İRLANDALI GÖÇÜ
İNGİLTERE'YE göçmüş İrlandalılardan daha önce
birçok kez sözetmiştik; şimdi de bu göçün nedenlerini ve sonuçlarını biraz daha
yakından ele alacağız.
Eğer İngiltere, yoksul ve sayıca çok İrlandalı
nüfusa, emrindeki bir yedek güç olarak sahip olmasaydı, İngiliz sanayisinin o
hızlı genişleyişi gerçekleşemezdi. İrlandalının kendi ülkesinde yitireceği bir
şey yoktu, İngiltere'de ise kazanabileceği çok şey vardı; ve St. George
kanalının doğu yakasında, güçlü kuvvetli kişilere istikrarlı bir iş ve iyi bir
ücret sağlandığı İrlanda'da öğrenildikten sonra, buraya her yıl İrlanda'dan
ordular akmaya başladı. Yapılan hesaplara göre bir milyondan fazla insan zaten
göç etmişti, her yıl da ellibin kadar insan göçüyordu; yaklaşık hepsi sanayi
yörelerine, özellikle büyük kentlere gidiyor ve oralarda nüfusun en alt sınıfını
oluşturuyorlardı. Böylece Londra'da 120.000, Manchester'da
[sayfa 146] 40.000, Liverpool'da 34.000, Bristol'da 24.000, Glasgow'da
40.000, Edinburgh'da 29.000 yoksul İrlandalı halk.[164*]
Uygarlıktan neredeyse bütünüyle yoksun olarak büyüyen bu insanlar, gençlikten
itibaren her türlü yoksunluğa alışmışlardır; kaba, sert ve ihtiyatsızdırlar; tüm
yaban alışkanlıklarını kendileriyle birlikte, doğrusunu söylemek gerekirse kendi
içinde eğitime ve ahlaka yer vermesi için pek bir nedeni olmayan İngiliz nüfusun
bir sınıfı içine taşımışlardır. Bu konuda Thomas Carlyle'ı dinleyelim:[165*]
"Yabanıl Miles[166*]
özellikleri, sahte hünerlilik görünüşü, huzursuzluk, mantıksızlık, zavallılık ve
alaycılık, sizi bütün anayollarda ve arayollarda selamlar. İngiliz posta
arabasının sürücüsü, hızla geçip giderken, Miles'ı kamçısıyla kamçılar, ağzından
küfürler saçar; Miles, şapkasını önünde tutup dilenir. Bu ülkenin uğraşmak
zorunda olduğu en onmaz kötülüktür. Paçavralarının içinde ve gülen yabanlığıyla,
patates almasını sağlayacak bir ücret karşılığında kol ve sırt gücüyle
yapılabilecek her işi yüklenmek üzere oradadır. Patatesini tatlandırması için
yalnızca tuz yeter; onun kafasına göre, kalmak için herhangi bir domuz kümesi ya
da köpek kulübesi yeterlidir; bahçe kulübelerinde tüner; giyilip çıkarılmasının,
ancak şenliklerde ve yılın önemli günlerinde göze alınacak kadar güç bir
operasyon olduğu söylenen lime lime giysiler giyer. Sakson, bu koşullarda
çalışırsa ne âlâ, çalışmazsa iş yoktur ona. Uygarlaşmamış İrlandalı, gücüyle
değil, tersine gücün karşıtıyla Sakson yerliyi sürüp çıkarır, onun odasının
sahibi olur. Orada, sefaleti ve mantıksızlığıyla, sahteciliği ve sarhoş
vahşetiyle, bozulmanın ve düzensizliğin hazır çekirdeği olarak kalır. Kim ki
güçlükle yüzerek su üstünde kalmaya çabalar, insanın yüzmeden ve batarak nasıl
yaşayabildiğinin örneğini onda bulabilirler... Tüm [sayfa
147] pazarlarda İrlandalılarla rekabet eden İngiliz alt tabaka
işçilerinin durumu giderek İrlandalınınkine yaklaşıyor: yani yapılması yalnızca
güç ve pek az hüner isteyen her iş, artık İngilizin fiyatıyla değil,
İrlandalınınkine yakın bir fiyatla yapılacak; hani, İrlandalınınkinden gene de
biraz yüksekçe bir fiyata, yılda otuz hafta patates yokluğundan biraz daha iyice
bir fiyata yapılacak; daha iyice bir fiyat, ama gelen her buharlı gemiyle
birlikte eşitliğe doğru saat saat gömülen bir fiyat bu."
İrlandalının ulusal karakterini abartılı ve tek
yanlı karalayışını bir yana koyarsak Cariyle çok haklı. Bir buharlı geminin
güvertesinde sığır gibi bir araya konarak dört peni[167*]
karşılığında İngiltere'ye göç eden bu İrlandalılar her yere sokulurlar. En kötü
evler onlar için yeterince iyidir; giysilerini pek umursamazlar, yeter ki tek
bir iplik parçası onları tutsun; ayakkabıyı bilmezler; gıdaları patates ve gene
patatestir; bu gereksinimlerin dışında, kazandıkları her kuruşu içkiye harcarlar.
Böyle bir soy, yüksek ücreti ne yapsın? Büyük kentlerin en kötü mahallerinde
onlar oturur. Bir mahalle pisliği ve harabe haliyle başka mahallelerden ayrı bir
görünümde ise, orayı keşfe çıkan biri, yerli insanın Sakson fizyonomisinden
farklı olduğu ilk bakışta görülüveren Kelt yüzüyle ve gerçek İrlandalının hiç
yitirmediği, sözcükleri "h" sesiyle seslendiren aksanla karşılaşacağından
kesinlikle emin olabilir. Manchester'ın çok yoğun nüfuslu kesimlerinde, ara sıra
İrlanda-Kelt dilinin konuşulduğunu duymuşluğum var. Her nerde olursa olsun
bodrumlarda oturan ailelerin çoğu İrlanda asıllıdır. Kısacası, Dr. Kay'in dediği
gibi, İrlandalı, yaşamın asgari gereklerini keşfetmiştir ve şimdi İngiliz
işçileri de onunla tanıştırmaya çalışıyor. Pislik -ve-sarhoşluk da kendileriyle
birlikte getirdikleri şeyler arasındadır. Nüfusun dağınık olduğu yerde o kadar
zararı görülmeyen ve İrlandalının ikinci doğası olan temizlik eksikliği,
buralarda büyük kentlerde yoğunlaştığı zaman korkutucu ve [sayfa
148] ciddi biçimde tehlikeli hale gelmektedir. Miles, kendi vatanında
yapmaya alıştığı gibi, çöp ve pisliği burada da kapısının önüne bırakıverir ve
pislik yığınları ve birikintiler öylesine yığılır ki, emekçilerin oturduğu
mahallelerin havasını zehirler. Kendi ülkesinde yaptığı gibi, evin duvarına
bitişik olarak domuz ahin yapar ve bunu yapması önlenirse, domuzu kendi odasında
yatırır. Kentlerde, bu yeni ve doğal olmayan hayvan yetiştirme yöntemi tümden
İrlanda usulüdür. Arap atını nasıl severse, İrlandalı da domuzunu öyle sever,
bir farkla, domuz kesilecek kadar yağlanınca kesilmesi için onu satar. Onun
dışında domuzla birlikte yer, domuzla birlikte yatar, çocukları onunla oynar,
sırtına binerler, pisliğin içinde onunla birlikte yuvarlanırlar; bütün bunları
İngiltere'nin bütün büyük kentlerinde binlerce kez yinelenirken görürsünüz.
Evlerin içindeki pisliği ve rahatsızlığı anlatmak da olanaksızdır. İrlandalı
eşyanın varlığına alışkın değildir; bir hasır yığını, giysi için hiç elverişli
olmayan birkaç paçavra parçası, onun yatağı olmak için yeterlidir. Bir parça
tahta, kırık bir iskemle, masa yerine geçen eski bir sandık, daha fazlasına
gerek yoktur; bir çaydanlık, birkaç bardak ve tabak, onun aynı zamanda oturma ve
yatak odası olan mutfağının donanımıdır. Ne zaman yakacak bir şey gerekse,
elinin ulaştığı yakılabilecek her şey iskemleler, kapı pervazları, kornişler,
döşeme tahtaları soluğu ocakta alır. Dahası, neden çok odaya gerek duysun? Kendi
ülkesinde çamurdan yaptığı kulübesi topu topu bir göz olduğuna göre,
İngiltere'de de ailesinin tek odadan fazlasına gereksinimi yoktur. İşte, şimdi
çok yaygınlaşan şey, birçok insanı tek odaya tıkıştırma geleneği böylece, esas
olarak İrlandalı göçüyle buraya aktarıldı. Ve zavallı iblisin eğlenceye de hakkı
olduğuna ve toplum her türlü eğlencenin kapısını ona kapattığına göre, o da
kendini içkiye verir. İçki İrlandalı için yaşamı değerli yapan tek şeydir — içki
ve neşeli, endişelerden uzak mizacı; bu yüzden içki cümbüşünü, hayvan gibi
sarhoş oluncaya dek sürdürür. İrlandalının güneyli sevimli karakterinin yanısıra,
onu yabandan biraz daha ehven yapan kabalığı, tüm insancıl [sayfa
149] keyiflere karşı duyduğu küçümseme duygusu ve kabalığıyla birleşen bu
duygunun onu paylaşmacı olmaktan geri tutması, pisliği ve yoksulluğu, bütün
bunlar sarhoşluğu çağırır. Baştan çıkmaya hazırdır, içkiye direnemez ve parası
olduğu zaman arka arkaya yuvarlar. Daha başka ne yapabilir ki? Toplum onu,
zorunlu olarak sarhoşluğa iten bir konuma soktuktan sonra, nasıl suçlayabilir;
onu kendi başına kendi yabanlığına bıraktıktan sonra nasıl suçlayabilir?
İngiliz işçi böyle bir rakiple savaşmak
zorundadır; uygar bir ülkede en alt düzeyde, ve en alt düzeyde olduğu için de az
ücretle yetinen bir rakiple savaşmak zorundadır. O zaman da Carlyle'ın dediği
gibi, İrlandalının kendisine rakip olduğu" her alanda İngiliz işçinin ücretinin
giderek aşağı doğru indirilmesinden başka bir olasılık yoktur. Ve bu alanlar
hayli çoktur. Pek az yetenek isteyen ya da hiç istemeyen her alan İrlandalıya
açıktır. Uzun eğitimi ya da düzenli sabırlı bir uygulamayı gerektiren işler için
sefih, istikrarsız, sarhoş İrlandalı yetersizdir, düzeyi çok düşük kalır. Bir
makine ustası,[168*]
bir fabrika işçisi olması için İngiliz uygarlığını, İngiliz geleneklerini
benimsemesi, yani esasta İngilizleşmesi gerekirdi. Ama basit, daha az kesinlik
isteyen, ustalıktan çok kuvvet gerektiren işlerde, İrlandalı İngiliz kadar
iyidir. O yüzden, bu tür işler çoğunlukla İrlandalılarla doludur: el
dokumacıları, duvarcılar, hamallar, ne iş olsa yaparım'cılar, ve bu tür işçiler,
aralarında İrlandalı güruhu bulurlar; bu soyun yaptığı baskı da ücretleri aşağı
çekmekte ve işçi sınıfını geriletmektedir. Öteki işlere de el atan İrlandalılar
daha uygar hale gelseydi bile, kendi parçaları olarak kalan yeterince eski
alışkanlık, işteki İngiliz arkadaşları üzerinde, özellikle İrlandalılarla
çevrilmiş olmanın genel etkisi dikkate alınırsa, gene de güçlü bir geriletici
etki yapardı. Çünkü, hemen hemen her büyük kentte, işçilerin beşte-birinin ya da
dörtte-birinin İrlandalı ya da İrlandalı ana-babanın, İrlandalı pisliği
[sayfa 150] içinde büyümüş çocukları olduğu yerde,
işçi sınıfının yaşamı, alışkanlıkları, zekası, ahlak düzeyi, kısacası tüm
karakteri İrlandalı karakterini büyük ölçüde özümsüyorsa, bundan kimse hayrete
düşmemelidir. Tam tersine, modern tarihimizin[169*]
ve onun sonuçlarının İngiliz işçileri içine ittiği geri konumu, İrlandalı
rekabetinin nasıl daha da kötüleştirdiğini anlamak kolaydır.
