktan geri tutması, pisliği ve yoksulluğu, bütün bunlar sarhoşluğu çağırır. Baştan çıkmaya hazırdır, içkiye direnemez ve parası olduğu zaman arka arkaya yuvarlar. Daha başka ne yapabilir ki? Toplum onu, zorunlu olarak sarhoşluğa iten bir konuma soktuktan sonra, nasıl suçlayabilir; onu kendi başına kendi yabanlığına bıraktıktan sonra nasıl suçlayabilir?
      İngiliz işçi böyle bir rakiple savaşmak zorundadır; uygar bir ülkede en alt düzeyde, ve en alt düzeyde olduğu için de az ücretle yetinen bir rakiple savaşmak zorundadır. O zaman da Carlyle'ın dediği gibi, İrlandalının kendisine rakip olduğu" her alanda İngiliz işçinin ücretinin giderek aşağı doğru indirilmesinden başka bir olasılık yoktur. Ve bu alanlar hayli çoktur. Pek az yetenek isteyen ya da hiç istemeyen her alan İrlandalıya açıktır. Uzun eğitimi ya da düzenli sabırlı bir uygulamayı gerektiren işler için sefih, istikrarsız, sarhoş İrlandalı yetersizdir, düzeyi çok düşük kalır. Bir makine ustası,[168*] bir fabrika işçisi olması için İngiliz uygarlığını, İngiliz geleneklerini benimsemesi, yani esasta İngilizleşmesi gerekirdi. Ama basit, daha az kesinlik isteyen, ustalıktan çok kuvvet gerektiren işlerde, İrlandalı İngiliz kadar iyidir. O yüzden, bu tür işler çoğunlukla İrlandalılarla doludur: el dokumacıları, duvarcılar, hamallar, ne iş olsa yaparım'cılar, ve bu tür işçiler, aralarında İrlandalı güruhu bulurlar; bu soyun yaptığı baskı da ücretleri aşağı çekmekte ve işçi sınıfını geriletmektedir. Öteki işlere de el atan İrlandalılar daha uygar hale gelseydi bile, kendi parçaları olarak kalan yeterince eski alışkanlık, işteki İngiliz arkadaşları üzerinde, özellikle İrlandalılarla çevrilmiş olmanın genel etkisi dikkate alınırsa, gene de güçlü bir geriletici etki yapardı. Çünkü, hemen hemen her büyük kentte, işçilerin beşte-birinin ya da dörtte-birinin İrlandalı ya da İrlandalı ana-babanın, İrlandalı pisliği [sayfa 150] içinde büyümüş çocukları olduğu yerde, işçi sınıfının yaşamı, alışkanlıkları, zekası, ahlak düzeyi, kısacası tüm karakteri İrlandalı karakterini büyük ölçüde özümsüyorsa, bundan kimse hayrete düşmemelidir. Tam tersine, modern tarihimizin[169*] ve onun sonuçlarının İngiliz işçileri içine ittiği geri konumu, İrlandalı rekabetinin nasıl daha da kötüleştirdiğini anlamak kolaydır. [sayfa 151]
     

 