[sayfa 151]
SONUÇLAR
İNGİLİZ işçi sınıfının[170*]
içinde yaşadığı koşulları bir ölçüde ayrıntılı olarak böylece inceledikten
sonra, şimdi artık, ortaya konan olgulardan bazı sonuçlar çıkarmanın ve
çıkardığımız bu sonuçları gerçek durumla karşılaştırmanın zamanıdır. Belli
koşullar altında işçilerin ne tür insanlar haline geldiklerini, fiziksel,
zihinsel ve ahlaki statülerinin ne olduğunu görelim.'
Bir insan, bir başkasına ölüme yolaçan bedensel
bir zarar verdiği zaman buna adam öldürme diyoruz; saldırgan, vereceği zararın
öldürücü olduğunu önceden biliyorsa o zaman buna cinayet diyoruz. Ama toplum,[171*]
yüzlerce proleteri, [sayfa 152] çok erken yaşta doğal
olmayan bir ölümle yani kılıç ya da kurşunla ölüm gibi zorba yollardan ölümle
karşı karşıya geleceği bir konuma koyduğu zaman, toplumun o yaptığı bir bireyin
yaptığı gibi ve aynı kesinlikle cinayettir; toplum binlerce insanı yaşamın
gereklerinden yoksun bıraktığı, içinde yaşayamayacakları konumlara
soktuğu —kaçınılmaz sonuç olan ölüm gelinceye dek o koşullarda kalmaya yasanın
güçlü eliyle zorladığı— bu binlerce mağdurun yokolacağını bildiği ve gene de bu
koşulların sürmesine izin verdiği zaman, toplumun o yaptığı, bir bireyin yaptığı
gibi ve aynı kesininde cinayettir; örtülü, kasıtlı cinayettir; hiç kimsenin
kendisini savunamadığı bir cinayettir; kimse katili görmediği için, mağdurun
ölümü doğal göründüğü için cinayet gibi olmayan cinayettir;[172*]
çünkü suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamanın sonucudur. Ama cinayettir. Şimdi
İngiltere'de emekçi örgütlerinin tam bir isabetle toplumsal cinayet diye
niteledikleri şeyi toplumun her gün, her saat yapageldiğini kanıtlamam
gerekiyor; işçileri, ne sağlıklarını korumalarına ne uzun yaşamalarına
elvermeyen koşullar altında tuttuğunu kanıtlamam gerekiyor; o koşulların,
işçilerin yaşamsal gücünü yavaş yavaş, ucun ucun tahrip ettiğini ve zamanından
önce onları mezara koşturduğunu kanıtlamam gerekiyor. Ayrıca, işçilerin sağlığı
ve yaşamı açısından bu koşulların ne kadar [sayfa 153]
zarar verici olduğunu toplumun bildiğini, ama o koşulları düzeltmek için hiçbir
şey yapmadığını da kanıtlamam gerekiyor. Yaptığının sonuçlarını bildiğini,
bu nedenle eyleminin, basitinden adam öldürme değil cinayet olduğunu, resmî
belgeleri, parlamento ve hükümet raporlarını, suçlamamın belgeleri olarak ortaya
koyduğum zaman kanıtlamış olacağım.
Yukarda anlatılan koşullar altında yaşayan ve en
gerekli geçim araçlarını kıt kanaat elde edebilen bir sınıfın sağlıklı
olamayacağı ve ileri yaşa ulaşamayacağı apaçıktır. Şimdi koşulları, özellikle
işçilerin sağlığı açısından bir kez daha gözden geçirelim. Nüfusun büyük
kentlerde merkezileşmesi, bizzat bu, olumsuz bir etki yapıyor; Londra'nın
havası, hiçbir zaman kır havası kadar saf ve oksijeni bol olamaz; üç dört mil
karelik[173*]
bir alana sıkıştırılmış iki-buçuk milyon akciğer, ikiyüzellibin ocak inanılmaz
ölçüde oksijen tüketir; kent kurma yönteminin kendisi, hava akımını engellediği
için, bu oksijen, güçlükle yeniden yerine konabilmektedir. Soluk alıp vermenin
ve ateşin ortaya çıkardığı karbonik asit gazı, özel ağırlığı nedeniyle sokaklara
çökmüş durumda kalır ve ana hava akımı, kentin damları üzerinden geçer gider.
Kentte oturanların ciğerleri, gerekli oksijeni alamaz; sonuç zihinsel ve
bedensel dermansızlık ve canlılık yitimidir. Bu nedenle, kentlerde oturanlar,
serbest normal havada yaşayan kırsal nüfusa bakışla akut ve ateşli hastalıklara
daha az maruz kalırsa da müzmin hastalıklara daha çok yakalanırlar. Ve büyük
kentlerdeki yaşam, o haliyle, sağlığa zararlı ise, daha önce gördüğümüz gibi her
şeyin havayı zehirlemek üzere biraraya geldiği emekçi halk mahallelerinin
anormal atmosferi kimbilir ne kadar zararlı etki yapmaktadır. Kırsal yörelerde
insanın evine bitişik olarak bir tezek yığını bulundurması, göreli olarak
zararsız olabilir, çünkü her yönden serbest hava akımı gelmektedir. Ama büyük
bir kentin ortasında, birbirine yakın kurulmuş, atmosferin bütün hareketini
kesip [sayfa 154] atan konut dizileri ve blokları
arasında, durum bütün bütün farklıdır. Çürüyüp kokuşan bütün bitki ve hayvan
özleri, sağlık için kesinlikle zararlı gazlar çıkarır; bu gazlar serbest bir
kaçış yolu bulamazsa, kaçınılmaz olarak havayı zehirler. Bu nedenledir ki, büyük
kentlerdeki emekçi mahallelerinin pislik yığınları ve durgun su birikintileri,
halk sağlığı üzerinde çok kötü etki yapmaktadır, çünkü hastalığa neden olan
gazlar yaymaktadır; mikroplu akarsulardan yayılan koku da öyle. Ama hepsi bu
kadar değil. Bugün toplumun, çok sayıda yoksula karşı takındığı tutum da isyan
ettiricidir. Bu insanlar kırsal kesimdekinden daha kötü bir havayı içlerine
çektikleri büyük kentlere çekilmişlerdir; yapım mantığı gereği, başka yerlere
göre hava akımlarının çok kötü olduğu mahallelere sürülmüşlerdir; tüm temizlik
araçlarından, su boruları ancak parası verildiği zaman döşendiği için suyun
kendisinden yoksun bırakılmışlardır; akarsular da kirletildiği için, temizlik
yönünden yararsızdır; o insanlar bütün pisliği ve çöpü, tüm kirli suyu çoğu
zaman iğrenç lağımı ve dışkıyı, başka türlü kurtulamadıkları için sokağın
ortasına atıvermek zorunda kalmışlardır; böylece kendi evlerinin olduğu bölgeye
hastalık bulaştırmaya zorlanmışlardır. Bunlarla bitmiyor. Akla gelebilecek her
türlü kötülük yoksulun tepesine yığılmıştır. Büyük kentlerin nüfusu genelde çok
yoğunsa, avuç içi kadar yere sıkış-tıkış yerleştirilenler de onlardır. Sanki
sokakların bozuk havası yetmiyormuş gibi, geceleri de tek odaya düzinelerlesi,
ağıla sokuşturulur gibi doldurulur; ve böylece geceleri soludukları hava da
nefeslerini kesmeye yeter. Oturdukları evler rutubetlidir; ya alttan suya karşı
yalıtlanmamış hayvan ahırı bodrumlarda, ya damı akan çatı aralarında otururlar.
Evleri öyle yapılmıştır ki, ıslak ve yapışkan hava kaçacak yer bulamaz.
Giysileri kötü, eski-püskü, yırtık-pırtıktır, yedikleri hileli ve hazmı güç
yiyeceklerdir. Ruhsal durumlarında çok heyecan yaratıcı değişikliklerle
yüzyüzedirler; umut ve korku arasında en şiddetli dalgalanmalarla karşı
karşıyadırlar; av hayvanı gibi avlanırlar ve bir parça huzur içinde yaşayıp
hayatın tadını çıkarmalarına [sayfa 155] izin
verilmez. Cinsellik ve sarhoşluk dışında, hayatın tüm nazlarından yoksun
bırakılırlar; her gün beden ve zihin enerjileri tümüyle tükeninceye dek
çalıştırılırlar ve o nedenle de ellerinin altındaki bu iki hazza delice bir
aşırılıkla kışkırtılırlar. Bütün bunların üstesinden gelebilirlerse[174*]
bu kez de bir bunalımda işsizliğin mağduru olurlar; o zamana kadar kendilerine
lütfedilmiş ufak-tefek şeyler de ellerinden gider.
Bu koşullarda alt sınıfın sağlıklı olması, uzun
yaşaması nasıl olanaklı olsun? Aşırı bir ölüm oranından, sonu gelmez
salgınlardan, çalışan nüfusun bedeninde artan ölçüde bir bozulmadan başka ne
beklenebilir? Olguların nasıl olduğunu görelim.
Kentlerin en kötü kesimlerindeki işçi evlerinin,
bu sınıfın öteki yaşam koşullarıyla birlikte, sayısız hastalığa neden olduğunu
herkes doğruluyor.
Artisan'dan daha önce alıntıladığımız makale, gerçeği mükemmel biçimde ifade
ediyor; akciğer hastalıklarının, bu koşulların kaçınılmaz sonucu olduğunu, bu
sınıf içinde bu tür hastalıkların aşın ölçüde sık olduğunu ortaya koyuyor.
Londra'nın özellikle de emekçi nüfusun yaşadığı mahallelerin kötü havasının, en
yüksek derecede vereme elverişli olduğunu, çok sayıda insanda hummaya raslanması
yeterince gösteriyor. Sabah erkenden, çoğunluğun işe gittiği saatlerde sokakları
biraz dolaşırsanız, ihsanların nasıl bütün bütün ya da bir ölçüde veremli
göründüğünü hayretle görürsünüz. Manchester'da bile insanların görünüşü böyle
değil; gerçi verem kuzeyin fabrika kasabalarında yılda bir sürü can alıyor ama,
bu soluk benizli, bir deri-bir kemik, dar göğüslü, oyuk gözlü hayaletleri, her
adımda birinin yanından geçtiğiniz bu isteksiz, hiçbir enerjik ifade taşımayan
sarkık yüzlü insanları böylesine çok sayıda, ben yalnızca Londra'da gördüm.
Kızıl hastalığı[175*]
bir yana, veremle rekabet eden tifüs, işçi sınıfının saflarında çok korkunç
yıkıma neden olur. Çok yaygın görülen tifüs, resmî raporlarda işçi
[sayfa 156] sınıfının sağlık koşullarına ve evlerin
havalandırma, lağım ve temizlik konularındaki kötü durumuna bağlanıyor.
Unutulmamalı ki, İngiltere'nin önde gelen doktorlarının, başka doktorların
ifadelerine dayandırdıkları bu rapor, kötü havalandırılan tek ev blokunun,
drenaj kanalları olmayan tek çıkmaz sokağın, özellikle oralarda oturanlar çoksa,[176*]
hummayı yaratmaya yettiğini ve de yarattığını belirtiyor.[24]
Bu hummanın özellikleri her yerde aynı ve hemen her olayda özel bir tür tifüse
çeviriyor. Büyük kent ve kasabaların işçi mahallelerinde ve küçük yerlerin[177*]
kötü yapılmış, kötü bakılan sokaklarında görülüyor, ama daha iyi mahallelerde de
doğal olarak tek tek mağdurlar bulabiliyor. Londra'da epey bir zamandan beri
sürüp gidiyor; 1837'deki aşırı salgın sözünü ettiğimiz raporun hazırlanmasına
neden oldu. Londra Salgın Hastalıklar Hastanesi hakkında Dr. Southwood Smith'in
verdiği yıllık rapora göre, 1843'te hasta sayısı, 1462 ya da başka deyişle en
kötü yıldaki hasta sayısından 418 fazlaydı.[25]
Londra'nın kuzey, güney ve doğudaki rutubetli, pis mahallelerinde bu hastalık
büyük bir dehşetle kol gezdi. Hastaların çoğu kırsal yörelerden gelmiş
emekçilerdi; göç sırasında çok şiddetli bir yoksulluk çekmişlerdi; gelişlerinden
sonra da aç ve yarı çıplak, sokaklarda yatmışlardı; böylece hummaya
yakalandılar. Bu insanlar hastaneye getirildiklerinde öylesine zayıf düşmüşlerdi
ki, tedavileri için alışılmadık miktarlarda şarap, konyak ve amonyakla öteki
canlandırıcı özlerden yapılmış ilaçlar gerekmişti; hastaların yüzde 16,5'i öldü.
Bu habis hummaya Manchester'da raslanıyor; Old Town'da, Ancoats'da, Küçük
İrlanda'da, vb. kökü asla tümüyle kazınamıyor; ama Londra'da, İngiliz
kentlerinde genellikle olduğu gibi, beklendiğinden daha az süre yaygın oluyor.
Öte yandan İskoçya'yla İrlanda'da tüm beklentileri aşan bir şiddetle kol
geziyor. Edinburgh'la Glasgow'da 1817'de açlığı izleyerek[178*]
[sayfa 157] 1826 ve 1837'de de ticari bunalımdan
sonra özellikle çok şiddetli biçimde yayılmıştı; her seferinde üç yıl süreyle
kol gezdikten sonra yatışmıştı. Edinburgh'da 1817 salgınında yaklaşık 6.000,
1837 salgınında yaklaşık 10.000 kişi hastalığa yakalandı; hastalığın her
yinelenişinde[179*]
yalnızca hasta sayısı artmakla kalmadı, hastalığın şiddeti de[180*]
arttı.
Daha önceki dönemlerdeki salgının gazabı, 1842
bunalımından sonraki salgının yaptığı yıkımın yanında çocuk oyuncağı kalırdı.
İskoçya'nın tüm yoksul nüfusunun altıda-biri hummaya yakalandı ve mahalle
mahalle gezen dilenciler hastalığı korkunç bir hızla o mahalleden şu mahalleye
bulaştırdılar. Salgın, nüfusun orta ve üst sınıflarına bulaşmadı; gene de iki ay
içindeki hummaya yakalananların sayısı, geçmiş oniki yıldakinden fazlaydı.
Glasgow'da 1843'te nüfusun yüzde onikisi hastalığa yakalandı; 32.000 hastanın
yüzde otuzikisi öldü; Manchester'la Liverpool'da ise ölüm oranı normal olarak
yüzde sekizi aşmıyordu. Hastalık yedinci ve onbeşinci günlerde had noktaya
ulaşıyordu; hastanın yüzü sapsarı kesiliyordu; otoriteler bunu, hastalık
nedeninin ruhsal heyecan ve endişelerde aranması gereğinin bir belirtisi
sayıyorlardı.[181*]
İrlanda'da da bu humma salgını yaygınlaştı. 1817-1818'in yirmibir ayında Dublin
hastanesinden geçen hasta sayısı 39.000; Sheriff Alison'a göre, daha yakın bir
yılda hasta sayısı 60.000 îdi.[182*]
Cork'da salgın hastalıklar hastanesine 1817-1818'de nüfusun yedide-biri,
Limerick'de aynı sürede dörtte-biri başvurdu, ve Waterford'un en kötü
mahallesinde bir seferinde hasta sayısı tüm nüfusun yirmi-de-ondokuzu
oranındaydı.[183*]
[sayfa 158]
İnsan, emekçi halkın hangi koşullarda yaşadığını
anımsadığı zaman, evlerinin ne kadar kalabalık olduğunu, her köşenin, her
kovuğun insan sürüleriyle nasıl dolup taştığını, hastayla sağlamın nasıl aynı
odada, aynı yatakta yattığını düşündüğü zaman, humma gibi bulaşıcı bir
hastalığın nasıl olup da daha çok yayılmadığına hayret ediyor. Ve insan,
hastaların ne kadar sınırlı tıbbi yardım gördüğünü, ne kadar çok insanın tıbbi
öğütler almadığını ve en basit ihtiyati önlemlerden[184*]
habersiz olduğunu düşününce, ölüm oranı gerçekten küçük görünüyor. Bu hastalığı
titizlikle araştıran Dr. Alison, salgını daha önce alıntılanan raporuna göre,
doğrudan yoksulların sefil koşullarına ve yoksunluğa bağlıyor; yoksunluğun ve
yaşamsal gereklerin yeterince doyurulamayışının, salgına ortam hazırladığını ve
salgını yaygın ve korkunç hale getirdiğini ortaya koyuyor. Bir yoksunluk
döneminin, bir ticari bunalımın ya da kötü hasadın, İrlanda ve İskoçya'da her
seferinde tifüs salgınına yolaçtığını ve salgın hastalığın en şiddetli biçimde
özellikle işçi sınıfını vurduğunu kanıtlıyor. Belirtmekte yarar var, onun
tanıklığına göre, tifüsten ölenlerin çoğu aile babaları, yani onlarsız
yapılamayacak kişiler, alıntı yaptığı birçok İrlandalı doktor da aynı görüşü
dile getiriyor.
Bir başka hastalıklar kategorisi, işçilerin
konutlarının koşullarından çok doğrudan gıdadan ortaya çıkıyor. İşçinin, zaten
hazmedilir türden olmayan gıdası küçük yaştaki çocuklar için hiç uygun değil;
işçinin de çocukları için daha uygun gıdalar sağlamak için ne zamanı, ne parası
var. Ayrıca, çocuklara alkollü içki hatta afyon verme geleneği de çok yaygın; ve
beden gelişimine zararlı olan öteki ev koşullarıyla birlikte bu iki neden,
sindirim organlarında çok farklı hastalıklara yolaçıyor, gerisinde yaşam boyu
süren olumsuz izler bırakıyor. İşçilerin hemen tümünün midesi bir ölçüde
zayıftır ama gene de kötülüğün kaynağı olan bir gıda düzenine bağlı kalmaya
zorlanırlar. Neyin zararlı olduğunu nasıl bilsinler? [sayfa
159] Bilseler bile, daha farklı bir yaşam biçimi benimseyemediklerine ve
pek de iyi eğitilmediklerine göre, daha uygun bir perhiz yöntemini nasıl
seçsinler? Yeni hastalık, çocukluk sırasında sindirim düzeninin bozulmasından
kaynaklanıyor. Sıraca illeti işçi sınıfı içinde hayli yaygındır ve sıracalı
ana-babaların sıracalı çocuğu oluyor; çocuklarda edinilmiş eğilimler üzerinde,
orijinal etki bütün gücüyle işlemeyi sürdürüyor. Yetersiz beslenmenin bir ikinci
etkisi, büyüme ve gelişme çağında raşitizm[185*]
hastalığıdır; işçi sınıfı çocukları arasında aşırı ölçüde yaygındır. Raşitik
hastalıkların bilinen sonuçlarına ek olarak kemiklerin sertleşmesi gecikiyor,
iskeletin gelişimi sınırlanıyor ve sık sık bacakların ve omurganın çarpıldığı
gözleniyor. Ticaretteki dalgalanmaların, işsizliğin, bunalımlar sırasındaki
düşük ücretlerin yarattığı değişikliklerin bu belaları nasıl büyük ölçüde
artırdığını uzun uzun anlatmanın hiç gereği yok. Her işçinin, yaşamında en
azından bir kez karşılaştığı geçici bir süre, yeterli gıda bulamama durumu,
genelde yeterli ama kötü gıda düzeninin etkilerini yalnızca artırmaya yardım
eder. Tam da bol ve besleyici gıdaya gerek duydukları bir çağda yarı aç gezen
çocuklar —bunalımlar sırasında ve hatta ticaret en iyi durumdayken bile
bunlardan o kadar çok var ki— ister-istemez ve büyük ölçüde zayıf, sıracalı ve
raşitik olurlar. Böyle olduklarını görünümleri de açıkça ortaya koyar. Emekçi
çocuklarının büyük bir yığınının ihmale mahkum olması, geride silinemeyen izler
bırakır ve beraberinde tüm bir işçi soyunun zayıflığını getirir. Buna bir de bu
sınıfın elverişsiz giysilerini, soğuğa karşı önlem alma olanaksızlığı, sağlığı
elverdikçe çalışma zorunluğunu, hastalık sırasında daha da korkunçla-şan yokluk
ve çok yaygın olan tüm tıbbi yardım eksikliğini ekleyin, o zaman İngiliz işçi
sınıfının sağlık koşulları konusunda kabaca bir fikre ulaşırsınız. Şimdilerde
görülen tek başına çalışmanın zararlı etkilerine burada değinmeyeceğim.
[sayfa 160]
Bunların yanısıra, çok sayıda işçinin sağlığını
zayıf düşüren başka etkiler de var; bunların başında da ayyaşlık geliyor.
İşçileri sarhoşluğa itmek için baştan çıkarıcı, tuzak kurucu her şey elele
veriyor. İçki, hemen hemen tek haz kaynakları ve her şey içkiye sarılmaları için
onlara tuzak kuruyor. Emekçi işinden yorgun ve tükenmiş dönüyor, evini rahatsız,
rutubetli, pis ve iğrenç buluyor; keyiflenmeye ivedi gerek duymakta; işini,
uğraştığına değer hale getirecek, izleyen günü dayanılabilir yapacak bir şey
bulmak zorunda.
Sağlıksız koşullarından ve özellikle hazımsızlıktan ileri gelen cesareti
kırılmış, rahatsız ve kuruntulu zihinsel ve bedensel keyifsizliğini; yaşamının
genel koşulları, varlığının belirsizlikleri, yalnızca raslantı ve talihe
bağımlılığı ve güvenilir bir konuma gelmek için bir şeyler yapabilme
yetersizliği, dayanılmayacak ölçüde şiddetlendiriyor. Kötü havanın ve yiyeceğin
zayıflattığı çelimsiz gövdesi, bir dış uyarıcıya şiddetle istek duyuyor;
toplumsal gereksinimini ancak birahane karşılayabiliyor; arkadaşlarıyla
buluşabileceği başka hiçbir yer yok. Bu baştan çıkarmaya direnmesi nasıl
beklensin?[186*]
Bu koşullar altında, çok sayıda emekçinin ayyaşlığa sapmaması moral ve fizik
açılardan kaçınılmazdır. Emekçiyi sarhoşluğa iten başlıca fizik etmenlerden ayrı
olarak, önlerinde büyük kitle örneği, eğitimin ihmal edilmişliği, gençlerin
baştan çıkmaktan korunmaları olanaksızlığı, birçok durumda çocuklarına içki
veren ayyaş ana-babaların doğrudan etkisi, birkaç saat için bile olsa yaşamın
sefihliğini ve yükünü unutma güvencesi ve daha yüzlerce neden; öyle güçlü ki,
doğrusu, bu ezici baskıya boyun eğen işçiler pek suçlanamaz. Sarhoşluk burada,
sarhoşun sorumlu tutulduğu bir ayıp olmaktan çıkmıştır, bir fenomen olmuştur;
belli koşulların, o koşullar üzerinde hiçbir irade gücü olmayan bir nesneye
yaptığı, zorunlu, kaçınılmaz etki haline gelmiştir. Bundan, emekçiyi bir nesneye
indirgeyenler sorumludur. Ama çok sayıda emekçi kaçınılmaz olarak içkinin
tuzağına düştükçe, içki de [sayfa 161] kurbanlarının
zihin ve bedeni üzerindeki yıkıcı etkilerini aynı kaçınılmazlıkla ortaya
koymaktadır. İşçilerin yaşam koşullarından ileri gelen tüm hastalık eğilimlerini
kışkırtan içkidir; akciğer ve sindirim bozukluklarını, tifüs salgınının ortaya
çıkıp genişlemesini en üst derecede hızlandırmaktadır.