SONUÇLAR


      İNGİLİZ işçi sınıfının[
170*] içinde yaşadığı koşulları bir ölçüde ayrıntılı olarak böylece inceledikten sonra, şimdi artık, ortaya konan olgulardan bazı sonuçlar çıkarmanın ve çıkardığımız bu sonuçları gerçek durumla karşılaştırmanın zamanıdır. Belli koşullar altında işçilerin ne tür insanlar haline geldiklerini, fiziksel, zihinsel ve ahlaki statülerinin ne olduğunu görelim.'
      Bir insan, bir başkasına ölüme yolaçan bedensel bir zarar verdiği zaman buna adam öldürme diyoruz; saldırgan, vereceği zararın öldürücü olduğunu önceden biliyorsa o zaman buna cinayet diyoruz. Ama toplum,[171*] yüzlerce proleteri, [sayfa 152] çok erken yaşta doğal olmayan bir ölümle yani kılıç ya da kurşunla ölüm gibi zorba yollardan ölümle karşı karşıya geleceği bir konuma koyduğu zaman, toplumun o yaptığı bir bireyin yaptığı gibi ve aynı kesinlikle cinayettir; toplum binlerce insanı yaşamın gereklerinden yoksun bıraktığı, içinde yaşayamayacakları konumlara soktuğu —kaçınılmaz sonuç olan ölüm gelinceye dek o koşullarda kalmaya yasanın güçlü eliyle zorladığı— bu binlerce mağdurun yokolacağını bildiği ve gene de bu koşulların sürmesine izin verdiği zaman, toplumun o yaptığı, bir bireyin yaptığı gibi ve aynı kesininde cinayettir; örtülü, kasıtlı cinayettir; hiç kimsenin kendisini savunamadığı bir cinayettir; kimse katili görmediği için, mağdurun ölümü doğal göründüğü için cinayet gibi olmayan cinayettir;[172*] çünkü suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamanın sonucudur. Ama cinayettir. Şimdi İngiltere'de emekçi örgütlerinin tam bir isabetle toplumsal cinayet diye niteledikleri şeyi toplumun her gün, her saat yapageldiğini kanıtlamam gerekiyor; işçileri, ne sağlıklarını korumalarına ne uzun yaşamalarına elvermeyen koşullar altında tuttuğunu kanıtlamam gerekiyor; o koşulların, işçilerin yaşamsal gücünü yavaş yavaş, ucun ucun tahrip ettiğini ve zamanından önce onları mezara koşturduğunu kanıtlamam gerekiyor. Ayrıca, işçilerin sağlığı ve yaşamı açısından bu koşulların ne kadar [sayfa 153] zarar verici olduğunu toplumun bildiğini, ama o koşulları düzeltmek için hiçbir şey yapmadığını da kanıtlamam gerekiyor. Yaptığının sonuçlarını bildiğini, bu nedenle eyleminin, basitinden adam öldürme değil cinayet olduğunu, resmî belgeleri, parlamento ve hükümet raporlarını, suçlamamın belgeleri olarak ortaya koyduğum zaman kanıtlamış olacağım.
      Yukarda anlatılan koşullar altında yaşayan ve en gerekli geçim araçlarını kıt kanaat elde edebilen bir sınıfın sağlıklı olamayacağı ve ileri yaşa ulaşamayacağı apaçıktır. Şimdi koşulları, özellikle işçilerin sağlığı açısından bir kez daha gözden geçirelim. Nüfusun büyük kentlerde merkezileşmesi, bizzat bu, olumsuz bir etki yapıyor; Londra'nın havası, hiçbir zaman kır havası kadar saf ve oksijeni bol olamaz; üç dört mil karelik[173*] bir alana sıkıştırılmış iki-buçuk milyon akciğer, ikiyüzellibin ocak inanılmaz ölçüde oksijen tüketir; kent kurma yönteminin kendisi, hava akımını engellediği için, bu oksijen, güçlükle yeniden yerine konabilmektedir. Soluk alıp vermenin ve ateşin ortaya çıkardığı karbonik asit gazı, özel ağırlığı nedeniyle sokaklara çökmüş durumda kalır ve ana hava akımı, kentin damları üzerinden geçer gider. Kentte oturanların ciğerleri, gerekli oksijeni alamaz; sonuç zihinsel ve bedensel dermansızlık ve canlılık yitimidir. Bu nedenle, kentlerde oturanlar, serbest normal havada yaşayan kırsal nüfusa bakışla akut ve ateşli hastalıklara daha az maruz kalırsa da müzmin hastalıklara daha çok yakalanırlar. Ve büyük kentlerdeki yaşam, o haliyle, sağlığa zararlı ise, daha önce gördüğümüz gibi her şeyin havayı zehirlemek üzere biraraya geldiği emekçi halk mahallelerinin anormal atmosferi kimbilir ne kadar zararlı etki yapmaktadır. Kırsal yörelerde insanın evine bitişik olarak bir tezek yığını bulundurması, göreli olarak zararsız olabilir, çünkü her yönden serbest hava akımı gelmektedir. Ama büyük bir kentin ortasında, birbirine yakın kurulmuş, atmosferin bütün hareketini kesip [sayfa 154] atan konut dizileri ve blokları arasında, durum bütün bütün farklıdır. Çürüyüp kokuşan bütün bitki ve hayvan özleri, sağlık için kesinlikle zararlı gazlar çıkarır; bu gazlar serbest bir kaçış yolu bulamazsa, kaçınılmaz olarak havayı zehirler. Bu nedenledir ki, büyük kentlerdeki emekçi mahallelerinin pislik yığınları ve durgun su birikintileri, halk sağlığı üzerinde çok kötü etki yapmaktadır, çünkü hastalığa neden olan gazlar yaymaktadır; mikroplu akarsulardan yayılan koku da öyle. Ama hepsi bu kadar değil. Bugün toplumun, çok sayıda yoksula karşı takındığı tutum da isyan ettiricidir. Bu insanlar kırsal kesimdekinden daha kötü bir havayı içlerine çektikleri büyük kentlere çekilmişlerdir; yapım mantığı gereği, başka yerlere göre hava akımlarının çok kötü olduğu mahallelere sürülmüşlerdir; tüm temizlik araçlarından, su boruları ancak parası verildiği zaman döşendiği için suyun kendisinden yoksun bırakılmışlardır; akarsular da kirletildiği için, temizlik yönünden yararsızdır; o insanlar bütün pisliği ve çöpü, tüm kirli suyu çoğu zaman iğrenç lağımı ve dışkıyı, başka türlü kurtulamadıkları için sokağın ortasına atıvermek zorunda kalmışlardır; böylece kendi evlerinin olduğu bölgeye hastalık bulaştırmaya zorlanmışlardır. Bunlarla bitmiyor. Akla gelebilecek her türlü kötülük yoksulun tepesine yığılmıştır. Büyük kentlerin nüfusu genelde çok yoğunsa, avuç içi kadar yere sıkış-tıkış yerleştirilenler de onlardır. Sanki sokakların bozuk havası yetmiyormuş gibi, geceleri de tek odaya düzinelerlesi, ağıla sokuşturulur gibi doldurulur; ve böylece geceleri soludukları hava da nefeslerini kesmeye yeter. Oturdukları evler rutubetlidir; ya alttan suya karşı yalıtlanmamış hayvan ahırı bodrumlarda, ya damı akan çatı aralarında otururlar. Evleri öyle yapılmıştır ki, ıslak ve yapışkan hava kaçacak yer bulamaz. Giysileri kötü, eski-püskü, yırtık-pırtıktır, yedikleri hileli ve hazmı güç yiyeceklerdir. Ruhsal durumlarında çok heyecan yaratıcı değişikliklerle yüzyüzedirler; umut ve korku arasında en şiddetli dalgalanmalarla karşı karşıyadırlar; av hayvanı gibi avlanırlar ve bir parça huzur içinde yaşayıp hayatın tadını çıkarmalarına [sayfa 155] izin verilmez. Cinsellik ve sarhoşluk dışında, hayatın tüm nazlarından yoksun bırakılırlar; her gün beden ve zihin enerjileri tümüyle tükeninceye dek çalıştırılırlar ve o nedenle de ellerinin altındaki bu iki hazza delice bir aşırılıkla kışkırtılırlar. Bütün bunların üstesinden gelebilirlerse[174*] bu kez de bir bunalımda işsizliğin mağduru olurlar; o zamana kadar kendilerine lütfedilmiş ufak-tefek şeyler de ellerinden gider.
      Bu koşullarda alt sınıfın sağlıklı olması, uzun yaşaması nasıl olanaklı olsun? Aşırı bir ölüm oranından, sonu gelmez salgınlardan, çalışan nüfusun bedeninde artan ölçüde bir bozulmadan başka ne beklenebilir? Olguların nasıl olduğunu görelim.
      Kentlerin en kötü kesimlerindeki işçi evlerinin, bu sınıfın öteki yaşam koşullarıyla birlikte, sayısız hastalığa neden olduğunu herkes doğruluyor. Artisan'dan daha önce alıntıladığımız makale, gerçeği mükemmel biçimde ifade ediyor; akciğer hastalıklarının, bu koşulların kaçınılmaz sonucu olduğunu, bu sınıf içinde bu tür hastalıkların aşın ölçüde sık olduğunu ortaya koyuyor. Londra'nın özellikle de emekçi nüfusun yaşadığı mahallelerin kötü havasının, en yüksek derecede vereme elverişli olduğunu, çok sayıda insanda hummaya raslanması yeterince gösteriyor. Sabah erkenden, çoğunluğun işe gittiği saatlerde sokakları biraz dolaşırsanız, ihsanların nasıl bütün bütün ya da bir ölçüde veremli göründüğünü hayretle görürsünüz. Manchester'da bile insanların görünüşü böyle değil; gerçi verem kuzeyin fabrika kasabalarında yılda bir sürü can alıyor ama, bu soluk benizli, bir deri-bir kemik, dar göğüslü, oyuk gözlü hayaletleri, her adımda birinin yanından geçtiğiniz bu isteksiz, hiçbir enerjik ifade taşımayan sarkık yüzlü insanları böylesine çok sayıda, ben yalnızca Londra'da gördüm. Kızıl hastalığı[175*] bir yana, veremle rekabet eden tifüs, işçi sınıfının saflarında çok korkunç yıkıma neden olur. Çok yaygın görülen tifüs, resmî raporlarda işçi [sayfa 156] sınıfının sağlık koşullarına ve evlerin havalandırma, lağım ve temizlik konularındaki kötü durumuna bağlanıyor. Unutulmamalı ki, İngiltere'nin önde gelen doktorlarının, başka doktorların ifadelerine dayandırdıkları bu rapor, kötü havalandırılan tek ev blokunun, drenaj kanalları olmayan tek çıkmaz sokağın, özellikle oralarda oturanlar çoksa,[176*] hummayı yaratmaya yettiğini ve de yarattığını belirtiyor.[24] Bu hummanın özellikleri her yerde aynı ve hemen her olayda özel bir tür tifüse çeviriyor. Büyük kent ve kasabaların işçi mahallelerinde ve küçük yerlerin[177*] kötü yapılmış, kötü bakılan sokaklarında görülüyor, ama daha iyi mahallelerde de doğal olarak tek tek mağdurlar bulabiliyor. Londra'da epey bir zamandan beri sürüp gidiyor; 1837'deki aşırı salgın sözünü ettiğimiz raporun hazırlanmasına neden oldu. Londra Salgın Hastalıklar Hastanesi hakkında Dr. Southwood Smith'in verdiği yıllık rapora göre, 1843'te hasta sayısı, 1462 ya da başka deyişle en kötü yıldaki hasta sayısından 418 fazlaydı.[25] Londra'nın kuzey, güney ve doğudaki rutubetli, pis mahallelerinde bu hastalık büyük bir dehşetle kol gezdi. Hastaların çoğu kırsal yörelerden gelmiş emekçilerdi; göç sırasında çok şiddetli bir yoksulluk çekmişlerdi; gelişlerinden sonra da aç ve yarı çıplak, sokaklarda yatmışlardı; böylece hummaya yakalandılar. Bu insanlar hastaneye getirildiklerinde öylesine zayıf düşmüşlerdi ki, tedavileri için alışılmadık miktarlarda şarap, konyak ve amonyakla öteki canlandırıcı özlerden yapılmış ilaçlar gerekmişti; hastaların yüzde 16,5'i öldü. Bu habis hummaya Manchester'da raslanıyor; Old Town'da, Ancoats'da, Küçük İrlanda'da, vb. kökü asla tümüyle kazınamıyor; ama Londra'da, İngiliz kentlerinde genellikle olduğu gibi, beklendiğinden daha az süre yaygın oluyor. Öte yandan İskoçya'yla İrlanda'da tüm beklentileri aşan bir şiddetle kol geziyor. Edinburgh'la Glasgow'da 1817'de açlığı izleyerek[178*] [sayfa 157] 1826 ve 1837'de de ticari bunalımdan sonra özellikle çok şiddetli biçimde yayılmıştı; her seferinde üç yıl süreyle kol gezdikten sonra yatışmıştı. Edinburgh'da 1817 salgınında yaklaşık 6.000, 1837 salgınında yaklaşık 10.000 kişi hastalığa yakalandı; hastalığın her yinelenişinde[179*] yalnızca hasta sayısı artmakla kalmadı, hastalığın şiddeti de[180*] arttı.
      Daha önceki dönemlerdeki salgının gazabı, 1842 bunalımından sonraki salgının yaptığı yıkımın yanında çocuk oyuncağı kalırdı. İskoçya'nın tüm yoksul nüfusunun altıda-biri hummaya yakalandı ve mahalle mahalle gezen dilenciler hastalığı korkunç bir hızla o mahalleden şu mahalleye bulaştırdılar. Salgın, nüfusun orta ve üst sınıflarına bulaşmadı; gene de iki ay içindeki hummaya yakalananların sayısı, geçmiş oniki yıldakinden fazlaydı. Glasgow'da 1843'te nüfusun yüzde onikisi hastalığa yakalandı; 32.000 hastanın yüzde otuzikisi öldü; Manchester'la Liverpool'da ise ölüm oranı normal olarak yüzde sekizi aşmıyordu. Hastalık yedinci ve onbeşinci günlerde had noktaya ulaşıyordu; hastanın yüzü sapsarı kesiliyordu; otoriteler bunu, hastalık nedeninin ruhsal heyecan ve endişelerde aranması gereğinin bir belirtisi sayıyorlardı.[181*] İrlanda'da da bu humma salgını yaygınlaştı. 1817-1818'in yirmibir ayında Dublin hastanesinden geçen hasta sayısı 39.000; Sheriff Alison'a göre, daha yakın bir yılda hasta sayısı 60.000 îdi.[182*] Cork'da salgın hastalıklar hastanesine 1817-1818'de nüfusun yedide-biri, Limerick'de aynı sürede dörtte-biri başvurdu, ve Waterford'un en kötü mahallesinde bir seferinde hasta sayısı tüm nüfusun yirmi-de-ondokuzu oranındaydı.[183*] [sayfa 158]