İşçi sınıfı için bir başka maddi kötülük, hasta
oldukları zaman yetkin doktorlara görünmeleri olanaksızlığıdır. Doğru, bazı
yardımsever kurumlar, bu eksiği gidermek için çaba harcamaktadırlar; örneğin
Manchester hastanesi yılda 22.000 hastaya bakıyor, ilaç veriyor. Ama Gaskell'in
hesaplarına göre,[187*]
her yıl dörtte-üçünün tıbbi yardım gereksindiği bir kentte bu nedir ki? İngiliz
doktorlar yüksek vizite ücreti alıyorlar; emekçiler o ücreti ödeyebilecek
konumda değil. O nedenle hastalanınca ya hiçbir şey yapmıyorlar, ya da ucuz
sahte doktorlara gidiyorlar, kocakarı ilacı kulanıyorlar; o da yarardan çok
zarar veriyor. Her İngiliz kentinde çok sayıda sahte doktor reklamla,
posterlerle ve benzeri araçlarla yoksullar arasında kendilerine bir clientele[188*]
sağlayarak zengin oluyorlar. Bunların yanısıra her derde deva uydurma hazır
ilaçlar[189*]
akla gelebilecek her hastalık için geniş ölçüde satılıyor: Morrison hapları,
Parr'ın yaşam hapları, Dr. Maingwaring'in hapları ve binlerce başkası, özler,
pelesenk ağacı, hepsi, bedene musallat olan her hastalığı tedavi edici
özelliklere sahip bulunuyor. Bu ilaçlar gerçekten zarar verici özleri pek nadir
içeriyor, ama serbestçe ve sık alınırsa bünyeyi etkiliyor; o ilacı satın alan
gafil insanlara hapları olabildiği ölçüde çok kullanmaları salık verildiği için,
gerek var mı yok mu demeden ilacın tümünü yutarlarsa şaşmamak gerekiyor.
Parr'ın yaşam haplarını üreten firmanın, sağlığa
çok yararlı bu haplardan haftada yirmi-yirmibeşbin kutu satması alışılmadık bir
şey değil; biri kabızlık için, bir başkası ishal için, bir başkası humma,
takatsizlik ve her türlü hastalık [sayfa 162] için
alıyor. Hani bizim Alman köylüler belli mevsimlerde şişe çektirirler ya da sülük
tuttururlar ya İngiliz emekçi halkı da şimdi kendi zararı, ilaç firmasının büyük
kârı için uydurma ilaçları kullanıyor. Bu uydurma ilaçların en zararlılarından
biri Godfrey's Cordial[190*]
adı altında satılan afyonlu öz, başlıca afyon tentürü içeren bir şurup. Evde
çalışan ve hem kendi çocuklarına hem başkalarının çocuklarına bakan kadınlar,
sakin dursunlar diye ve çoğunun inandığı üzere kuvvetlendirir düşüncesiyle,
çocuklara bu şuruptan veriyor. Bu ilacı çoğunlukla yeni doğmuş çocuklara
veriyorlar ve bu "gönül huzurumun sonuçlarını bilmeksizin, çocuk ölünceye dek de
vermeye devam ediyorlar. Çocuğun bünyesi afyonun etkisine ne kadar az
duyarsızlaşırsa, verdikleri doz o kadar artıyor. Cordial etkisiz kalmaya
başlayınca bu kez, afyon tentürü veriliyor; çoğu zaman da bir dozda onbeş-yirmi
damla birden. Nottingham adli tabibi parlamentonun bir komisyonunda[191*]
verdiği ifadede, bir eczacının, Godfrey's Cordial hazırlamak için bir yılda onüç
hundredweight[192*]
afyon tentürü kullandığını bizzat söylediğini açıkladı. Böyle tedavi edilen
çocuklar üzerinde şurubun yarattığı etki kolaylıkla tahmin edilebilir. Soluk
yüzlü, zayıf, mecalsiz çocuklardır ve genelde iki yaşını bitirmeden ölürler. Bu
cordialin kullanımı krallıktaki bütün büyük kentlerde, kasabalarda ve sanayi
merkezlerinde çok yaygındır.
Tüm bu etmenlerin sonucu, işçi sınıfının genel
olarak zayıf düşmesidir. İşçiler arasında yani kapalı odalarda çalışan fabrika
işçileri arasında güçlü-kuvvetli, sağlam yapılı, [sayfa 163]
sağlıklı insan azdır. Burada yalnızca onları konuşuyoruz. Bu insanların hemen
hepsi zayıf, güçsüz yapılıdır, güçlü-kuvvetli bir yapısı yoktur, yağsızdır,
soluk tenlidir, kas lifleri gevşektir; yalnızca kol adaleleri güçlüdür, o da
işte çalıştırıldığı için. Hemen hepsi hazımsızlık çeker; bunun sonucu olarak
şöyle ya da böyle kuruntuludur, melankoliktir, kolayca öfkelenir, sinirlidir.[193*]
Zayıf bedenleri hastalığa direnemez ve her seferinde hasta olurlar. Bu yüzden de
erken yaşlanırlar, erken ölürler. Bu noktada ölüm istatistikleri tanıktır.
Nüfus İşleri Genel Müdürü Graham'ın Raporuna
göre, İngiltere ve Galler yöresinin yıllık ölüm oranı yüzde 2 1/4'ten biraz
azdır. Başka deyişle, her yıl her kırkbeş kişiden biri ölür.[194*]
1839-40 ortalaması buydu. 1840-41'de ölüm oranı biraz daha azalmıştır; her
kırkaltı kişiden biri ölmüştür. Ama büyük kentlerde oran tümden başkadır. Elimde
resmî ölüm tabloları var [Manchester Guardian, 31 Temmuz 1844[26]];
buna göre büyük kentlerin ölüm oranı şöyle: Chorlton ve Salford dahil
Manchester'da, 32,72 kişide bir kişi; Chorlton ve Salford hariç her 30,75 kişide
bir kişi. West Derby (varoş) dahil Liverpool'da her 31,90 kişide bir, West Derby
hariç 29,90 kişide bir kişi; toplam nüfusu 2.172.506 olan Cheshire, Lancashire
ve Yorkshire'ın ve tümden ya da bir bölümüyle kırsal olan bölgelerinin ve bağlı
küçük kasabaların ortalaması, her 39,80 kişide bir kişi. Büyük kentlerde
işçilerin ne kadar uygunsuz durumda olduğunu Prescott'la Lancashire'daki ölüm
oranları gösterir: Burası madencilerin oturduğu ve madende çalışma hiç de
sağlıklı bir iş olmadığından, sağlık koşulları tarımsal bölgelerdekinden
geridir. Ne var ki, bu madenciler kırsal kesimde yaşarlar ve onlardaki ölüm
oranı 47,54 kişide birdir; başka deyişle tüm İngiltere'nin ölüm oranından yüzde
iki-buçuk daha iyidir. Bütün bu belirlemeler, 1843 ölüm oranları tablosuna
dayanmaktadır. İskoçya [sayfa 164] kentlerinde ölüm
oranı daha yüksektir; Edinburgh'da 1838-39'da her 29 kişide bir kişi; 1831'de
Eski Kent'te 22'de bir kişi. Glasgow'da, Dr. Cowan'a göre,[195*]
1830'dan bu yana ortalama 30 kişide bir kişi; bazı yıllarda 22-24 kişide bir
kişi. Yaşamın bu müthiş ölçüde kısalışının başlıca işçi sınıfında olduğuna, üst
ve orta sınıflardaki daha düşük ölüm oranı nedeniyle genel ortalamanın
iyileştiğine tüm taraflar tanıklık ediyor. En son raporlardan biri, resmî bir
komisyon çerçevesinde, Manchester'ın bir varoşu olan Chorlton-on-Medlock'ta
araştırmalar yapan Dr. P. H. Holland'ın bulgularıdır. Dr. Holland, evleri ve
sokakları, her biri üç sınıf olmak üzere ayırmış ve aşağıdaki bulgulara
ulaşmıştır:
|
|
Ölüm Oranı
|
Birinci Sınıf Sokaklar |
I. sınıf Evler
II. sınıf Evler
III. sınıf Evler |
51 kişide 1
45 kişide 1
36 kişide 1
|
İkinci Sınıf Sokaklar |
I. sınıf Evler
II. sınıf Evler
III. sınıf Evler |
55 kişide 1
38 kişide 1
35 kişide 1
|
Üçüncü Sınıf Sokaklar |
I. sınıf Evler
II. sınıf Evler
III. sınıf Evler |
Eksik
35 kişide 1
25 kişide 1
|
Holland'ın verdiği öteki tablolardan anlaşılıyor
ki, birinci sınıf sokaklara göre, ölüm oranı ikinci sınıf
sokaklarda
yüzde 18, üçüncü sınıf sokaklarda yüzde 68 daha fazladır; birinci sınıf evlere
göre, ölüm oranı ikinci sınıf
evlerde yüzde 31, üçüncü sınıf evlerde
yüzde 78 daha fazladır; bir biçimde durumu düzeltilen kötü sokaklarda ölüm oranı
yüzde 25 azalmıştır. Holland, raporunu bir İngiliz burjuva için şu çok içten
ifadeyle bitiriyor:
[196*]
[sayfa 165]
"Bazı sokaklardaki ölüm oranının başka sokaklara
göre dört defa daha fazla olduğunu ve bazı sınıfların tüm sokaklarında başka
sınıf sokaklara göre iki kat fazla olduğunu, bunun daha da ötesinde, kötü
durumdaki sokaklarda değişmez biçimde yüksek ve durumu iyi olan sokaklarda da
hemen hemen değişmez biçimde düşük olduğunu belirledikten sonra, çok sayıda
yurttaşımızın,
yüzlerce kapı komşumuzun her yıl, en belirgin önlemlerden
yoksun oldukları için yokoldukları sonucuna varmadan edemiyoruz."
İşçi Sınıfının Sağlık Koşulları Hakkında Rapor da
aynı olguyu belirleyen bilgileri içeriyor. Liverpool'da 1840'ta üst sınıfların,
orta-sınıfın, meslek sahiplerinin vb. ortalama ömür uzunluğu otuzbeş yıl, iş
adamları ve iyi durumdaki zanaatkarların yirmiiki yıl, işçilerin, gündelikçi
işçilerin ve hizmet sınıfının yalnızca onbeş yıl idi. Parlamento raporları da
benzer olgular yığınını içeriyor.
Ölüm oranının bu kadar yüksek olması, başlıca,
işçi sınıfında küçük çocuk ölümlerinin çok fazla olmasından ileri geliyor. Küçük
çocuğun narin bedeni, yaşamdaki talihsizliğin olumsuz etkilerine daha az karşı
durabiliyor; hem ananın hem babanın çalıştığı ya da birinin öldüğü durumlarda
çocukların karşı karşıya kaldığı ihmal, hemen öcünü alıyor; alıntıladığımız son
rapora göre, işçi sınıfı çocuklarının yüzde 57'sinin beş yaşına gelmeden
ölmesine karşılık üst sınıflardan çocuklar arasında bu oranın yüzde 20 olmasına
ve ülke genelinde beş yaşma henüz gelmemiş her sınıftan çocuklar arasında oranın
yaklaşık yüzde 32 olmasında şaşılacak hiçbir şey yok.
[197*]
Artisan'ın birçok kez andığımız yazısı, bu noktada, çocuk
hastalıklarındaki kent ölüm oranını kır ölüm oranıyla karşılaştırarak daha kesin
bilgiler sağlıyor ve genelde Manchester'la Liverpool'daki salgınların, kırsal
bölgelere göre üç kez daha öldürücü olduğunu gösteriyor; sinir sistemi
hastalıklarının beş kat, mide rahatsızlıklarının üç
[sayfa
166] kat
[198*]
arttığını, kentlerde akciğer hastalıklarından ölümlerin kırsal bölgelere göre
2,5'e 1 olduğunu ortaya koyuyor. Çiçek, kızamık, kızıl ve boğmaca gibi öldürücü
hastalıklar, çocuklar arasında dört defa daha sık görülüyor; beyinde su
toplanması üç kat, ispazmoz on kat daha sık hale gelmiş bulunuyor. Herkesçe
kabul edilmiş başka bir otoriteden, aşağıdaki tabloyu ekliyorum. Her 10.000
kişide ölenler:
[199*]
|
5 yaş altı |
5-19 |
20-39 |
40-59 |
60-69 |
70-79 |
80-89 |
90-99 |
100 ve sonrası |
Ruthlandshire (sağlıklı
bir tarımsal yöre)
Essex (bataklık bir
tarımsal yöre)
Carlisle kenti (1779-
1787, fabrikalardan
önce).....
Carlisle kenti (fabrika
lardan sonra)...
Preston (fabrika kenti).
Leeds (fabrika kenti)... |
2865
3159
4408
4738
4947
5286
|
891
1110
911
930
1136
927 |
1275
1526
1006
1261
1379
1228 |
1299
1413
1201
1134 1114 1198 |
1189
963
940
677
553
593 |
1428
1019
826
727
532
512 |
938
630
533
452
298
225 |
112
77
153
80
38
29 |
3
3
22
1
3
2 |
Yoksul sınıfların bugünkü yüzüstü
bırakılmışlığının ve ezilmişliğinin zorunlu sonucu olan değişik hastalıklardan
ayrı olarak, küçük çocuklar arasında ölüm oranını arttırmaya katkıda bulunan
başka etmenler de var. Birçok ailede kadın da kocası gibi dışarda çalışmak
zorunda bulunuyor; bunun sonucu, çocuğun bütün bütün kendi haline kalmasıdır;
çocuk ya eve kapatılıyor, ya bakılması için birinin yanına veriliyor. Bu
çerçevede, yüzlercesi kaza sonucu ölüyorsa,
[sayfa 167] şaşmamak gerek. Hiçbir yerde,
İngiltere'nin büyük kentlerinde ve kasabalarında olduğu kadar çok sayıda çocuk
araba altında kalmıyor, düşerek, boğularak, yanarak ölmüyor. Yanmadan ve kaynar
suda haşlanmadan ileri gelen ölümler özellikle sık; gerçi gazetelerde pek seyrek
yeralıyor ama Manchester'da kış aylarında neredeyse her hafta böyle bir olay
oluyor, Londra'da da epey sık görülüyor. Elimdeki
Weekly Dispatch'in 15
Aralık 1844 tarihli sayısına göre 1-7 (dahil) Aralık haftasında bu türden
altı olay oldu. Böyle korkunç bir biçimde yokolan bu zavallı çocuklar
toplumsal düzensizliğimizin ve bu düzensizliği koruyup sürdürmekte çıkarı olan
mülksahibi sınıfların kurbanlarıdır. Gene de insan, bu korkunç işkence-ölümün, o
çocukları acısı bol keyfi kıt olan, çaba ve sefillik dolu uzunca bir yaşamdan
kurtulma nimeti olup olmadığından kuşku duyuyor. Şimdiye dek İngiltere'de hep
böyle oldu; burjuvazi bu tür haberleri gazetelerde her gün okuyor, ama parmağını
kıpırdatmıyor. Ama buraya alıntıladığım resmî olan ve olmayan raporlardan —ki
bunları biliyor olmalılar— sonra, burjuvaziyi geniş bir çerçevede toplumsal
cinayetle suçlarsam, bundan yakınamaz. Bırakalım, egemen sınıf, bu korkunç
koşulların düzeltilmesi için gerekeni yapsın; yapamıyorsa da ortak çıkarların
yönetimini emekçi sınıfa bıraksın. İkinci yola hiç mi hiç eğilimli değil;
koşulların düzeltilmesi için ise, burjuva önyargısıyla kötürüm kaldığı sürece
burjuvazi gereken güce sahip değildir. Çünkü, yüzbinlerce kurban öldükten sonra,
konutlara vicdansızca aşırı ölçüde insan doldurulmasını hafif ölçüde de olsa
sınırlayacak olan Metropol Yapıları Yasasını
[28]
meclisten geçirerek, gelecek için lütfedip en sonunda bir damla endişe
gösteriyorsa, kendini bu suçlamadan kurtaramaz; eğer sorunu kökünden çözmek
şöyle dursun, sağlık koruma polisinin en sıradan isteklerine yanıt vermeyen
önlemleri gururla öne sürüyorsa, kendini bu suçlamadan kurtaramaz. İngiliz
burjuvazisinin yapabileceği seçim tektir; ya yanıtlayamadığı cinayet suçlaması
altında ve o suçlamaya karşın egemenliğini sürdürür ya da işçi sınıfı lehine
iktidardan vazgeçer. Şu ana dek birinci
[sayfa 168]
yolu seçmiştir.
İşçilerin fiziksel durumundan zihinsel durumuna
dönelim. Burjuvazi onlara ancak mutlak olarak gereken ölçüde yaşam ihsan
ettiğine göre, ancak kendi çıkarma yaradığı kadar eğitim' vermesinde şaşılacak
bir yan yoktur. O da işin gerçeği, pek fazla değildir. İngiltere'de eğitim
araçları nüfusa oranla her türlü ölçünün ötesinde sınırlıdır. İşçi sınıfına
hizmet veren az sayıda okul ancak bir azınlığa yetmektedir; üstelik hepsi
kötüdür. Öğretmenler, artık işi bitmiş işçiler ve bu iş için elverişsiz benzeri
kişilerdir; öğretmenliğe yalnızca para kazanmak için girmektedirler; çoğunca,
zorunlu temel bilgiden, öğretmenin çok gereksindiği ahlaksal disiplinden
yoksundurlar; tüm kamu gözetiminden azadedirler. Burada da serbest rekabet
egemendir; ve her zamanki gibi bundan da zengin kazanç sağlar, kendisi için
rekabetin serbest
olmadığı
ve doğru bir yargıya varması için gereksindiği bilgiden yoksun olan yoksul,
zararlı sonuçlara katlanmak zorunda kalır. Okula devam zorunluluğu yoktur.
Fabrikalarda, göreceğimiz gibi, yalnızca görünüşte böyle bir zorunluk vardır, o
kadar. 1843 eğitim dönemi için bakanlık bu görünüşte varolan devam zorunluğunu,
gerçek bir devam zorunluğuna dönüştürmek isteyince, işçi sınıfı devam
zorunluğunu açıkça desteklediği halde, sanayi burjuvazisi bütün gücüyle buna
karşı çıkmıştır. Ayrıca, bir yığın çocuk hafta boyunca fabrikalarda ve evlerde
çalışmaktadır; bu nedenle de okula devam edemezler. Gündüz çalışan çocukların
devam etmesi amacıyla düşünülen gece okullarına ya hiç gidilmemektedir, ya da
gitmek, bir yarar sağlamamaktadır. Günde oniki saat kendini kullanıp tüketen
genç işçinin bir de gece saat sekizden ona kadar bu gece okuluna gitmesini
istemek, çok fazla şey istemektir. Bunu başarmaya çalışanlar da Çocukların
Çalıştırılması Hakkında Komisyonun raporuna göre, genelde ders dinlerken
uyuyakalmaktadırlar. Doğru, pazar okulları kurulmuştur; ama onlar da aynı
biçimde çok az öğretmenle idare etmektedir; üstelik, normal okullarda bir şeyler
öğrenmiş olanlar için yarar sağlayabilir. Bilgisiz bir çocuk için bir
[sayfa 169] pazar gününden öteki pazar gününe kadar
olan ara, birinci derste öğrendiğini bir hafta sonra ikinci derste
anımsayabilmesi için çok uzundur. Çocukların Çalıştırılması Hakkında Komisyonun
raporu, ne hafta içi gündüz okullarının ne pazar okullarının ulusun
gereksinimlerine en ufak bir yanıt vermediğinin yüzlerce kamuyla doludur;
komisyon da bu konudaki görüşünü çok kuvvetle ortaya koymaktadır. Bu rapor,
İngiltere işçi sınıfının İtalya'da ve İspanya'da beklenemeyecek ölçüde cahil
olduğunun kanıtlarıyla doludur. Başka türlü de olamaz zaten; işçi sınıfının
eğitilmesinden burjuvazinin umabileceği hiçbir şey yoktur, korkacağı çok şey
vardır. Bakanlık, 55.000.000 sterlin tutarındaki o büyük bütçesinden halk
çocuklarının eğitilmesi için yalnızca 40.000 sterlinlik küçücük bir pay
ayırıyor; yaptığı yarar kadar fanatizmiyle de zarar veren dinsel mezhepler
olmasa, eğitim olanakları daha da kıt hale gelir. Devlet Kilisesi kendi ulusal
okullarını,
[200*]
çeşitli mezhepler de din kardeşlerinin çocuklarını cemaat içinde tutmak ve
şurada-burada, zavallı bir çocuk ruhunu, başka bir mezhepten kendi mezhebine
kazanmak gibi bir amaçla, kendi sekter
[201*]
okullarını yönetirler. Sonuç şu: Din, ve dinin de hiçbir yarar getirmeyen yanı,
yani polemik tartışmalar, temel ders olmuştur ve çocukların belleği anlaşılmaz
dogmalarla ve teolojik ayrımcı kavramlarla aşırı ölçüde doldurulagelmektedir;
sekter nefret ve bağnazlık olabilen en erken zamanda uyandırılmakta, bütün
rasyonel, zihinsel ve moral eğitim utanmazca yadsınmaktadır. İşçi sınıfı,
parlamentodan tekrar tekrar, kesinkes laik olan ve dini mezhep rahiplerine
bırakan bir eğitim isteminde bulunmuşlardır, ama şimdiye dek bakanlık böyle bir
eğitimi sağlamaya ikna edilememiştir. Bakan burjuvazinin sadık hizmetkarıdır;
burjuvazi de sayısız mezhebe bölünmüştür; bu mezheplerden her biri, kendi
mezheplerine özgü dogmaları bir panzehir olarak kabul etmeleri koşuluyla, bu
yapılmazsa
[sayfa 170] tehlikeli olacak olan eğitimi,
işçilere sağlamaya hazırdırlar. Bu mezhepler kendi aralarında hâlâ üstünlük
savaşı verdikleri için de işçiler şimdilik eğitimden yoksun kalmaktadırlar.