      İnsan, emekçi halkın hangi koşullarda yaşadığını anımsadığı zaman, evlerinin ne kadar kalabalık olduğunu, her köşenin, her kovuğun insan sürüleriyle nasıl dolup taştığını, hastayla sağlamın nasıl aynı odada, aynı yatakta yattığını düşündüğü zaman, humma gibi bulaşıcı bir hastalığın nasıl olup da daha çok yayılmadığına hayret ediyor. Ve insan, hastaların ne kadar sınırlı tıbbi yardım gördüğünü, ne kadar çok insanın tıbbi öğütler almadığını ve en basit ihtiyati önlemlerden[184*] habersiz olduğunu düşününce, ölüm oranı gerçekten küçük görünüyor. Bu hastalığı titizlikle araştıran Dr. Alison, salgını daha önce alıntılanan raporuna göre, doğrudan yoksulların sefil koşullarına ve yoksunluğa bağlıyor; yoksunluğun ve yaşamsal gereklerin yeterince doyurulamayışının, salgına ortam hazırladığını ve salgını yaygın ve korkunç hale getirdiğini ortaya koyuyor. Bir yoksunluk döneminin, bir ticari bunalımın ya da kötü hasadın, İrlanda ve İskoçya'da her seferinde tifüs salgınına yolaçtığını ve salgın hastalığın en şiddetli biçimde özellikle işçi sınıfını vurduğunu kanıtlıyor. Belirtmekte yarar var, onun tanıklığına göre, tifüsten ölenlerin çoğu aile babaları, yani onlarsız yapılamayacak kişiler, alıntı yaptığı birçok İrlandalı doktor da aynı görüşü dile getiriyor.
      Bir başka hastalıklar kategorisi, işçilerin konutlarının koşullarından çok doğrudan gıdadan ortaya çıkıyor. İşçinin, zaten hazmedilir türden olmayan gıdası küçük yaştaki çocuklar için hiç uygun değil; işçinin de çocukları için daha uygun gıdalar sağlamak için ne zamanı, ne parası var. Ayrıca, çocuklara alkollü içki hatta afyon verme geleneği de çok yaygın; ve beden gelişimine zararlı olan öteki ev koşullarıyla birlikte bu iki neden, sindirim organlarında çok farklı hastalıklara yolaçıyor, gerisinde yaşam boyu süren olumsuz izler bırakıyor. İşçilerin hemen tümünün midesi bir ölçüde zayıftır ama gene de kötülüğün kaynağı olan bir gıda düzenine bağlı kalmaya zorlanırlar. Neyin zararlı olduğunu nasıl bilsinler? [sayfa 159] Bilseler bile, daha farklı bir yaşam biçimi benimseyemediklerine ve pek de iyi eğitilmediklerine göre, daha uygun bir perhiz yöntemini nasıl seçsinler? Yeni hastalık, çocukluk sırasında sindirim düzeninin bozulmasından kaynaklanıyor. Sıraca illeti işçi sınıfı içinde hayli yaygındır ve sıracalı ana-babaların sıracalı çocuğu oluyor; çocuklarda edinilmiş eğilimler üzerinde, orijinal etki bütün gücüyle işlemeyi sürdürüyor. Yetersiz beslenmenin bir ikinci etkisi, büyüme ve gelişme çağında raşitizm[185*] hastalığıdır; işçi sınıfı çocukları arasında aşırı ölçüde yaygındır. Raşitik hastalıkların bilinen sonuçlarına ek olarak kemiklerin sertleşmesi gecikiyor, iskeletin gelişimi sınırlanıyor ve sık sık bacakların ve omurganın çarpıldığı gözleniyor. Ticaretteki dalgalanmaların, işsizliğin, bunalımlar sırasındaki düşük ücretlerin yarattığı değişikliklerin bu belaları nasıl büyük ölçüde artırdığını uzun uzun anlatmanın hiç gereği yok. Her işçinin, yaşamında en azından bir kez karşılaştığı geçici bir süre, yeterli gıda bulamama durumu, genelde yeterli ama kötü gıda düzeninin etkilerini yalnızca artırmaya yardım eder. Tam da bol ve besleyici gıdaya gerek duydukları bir çağda yarı aç gezen çocuklar —bunalımlar sırasında ve hatta ticaret en iyi durumdayken bile bunlardan o kadar çok var ki— ister-istemez ve büyük ölçüde zayıf, sıracalı ve raşitik olurlar. Böyle olduklarını görünümleri de açıkça ortaya koyar. Emekçi çocuklarının büyük bir yığınının ihmale mahkum olması, geride silinemeyen izler bırakır ve beraberinde tüm bir işçi soyunun zayıflığını getirir. Buna bir de bu sınıfın elverişsiz giysilerini, soğuğa karşı önlem alma olanaksızlığı, sağlığı elverdikçe çalışma zorunluğunu, hastalık sırasında daha da korkunçla-şan yokluk ve çok yaygın olan tüm tıbbi yardım eksikliğini ekleyin, o zaman İngiliz işçi sınıfının sağlık koşulları konusunda kabaca bir fikre ulaşırsınız. Şimdilerde görülen tek başına çalışmanın zararlı etkilerine burada değinmeyeceğim. [sayfa 160]
      Bunların yanısıra, çok sayıda işçinin sağlığını zayıf düşüren başka etkiler de var; bunların başında da ayyaşlık geliyor. İşçileri sarhoşluğa itmek için baştan çıkarıcı, tuzak kurucu her şey elele veriyor. İçki, hemen hemen tek haz kaynakları ve her şey içkiye sarılmaları için onlara tuzak kuruyor. Emekçi işinden yorgun ve tükenmiş dönüyor, evini rahatsız, rutubetli, pis ve iğrenç buluyor; keyiflenmeye ivedi gerek duymakta; işini, uğraştığına değer hale getirecek, izleyen günü dayanılabilir yapacak bir şey bulmak zorunda. Sağlıksız koşullarından ve özellikle hazımsızlıktan ileri gelen cesareti kırılmış, rahatsız ve kuruntulu zihinsel ve bedensel keyifsizliğini; yaşamının genel koşulları, varlığının belirsizlikleri, yalnızca raslantı ve talihe bağımlılığı ve güvenilir bir konuma gelmek için bir şeyler yapabilme yetersizliği, dayanılmayacak ölçüde şiddetlendiriyor. Kötü havanın ve yiyeceğin zayıflattığı çelimsiz gövdesi, bir dış uyarıcıya şiddetle istek duyuyor; toplumsal gereksinimini ancak birahane karşılayabiliyor; arkadaşlarıyla buluşabileceği başka hiçbir yer yok. Bu baştan çıkarmaya direnmesi nasıl beklensin?[186*] Bu koşullar altında, çok sayıda emekçinin ayyaşlığa sapmaması moral ve fizik açılardan kaçınılmazdır. Emekçiyi sarhoşluğa iten başlıca fizik etmenlerden ayrı olarak, önlerinde büyük kitle örneği, eğitimin ihmal edilmişliği, gençlerin baştan çıkmaktan korunmaları olanaksızlığı, birçok durumda çocuklarına içki veren ayyaş ana-babaların doğrudan etkisi, birkaç saat için bile olsa yaşamın sefihliğini ve yükünü unutma güvencesi ve daha yüzlerce neden; öyle güçlü ki, doğrusu, bu ezici baskıya boyun eğen işçiler pek suçlanamaz. Sarhoşluk burada, sarhoşun sorumlu tutulduğu bir ayıp olmaktan çıkmıştır, bir fenomen olmuştur; belli koşulların, o koşullar üzerinde hiçbir irade gücü olmayan bir nesneye yaptığı, zorunlu, kaçınılmaz etki haline gelmiştir. Bundan, emekçiyi bir nesneye indirgeyenler sorumludur. Ama çok sayıda emekçi kaçınılmaz olarak içkinin tuzağına düştükçe, içki de [sayfa 161] kurbanlarının zihin ve bedeni üzerindeki yıkıcı etkilerini aynı kaçınılmazlıkla ortaya koymaktadır. İşçilerin yaşam koşullarından ileri gelen tüm hastalık eğilimlerini kışkırtan içkidir; akciğer ve sindirim bozukluklarını, tifüs salgınının ortaya çıkıp genişlemesini en üst derecede hızlandırmaktadır.
      İşçi sınıfı için bir başka maddi kötülük, hasta oldukları zaman yetkin doktorlara görünmeleri olanaksızlığıdır. Doğru, bazı yardımsever kurumlar, bu eksiği gidermek için çaba harcamaktadırlar; örneğin Manchester hastanesi yılda 22.000 hastaya bakıyor, ilaç veriyor. Ama Gaskell'in hesaplarına göre,[187*] her yıl dörtte-üçünün tıbbi yardım gereksindiği bir kentte bu nedir ki? İngiliz doktorlar yüksek vizite ücreti alıyorlar; emekçiler o ücreti ödeyebilecek konumda değil. O nedenle hastalanınca ya hiçbir şey yapmıyorlar, ya da ucuz sahte doktorlara gidiyorlar, kocakarı ilacı kulanıyorlar; o da yarardan çok zarar veriyor. Her İngiliz kentinde çok sayıda sahte doktor reklamla, posterlerle ve benzeri araçlarla yoksullar arasında kendilerine bir clientele[188*] sağlayarak zengin oluyorlar. Bunların yanısıra her derde deva uydurma hazır ilaçlar[189*] akla gelebilecek her hastalık için geniş ölçüde satılıyor: Morrison hapları, Parr'ın yaşam hapları, Dr. Maingwaring'in hapları ve binlerce başkası, özler, pelesenk ağacı, hepsi, bedene musallat olan her hastalığı tedavi edici özelliklere sahip bulunuyor. Bu ilaçlar gerçekten zarar verici özleri pek nadir içeriyor, ama serbestçe ve sık alınırsa bünyeyi etkiliyor; o ilacı satın alan gafil insanlara hapları olabildiği ölçüde çok kullanmaları salık verildiği için, gerek var mı yok mu demeden ilacın tümünü yutarlarsa şaşmamak gerekiyor.
      Parr'ın yaşam haplarını üreten firmanın, sağlığa çok yararlı bu haplardan haftada yirmi-yirmibeşbin kutu satması alışılmadık bir şey değil; biri kabızlık için, bir başkası ishal için, bir başkası humma, takatsizlik ve her türlü hastalık [sayfa 162] için alıyor. Hani bizim Alman köylüler belli mevsimlerde şişe çektirirler ya da sülük tuttururlar ya İngiliz emekçi halkı da şimdi kendi zararı, ilaç firmasının büyük kârı için uydurma ilaçları kullanıyor. Bu uydurma ilaçların en zararlılarından biri Godfrey's Cordial[190*] adı altında satılan afyonlu öz, başlıca afyon tentürü içeren bir şurup. Evde çalışan ve hem kendi çocuklarına hem başkalarının çocuklarına bakan kadınlar, sakin dursunlar diye ve çoğunun inandığı üzere kuvvetlendirir düşüncesiyle, çocuklara bu şuruptan veriyor. Bu ilacı çoğunlukla yeni doğmuş çocuklara veriyorlar ve bu "gönül huzurumun sonuçlarını bilmeksizin, çocuk ölünceye dek de vermeye devam ediyorlar. Çocuğun bünyesi afyonun etkisine ne kadar az duyarsızlaşırsa, verdikleri doz o kadar artıyor. Cordial etkisiz kalmaya başlayınca bu kez, afyon tentürü veriliyor; çoğu zaman da bir dozda onbeş-yirmi damla birden. Nottingham adli tabibi parlamentonun bir komisyonunda[191*] verdiği ifadede, bir eczacının, Godfrey's Cordial hazırlamak için bir yılda onüç hundredweight[192*] afyon tentürü kullandığını bizzat söylediğini açıkladı. Böyle tedavi edilen çocuklar üzerinde şurubun yarattığı etki kolaylıkla tahmin edilebilir. Soluk yüzlü, zayıf, mecalsiz çocuklardır ve genelde iki yaşını bitirmeden ölürler. Bu cordialin kullanımı krallıktaki bütün büyük kentlerde, kasabalarda ve sanayi merkezlerinde çok yaygındır.
      Tüm bu etmenlerin sonucu, işçi sınıfının genel olarak zayıf düşmesidir. İşçiler arasında yani kapalı odalarda çalışan fabrika işçileri arasında güçlü-kuvvetli, sağlam yapılı, [sayfa 163] sağlıklı insan azdır. Burada yalnızca onları konuşuyoruz. Bu insanların hemen hepsi zayıf, güçsüz yapılıdır, güçlü-kuvvetli bir yapısı yoktur, yağsızdır, soluk tenlidir, kas lifleri gevşektir; yalnızca kol adaleleri güçlüdür, o da işte çalıştırıldığı için. Hemen hepsi hazımsızlık çeker; bunun sonucu olarak şöyle ya da böyle kuruntuludur, melankoliktir, kolayca öfkelenir, sinirlidir.[193*] Zayıf bedenleri hastalığa direnemez ve her seferinde hasta olurlar. Bu yüzden de erken yaşlanırlar, erken ölürler. Bu noktada ölüm istatistikleri tanıktır.
      Nüfus İşleri Genel Müdürü Graham'ın Raporuna göre, İngiltere ve Galler yöresinin yıllık ölüm oranı yüzde 2 1/4'ten biraz azdır. Başka deyişle, her yıl her kırkbeş kişiden biri ölür.[194*] 1839-40 ortalaması buydu. 1840-41'de ölüm oranı biraz daha azalmıştır; her kırkaltı kişiden biri ölmüştür. Ama büyük kentlerde oran tümden başkadır. Elimde resmî ölüm tabloları var [Manchester Guardian, 31 Temmuz 1844[26]]; buna göre büyük kentlerin ölüm oranı şöyle: Chorlton ve Salford dahil Manchester'da, 32,72 kişide bir kişi; Chorlton ve Salford hariç her 30,75 kişide bir kişi. West Derby (varoş) dahil Liverpool'da her 31,90 kişide bir, West Derby hariç 29,90 kişide bir kişi; toplam nüfusu 2.172.506 olan Cheshire, Lancashire ve Yorkshire'ın ve tümden ya da bir bölümüyle kırsal olan bölgelerinin ve bağlı küçük kasabaların ortalaması, her 39,80 kişide bir kişi. Büyük kentlerde işçilerin ne kadar uygunsuz durumda olduğunu Prescott'la Lancashire'daki ölüm oranları gösterir: Burası madencilerin oturduğu ve madende çalışma hiç de sağlıklı bir iş olmadığından, sağlık koşulları tarımsal bölgelerdekinden geridir. Ne var ki, bu madenciler kırsal kesimde yaşarlar ve onlardaki ölüm oranı 47,54 kişide birdir; başka deyişle tüm İngiltere'nin ölüm oranından yüzde iki-buçuk daha iyidir. Bütün bu belirlemeler, 1843 ölüm oranları tablosuna dayanmaktadır. İskoçya [sayfa 164] kentlerinde ölüm oranı daha yüksektir; Edinburgh'da 1838-39'da her 29 kişide bir kişi; 1831'de Eski Kent'te 22'de bir kişi. Glasgow'da, Dr. Cowan'a göre,[195*] 1830'dan bu yana ortalama 30 kişide bir kişi; bazı yıllarda 22-24 kişide bir kişi. Yaşamın bu müthiş ölçüde kısalışının başlıca işçi sınıfında olduğuna, üst ve orta sınıflardaki daha düşük ölüm oranı nedeniyle genel ortalamanın iyileştiğine tüm taraflar tanıklık ediyor. En son raporlardan biri, resmî bir komisyon çerçevesinde, Manchester'ın bir varoşu olan Chorlton-on-Medlock'ta araştırmalar yapan Dr. P. H. Holland'ın bulgularıdır. Dr. Holland, evleri ve sokakları, her biri üç sınıf olmak üzere ayırmış ve aşağıdaki bulgulara ulaşmıştır:

 

    Ölüm Oranı
  Birinci Sınıf Sokaklar I. sınıf Evler
II. sınıf Evler
III. sınıf Evler
51 kişide 1
45 kişide 1
36 kişide 1
  İkinci Sınıf Sokaklar I. sınıf Evler
II. sınıf Evler
III. sınıf Evler
55 kişide 1
38 kişide 1
35 kişide 1
  Üçüncü Sınıf Sokaklar I. sınıf Evler
II. sınıf Evler
III. sınıf Evler
Eksik
35 kişide 1
25 kişide 1

     
      Holland'ın verdiği öteki tablolardan anlaşılıyor ki, birinci sınıf sokaklara göre, ölüm oranı ikinci sınıf sokaklarda yüzde 18, üçüncü sınıf sokaklarda yüzde 68 daha fazladır; birinci sınıf evlere göre, ölüm oranı ikinci sınıf evlerde yüzde 31, üçüncü sınıf evlerde yüzde 78 daha fazladır; bir biçimde durumu düzeltilen kötü sokaklarda ölüm oranı yüzde 25 azalmıştır. Holland, raporunu bir İngiliz burjuva için şu çok içten ifadeyle bitiriyor:[196*] [sayfa 165]
      "Bazı sokaklardaki ölüm oranının başka sokaklara göre dört defa daha fazla olduğunu ve bazı sınıfların tüm sokaklarında başka sınıf sokaklara göre iki kat fazla olduğunu, bunun daha da ötesinde, kötü durumdaki sokaklarda değişmez biçimde yüksek ve durumu iyi olan sokaklarda da hemen hemen değişmez biçimde düşük olduğunu belirledikten sonra, çok sayıda yurttaşımızın, yüzlerce kapı komşumuzun her yıl, en belirgin önlemlerden yoksun oldukları için yokoldukları sonucuna varmadan edemiyoruz."
      İşçi Sınıfının Sağlık Koşulları Hakkında Rapor da aynı olguyu belirleyen bilgileri içeriyor. Liverpool'da 1840'ta üst sınıfların, orta-sınıfın, meslek sahiplerinin vb. ortalama ömür uzunluğu otuzbeş yıl, iş adamları ve iyi durumdaki zanaatkarların yirmiiki yıl, işçilerin, gündelikçi işçilerin ve hizmet sınıfının yalnızca onbeş yıl idi. Parlamento raporları da benzer olgular yığınını içeriyor.
      Ölüm oranının bu kadar yüksek olması, başlıca, işçi sınıfında küçük çocuk ölümlerinin çok fazla olmasından ileri geliyor. Küçük çocuğun narin bedeni, yaşamdaki talihsizliğin olumsuz etkilerine daha az karşı durabiliyor; hem ananın hem babanın çalıştığı ya da birinin öldüğü durumlarda çocukların karşı karşıya kaldığı ihmal, hemen öcünü alıyor; alıntıladığımız son rapora göre, işçi sınıfı çocuklarının yüzde 57'sinin beş yaşına gelmeden ölmesine karşılık üst sınıflardan çocuklar arasında bu oranın yüzde 20 olmasına ve ülke genelinde beş yaşma henüz gelmemiş her sınıftan çocuklar arasında oranın yaklaşık yüzde 32 olmasında şaşılacak hiçbir şey yok.[197*] Artisan'ın birçok kez andığımız yazısı, bu noktada, çocuk hastalıklarındaki kent ölüm oranını kır ölüm oranıyla karşılaştırarak daha kesin bilgiler sağlıyor ve genelde Manchester'la Liverpool'daki salgınların, kırsal bölgelere göre üç kez daha öldürücü olduğunu gösteriyor; sinir sistemi hastalıklarının beş kat, mide rahatsızlıklarının üç [sayfa 166] kat[198*] arttığını, kentlerde akciğer hastalıklarından ölümlerin kırsal bölgelere göre 2,5'e 1 olduğunu ortaya koyuyor. Çiçek, kızamık, kızıl ve boğmaca gibi öldürücü hastalıklar, çocuklar arasında dört defa daha sık görülüyor; beyinde su toplanması üç kat, ispazmoz on kat daha sık hale gelmiş bulunuyor. Herkesçe kabul edilmiş başka bir otoriteden, aşağıdaki tabloyu ekliyorum. Her 10.000 kişide ölenler:[199*]

 

  5 yaş altı 5-19 20-39 40-59 60-69 70-79 80-89 90-99 100 ve sonrası
  Ruthlandshire (sağlıklı
  bir tarımsal yöre)
  Essex (bataklık bir
  tarımsal yöre)
  Carlisle kenti (1779-
  1787, fabrikalardan
  önce).....
  Carlisle kenti (fabrika
  lardan sonra)...
  Preston (fabrika kenti).
  Leeds (fabrika kenti)...