İmalatçılar, çoğunluğu okuyabilir yapmakla övünüyorlar; oysa Çocukların
Çalıştırılması Hakkında Komisyonun kanıtladığı üzere, okumanın kalitesi,
eğitimin kaynağına bağlıdır. Bu rapora göre, harfleri bilen biri, imalatçının
vicdanını rahatlatacak kadar okuyabilir. Ama insan İngiliz dilinin okumayı adeta
bir sanat haline sokan ve ancak uzun bir eğitimle öğrenilen çapraşık yazım
kurallarını düşündüğü zaman, cahilliğin nedenini kolayca anlar. Emekçilerin çok
azı kolayca yazabilir; yazım kurallarına uygun yazabilmek birçok "eğitimli"
insanın bile gücü dışındadır. Devlet kilisesinin, Quaker'lerin ve sanırım birçok
başka mezhebin pazar okullarında yazma öğretilmiyor; yazmanın "pazar günü için
çok dünyasal olduğu" düşünülüyor. Öteki açılardan işçilere verilen eğitimin
kalitesi ne yazık ki fabrika çalışmalarını doğru dürüst kapsamayan Çocukların
Çalıştırılması Hakkında Komisyonun raporundan alınan birkaç örnekle daha iyi
anlaşılacaktır:
[29]
"Birmingham'da, diyor komisyon üyesi Grainger,
bizzat sınava aldığım öğrencilerin tümü, uzaktan yakından eğitim denebilecek bir
şeyden nasipleri olmadığını söylüyor. Gerçi hemen her okulda din eğitimi
yapılıyor ama, o konuda bile çok derin bir cehalet egemen. Wolverhampton'da,
diyor komisyon üyesi Home, başkalarının yanısıra, şu örnekle de karşılaştım:
"Hem gündüz okuluna hem pazar okuluna giden onbir yaşında bir kız çocuk 'öteki
dünyadan, cennetten, öteki yaşam'dan hiç haberdar değildi. Onyedi yaşında bir
çocuk, ikiyle ikinin kaç ettiğini, para önüne konduğu zaman bile iki peni içinde
kaç
farthing[202*]
bulunduğunu bilmiyordu." Birçok çocuk Londra'yı ya da evlerinden bir saatlik bir
yürüyüş uzaklığında bulunan ve Wolverhampton ile yakın ilişkide olan
Willenhall'u, hiç duymamıştı. Birçoğu
[sayfa 171]
kraliçenin adını ya da Nelson, Wellington, Bonaparte gibi adları hiç bilmiyordu;
ama dikkate değer olanı şu: Aziz Paul'ü, Musa Peygamberi, Hazreti Süleyman'ı hiç
duymamış olanlar, Dick Turpin'in ve özellikle Jack Sheppard'ın
[203*]
yaşamı, yaptıkları ve karakteri hakkında çok şey biliyorlardı. Onaltı yaşında
bir genç "iki kere iki kaç eder" ya da "dört
farthing kaç peni eder"
sorularının karşılığını bilmiyordu. On-yedi yaşında bir genç, "on
farthingin
on tane yarım peni ettiğini savlıyordu"; onyedi yaşındaki bir üçüncüsü çok
basit birçok soruya "hiçbir şey demiyorum" karşılığını veriyordu.
[204*]
Dört-beş yıl süreyle, kafaları tıka-basa dinsel öğretilerle doldurulan bu
çocuklar, başta ne kadar az şey biliyorlarsa, sonda da ancak o kadar
biliyorlardı. Çocuklardan biri "beş yıl boyunca düzenli olarak pazar okuluna
gitmişti; İsa peygamberin adını duymuştu, ama kim olduğunu bilmiyordu. Oniki
Havariyi hiç duymamıştı; Samson'u, Musa'yı, Aaron'u, vb. hiç duymamıştı."
[205*]
Bir başkası "pazar okulunu altı yıl boyunca düzenli olarak izlemişti. İsa'nın
kim olduğunu biliyordu; kurtarıcımızı kurtarmak için çarmıhta kanı aka aka
ölmüştü. Aziz Peter'i ya da Aziz Paul'u hiç işitmemişti."
[206*]
Bir üçüncü çocuk, "yedi yıl boyunca çeşitli pazar okullarına gitmişti; ancak
ince çocuk kitaplarındaki tek heceli, kolay sözcükleri okuyabiliyordu;
havarileri duymuştu; ama Aziz Peter'in, ya da Aziz John Wesley
[207*]
denmezse Aziz John'un, havarilerden biri olup olmadığını bilmiyordu." İsa kimdir
sorusuna, başka yanıtların yanısıra Horne şu yanıtları da almıştı: "Ademdir",
"Havaridir", "Kurtarıcının
[sayfa 172] efendisinin
oğludur"
[208*]
ve onaltı yaşında bir gencin yanıtı: "İsa, çok uzun zaman önceki Londra
krallarından biridir." Sheffield'da, komisyon üyesi Symons, pazar okulu
öğrencilerinin yüksek sesle okumalarını istedi; okuduklarının ne olduğunu
söyleyemiyorlardı ya da henüz okudukları havarilerin ne tür insanlar olduklarını
söyleyemiyorlardı. Hepsine tek tek havarilerin kim olduğunu sorup hiçbirinden
doğru yanıt alamamıştı ki, haşarı görünüşlü küçük bir oğlan çocuk büyük bir
coşkuyla bağırdı: "Öğretmenim, öğretmenim, ben biliyorum: onlar cüzamlılardı."
[209*]
Porselen üretim bölgelerinden ve Lancashire'dan alman raporlar da bunlar gibi.
Burjuvazinin ve devletin, işçi sınıfının
eğitimini geliştirmek üzere yaptıkları, işte bu. Bereket versin, bu sınıfın
içinde bulunduğu yaşam koşulları, ona öyle bir pratik eğitim veriyor ki, o
pratik yalnızca okullarda kafaya tıkıştırılanların yerine geçmiyor, ama onunla
bağlantılı olan çapraşık dinsel nosyonları zararsız hale de getiriyor ve hatta
işçileri İngiltere ulusal hareketinin öncüsü konumuna sokuyor. Gereklilik icadın
anasıdır ve daha önemlisi, düşüncenin ve eylemin de. Kekeleyerek okuyan ve hemen
hiç yazamayan İngiliz işçi, gene de kendi çıkarının ve ulusunun çıkarının nerede
olduğunu biliyor. Burjuvazinin özel çıkarının ne olduğunu, ondan ne beklemesi
gerektiğini de çok iyi biliyor. Yazamıyorsa da konuşabiliyor ve halkın önünde
konuşuyor; aritmetik bilmiyorsa da Tahıl Yasasını iptal eden burjuvanın
zihninden geçenleri anlayıp daha iyi kanıtlar öne sürebilecek ölçüde politik
iktisatçılarla hesaplaşabilir; vaizlerin tüm çabasına karşın göksel sorunlar
onun gözünde çok çapraşık kalmaya devam etse de dünyevi, siyasal ve toplumsal
sorunları olanca açıklığıyla görür. İlerde bu noktaya gene döneceğiz; şimdi
işçilerimizin ahlaksal niteliklerine geçelim.
İngiliz okullarında din eğitimiyle kaynaştırılan
ahlak
[sayfa 173] eğitiminin, din eğitiminden daha iyi sonuç veremeyeceği
açıktır. Sıradan insanlar yönünden bakınca, toplumsal durumumuzun ve her
birimizin herkesle savaşının yarattığı o çok dehşetli kargaşaya sürüklenen insan
ilişkilerini düzenleyici basit ilkeler, anlaşılmaz dogmalarla birleştirilip
keyfî ve dogmatik dinsel emir biçiminde vaaz edilince, ister-istemez çapraşık
kalmaya devam eder. Tüm otoritelerin ve özellikle Çocukların Çalıştırılması
Hakkında Komisyonun itiraflarına göre, okullar, işçi sınıfının ahlakına hemen
hemen hiçbir katkıda bulunmamaktadır. İngiliz burjuvazisi, bencilliğinde o kadar
kısa görüşlü, o kadar aptalca darkafalıdır ki, günün ahlak anlayışını, yani
burjuvazinin kendini korumak üzere kendi çıkarı için yarattığı ahlak anlayışını
işçilerin kafasına sokmak zahmetine bile katlanmamaktadır. Bu ihtiyati önlem
bile, dermansız ve tembel burjuvazi için çok büyük bir çaba demektir. Bu
ihmalinden esef duymasının artık çok geç olacağı bir gün mutlaka gelecektir.
Ama, işçilerin, burjuva ahlak sistemi hakkında hiçbir şey bilmeyişlerinden ve
dolayısıyla ona göre hareket etmeyişlerinden yakınmaya da hakkı yoktur.
Böylece iktidardaki sınıf fiziksel ve zihinsel
açıdan olduğu kadar ahlak açısından da işçileri görmezden gelmekte ve bir kenara
atmaktadır. Onlar için el altında tuttuğu tek araç yasalardır; işçiler burjuvazi
için tiksindirici hale geldikleri zaman başlarına o yasaları sarar. İşçilere,
hayvanın en kalın kafalısı gibi, bir tek eğitim biçimiyle, kamçıyla muamele
edilir; ikna ederek değil, ama zor gücüyle boyun eğdirerek. Bu nedenle, işçiler,
hayvan gibi muamele edildiklerine göre, gerçekten hayvanlaşırlarsa şaşmamak
gerekir; ya da iktidardaki burjuvaziye karşı en sürekli yürek-isyanını ve en
harlı nefreti içlerinde taşıyarak insanlık bilincini sürdürebilirler. Egemen
sınıfa karşı öfkeyle dolup taştıkları sürece insandırlar. Boyunduruk altında
sabırla eğildikleri anda hayvanlaşırlar ve boyunduruğu kırma çabalarını bir yana
koyarak yaşamı çekilir hale getirmeye çalışırlar.
[sayfa
174]
Proletaryanın eğitimi için burjuvazinin yaptığı
şey işte bundan ibaret, bir de proletaryanın içinde yaşadığı tüm koşulları
dikkate alırsak, işçilerin egemen sınıfa karşı beslediği öfkeyi doğrusu uygunsuz
bulamayız. İşçiye okulda verilmeyen ahlak eğitimi, yaşamının öteki yönleri de
sağlamıyor; en azından, burjuvazinin gözünde değeri olan ahlaksal eğitimi
sağlamıyor; işçinin tüm konumu ve çevresi, çok şiddetli bir biçimde ahlaksızlığı
kışkırtıyor. İşçi yoksul, onun için yaşamın hiçbir çekiciliği yok, hemen hemen
keyifli her şey ondan esirgeniyor, yasalardaki cezalar da onu daha fazla
korkutmuyor; öyleyse arzularını niye gemlesin, zengine, doğumla kazandığı keyif
yapma hakkını
[210*]
neden bıraksın, neden bir kısmını elegeçirmesin? Proleteri, çalmamaya teşvik
edecek ne var? "Mülkiyetin kutsallığının kuvvetle vurgulandığını duymak
burjuvazinin kulağına pek hoş gelebilir, ama hiçbir şeyi olmayan için mülkiyetin
kutsallığı hiçbir anlam taşımaz. Bu dünyanın tanrısı paradır; burjuvazi
proletaryanın parasını alır ve onu pratikte bir ateist yapar. Proleter ateizmini
sürdürür ve dünyasal tanrının gücüne ve kudretine saygı duymazsa, bunda
şaşılacak ne var? Proleterin yoksulluğu, yaşamın en zorunlu geçim araçlarından
yoksunluğa ve açlığa vardığı zaman, toplumsal düzeni umursamama dürtüsü
güçlenmez de ne yapar? Burjuvazinin büyük bir kesimi bunu kabul ediyor. Symons,
[211*]
sarhoşluğun bedende yaptığı yıkımın aynısını, yoksulluğun zihinde yaptığını
gözlemliyor; Dr. Alison
[212*]
da toplumsal baskının işçi sınıfı için ne gibi sonuçlar ortaya çıkardığını
mülksahibi sınıflara büyük bir kesinlikle anlatıyor. Yoksulluk, emekçiyi, yavaş
yavaş açlıktan ölmek, kendini bir anda öldürmek ya da gereksindiği şeyi nerede
bulursa almak, açık bir deyişle çalmak, arasında bir seçim yapmakla karşı
karşıya bırakır. Ve çoğunun çalmayı açlığa ve intihara yeğlemesinde şaşacak bir
şey yoktur.
[sayfa 175]
Doğru, işçi sınıfı içinde de birçokları, en aşırı
durumlarda bile çalmayı çok ahlakdışı bulanlar vardır ve bunlar ya açlıktan ölür
ya intihar eder. Eskiden üst sınıfların kıskanılası ayrıcalığı olan intihar,
İngiliz işçiler arasında da moda haline gelmiştir; birçok yoksul, başka çıkış
yolu görmedikleri zaman sefillikten kurtulmak için kendini öldürüyor.