2865

3159


4408

4738
4947
5286

891

1110


911

930
1136
927

1275

1526


1006

1261
1379
1228

1299

1413


1201

1134 1114 1198

1189

963


940

677
553
593

1428

1019


826

727
532
512

938

630


533

452
298
225

112

77


153

80
38
29

3

3


22

1
3
2

     
      Yoksul sınıfların bugünkü yüzüstü bırakılmışlığının ve ezilmişliğinin zorunlu sonucu olan değişik hastalıklardan ayrı olarak, küçük çocuklar arasında ölüm oranını arttırmaya katkıda bulunan başka etmenler de var. Birçok ailede kadın da kocası gibi dışarda çalışmak zorunda bulunuyor; bunun sonucu, çocuğun bütün bütün kendi haline kalmasıdır; çocuk ya eve kapatılıyor, ya bakılması için birinin yanına veriliyor. Bu çerçevede, yüzlercesi kaza sonucu ölüyorsa, [sayfa 167] şaşmamak gerek. Hiçbir yerde, İngiltere'nin büyük kentlerinde ve kasabalarında olduğu kadar çok sayıda çocuk araba altında kalmıyor, düşerek, boğularak, yanarak ölmüyor. Yanmadan ve kaynar suda haşlanmadan ileri gelen ölümler özellikle sık; gerçi gazetelerde pek seyrek yeralıyor ama Manchester'da kış aylarında neredeyse her hafta böyle bir olay oluyor, Londra'da da epey sık görülüyor. Elimdeki Weekly Dispatch'in 15 Aralık 1844 tarihli sayısına göre 1-7 (dahil) Aralık haftasında bu türden altı olay oldu. Böyle korkunç bir biçimde yokolan bu zavallı çocuklar toplumsal düzensizliğimizin ve bu düzensizliği koruyup sürdürmekte çıkarı olan mülksahibi sınıfların kurbanlarıdır. Gene de insan, bu korkunç işkence-ölümün, o çocukları acısı bol keyfi kıt olan, çaba ve sefillik dolu uzunca bir yaşamdan kurtulma nimeti olup olmadığından kuşku duyuyor. Şimdiye dek İngiltere'de hep böyle oldu; burjuvazi bu tür haberleri gazetelerde her gün okuyor, ama parmağını kıpırdatmıyor. Ama buraya alıntıladığım resmî olan ve olmayan raporlardan —ki bunları biliyor olmalılar— sonra, burjuvaziyi geniş bir çerçevede toplumsal cinayetle suçlarsam, bundan yakınamaz. Bırakalım, egemen sınıf, bu korkunç koşulların düzeltilmesi için gerekeni yapsın; yapamıyorsa da ortak çıkarların yönetimini emekçi sınıfa bıraksın. İkinci yola hiç mi hiç eğilimli değil; koşulların düzeltilmesi için ise, burjuva önyargısıyla kötürüm kaldığı sürece burjuvazi gereken güce sahip değildir. Çünkü, yüzbinlerce kurban öldükten sonra, konutlara vicdansızca aşırı ölçüde insan doldurulmasını hafif ölçüde de olsa sınırlayacak olan Metropol Yapıları Yasasını[28] meclisten geçirerek, gelecek için lütfedip en sonunda bir damla endişe gösteriyorsa, kendini bu suçlamadan kurtaramaz; eğer sorunu kökünden çözmek şöyle dursun, sağlık koruma polisinin en sıradan isteklerine yanıt vermeyen önlemleri gururla öne sürüyorsa, kendini bu suçlamadan kurtaramaz. İngiliz burjuvazisinin yapabileceği seçim tektir; ya yanıtlayamadığı cinayet suçlaması altında ve o suçlamaya karşın egemenliğini sürdürür ya da işçi sınıfı lehine iktidardan vazgeçer. Şu ana dek birinci [sayfa 168] yolu seçmiştir.
      İşçilerin fiziksel durumundan zihinsel durumuna dönelim. Burjuvazi onlara ancak mutlak olarak gereken ölçüde yaşam ihsan ettiğine göre, ancak kendi çıkarma yaradığı kadar eğitim' vermesinde şaşılacak bir yan yoktur. O da işin gerçeği, pek fazla değildir. İngiltere'de eğitim araçları nüfusa oranla her türlü ölçünün ötesinde sınırlıdır. İşçi sınıfına hizmet veren az sayıda okul ancak bir azınlığa yetmektedir; üstelik hepsi kötüdür. Öğretmenler, artık işi bitmiş işçiler ve bu iş için elverişsiz benzeri kişilerdir; öğretmenliğe yalnızca para kazanmak için girmektedirler; çoğunca, zorunlu temel bilgiden, öğretmenin çok gereksindiği ahlaksal disiplinden yoksundurlar; tüm kamu gözetiminden azadedirler. Burada da serbest rekabet egemendir; ve her zamanki gibi bundan da zengin kazanç sağlar, kendisi için rekabetin serbest olmadığı ve doğru bir yargıya varması için gereksindiği bilgiden yoksun olan yoksul, zararlı sonuçlara katlanmak zorunda kalır. Okula devam zorunluluğu yoktur. Fabrikalarda, göreceğimiz gibi, yalnızca görünüşte böyle bir zorunluk vardır, o kadar. 1843 eğitim dönemi için bakanlık bu görünüşte varolan devam zorunluğunu, gerçek bir devam zorunluğuna dönüştürmek isteyince, işçi sınıfı devam zorunluğunu açıkça desteklediği halde, sanayi burjuvazisi bütün gücüyle buna karşı çıkmıştır. Ayrıca, bir yığın çocuk hafta boyunca fabrikalarda ve evlerde çalışmaktadır; bu nedenle de okula devam edemezler. Gündüz çalışan çocukların devam etmesi amacıyla düşünülen gece okullarına ya hiç gidilmemektedir, ya da gitmek, bir yarar sağlamamaktadır. Günde oniki saat kendini kullanıp tüketen genç işçinin bir de gece saat sekizden ona kadar bu gece okuluna gitmesini istemek, çok fazla şey istemektir. Bunu başarmaya çalışanlar da Çocukların Çalıştırılması Hakkında Komisyonun raporuna göre, genelde ders dinlerken uyuyakalmaktadırlar. Doğru, pazar okulları kurulmuştur; ama onlar da aynı biçimde çok az öğretmenle idare etmektedir; üstelik, normal okullarda bir şeyler öğrenmiş olanlar için yarar sağlayabilir. Bilgisiz bir çocuk için bir [sayfa 169] pazar gününden öteki pazar gününe kadar olan ara, birinci derste öğrendiğini bir hafta sonra ikinci derste anımsayabilmesi için çok uzundur. Çocukların Çalıştırılması Hakkında Komisyonun raporu, ne hafta içi gündüz okullarının ne pazar okullarının ulusun gereksinimlerine en ufak bir yanıt vermediğinin yüzlerce kamuyla doludur; komisyon da bu konudaki görüşünü çok kuvvetle ortaya koymaktadır. Bu rapor, İngiltere işçi sınıfının İtalya'da ve İspanya'da beklenemeyecek ölçüde cahil olduğunun kanıtlarıyla doludur. Başka türlü de olamaz zaten; işçi sınıfının eğitilmesinden burjuvazinin umabileceği hiçbir şey yoktur, korkacağı çok şey vardır. Bakanlık, 55.000.000 sterlin tutarındaki o büyük bütçesinden halk çocuklarının eğitilmesi için yalnızca 40.000 sterlinlik küçücük bir pay ayırıyor; yaptığı yarar kadar fanatizmiyle de zarar veren dinsel mezhepler olmasa, eğitim olanakları daha da kıt hale gelir. Devlet Kilisesi kendi ulusal okullarını,[200*] çeşitli mezhepler de din kardeşlerinin çocuklarını cemaat içinde tutmak ve şurada-burada, zavallı bir çocuk ruhunu, başka bir mezhepten kendi mezhebine kazanmak gibi bir amaçla, kendi sekter[201*] okullarını yönetirler. Sonuç şu: Din, ve dinin de hiçbir yarar getirmeyen yanı, yani polemik tartışmalar, temel ders olmuştur ve çocukların belleği anlaşılmaz dogmalarla ve teolojik ayrımcı kavramlarla aşırı ölçüde doldurulagelmektedir; sekter nefret ve bağnazlık olabilen en erken zamanda uyandırılmakta, bütün rasyonel, zihinsel ve moral eğitim utanmazca yadsınmaktadır. İşçi sınıfı, parlamentodan tekrar tekrar, kesinkes laik olan ve dini mezhep rahiplerine bırakan bir eğitim isteminde bulunmuşlardır, ama şimdiye dek bakanlık böyle bir eğitimi sağlamaya ikna edilememiştir. Bakan burjuvazinin sadık hizmetkarıdır; burjuvazi de sayısız mezhebe bölünmüştür; bu mezheplerden her biri, kendi mezheplerine özgü dogmaları bir panzehir olarak kabul etmeleri koşuluyla, bu yapılmazsa [sayfa 170] tehlikeli olacak olan eğitimi, işçilere sağlamaya hazırdırlar. Bu mezhepler kendi aralarında hâlâ üstünlük savaşı verdikleri için de işçiler şimdilik eğitimden yoksun kalmaktadırlar. İmalatçılar, çoğunluğu okuyabilir yapmakla övünüyorlar; oysa Çocukların Çalıştırılması Hakkında Komisyonun kanıtladığı üzere, okumanın kalitesi, eğitimin kaynağına bağlıdır. Bu rapora göre, harfleri bilen biri, imalatçının vicdanını rahatlatacak kadar okuyabilir. Ama insan İngiliz dilinin okumayı adeta bir sanat haline sokan ve ancak uzun bir eğitimle öğrenilen çapraşık yazım kurallarını düşündüğü zaman, cahilliğin nedenini kolayca anlar. Emekçilerin çok azı kolayca yazabilir; yazım kurallarına uygun yazabilmek birçok "eğitimli" insanın bile gücü dışındadır. Devlet kilisesinin, Quaker'lerin ve sanırım birçok başka mezhebin pazar okullarında yazma öğretilmiyor; yazmanın "pazar günü için çok dünyasal olduğu" düşünülüyor. Öteki açılardan işçilere verilen eğitimin kalitesi ne yazık ki fabrika çalışmalarını doğru dürüst kapsamayan Çocukların Çalıştırılması Hakkında Komisyonun raporundan alınan birkaç örnekle daha iyi anlaşılacaktır:[29]
      "Birmingham'da, diyor komisyon üyesi Grainger, bizzat sınava aldığım öğrencilerin tümü, uzaktan yakından eğitim denebilecek bir şeyden nasipleri olmadığını söylüyor. Gerçi hemen her okulda din eğitimi yapılıyor ama, o konuda bile çok derin bir cehalet egemen. Wolverhampton'da, diyor komisyon üyesi Home, başkalarının yanısıra, şu örnekle de karşılaştım: "Hem gündüz okuluna hem pazar okuluna giden onbir yaşında bir kız çocuk 'öteki dünyadan, cennetten, öteki yaşam'dan hiç haberdar değildi. Onyedi yaşında bir çocuk, ikiyle ikinin kaç ettiğini, para önüne konduğu zaman bile iki peni içinde kaç farthing[202*] bulunduğunu bilmiyordu." Birçok çocuk Londra'yı ya da evlerinden bir saatlik bir yürüyüş uzaklığında bulunan ve Wolverhampton ile yakın ilişkide olan Willenhall'u, hiç duymamıştı. Birçoğu [sayfa 171] kraliçenin adını ya da Nelson, Wellington, Bonaparte gibi adları hiç bilmiyordu; ama dikkate değer olanı şu: Aziz Paul'ü, Musa Peygamberi, Hazreti Süleyman'ı hiç duymamış olanlar, Dick Turpin'in ve özellikle Jack Sheppard'ın[203*] yaşamı, yaptıkları ve karakteri hakkında çok şey biliyorlardı. Onaltı yaşında bir genç "iki kere iki kaç eder" ya da "dört farthing kaç peni eder" sorularının karşılığını bilmiyordu. On-yedi yaşında bir genç, "on farthingin on tane yarım peni ettiğini savlıyordu"; onyedi yaşındaki bir üçüncüsü çok basit birçok soruya "hiçbir şey demiyorum" karşılığını veriyordu.[204*] Dört-beş yıl süreyle, kafaları tıka-basa dinsel öğretilerle doldurulan bu çocuklar, başta ne kadar az şey biliyorlarsa, sonda da ancak o kadar biliyorlardı. Çocuklardan biri "beş yıl boyunca düzenli olarak pazar okuluna gitmişti; İsa peygamberin adını duymuştu, ama kim olduğunu bilmiyordu. Oniki Havariyi hiç duymamıştı; Samson'u, Musa'yı, Aaron'u, vb. hiç duymamıştı."[205*] Bir başkası "pazar okulunu altı yıl boyunca düzenli olarak izlemişti. İsa'nın kim olduğunu biliyordu; kurtarıcımızı kurtarmak için çarmıhta kanı aka aka ölmüştü. Aziz Peter'i ya da Aziz Paul'u hiç işitmemişti."[206*] Bir üçüncü çocuk, "yedi yıl boyunca çeşitli pazar okullarına gitmişti; ancak ince çocuk kitaplarındaki tek heceli, kolay sözcükleri okuyabiliyordu; havarileri duymuştu; ama Aziz Peter'in, ya da Aziz John Wesley[207*] denmezse Aziz John'un, havarilerden biri olup olmadığını bilmiyordu." İsa kimdir sorusuna, başka yanıtların yanısıra Horne şu yanıtları da almıştı: "Ademdir", "Havaridir", "Kurtarıcının [sayfa 172] efendisinin oğludur"[208*] ve onaltı yaşında bir gencin yanıtı: "İsa, çok uzun zaman önceki Londra krallarından biridir." Sheffield'da, komisyon üyesi Symons, pazar okulu öğrencilerinin yüksek sesle okumalarını istedi; okuduklarının ne olduğunu söyleyemiyorlardı ya da henüz okudukları havarilerin ne tür insanlar olduklarını söyleyemiyorlardı. Hepsine tek tek havarilerin kim olduğunu sorup hiçbirinden doğru yanıt alamamıştı ki, haşarı görünüşlü küçük bir oğlan çocuk büyük bir coşkuyla bağırdı: "Öğretmenim, öğretmenim, ben biliyorum: onlar cüzamlılardı."[209*] Porselen üretim bölgelerinden ve Lancashire'dan alman raporlar da bunlar gibi.
      Burjuvazinin ve devletin, işçi sınıfının eğitimini geliştirmek üzere yaptıkları, işte bu. Bereket versin, bu sınıfın içinde bulunduğu yaşam koşulları, ona öyle bir pratik eğitim veriyor ki, o pratik yalnızca okullarda kafaya tıkıştırılanların yerine geçmiyor, ama onunla bağlantılı olan çapraşık dinsel nosyonları zararsız hale de getiriyor ve hatta işçileri İngiltere ulusal hareketinin öncüsü konumuna sokuyor. Gereklilik icadın anasıdır ve daha önemlisi, düşüncenin ve eylemin de. Kekeleyerek okuyan ve hemen hiç yazamayan İngiliz işçi, gene de kendi çıkarının ve ulusunun çıkarının nerede olduğunu biliyor. Burjuvazinin özel çıkarının ne olduğunu, ondan ne beklemesi gerektiğini de çok iyi biliyor. Yazamıyorsa da konuşabiliyor ve halkın önünde konuşuyor; aritmetik bilmiyorsa da Tahıl Yasasını iptal eden burjuvanın zihninden geçenleri anlayıp daha iyi kanıtlar öne sürebilecek ölçüde politik iktisatçılarla hesaplaşabilir; vaizlerin tüm çabasına karşın göksel sorunlar onun gözünde çok çapraşık kalmaya devam etse de dünyevi, siyasal ve toplumsal sorunları olanca açıklığıyla görür. İlerde bu noktaya gene döneceğiz; şimdi işçilerimizin ahlaksal niteliklerine geçelim.
      İngiliz okullarında din eğitimiyle kaynaştırılan ahlak [sayfa 173] eğitiminin, din eğitiminden daha iyi sonuç veremeyeceği açıktır. Sıradan insanlar yönünden bakınca, toplumsal durumumuzun ve her birimizin herkesle savaşının yarattığı o çok dehşetli kargaşaya sürüklenen insan ilişkilerini düzenleyici basit ilkeler, anlaşılmaz dogmalarla birleştirilip keyfî ve dogmatik dinsel emir biçiminde vaaz edilince, ister-istemez çapraşık kalmaya devam eder. Tüm otoritelerin ve özellikle Çocukların Çalıştırılması Hakkında Komisyonun itiraflarına göre, okullar, işçi sınıfının ahlakına hemen hemen hiçbir katkıda bulunmamaktadır. İngiliz burjuvazisi, bencilliğinde o kadar kısa görüşlü, o kadar aptalca darkafalıdır ki, günün ahlak anlayışını, yani burjuvazinin kendini korumak üzere kendi çıkarı için yarattığı ahlak anlayışını işçilerin kafasına sokmak zahmetine bile katlanmamaktadır. Bu ihtiyati önlem bile, dermansız ve tembel burjuvazi için çok büyük bir çaba demektir. Bu ihmalinden esef duymasının artık çok geç olacağı bir gün mutlaka gelecektir. Ama, işçilerin, burjuva ahlak sistemi hakkında hiçbir şey bilmeyişlerinden ve dolayısıyla ona göre hareket etmeyişlerinden yakınmaya da hakkı yoktur.
      Böylece iktidardaki sınıf fiziksel ve zihinsel açıdan olduğu kadar ahlak açısından da işçileri görmezden gelmekte ve bir kenara atmaktadır. Onlar için el altında tuttuğu tek araç yasalardır; işçiler burjuvazi için tiksindirici hale geldikleri zaman başlarına o yasaları sarar. İşçilere, hayvanın en kalın kafalısı gibi, bir tek eğitim biçimiyle, kamçıyla muamele edilir; ikna ederek değil, ama zor gücüyle boyun eğdirerek. Bu nedenle, işçiler, hayvan gibi muamele edildiklerine göre, gerçekten hayvanlaşırlarsa şaşmamak gerekir; ya da iktidardaki burjuvaziye karşı en sürekli yürek-isyanını ve en harlı nefreti içlerinde taşıyarak insanlık bilincini sürdürebilirler. Egemen sınıfa karşı öfkeyle dolup taştıkları sürece insandırlar. Boyunduruk altında sabırla eğildikleri anda hayvanlaşırlar ve boyunduruğu kırma çabalarını bir yana koyarak yaşamı çekilir hale getirmeye çalışırlar. [sayfa 174]
      Proletaryanın eğitimi için burjuvazinin yaptığı şey işte bundan ibaret, bir de proletaryanın içinde yaşadığı tüm koşulları dikkate alırsak, işçilerin egemen sınıfa karşı beslediği öfkeyi doğrusu uygunsuz bulamayız. İşçiye okulda verilmeyen ahlak eğitimi, yaşamının öteki yönleri de sağlamıyor; en azından, burjuvazinin gözünde değeri olan ahlaksal eğitimi sağlamıyor; işçinin tüm konumu ve çevresi, çok şiddetli bir biçimde ahlaksızlığı kışkırtıyor. İşçi yoksul, onun için yaşamın hiçbir çekiciliği yok, hemen hemen keyifli her şey ondan esirgeniyor, yasalardaki cezalar da onu daha fazla korkutmuyor; öyleyse arzularını niye gemlesin, zengine, doğumla kazandığı keyif yapma hakkını[210*] neden bıraksın, neden bir kısmını elegeçirmesin? Proleteri, çalmamaya teşvik edecek ne var? "Mülkiyetin kutsallığının kuvvetle vurgulandığını duymak burjuvazinin kulağına pek hoş gelebilir, ama hiçbir şeyi olmayan için mülkiyetin kutsallığı hiçbir anlam taşımaz. Bu dünyanın tanrısı paradır; burjuvazi proletaryanın parasını alır ve onu pratikte bir ateist yapar. Proleter ateizmini sürdürür ve dünyasal tanrının gücüne ve kudretine saygı duymazsa, bunda şaşılacak ne var? Proleterin yoksulluğu, yaşamın en zorunlu geçim araçlarından yoksunluğa ve açlığa vardığı zaman, toplumsal düzeni umursamama dürtüsü güçlenmez de ne yapar? Burjuvazinin büyük bir kesimi bunu kabul ediyor. Symons,[211*] sarhoşluğun bedende yaptığı yıkımın aynısını, yoksulluğun zihinde yaptığını gözlemliyor; Dr. Alison[212*] da toplumsal baskının işçi sınıfı için ne gibi sonuçlar ortaya çıkardığını mülksahibi sınıflara büyük bir kesinlikle anlatıyor. Yoksulluk, emekçiyi, yavaş yavaş açlıktan ölmek, kendini bir anda öldürmek ya da gereksindiği şeyi nerede bulursa almak, açık bir deyişle çalmak, arasında bir seçim yapmakla karşı karşıya bırakır. Ve çoğunun çalmayı açlığa ve intihara yeğlemesinde şaşacak bir şey yoktur. [sayfa 175]
      Doğru, işçi sınıfı içinde de birçokları, en aşırı durumlarda bile çalmayı çok ahlakdışı bulanlar vardır ve bunlar ya açlıktan ölür ya intihar eder. Eskiden üst sınıfların kıskanılası ayrıcalığı olan intihar, İngiliz işçiler arasında da moda haline gelmiştir; birçok yoksul, başka çıkış yolu görmedikleri zaman sefillikten kurtulmak için kendini öldürüyor.
      Ama İngiliz emekçisi üzerinde, yoksulluğun yaptığından daha büyük moral bozucu etkiyi durumunun güvenilir olmayışı, elegeçen ücretin boğaza gitmesi, ücretle yaşama zorunluğu, kısacası onu bir proleter yapan şeydir. Almanya'da küçük köylüler genelde yoksuldur ve çoğunca ihtiyaç içinde kıvranır; ama yaşamları tesadüflerin insafına daha az bağlıdır, hiç değilse, güvende olan bir şeye sahiptirler. İki elinden başka bir şey olmayan, dün kazandığını bugün tüketen, her türlü olasılıkla karşı karşıya bulunan ve yaşamak için en basit şeyleri kazanabilmekte bir damlacık güvencesi olmayan, her bunalımın, ya da patronunun her kaprisinin ekmeğini elinden alabileceği proleter, en isyan ettirici ve bir insan için düşünülebilecek en gayrı insani konuma sokulmuştur. Efendisinin kendi çıkarı, köleye en basit bir nafakaya sahip olma güvencesini sağlar, serfin hiç değilse üzerinde yaşayabileceği bir avuç toprağı vardır; her birinin, en azından yaşamı güven altındadır. Proleter ise yalnızca kendine dayanmak zorundadır; ama yeteneklerini kullanarak onlara dayanmaktan da alıkonmaktadır. Proleterin kendi konumunu iyileştirmek için yapabileceği her şey, karşı karşıya bulunduğu ve kendi denetiminde olmayan olasılıklar seli ile karşılaştırıldığı zaman, okyanusta bir damla gibidir. O, her türlü olasılıklar bileşiminin edilgen nesnesidir ve kısa bir süre için bile olsa yaşamını kurtardığı zaman kendini talihli saymalıdır; ve karakteri ile yaşam biçimini, doğal ki bu koşullar biçimler. Ya insanlığını kurtarmak için bu girdabın içinde başını suyun üstünde tutmaya çalışır ve bunu ancak, kendisini amansızca yağmalayan ve sonra kaderine terkeden, bir insan için çok moral bozucu olan bu konumda onu tutmaya çalışan sınıfa karşı isyan ederek[213*] yapabilir; ya da umutsuz [sayfa 176] bulduğu için kaderine karşı savaşmayı bırakır ve yapabildiği ölçüde, en uygun andan kazançlı çıkmaya çalışır. Tasarruf boşuna gayrettir; çünkü yapabileceği en çok tasarruf bile ona yaşamını çok kısa süre ayakta tutmaktan daha fazlasını sağlayamaz; bu arada bir de işsiz kalırsa, bu hiç de kısa süre için olmaz. Ömürlü bir mülk yığınağı yapması olanaksızdır; eğer olanaklı olsaydı, zaten o zaman işçi olmaktan çıkardı ve onun yerini bir başkası alırdı. Öyleyse daha yüksek ücretler kazandığı zaman, o parayla iyi yaşamaktan da iyi ne yapabilir? Ücretler yüksek olduğu zaman işçiler parayı israf ediyorlar diye İngiliz burjuvazisi kıyamet koparıyor; oysa işçilerin kendileri için hiç de sürekli bir geçim kaynağı olmayan ve sonunda güveyle pasın (yani burjuvazinin) ellerinden alacağı bir parayı biriktirmek yerine, yapabildikleri zaman yaşamın tadını çıkarmaları yalnızca doğal değil, üstelik çok da makuldür. Yine de böyle bir yaşam, başka şeylerin ötesinde moral bozucudur. Carlyle'ın pamuk eğirenler için söyledikleri, tüm İngiliz sanayi işçileri için doğru:[214*]
      "İşleri bir şöyle, bir böyle; bir an bol-bulamaç bir gönenç, hemen ardından gıdasızlıktan zaafiyet; 'kısa süre'nin doğası kumar gibidir; onlar da kumarbazlar gibi yaşarlar; bugün lüks bir aşırılık, yarın açlık. Kara, isyancı bir hoşnutsuzluk, insanın yüreğine çöreklenebilecek en sefil duygu, onları yer bitirir. Dünya çapındaki çalkantılı dalgalanmalarıyla, engin Buharlı Proteus[215*] şeytanıyla İngiliz ticareti onlar için her yolu ucu bilinmez hale sokuyor, tüm yaşamı hayret verici yapıyor. Ilımlılık, istikrar, huzurlu süreklilik — insan olmanın ilk erdemleri onlara göre değil. Bu dünya onların evi değildir, pervasız bir israfın, kendilerine ve tüm insanlara karşı [sayfa 177] isyanın, hıncın, hırçınlığın kasvetli bir cezaevidir. Yeşil, çiçekler açan, üstünde uçsuz bucaksız mavi bir göğün uzandığı, bir tanrının eseri ve mülkü olan bir dünya mı, yoksa zehirli dumanların, pamuk havının, çırçır gürültüsünün, öfkenin ve didinmenin Şeytanın eseri ve mülkü olan üstü kara bulutlarla kaplı fokur fokur kaynayan Tophet[216*] mi?"
      Bir başka yerde:[217*] "Şu güneşin altında, gerçeğe, olguya ve Doğanın düzenine haksızlık ve sadakatsizlik, günahın ta kendisi ve haksızlık duygusu katlanılmaz bir acıysa, bu emekçilerin içinde bulunduğu koşullara ilişkin büyük sorumuz şudur: bu adil mi? Ve her şeyden önce, adil koşul konusunda, acaba kendileri ne tür bir düşünce taşıyor? Yanıt sözcükleri dikkate değer; hele davranışları daha da çok. Başkaldırı, üst sınıflara başkaldırının somurtkan, kinci mizahı, dünyadaki üstlerinin buyruklarına karşı azalan saygı, ruhani üstlerinin öğütlerine karşı azalan inanç, giderek alt sınıfların evrensel ruhu haline geliyor. Bu ruh kınanabilir, haklı görülebilir, ama tüm insanlar bunun varolduğunu kabul etmek zorundadırlar; herkes biliyor ki, bu hazindir; herkes biliyor ki düzeltilmezse öldürücüdür."
      Cariyle olgularda fevkalade haklı, işçilerin üst sınıflara derin öfkesini kınarken haksız. Bu öfke, bu tutku, işçilerin, durumlarını insana yaraşır görmediklerinin, hayvan düzeyine indirgenmeyi reddettiklerinin, bir gün kendilerini burjuvazinin köleliğinden özgürleştireceklerinin kanıtıdır. Bu, o öfkeyi paylaşmayanlardan bellidir; ya kendilerine egemen olan kaderin önünde alçakgönüllükle boyun eğerler, olabildiği ölçüde özel saygınlığı olan bir yaşamı sürdürürler, kamu işlerinin tuttuğu yolla ilgilenmezler, işçileri bağlayan zinciri burjuvazinin daha sağlamlamasına ve sanayi dönemi başlamadan önce egemen olan entelektüel boşlukta durmasına yardım ederler; ya da kaderin cilvesiyle sağa-sola savrulurlar, [sayfa 178] ekonomik tutamaklarını yitirişleri gibi moral tutamaklarını da yitirirler, gün-gün yaşarlar, kendilerini içkiye verirler kadın peşinde koşarlar; her iki durumda da hayvandırlar. İkinciler "kumar, fuhuş gibi suçlarda hızlı bir artışa" katkıda bulunurlar; burjuvazi[218*] de bu durumun ortaya çıkmasına yolaçan nedenleri harekete geçirdikten sonra olup bitenlerden dehşet içinde kalır.
      İşçiler arasındaki moral bozukluğunun bir başka kaynağı, çalışmaya mahkum oluşlarıdır. Nasıl ki gönüllü, üretken etkinlik insanoğlunun tattığı en üstün haz ise, zorunlu çalışma da en haşin ve aşağılayıcı bir cezadır. İnsanın kendi iradesine karşın, her gün, sabahtan gece vaktine kadar, belli bir şey yapmakla sınırlanmasından daha dehşet verici bir şey yoktur. Ve işçi kendisini ne kadar daha çok insan hissederse, işi ona, o kadar çok nefret edilesi görünür; çünkü sınırlanmışlığı görür, işin kendisi için amaçsızlığını görür. Peki neden çalışır? İş aşkı uğruna mı? Doğal bir dürtüyle mi? Hiç değil. Para için, işin kendisiyle hiçbir biçimde ilişkisi olmayan bir şey için çalışır;[219*] o kadar uzun üstelik kesintisiz bir tekdüzelik içinde çalışır ki, azıcık insansal duyguları varsa, ilk haftalar içinde işi onun için bir işkence haline gelir. Zorunlu işin hayvani astına etkilerini, işbölümü daha da çoğaltmıştır. Birçok alanda işçinin etkinliği, küçük ve salt mekanik bir el hareketine, her dakika yinelenen, yıllar boyu değişmeyen[220*] bir el hareketine indirgenmiştir. Çocukluk yaşından itibaren her gün, günde oniki saat iğne ucunu sivrilten ya da dişlileri eğeleyen ve başından beri İngiliz proletere zorla kabul ettirilmiş koşullar altında yaşayan bir insan, otuzuncu yılında insansal duyguyu ve yeteneği ne kadar koruyabilir ki? Buharın[221*] sanayide kullanılışından beri hep [sayfa 179] aynı işçinin işi kolaylaşmıştır, kas gücünden tasarruf edilmiştir, ama işin kendisi, başından sonuna, anlamsız ve tekdüze hale gelmiştir; zihin çabasına yer veren hiçbir alan kalmamıştır; yalnızca, işçiyi başka şey düşünmekten alıkoyacak yeterlikte bir dikkat gerektirir o kadar.[222*] Ve böyle bir işe mahkumiyet, onun tüm zamanını alan, yemek ve uyumak için bile pek az zaman bırakan, açık havada yürüyüş yapması ya da doğanın tadına varması için hiç vakit bırakmayan bir işe mahkumiyet, zihinsel çalışma için çok az zaman bırakan bir işe mahkumiyet insanı hayvan düzeyine indirgemez de ne yapar? Yineleyelim, işçi seçimini yapmalıdır; ya kaderine razı olmalıdır, "iyi" bir işçi haline gelmeli, burjuvazinin çıkarlarını "sadakatle" gözetmelidir — böyle bir durumda kesinlikle bir hayvan haline gelir; ya da isyan etmeli, insanlığı için sonuna kadar savaşmalıdır, bunu da ancak burjuvaziye karşı savaşarak yapabilir.
      Tüm bu koşullar işçiler arasında geniş bir ahlak bozukluğu yarattığı zaman, bu alçalmayı daha geniş çerçevelere ve uç noktalara taşımak üzere, eski öğelere bir yenisi daha eklenir. Bu öğe, nüfusun merkezileşmesidir. İngiliz burjuvazinin yazarları, büyük kentlerin ahlak bozucu eğilimi karşısında feryat ediyorlar; sapkın Yeremyalar[223*] gibi, kentlerin yıkılışı değil, büyüyüşü üzerine ağıt düzüyorlar. Sheriff Alison hemen her şeyi, The Age of Great Cities [Büyük Kentler Çağı] yazarı Dr. Vaughan, ondan da fazlasını bu etkiye bağlıyor. Bu da doğal, çünkü mülk sahibi sınıfın, işçiyi bedence ve ruhça yıkma eğilimi taşıyan öteki koşulların sürmesinde doğrudan çıkarı var. Yoksulluğun, güven yokluğunun, aşırı çalışmanın, çalışma zorunluğunun başlıca yıkıcı öğeler olduğunu bir itiraf etseler, bundan, öyleyse yoksula mal-mülk verelim, nafakasını güvenceye alalım, aşırı çalışmaya karşı yasa yapalım gibi bir sonuç çıkarmak zorunda kalacaklar; bu [sayfa 180] da burjuvazinin cüret edemeyeceği bir şey. Kaldı ki, büyük kentler öylesine kendiliğinden büyüdü ve nüfus o kentlere öylesine kendiliğinden aktı ve bundan yalnızca sanayinin ve orta-sınıfın kazanç sağladığı çıkarsaması öylesine zayıf bir sav ki, egemen sınıf için, bütün günahları, görünüşe göre sakınılması olanaksız bu gelişmeye bağlamak çok kolay oluyor. Gerçekteyse büyük kentler, zaten çekirdek halinde varolan kötülüklerin yalnızca daha hızlı ve daha kesin gelişmesini sağlıyor, o kadar. Alison bunu itiraf edecek kadar insandır; safkan bir liberal sanayici değildir, yalnızca yarı bir Tory burjuvadır; ve bu nedenle de tam gelişmiş bir burjuva bütün bütün körken, onun bir gözü açıktır. Onu dinleyelim:[224*]