Ama İngiliz emekçisi üzerinde, yoksulluğun
yaptığından daha büyük moral bozucu etkiyi durumunun güvenilir olmayışı,
elegeçen ücretin boğaza gitmesi, ücretle yaşama zorunluğu, kısacası onu bir
proleter yapan şeydir. Almanya'da küçük köylüler genelde yoksuldur ve çoğunca
ihtiyaç içinde kıvranır; ama yaşamları tesadüflerin insafına daha az bağlıdır,
hiç değilse, güvende olan bir şeye sahiptirler. İki elinden başka bir şey
olmayan, dün kazandığını bugün tüketen, her türlü olasılıkla karşı karşıya
bulunan ve yaşamak için en basit şeyleri kazanabilmekte bir damlacık güvencesi
olmayan, her bunalımın, ya da patronunun her kaprisinin ekmeğini elinden
alabileceği proleter, en isyan ettirici ve bir insan için düşünülebilecek en
gayrı insani konuma sokulmuştur. Efendisinin kendi çıkarı, köleye en basit bir
nafakaya sahip olma güvencesini sağlar, serfin hiç değilse üzerinde
yaşayabileceği bir avuç toprağı vardır; her birinin, en azından yaşamı güven
altındadır. Proleter ise yalnızca kendine dayanmak zorundadır; ama yeteneklerini
kullanarak onlara dayanmaktan da alıkonmaktadır. Proleterin kendi konumunu
iyileştirmek için yapabileceği her şey, karşı karşıya bulunduğu ve kendi
denetiminde olmayan olasılıklar seli ile karşılaştırıldığı zaman, okyanusta bir
damla gibidir. O, her türlü olasılıklar bileşiminin edilgen nesnesidir ve kısa
bir süre için bile olsa yaşamını kurtardığı zaman kendini talihli saymalıdır; ve
karakteri ile yaşam biçimini, doğal ki bu koşullar biçimler. Ya insanlığını
kurtarmak için bu girdabın içinde başını suyun üstünde tutmaya çalışır ve bunu
ancak, kendisini amansızca yağmalayan ve sonra kaderine terkeden, bir insan için
çok moral bozucu olan bu konumda onu tutmaya çalışan sınıfa karşı isyan ederek
[213*]
yapabilir; ya da umutsuz
[sayfa 176] bulduğu için
kaderine karşı savaşmayı bırakır ve yapabildiği ölçüde, en uygun andan kazançlı
çıkmaya çalışır. Tasarruf boşuna gayrettir; çünkü yapabileceği en çok tasarruf
bile ona yaşamını çok kısa süre ayakta tutmaktan daha fazlasını sağlayamaz; bu
arada bir de işsiz kalırsa, bu hiç de kısa süre için olmaz. Ömürlü bir mülk
yığınağı yapması olanaksızdır; eğer olanaklı olsaydı, zaten o zaman işçi
olmaktan çıkardı ve onun yerini bir başkası alırdı. Öyleyse daha yüksek ücretler
kazandığı zaman, o parayla iyi yaşamaktan da iyi ne yapabilir? Ücretler yüksek
olduğu zaman işçiler parayı israf ediyorlar diye İngiliz burjuvazisi kıyamet
koparıyor; oysa işçilerin kendileri için hiç de sürekli bir geçim kaynağı
olmayan ve sonunda güveyle pasın (yani burjuvazinin) ellerinden alacağı bir
parayı biriktirmek yerine, yapabildikleri zaman yaşamın tadını çıkarmaları
yalnızca doğal değil, üstelik çok da makuldür. Yine de böyle bir yaşam, başka
şeylerin ötesinde moral bozucudur. Carlyle'ın pamuk eğirenler için söyledikleri,
tüm İngiliz sanayi işçileri için doğru:
[214*]
"İşleri bir şöyle, bir böyle; bir an bol-bulamaç
bir gönenç, hemen ardından gıdasızlıktan zaafiyet; 'kısa süre'nin doğası kumar
gibidir; onlar da kumarbazlar gibi yaşarlar; bugün lüks bir aşırılık, yarın
açlık. Kara, isyancı bir hoşnutsuzluk, insanın yüreğine çöreklenebilecek en
sefil duygu, onları yer bitirir. Dünya çapındaki çalkantılı dalgalanmalarıyla,
engin Buharlı Proteus
[215*]
şeytanıyla İngiliz ticareti onlar için her yolu ucu bilinmez hale sokuyor, tüm
yaşamı hayret verici yapıyor. Ilımlılık, istikrar, huzurlu süreklilik — insan
olmanın ilk erdemleri onlara göre değil. Bu dünya onların evi değildir, pervasız
bir israfın, kendilerine ve tüm insanlara karşı
[sayfa 177]
isyanın, hıncın, hırçınlığın kasvetli bir cezaevidir. Yeşil, çiçekler açan,
üstünde uçsuz bucaksız mavi bir göğün uzandığı, bir tanrının eseri ve mülkü olan
bir dünya mı, yoksa zehirli dumanların, pamuk havının, çırçır gürültüsünün,
öfkenin ve didinmenin Şeytanın eseri ve mülkü olan üstü kara bulutlarla kaplı
fokur fokur kaynayan Tophet
[216*]
mi?"
Bir başka yerde:
[217*]
"Şu güneşin altında, gerçeğe, olguya ve Doğanın düzenine haksızlık ve
sadakatsizlik, günahın ta kendisi ve haksızlık duygusu katlanılmaz bir acıysa,
bu emekçilerin içinde bulunduğu koşullara ilişkin büyük sorumuz şudur: bu adil
mi? Ve her şeyden önce, adil koşul konusunda, acaba kendileri ne tür bir düşünce
taşıyor? Yanıt sözcükleri dikkate değer; hele davranışları daha da çok.
Başkaldırı, üst sınıflara başkaldırının somurtkan, kinci mizahı, dünyadaki
üstlerinin buyruklarına karşı azalan saygı, ruhani üstlerinin öğütlerine karşı
azalan inanç, giderek alt sınıfların evrensel ruhu haline geliyor. Bu ruh
kınanabilir, haklı görülebilir, ama tüm insanlar bunun varolduğunu kabul etmek
zorundadırlar; herkes biliyor ki, bu hazindir; herkes biliyor ki düzeltilmezse
öldürücüdür."
Cariyle olgularda fevkalade haklı, işçilerin üst
sınıflara derin öfkesini kınarken haksız. Bu öfke, bu tutku, işçilerin,
durumlarını insana yaraşır görmediklerinin, hayvan düzeyine indirgenmeyi
reddettiklerinin, bir gün kendilerini burjuvazinin köleliğinden
özgürleştireceklerinin kanıtıdır. Bu, o öfkeyi paylaşmayanlardan bellidir; ya
kendilerine egemen olan kaderin önünde alçakgönüllükle boyun eğerler, olabildiği
ölçüde özel saygınlığı olan bir yaşamı sürdürürler, kamu işlerinin tuttuğu yolla
ilgilenmezler, işçileri bağlayan zinciri burjuvazinin daha sağlamlamasına ve
sanayi dönemi başlamadan önce egemen olan entelektüel boşlukta durmasına yardım
ederler; ya da kaderin cilvesiyle sağa-sola savrulurlar,
[sayfa 178] ekonomik tutamaklarını yitirişleri gibi moral tutamaklarını
da yitirirler, gün-gün yaşarlar, kendilerini içkiye verirler kadın peşinde
koşarlar; her iki durumda da hayvandırlar. İkinciler "kumar, fuhuş gibi suçlarda
hızlı bir artışa" katkıda bulunurlar; burjuvazi
[218*]
de bu durumun ortaya çıkmasına yolaçan nedenleri harekete geçirdikten sonra olup
bitenlerden dehşet içinde kalır.
İşçiler arasındaki moral bozukluğunun bir başka
kaynağı, çalışmaya mahkum oluşlarıdır. Nasıl ki gönüllü, üretken etkinlik
insanoğlunun tattığı en üstün haz ise, zorunlu çalışma da en haşin ve
aşağılayıcı bir cezadır. İnsanın kendi iradesine karşın, her gün, sabahtan gece
vaktine kadar, belli bir şey yapmakla sınırlanmasından daha dehşet verici bir
şey yoktur. Ve işçi kendisini ne kadar daha çok insan hissederse, işi ona, o
kadar çok nefret edilesi görünür; çünkü sınırlanmışlığı görür, işin kendisi için
amaçsızlığını görür. Peki neden çalışır? İş aşkı uğruna mı? Doğal bir dürtüyle
mi? Hiç değil. Para için, işin kendisiyle hiçbir biçimde ilişkisi olmayan bir
şey için çalışır;
[219*]
o kadar uzun üstelik kesintisiz bir tekdüzelik içinde çalışır ki, azıcık
insansal duyguları varsa, ilk haftalar içinde işi onun için bir işkence haline
gelir. Zorunlu işin hayvani astına etkilerini, işbölümü daha da çoğaltmıştır.
Birçok alanda işçinin etkinliği, küçük ve salt mekanik bir el hareketine, her
dakika yinelenen, yıllar boyu değişmeyen
[220*]
bir el hareketine indirgenmiştir. Çocukluk yaşından itibaren her gün, günde
oniki saat iğne ucunu sivrilten ya da dişlileri eğeleyen ve başından beri
İngiliz proletere zorla kabul ettirilmiş koşullar altında yaşayan bir insan,
otuzuncu yılında insansal duyguyu ve yeteneği ne kadar koruyabilir ki? Buharın
[221*]
sanayide kullanılışından beri hep
[sayfa 179] aynı
işçinin işi kolaylaşmıştır, kas gücünden tasarruf edilmiştir, ama işin kendisi,
başından sonuna, anlamsız ve tekdüze hale gelmiştir; zihin çabasına yer veren
hiçbir alan kalmamıştır; yalnızca, işçiyi başka şey düşünmekten alıkoyacak
yeterlikte bir dikkat gerektirir o kadar.
[222*]
Ve böyle bir işe mahkumiyet, onun tüm zamanını alan, yemek ve uyumak için bile
pek az zaman bırakan, açık havada yürüyüş yapması ya da doğanın tadına varması
için hiç vakit bırakmayan bir işe mahkumiyet, zihinsel çalışma için çok az zaman
bırakan bir işe mahkumiyet insanı hayvan düzeyine indirgemez de ne yapar?
Yineleyelim, işçi seçimini yapmalıdır; ya kaderine razı olmalıdır, "iyi" bir
işçi haline gelmeli, burjuvazinin çıkarlarını "sadakatle" gözetmelidir — böyle
bir durumda kesinlikle bir hayvan haline gelir; ya da isyan etmeli, insanlığı
için sonuna kadar savaşmalıdır, bunu da ancak burjuvaziye karşı savaşarak
yapabilir.