      "Fuhuş ayartması, zevkin iğfal etmesi, budalalığın çekiciliği" bunlar hep büyük kentlerdedir; "cezasız kalma umudu suçu yüreklendirir, bol bol örneklerinin görülmesi, tembelliği teşvik eder. Adi ve günahkar, kırsal yörenin sadeliğinden çıkıp bu büyük bozulmuş insan pazarlarına akar; kötülük edeceği mağduru burada bulur ve göze aldığı tehlikenin ödülünü de burada elegeçirir. Erdem, buralardaki karmaşadan dolayı sıkıntıdadır. Belirlenmesinin güçlüğü suçu yetkinleştirir; ahlaksızlığı, vaadettiği haz ödüllendirir. Eğer insan St. Giles'da, Dublin'in kalabalık sokaklarında ya da Glasgow'un yoksul mahallerinde gece vakti yürürse, bu gözlemlerin kanıtlarıyla bol bol karşılaşacaktır; alt katmanların uygunsuz alışkanlıklarını ve hafifmeşrep zevklerini bir daha hayretle karşılamayacaktır; dünyada neden bu kadar çok suç olduğuna değil, neden bu kadar az suç olduğuna hayret edecektir. Bu kalabalık ortamlarda insanın çürüyüşünün temel nedeni, kötü örneğin bulaşıcı doğası ve halkın genç kesiminin onca yakınına sokulan fuhuşun kandırıcılığından kaçınmanın aşırı güçlüğüdür. Erdemin gücü hakkında ne düşünürsek düşünelim deneyim gösteriyor ki, üst katmanlar, çirkin suçlara ve uygunsuz alışkanlıklara bulaşmayışlarını, başlıca, ayartıcı sahneden iyi bir talih eseri uzak kalışlarına borçludurlar; [sayfa 181] onlardan daha aşağı katmanlardaki insanlara yönelen baştan çıkarmaya hedef oldukları yerlerde, ayartılmaya boyun eğmekte, alt katmanlardan hiç de geride değildirler. Büyük kentlerde, yoksulun garip talihsizliği, dayanılmaz ayartmalardan sakınamayışı değildir; yüzünü nereye çevirse, fuhuşun, kumarın çekici biçimleriyle ya da suç oluşturan zevklerin ayartıcılığıyla karşılaşmasıdır. Fuhuşun, kumarın, vb., çekiciliğini, büyük kent yoksulunun genç kesimlerinden saklamanın denenmiş olanaksızlığı, o gençleri, ahlak çöküntüsüne yolaçan birçok etmenin hedefi haline getirmektedir.[225*] Bütün bunlar, bu ahlaksızlık mağdurlarının karakterindeki herhangi bir alışılmadık ya da olağanüstü ahlak bozukluğundan değil, ama yoksulu hedefleyen baştan çıkarma girişimlerinin direnilemez doğasından ileri gelmektedir. Onların davranışını kınayan zengin de hiç kuşku yok ki, benzer nedenlerin etkisine, onlar kadar hızla teslim olurdu. Erdemin nadiren karşı koyabildiği ve özellikle gençlerin genel olarak direnemedikleri günaha girmekte, sefaletin ve günaha yakınlığın belli bir payı vardır. Bu koşullarda fuhuş, kumar, vb.'nin artması, hastalık mikrobunun bulaşması kadar kesin ve neredeyse o kadar hızlıdır."
      Ve bir başka bölümde:
      "Üst katmanlar, kendi yararları uğruna emekçi sınıfları küçük bir yere, çok sayıda çektikleri zaman, suçun bulaşması hızlı ve sakınılamaz hale gelir. Alt katmanlar, ahlak ve din eğitimi açısından şimdiki konumlarında oldukları ölçüde, tifüse yakalandılar diye ne kadar suçlanabilirlerse, baştan çıkarmalara kapıldılar diye de o kadar suçlanabilirler."
      Yeter! Yarı-burjuva Alison, kendini ifade etme biçimi ne kadar dar da olsa, işçilerin ahlakı üzerinde büyük kentlerin yaptığı günahkar etkiyi gözlerimizin önüne seriyor. Bir başkası, pur sang[226*] bir burjuva, Tahıl Yasasıyla Savaşım Liginin kalbini fetheden Dr. Andrew Ure,[227*] işin öteki yüzünü [sayfa 182] ortaya koyuyor. Büyük kentlerdeki yaşamın, işçiler arasında entrikaları kolaylaştırdığını ve pleblerin eline güç verdiğini söylüyor. Eğer işçiler eğitilmezse (yani burjuvaziye itaat etmesi için eğitilmezse) diyor Ure, sorunları tek yanlı olarak, sinsi bir bencilliğin bakış açısından değerlendirebilirler ve kurnaz demagoglar tarafından gözlerinin bağlanmasına izin verebilirler; hatta kendilerine iyilik eden hayır sahibi, tutumlu ve girişimci kapitalistleri kıskanç ve hasım bir gözle görebilirler. Burada, ancak esaslı bir eğitim yarar sağlayabilir, yoksa ulusal iflas ve öteki dehşet verici bunalımlar sökün edecektir; çünkü işçi devriminin patlamaması olası değildir. Bizim burjuva, korkularında fevkalade haklıdır. Nüfusun merkezileşmesi, mülk sahibi sınıfı harekete geçirir ve geliştirirse, işçilerin gelişimini daha da hızlandırır. İşçiler bir sınıf olduklarını, bir bütün olduklarını hissetmeye başlarlar; kişiler olarak zayıfsalar da birleştikleri zaman bir güç haline geldiklerini algılamaya başlarlar; burjuvaziden ayrışmaları, işçilere özgü ve yaşamdaki konumlarına uygun düşen görüşler teşvik görür; baskıya karşı bilinç uyanır ve işçiler toplumsal ve siyasal önem kazanırlar. Büyük kentler, işçi hareketinin doğum yerleridir; işçiler kendi koşulları üzerinde düşünmeye ve o koşullara karşı savaşım vermeye ilkin oralarda başlamışlardır; proletarya ile burjuvazi arasındaki karşıtlık ilkin kendini büyük kentlerde ortaya koymuştur; sendikalar, çartizm ve sosyalizm oralardan çıkarak ilerlemiştir. Toplumsal bünyenin, tarihsel olarak kırsal yörelerde ortaya çıkan hastalığını, büyük kentler keskinleştirmiş, gerçek doğasını ve tedavi yollarını belirgin hale getirmiştir. Büyük kentler ve onların kamusal zeka üzerindeki zorlayıcı etkisi olmasaydı, işçi sınıfı şimdi olduğundan çok daha az ilerlerdi. Ayrıca, büyük kentler, emekçilerle patronlar arasındaki ataerkil ilişkinin son kalıntılarını da yıktılar; geniş-ölçekli üretim, tek patrona bağlı olarak çalışanların sayısını [sayfa 183] artırarak bu sonuca katkıda bulundu. Doğru, burjuvazi bütün bunlara esef ediyor, esef etmek için de çok nedeni var; çünkü eski koşullar döneminde, burjuvazi, işçilerin isyanına karşı göreli olarak güvendeydi. Onlara zulmedebilir ve işçileri doya doya yağmalayabilirdi; gene de tepeden bakan ve kendisine hiçbir maliyeti olmayan ufak bir dostluk göstererek ya da görünüşte saf, kendiliğinden ya da gerekmediği halde bir iyi kalplilik belirtisiymişçesine ufak bir armağan vererek, bu budala insanların itaatini, minnettarlığını ve rızasını kazanırdı. Kendisinin eseri olmayan koşullarda bir burjuva birey olarak, görevini, hiç değilse kısmen yapabilirdi; ama salt yöneten sınıf oluşu nedeniyle tüm ulusun içinde bulunduğu koşullardan sorumlu bulunan[228*] egemen sınıfın bir üyesi olarak, o konumunun gerektirdiği hiçbir şey yapmadı. Tam tersine, o kendi bireysel yararı için tüm ulusu yağmaladı. İşçinin köleliğini ikiyüzlüce saklayan ataerkil ilişkiler içindeyken, işçinin entelektüel bir sıfır olarak, kendi çıkarlarının tümden cahili, özel bir kişi olarak kalması gerekiyordu. Ancak ve ancak patronuna yabancılaştıktan, çalışanla çalıştıran arasındaki tek bağın parasal kâr olduğuna inandıktan, patronla arasında bulunan ve en hafif denemeye dayanamayan duygusal bağ çöktükten sonra, ancak o zaman işçi kendi çıkarlarını anlamaya başladı ve bağımsız olarak gelişti; ancak ondan sonra düşüncelerinde, duygularında ve iradesini ifadede, burjuvazinin kölesi olmaktan çıktı. Bu sonuca, geniş-ölçekli üretim ve kentlerde üretim, geniş ölçüde katkıda bulundu.
      İngiliz işçilerin karakterini biçimlendiren bir başka büyük etmen, daha önce sözü edilen İrlandalı göçüdür. Bu göç, gördüğümüz gibi, bir yandan İngiliz işçilerin konumunu geriletti, onları uygarlıktan kopardı ve yığınların karşılaştığı zorlukları ağırlaştırdı; ama öte yandan işçilerle burjuvazi arasındaki uçurumu derinleştirdi ve yaklaşan bunalımı hızlandırdı. Çünkü, İngiltere'nin müptela olduğu toplumsal [sayfa 184] hastalığın izlediği seyir, herhangi bir bedensel hastalığın izlediği seyir gibidir; belli yasalara göre gelişir, kendi bunalımlarını yaşar, bu bunalımların en sonuncusu ve en şiddetlisi de hastanın yazgısını belirler. Ve İngiliz ulusu, son bunalımda yenik düşemeyeceği, yeniden doğmuş ve kendini yenilemiş olarak o noktadan ileri doğru yürümesi gerektiği için, hastalığın seyrini hızlandıran her şeyi sevinçle karşılamalıyız. İngiltere'ye ve İngiliz işçi sınıfına dışardan getirdiği öfkeli, cıva gibi İrlandalı mizacı nedeniyle İrlandalı göçü hastalık seyrinin hızlanmasına daha da katkıda bulunmaktadır. Fransızlarla Almanlar birbirlerine karşı ne iseler, İngilizle İrlandalı da birbirine karşı odur; cana yakın, kolay heyecanlanır, şevkli İrlandalı karakteriyle istikrarlı, makul, sabırlı İngiliz mizacının birbirine karışması, uzun erimde her ikisi için de yalnızca iyi sonuçlar üretmelidir. Hataya karşı cömert davranan ve öncelikle duygularının etkisi altında olan İrlandalı doğası kısmen iki ırkın karışmasıyla, kısmen gündelik temaslarla müdahale ederek soğuk, rasyonal İngiliz karakterini yumuşatmasaydı İngiliz burjuvazisinin kaba bencilliği, işçi sınıfı üzerindeki sultasını çok daha sıkı yürütebilirdi.
      Bütün bunlar çerçevesinde, işçi sınıfının, adım adım, İngiliz burjuvazisinden bütün bütün farklı bir ırk haline gelmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Burjuvazinin, yeryüzündeki başka her ulusla, yanında yaşadığı işçilerden çok daha fazla ortak yanı vardır. İşçiler başka lehçelerle konuşurlar, başka düşünceleri ve idealleri, başka gelenekleri ve ahlak ilkeleri, burjuvazininkinden farklı bir dinleri ve politikaları vardır. Böylece birbirine hiç mi hiç benzemez iki ayrı ulusturlar; birbirine hiç benzemez iki ırkın oluşturduğu iki ulus gibidirler; Avrupa kıtasında onlardan birini, burjuvaziyi biliyoruz. Ama İngiltere'nin geleceği için asıl önemli olanı ikincisidir, halktır, proletaryadır.[229*] [sayfa 185]
      İngiliz emekçisinin, örgütlerde ve siyasal ilkelerde ifadesini bulduğu biçimiyle toplumsal karakteri üzerinde ilerde duracağız; şimdi burada, biraz önce andığımız etmenlerin, işçinin kişisel karakteri üzerinde yarattığı sonuçları irdeleyelim. İşçi, sıradan yaşamda burjuvadan çok daha insancıldır. Dilencilerin hemen hemen özellikle işçilerden medet umduğunu ve yoksulun genelde burjuvalardan çok işçiler tarafından gözetildiğini daha önce belirtmiştim. İnsanın, dilediği gün kendi kendine kanıtlayabileceği bu olguyu, başkalarının yanısıra Manchester canon'u[230*] Dr. Parkinson da doğruluyor. Dr. Parkinson şöyle diyor:[231*]
      "Zenginin yoksula verdiğinden çok daha fazlasını yoksul yoksula verir. Benim bu savımı, bilgisi ve yetenekleri kadar insancıllığı da çok belirgin olan, en yaşlı, en bilgili ve en keskin gözlemcilerimizden biri olan Dr. Bardsley'in ifadesi de doğruluyor; onun açıkladığı üzere, her yıl yoksulların birbirine verdiklerinin toplamı, aynı dönemde zenginin yoksula verdiklerini aşıyor."
      İşçilerin insancıllığı başka yerlerde de kendisini hoş bir biçimde ortaya koyuyor. Kendileri sıkıntılı günler geçirdikleri için, sıkıntıda olanın halinden anlarlar;[232*] bu nedenle onlara daha kolay yaklaşılır, daha dostturlar, her ne kadar paraya mülksahibi sınıftan daha çok gerek duyarlarsa da daha az para-gözdürler. Onlar için para, satın aldığı şey kadar değerlidir; oysa burjuva için para, kendi doğasında bir değere, tanrının değerine sahiptir; burjuvayı hasis, kirli bir para-kurdu yapar. Paraya karşı böyle bir yüceltme duygusunu tanımamış olan emekçi, bu nedenle, burjuvaya göre daha az tamahkardır; para keselerinin artmasını yaşamın amacı ve ucu gibi gören burjuvanın işi-gücü ise kazanmaya dönüktür. [sayfa 186] Bu çerçevede işçi daha az önyargılıdır; burjuvaya bakışla, olgular ne ise onları öyle görmekte gözleri daha keskindir; her şeye kişisel bencilliğin gözlükleriyle bakmaz. Eğitimindeki eksiklik onu dinsel yan-tutmalardan korur; dinsel sorunları anlamaz, onlar üzerinde kafa yorma zahmetine girmez; burjuvaziyi birarada tutan bağnazlık ona yabancıdır; bir raslantı sonucu şu ya da bu dinden ise, bu yalnızca ismen öyledir, kuramsal olarak bile değil. Pratikte, bu dünya için yaşar, bu dünyayı içinde rahat edeceği bir yer yapmaya çalışır. Burjuvazinin tüm yazarları, işçilerin dindar olmadığı ve kiliseye gitmediği noktasında görüş birliğindedirler. Genel ifadelerden anlaşıldığına göre kiliseye gidenler İrlandalılardır, bazı yaşlı insanlardır, yarı-burjuvalar, iş nezaretçileri, ustalar ve benzerleridir. Ama kitleler arasında dine karşı, çok yaygın bir kayıtsızlık vardır; ya da en fazladan tanrının varlığına inanmanın bazı izlerine, ancak sözde kalmanın ötesine geçebilecek ölçüde gelişmemiş olan izlerine raslanır ya da, kafir, ateist türü sözlere karşı muğlak bir ürküntü gözlenir. Hangi mezhepten olurlarsa olsunlar tüm din adamlarının, emekçiler arasında adı kötüye çıkmıştır; gerçi din adamlarının etkilerini yitirmeleri, son zamanlarda olmuştur. Günümüzde birinin "O bir rahip"[233*] diye bağırması, çoğu zaman din adamını, konuşma kürsüsünden indirmeye yeter. Ve içinde yaşadığı öteki koşullar gibi, dinden ve öteki kültürlerden yoksun oluşu, emekçiyi, gençlik günlerinden itibaren kafasına akıtılmış sınıfsal önyargılarla doldurulan burjuvaya bakışla, edinilmiş sabit öğretilerden, sıkıcı kalıp fikirlerden daha özgür yapar. Burjuvanın adam olacağı falan yoktur; her ne kadar liberal bir görünüşe bürünüyorsa da o temelde muhafazakardır; çıkarları mülk sahibi sınıfın[234*] çıkarıyla bağlıdır; her türlü aktif eylem için onun işi bitmiştir; İngiltere'nin tarihsel gelişim cephesinde ön siperlerdeki yerini yitirmektedir. Onun yerini, önce hak sahibi savıyla, sonra da fiilen işçiler alıyor. [sayfa 187]
      Bütün bunlar ve bunlarla tutarlı olarak, işçilerin daha sonra değineceğimiz toplumsal eylemleri, bu sınıfın karakterinin olumlu yanını oluşturmaktadır; olumsuz yanı ise, kısaca özetlendiği gibi varolan koşulların doğal sonucu olarak ortaya çıkar. Burjuvanın işçileri suçladığı ana noktalar ayyaşlık, cinsel çarpıklıklar, yabanilik ve mülkiyet haklarına saygısızlıktır. Çok içmeleri, beklenir bir şeydir. Sheriff Alison, her Cumartesi akşamı Glasgow'da otuzbin emekçinin sarhoş olduğunu öne sürüyor ki, bu tahmin hiç de abartılı değil; bu kentte 1830'da oniki evden birinin ve 1840'ta on evden birinin meyhane olduğunu ifade ediyor; İskoçya'da ödenen üretim vergisinin 1823'te 2.300.000 galon[235*] alkollü içki için, 1837'de 6.620.000 galon için, İngiltere'de 1823'te 1.976.000 ve 1837'de 7.875.000 galon alkollü içki için olduğunu belirtiyor.[236*] Sahibinin, içinde içilmek üzere, bira satmasına izin verilen birahanelerin (jerry-shops[237*]) açılmasını kolaylaştıran 1830 tarihli Bira Yasası, birahaneleri neredeyse herkesin kapısına getirerek ayyaşlığın yayılmasına katkıda bulundu. Hemen hemen her sokakta böyle birçok birahane var ve kırsal yörelerde iki ya da üç evden biri kesinlikle Alman-dükkanıdır. Bunların yanısıra çok sayıda örtülü[238*] yerler, yani ruhsatsız birahaneler, büyük kentlerde, bir de gözden ırak, polisin pek uğramadığı, çok miktarda içki üreten gizli imalathaneler var. Gaskell, yalnızca Manchester'da bu gizli imalathanelerin yüzden fazla olduğunu, üretimlerinin de en az 156.000 galonu bulduğunu tahmin ediyor. Manchester'da her türlü alkollü içki satan[239*] ve Glasgow'daki gibi nüfusa oranı oldukça yüksek, binden fazla meyhane var. Tüm öteki büyük kent ve kasabalarda durum aynı. Ayyaşlığın bilinen sonuçlarından ayrı olarak, erkeklerin, kadınların ve hatta [sayfa 188] çocukların, bazan kucağında yavrusuyla annelerin, buralarda, burjuva rejiminin en alt düzeydeki mağdurlarıyla, hırsızlarla, dolandırıcılarla ve fahişelerle biraraya geldiği düşünülürse, birçok annenin kucağındaki çocuğa içmesi için cin verdiği düşünülürse, böyle yerlere uğramanın ahlak çökertici etkileri yadsınamaz.
      Cumartesi akşamları, özellikle ücretler ödendikten ve iş, alışılagelenden biraz erkence durduktan sonra, tüm işçi sınıfı, kendi yoksul mahallerinden çıkıp ana caddelere aktıktan sonra, ayyaşlık bütün kaba-sabalığıyla kendini gösterir. Böyle akşamlarda Manchester'ın dışına çıkarken yalpalayarak yürüyen ya da atık su kanallarına boylu boyunca uzanıp kalmış insanları görmediğim pek nadirdir. Pazar akşamları aynı sahne genelde yinelenir, ama biraz daha az gürültülüdür. Ve tüm paralarını harcadıktan sonra ayyaşlar her kentte bol bol bulunan en yakın rehinciye —Manchester'da altmışın üstünde, ve on ya da onikisi de Salford'un tek bir sokağında, Chapel sokağında— giderler, ellerinde ne varsa rehin koyarlar. Ev eşyası, varsa pazar giysileri, yığın yığın mutfak kap-kacağı, şaşmaksızın gelecek çarşambadan önce yeniden geri götürülmek üzere cumartesi akşamları geri alınır; herhangi bir terslik, malı rehinden kesin olarak kurtarmayı önleyinceye kadar ya da rehinci hırpalanmış ya da kullanılamaz hale gelmiş mal için tek kuruş vermeyi reddedinceye kadar bu böyle sürer ve eşyalar birbiri ardından tefecinin pençesine düşer. İngiltere'de işçiler arasındaki ayyaşlığın çapını gördüğü zaman insan, lord Ashley'nin,[240*] bu sınıf, alkollü içkiye yılda yirmibeş milyon sterlin kadar bir para harcar sözüne hak vermeden edemiyor; ve yaşam koşullarının kötüleşmesi, ruh ve fizik sağlığındaki korkutucu çöküntü, ev-içi ilişkilerin bozulması gibi izleyen olayların nedeni kolayca anlaşılıyor. Doğru, ayyaşlıkla savaşım dernekleri elden geleni yapıyorlar ama, milyonlarca işçi arasında birkaç bin yeşilaycı[241*] nedir ki? İçkiyle savaşım için öne çıkan İrlandalı din [sayfa 189] adamı rahip Mathew İngiliz kentlerini dolaştığı zaman, otuzbinle altmışbin arasında işçi içki içmemeye yemin ediyorlar,[242*] ama bir ay içinde çoğu yemininden dönüyor. Manchester'da son üç-dört yıl içinde içki içmeyeceğine ilişkin yemin edenler sayılsa, toplam, kentin tüm nüfusunu geçer; ama gene de ayyaşlığın azaldığını gösteren bir belirti yok.
      İçkideki aşırılığın yanısıra İngiliz emekçilerin bir başka temel yanlışı aşırı cinsel serbestliktir. Ama bu da, özgürlüğünü uygun biçimde kullanabileceği olanaklardan yoksun ve kendi başına bırakılmış bir sınıfın konumunun amansız mantığıdır; kaçınılmaz zorunlu sonucudur. Burjuvazi işçi sınıfının sırtına büyük sıkıntı ve zorluk yüklemiş, onlara yalnızca bu iki zevki bırakmıştır; sonuç şu: emekçi, yaşamdan bir şeyler alabilmek için tüm enerjisini bu iki zevk üzerinde yoğunlaştırmıştır; bu iki zevki en aşırıya vardırmaktadır; hiçbir engel tanımadan içkiye ve cinselliğe teslim olmaktadır. Ancak hayvana uygun düşen koşullarda tutuldukları zaman, onlara ya isyan etmek ya insanlıktan uzaklaşmaya teslim olmak dışında bir şey mi kalır? Hele bir de burjuvazi, fahişeliği ayakta tutmak için kendine düşeni hakkıyla yapıyorsa — ve her akşam Londra sokaklarını dolduran 40.000 fahişenin[243*] kimbilir ne kadarı, geçimini erdemli burjuvadan sağlıyor? Kim bilir ne kadarı bir burjuvanın iğfali yüzünden bedenini sokaktan gelip geçene sunmak zorunda kalıyor? — o zaman işçileri, cinsellikte hayvanlar gibi davranmakla suçlamaya o burjuvazinin hiç mi hiç hakkı yoktur.
      İşçilerin kusuru genelde gemlenmemiş bir haz susuzluğunda, sağgörü bilmezlikte, toplumsal düzene uyma esnekliği olmayışında ve anlık bir zevki daha uzaktaki bir yarar için feda etmedeki yeteneksizliğinde aranabilir. Ama buna şaşılmalı mıdır? Bir sınıf, yorucu çalışmasının karşısında pek az şey satın alabiliyorsa, yalnızca en tensel zevkleri [sayfa 190] satın alabiliyorsa, kendisini o zevklere körcesine ve delicesine teslim etmez mi? Eğitimi için hiç kimsenin kendini zahmete sokmadığı bir sınıf, bir raslantının oyuncağı olan, yaşamında güvence nedir bilmeyen bir sınıf— böyle bir sınıfı, sağgörülü olmaya, "saygın" olmaya ne teşvik edebilir; proletaryanın sürekli değişen, bir günden ötekine farklılıklar gösteren yaşam koşullarında, tam da o değişimler nedeniyle oldukça kuşkulu olan ileriki bir haz için anlık zevki feda etmeye bu sınıfı ne teşvik edebilir? Toplumsal düzenin avantajlarından yararlanamayan, ama tüm dezavantajlarını sırtında taşıyan bir sınıf, toplumsal sistemin kendisine karşı yalnızca hasımca yönleriyle ortaya çıktığı bir sınıf — böyle bir sınıfın toplumsal düzene saygılı olmasını kim isteyebilir? Gerçekten bu, çok fazla şey istemektir! Ama emekçi, toplumun bugünkü düzeni var kaldıkça, ondan sakınamaz ve işçi bir birey olarak o düzene direndiği zaman, en büyük hasarı kendisi görür.
      Böylece toplumsal düzen, işçi için aile yaşamını hemen neredeyse olanaksız hale getirir. Rahatsız, pis bir evde, yalnızca geceleri kalmak için bile pek iyi olmayan, kötü döşenmiş, ne yağmura karşı koruyan ne ılık olan bir evde, odaları tıka-basa insanla doldurulmuş pis kokulu bir evde, rahat bir aile düzeni olanaksızdır. Koca gün boyu çalışır, belki karısı ve büyük çocuğu da çalışır, her biri ayrı bir yerde, ancak akşam ve sabah birbirlerini görürler; hepsi sürekli olarak içki içme kışkırtısıyla yüzyüzedirler; bu koşullarda nasıl bir aile yaşamı olabilir? Yine de emekçi bir aileden sakınamaz, bir aile içinde yaşamak zorundadır ve sonuç, hem çocukları hem ana-babayı moral huzursuzluğa iten süreğen aile geçimsizlikleri ve ağız dalaşıdır. Bütün ev görevlerinin, özellikle çocukların ihmal edilmesi İngiliz emekçileri arasına çok yaygındır ve toplumun varolan kurumlarınca çok güçlü biçimde teşvik edilmektedir. Bu yaban ortamında, bu ahlak bozucu etkiler altında büyüyen çocukların,[244*] efendi ve ahlaklı olmaları [sayfa 191] beklenmektedir! Gerçekte kendini kandıran burjuvazinin çalışan insandan beklentileri böncedir!
      Varolan toplumsal düzene karşı gelmek, en çok, en aşırı biçimde, yani yasalara karşı suç işlemek biçiminde göze çarpar. Emekçi üzerinde ahlak bozucu etkiler daha güçlü hale gelirse, olağandan daha yoğun hal alırsa, su nasıl 80 derece Reaumur'de su olmaktan çıkıp buharlaşırsa, o da olağan halinden çıkıp suçlu haline gelir. Burjuvanın vahşi ve vahşileştirici muamelesi altında emekçi, su gibi, iradesi olmayan bir şey haline gelir ve aynı gerekirlilikle doğa yasalarına tabi olur; belli bir noktada, tüm özgürlük biter. Bu çerçevede, proletaryanın genişlemesiyle birlikte İngiltere'de suç da artmıştır ve Britanya halkı, dünyadaki en suçlu halk haline gelmiştir. İçişleri bakanının yıllık suçlu çizelgelerinde açıkça görülüyor ki, İngiltere'de suçlardaki artış, akıl almaz bir hıza erişmiştir. Suç olaylarında yıllara göre tutuklama sayısı yalnızca İngiltere'de ve Galler'de şöyledir:30 1805, 4.605; 1810, 5.146; 1815, 7.818; 1820, 13.710; 1825, 14.437; 1830, 18.107; 1835, 20.731; 1840, 27.187; 1841, 27.760; 1842, 31.309. Başka deyişle otuzyedi yılda tutuklamalar yedi kat artmıştır. 1842'de bu tutuklamalardan 4.497'si yani yüzde 14'ü yalnızca Lancashire'da, 4.094'ü yani yüzde 13'ten fazlası Londra dahil Middlesex'te olmuştur. Böylece, geniş proleter nüfusu içine alan büyük kentleri kapsayan iki yöre, nüfusları toplam nüfusun dörtte-birinden çok az olduğu halde, toplam suçun dörtte-birini[245*] üretmiştir. Dahası, suç çizelgeleri gösteriyor ki, suçların neredeyse tümü proletaryanın içinde ortaya çıkmıştır; gerçekten de 1842'de, ortalama alınınca, 100 suçludan 32,35'inin okuması yazması yoktur, 58,32'sinin okuması yazması iyi değildir, 6,77'sinin okuması ve yazması iyidir, 0,22'si yüksek öğrenim yapmıştır, 2,,34'ünün eğitim derecesi belirlenememiştir. İskoçya'da suç daha da hızlı artmıştır. 1819'da suç olaylarında 89 kişi tutuklanmışken, daha 1837'de bu sayı 3.126'ya ve 1842'de 4.189'a yükselmiştir. [sayfa 192] Resmî raporu Sheriff Alison'un hazırladığı Lanarkshire'da nüfus otuz yılda bir ikiye katlanırken, suç beş-buçuk yılda bir katlanmış, yani nüfus artışından altı kat daha hızlı olmuştur. Bütün uygar ülkelerde olduğu gibi suçlar, büyük çoğunlukla mala-mülke karşı işlenmektedir, o nedenle şu ya da bu türden bir yoksunluğun eseridir; bir insan sahip olduğu şeyi çalmaz. Mala-mülke karşı işlenen suçların nüfusa oranı Hollanda'da 1:7.140 ve Fransa'da 1:1.804 iken, Gaskell'in kitabında yazdığına göre İngiltere'de l:799'dur. İnsana karşı işlenen suçların nüfusa oranı Hollanda'da 1:28.904 ve Fransa'da 1:17.573 iken İngiltere'de l:23,395'tir; genel olarak suçların tarımsal yörelerde nüfusa oranı 1:1.043, sanayi yörelerinde l:840'tır.[246*] Bugün İngiltere'nin tümünde, her ne kadar Gaskell'in kitabını yayınlayışının üzerinden on yıl ancak geçtiyse de oran l:660'tır.[247*]
      Bu gerçekler, hiç kuşku yok, herhangi bir insanı hatta bir burjuvayı bir an durup, bu durumun sonuçları hakkında düşünmeye yöneltmek için yeter de artar bile. Eğer moral çöküntüsü ve suç, yirmi yıl süreyle bu oranda artarsa (ve eğer bu yirmi yılda İngiliz sanayisi şimdikinden daha az gönenç sağlarsa suçun kademeli artışı daha da hızlanır) sonuç ne olur? Toplum zaten gözle görülür bir çözülme içinde; bir gazete alıp da tüm toplumsal bağların kopmakta olduğunun kanıtını görmemek olanaksız. Bir gazete yığınını önüme serip şöyle rasgele bakıyorum; işte 30 Ekim 1844 tarihli Manchester Guardian; üç günün olaylarını haber veriyor. Gazete artık Manchester'la ilgili tam ayrıntıları vermiyor, yalnızca en ilginç olayları anlatıyor: örneğin bir fabrikada işçiler ihbarda bulunmaksızın yüksek ücret için greve gittiler ve mahkeme tarafından işe dönmelerine karar verildi; Salford'da birkaç erkek çocuk hırsızlık yaparken yakalandı, iflas etmiş bir tüccar da kendisine borç verenleri kandırmaya çalıştı. Komşu kasabalara ilişkin haberler daha ayrıntılı: Ashton'da [sayfa 193] iki hırsızlık, bir ev soygunu, bir intihar; Bury'de bir hırsızlık; Bolton'da iki hırsızlık, bir vergi sahtekarlığı; Leigh'de bir hırsızlık; Oldham'da bir ücret grevi, bir hırsızlık, İrlandalı kadınlar arasında bir kavga, işçileri sendikalı olmayan bir şapkacıya sendikacıların saldırısı, bir kadının oğlu tarafından dövülmesi,[248*] bir polise saldırı, bir kilise soygunu; Stockport'ta işçilerde ücret huzursuzluğu, bir hırsızlık, bir sahtecilik, bir kavga, bir kadının kocası tarafından dövülmesi; Warrington'da bir hırsızlık, bir kavga; Wigan'da bir hırsızlık ve bir kilise soygunu. Londra gazetelerinin haberleri daha da kötü: Sahtecilikler, hırsızlıklar, saldırılar, aile kavgaları birbirini kovalıyor. 12 Eylül 1844 tarihli Times gazetesi tek günün olaylarını haber veriyor; bu olaylar arasında bir hırsızlık, polise saldırı, bir babanın gayrımeşru oğluna bakmaya hüküm giymesi, ana-babasının bir çocuğu bırakıp kaçması, bir adamın eşi tarafından zehirlenmesi de var. Tüm İngiliz gazetelerinde benzer haberler bulunabilir. Bu ülkede toplumsal savaş tam hızla ilerliyor; herkes kendini koruyor ve her önüne çıkana karşı kendisi için savaşıyor ve düşmanlığını açıkça ilan ettiği tüm öteki insanlara zarar verip vermemesi, kendisi için hangisinin daha yararlı olduğu hususunda sinsi bir hesaba dayanıyor. Artık hiç kimse, insanlarla barış içinde yaşamayı düşünmüyor; tüm karşıtlıklar tehditle, zorbalıkla ya da mahkemede çözülüyor. Kısacası herkes komşusunu, ya ortalıktan temizlenmesi gereken bir düşman ya da en fazlasından kendi yararı için kullanabileceği bir araç gibi görüyor. Ve bu savaş, suçlular çizelgesinin gösterdiği gibi her yıl daha sert, daha hırslı, daha uzlaşmaz biçimde büyüyor. Düşmanlar, adım adım iki büyük kampa[249*] bölünüyorlar — bir yanda burjuvazi, öte yanda işçiler. Herkesin herkese karşı, burjuvazinin proletaryaya karşı bu savaşı, bizi şaşırtmamalı; çünkü bu, serbest rekabet ilkesinin mantıksal sonucu. Ama hızla toplanan fırtına bulutları karşısında burjuvazinin [sayfa 194] böyle sakin ve huzurlu kalmasına, gazetelerdeki tüm bu haberleri her gün, böyle bir toplumsal duruma öfke duyarak demeyeceğiz ama sonuçlarından korkmaksızın, her gün belirtilerini suç olarak ortaya koyan yaygın bir patlamadan korkmaksızın okumasına şaşırabiliriz. Ama sonuçta o burjuvazidir, ve kendi bakış açısından bu gerçekleri göremez, sonuçlarını ise hiç algılayamaz. Hayret verici olan, sınıfsal önyargının ve önceden kalıba dökülmüş fikirlerin tüm bir sınıfı böylesine kusursuz, ve diyebilirim ki böylesine çılgınca, bir körlük içinde tutabilmesidir. Bu arada burjuva görsün ya da görmesin, ulus kendi yolunda yürüyor ve günün birinde mülk sahibi sınıfı, kendi felsefesinin düşlemediği şeylerle şaşırtacak. [sayfa 195]