Tüm bu koşullar işçiler arasında geniş bir ahlak
bozukluğu yarattığı zaman, bu alçalmayı daha geniş çerçevelere ve uç noktalara
taşımak üzere, eski öğelere bir yenisi daha eklenir. Bu öğe, nüfusun
merkezileşmesidir. İngiliz burjuvazinin yazarları, büyük kentlerin ahlak bozucu
eğilimi karşısında feryat ediyorlar; sapkın Yeremyalar
[223*]
gibi, kentlerin yıkılışı değil, büyüyüşü üzerine ağıt düzüyorlar. Sheriff Alison
hemen her şeyi,
The Age of Great Cities [
Büyük Kentler Çağı]
yazarı Dr. Vaughan, ondan da fazlasını bu etkiye bağlıyor. Bu da doğal, çünkü
mülk sahibi sınıfın, işçiyi bedence ve ruhça yıkma eğilimi taşıyan öteki
koşulların sürmesinde doğrudan çıkarı var. Yoksulluğun, güven yokluğunun, aşırı
çalışmanın, çalışma zorunluğunun başlıca yıkıcı öğeler olduğunu bir itiraf
etseler, bundan, öyleyse yoksula mal-mülk verelim, nafakasını güvenceye alalım,
aşırı çalışmaya karşı yasa yapalım gibi bir sonuç çıkarmak zorunda kalacaklar;
bu
[sayfa 180] da burjuvazinin cüret edemeyeceği bir
şey. Kaldı ki, büyük kentler öylesine kendiliğinden büyüdü ve nüfus o kentlere
öylesine kendiliğinden aktı ve bundan yalnızca sanayinin ve orta-sınıfın kazanç
sağladığı çıkarsaması öylesine zayıf bir sav ki, egemen sınıf için, bütün
günahları, görünüşe göre sakınılması olanaksız bu gelişmeye bağlamak çok kolay
oluyor. Gerçekteyse büyük kentler, zaten çekirdek halinde varolan kötülüklerin
yalnızca daha hızlı ve daha kesin gelişmesini sağlıyor, o kadar. Alison bunu
itiraf edecek kadar insandır; safkan bir liberal sanayici değildir, yalnızca
yarı bir Tory burjuvadır; ve bu nedenle de tam gelişmiş bir burjuva bütün bütün
körken, onun bir gözü açıktır. Onu dinleyelim:
[224*]
"Fuhuş ayartması, zevkin iğfal etmesi,
budalalığın çekiciliği" bunlar hep büyük kentlerdedir; "cezasız kalma umudu suçu
yüreklendirir, bol bol örneklerinin görülmesi, tembelliği teşvik eder. Adi ve
günahkar, kırsal yörenin sadeliğinden çıkıp bu büyük bozulmuş insan pazarlarına
akar; kötülük edeceği mağduru burada bulur ve göze aldığı tehlikenin ödülünü de
burada elegeçirir. Erdem, buralardaki karmaşadan dolayı sıkıntıdadır.
Belirlenmesinin güçlüğü suçu yetkinleştirir; ahlaksızlığı, vaadettiği haz
ödüllendirir. Eğer insan St. Giles'da, Dublin'in kalabalık sokaklarında ya da
Glasgow'un yoksul mahallerinde gece vakti yürürse, bu gözlemlerin kanıtlarıyla
bol bol karşılaşacaktır; alt katmanların uygunsuz alışkanlıklarını ve
hafifmeşrep zevklerini bir daha hayretle karşılamayacaktır; dünyada neden bu
kadar çok suç olduğuna değil, neden bu kadar az suç olduğuna hayret edecektir.
Bu kalabalık ortamlarda insanın çürüyüşünün temel nedeni, kötü örneğin bulaşıcı
doğası ve halkın genç kesiminin onca yakınına sokulan fuhuşun kandırıcılığından
kaçınmanın aşırı güçlüğüdür. Erdemin
gücü hakkında ne düşünürsek
düşünelim deneyim gösteriyor ki, üst katmanlar, çirkin suçlara ve uygunsuz
alışkanlıklara bulaşmayışlarını, başlıca, ayartıcı sahneden iyi bir talih eseri
uzak kalışlarına borçludurlar;
[sayfa 181] onlardan daha aşağı katmanlardaki
insanlara yönelen baştan çıkarmaya hedef oldukları yerlerde, ayartılmaya boyun
eğmekte, alt katmanlardan hiç de geride değildirler. Büyük kentlerde, yoksulun
garip talihsizliği, dayanılmaz ayartmalardan sakınamayışı değildir; yüzünü
nereye çevirse, fuhuşun, kumarın çekici biçimleriyle ya da suç oluşturan
zevklerin ayartıcılığıyla karşılaşmasıdır. Fuhuşun, kumarın, vb., çekiciliğini,
büyük kent yoksulunun genç kesimlerinden saklamanın denenmiş olanaksızlığı, o
gençleri, ahlak çöküntüsüne yolaçan birçok etmenin hedefi haline getirmektedir.
[225*]
Bütün bunlar, bu ahlaksızlık mağdurlarının karakterindeki herhangi bir
alışılmadık ya da olağanüstü ahlak bozukluğundan değil, ama yoksulu hedefleyen
baştan çıkarma girişimlerinin direnilemez doğasından ileri gelmektedir. Onların
davranışını kınayan zengin de hiç kuşku yok ki, benzer nedenlerin etkisine,
onlar kadar hızla teslim olurdu. Erdemin nadiren karşı koyabildiği ve özellikle
gençlerin genel olarak direnemedikleri günaha girmekte, sefaletin ve günaha
yakınlığın belli bir payı vardır. Bu koşullarda fuhuş, kumar, vb.'nin artması,
hastalık mikrobunun bulaşması kadar kesin ve neredeyse o kadar hızlıdır."
Ve bir başka bölümde:
"Üst katmanlar, kendi yararları uğruna emekçi
sınıfları küçük bir yere, çok sayıda çektikleri zaman, suçun bulaşması hızlı ve
sakınılamaz hale gelir. Alt katmanlar, ahlak ve din eğitimi açısından şimdiki
konumlarında oldukları ölçüde, tifüse yakalandılar diye ne kadar
suçlanabilirlerse, baştan çıkarmalara kapıldılar diye de o kadar
suçlanabilirler."
Yeter! Yarı-burjuva Alison, kendini ifade etme
biçimi ne kadar dar da olsa, işçilerin ahlakı üzerinde büyük kentlerin yaptığı
günahkar etkiyi gözlerimizin önüne seriyor. Bir başkası,
pur sang[226*]
bir burjuva, Tahıl Yasasıyla Savaşım Liginin kalbini fetheden Dr. Andrew Ure,
[227*]
işin öteki yüzünü
[sayfa 182] ortaya koyuyor. Büyük
kentlerdeki yaşamın, işçiler arasında entrikaları kolaylaştırdığını ve pleblerin
eline güç verdiğini söylüyor. Eğer işçiler eğitilmezse (yani burjuvaziye itaat
etmesi için eğitilmezse) diyor Ure, sorunları tek yanlı olarak, sinsi bir
bencilliğin bakış açısından değerlendirebilirler ve kurnaz demagoglar tarafından
gözlerinin bağlanmasına izin verebilirler; hatta kendilerine iyilik eden hayır
sahibi, tutumlu ve girişimci kapitalistleri kıskanç ve hasım bir gözle
görebilirler. Burada, ancak esaslı bir eğitim yarar sağlayabilir, yoksa ulusal
iflas ve öteki dehşet verici bunalımlar sökün edecektir; çünkü işçi devriminin
patlamaması olası değildir. Bizim burjuva, korkularında fevkalade haklıdır.
Nüfusun merkezileşmesi, mülk sahibi sınıfı harekete geçirir ve geliştirirse,
işçilerin gelişimini daha da hızlandırır. İşçiler bir sınıf olduklarını, bir
bütün olduklarını hissetmeye başlarlar; kişiler olarak zayıfsalar da
birleştikleri zaman bir güç haline geldiklerini algılamaya başlarlar;
burjuvaziden ayrışmaları, işçilere özgü ve yaşamdaki konumlarına uygun düşen
görüşler teşvik görür; baskıya karşı bilinç uyanır ve işçiler toplumsal ve
siyasal önem kazanırlar. Büyük kentler, işçi hareketinin doğum yerleridir;
işçiler kendi koşulları üzerinde düşünmeye ve o koşullara karşı savaşım vermeye
ilkin oralarda başlamışlardır; proletarya ile burjuvazi arasındaki karşıtlık
ilkin kendini büyük kentlerde ortaya koymuştur; sendikalar, çartizm ve sosyalizm
oralardan çıkarak ilerlemiştir. Toplumsal bünyenin, tarihsel olarak kırsal
yörelerde ortaya çıkan hastalığını, büyük kentler keskinleştirmiş, gerçek
doğasını ve tedavi yollarını belirgin hale getirmiştir. Büyük kentler ve onların
kamusal zeka üzerindeki zorlayıcı etkisi olmasaydı, işçi sınıfı şimdi olduğundan
çok daha az ilerlerdi. Ayrıca, büyük kentler, emekçilerle patronlar arasındaki
ataerkil ilişkinin son kalıntılarını da yıktılar; geniş-ölçekli üretim, tek
patrona bağlı olarak çalışanların sayısını
[sayfa 183]
artırarak bu sonuca katkıda bulundu. Doğru, burjuvazi bütün bunlara esef ediyor,
esef etmek için de çok nedeni var; çünkü eski koşullar döneminde, burjuvazi,
işçilerin isyanına karşı göreli olarak güvendeydi. Onlara zulmedebilir ve
işçileri doya doya yağmalayabilirdi; gene de tepeden bakan ve kendisine hiçbir
maliyeti olmayan ufak bir dostluk göstererek ya da görünüşte saf, kendiliğinden
ya da gerekmediği halde bir iyi kalplilik belirtisiymişçesine ufak bir armağan
vererek, bu budala insanların itaatini, minnettarlığını ve rızasını kazanırdı.
Kendisinin eseri olmayan koşullarda bir burjuva birey olarak, görevini, hiç
değilse kısmen yapabilirdi; ama salt yöneten sınıf oluşu nedeniyle tüm ulusun
içinde bulunduğu koşullardan sorumlu bulunan
[228*]
egemen sınıfın bir üyesi olarak, o konumunun gerektirdiği hiçbir şey yapmadı.
Tam tersine, o kendi bireysel yararı için tüm ulusu yağmaladı. İşçinin
köleliğini ikiyüzlüce saklayan ataerkil ilişkiler içindeyken, işçinin
entelektüel bir sıfır olarak, kendi çıkarlarının tümden cahili, özel bir kişi
olarak kalması gerekiyordu. Ancak ve ancak patronuna yabancılaştıktan, çalışanla
çalıştıran arasındaki tek bağın parasal kâr olduğuna inandıktan, patronla
arasında bulunan ve en hafif denemeye dayanamayan duygusal bağ çöktükten sonra,
ancak o zaman işçi kendi çıkarlarını anlamaya başladı ve bağımsız olarak
gelişti; ancak ondan sonra düşüncelerinde, duygularında ve iradesini ifadede,
burjuvazinin kölesi olmaktan çıktı. Bu sonuca, geniş-ölçekli üretim ve kentlerde
üretim, geniş ölçüde katkıda bulundu.
İngiliz işçilerin karakterini biçimlendiren bir
başka büyük etmen, daha önce sözü edilen İrlandalı göçüdür. Bu göç, gördüğümüz
gibi, bir yandan İngiliz işçilerin konumunu geriletti, onları uygarlıktan
kopardı ve yığınların karşılaştığı zorlukları ağırlaştırdı; ama öte yandan
işçilerle burjuvazi arasındaki uçurumu derinleştirdi ve yaklaşan bunalımı
hızlandırdı. Çünkü, İngiltere'nin müptela olduğu toplumsal
[sayfa 184]
hastalığın izlediği seyir, herhangi bir bedensel hastalığın izlediği seyir
gibidir; belli yasalara göre gelişir, kendi bunalımlarını yaşar, bu bunalımların
en sonuncusu ve en şiddetlisi de hastanın yazgısını belirler. Ve İngiliz ulusu,
son bunalımda yenik düşemeyeceği, yeniden doğmuş ve kendini yenilemiş olarak o
noktadan ileri doğru yürümesi gerektiği için, hastalığın seyrini hızlandıran her
şeyi sevinçle karşılamalıyız. İngiltere'ye ve İngiliz işçi sınıfına dışardan
getirdiği öfkeli, cıva gibi İrlandalı mizacı nedeniyle İrlandalı göçü hastalık
seyrinin hızlanmasına daha da katkıda bulunmaktadır. Fransızlarla Almanlar
birbirlerine karşı ne iseler, İngilizle İrlandalı da birbirine karşı odur; cana
yakın, kolay heyecanlanır, şevkli İrlandalı karakteriyle istikrarlı, makul,
sabırlı İngiliz mizacının birbirine karışması, uzun erimde her ikisi için de
yalnızca iyi sonuçlar üretmelidir. Hataya karşı cömert davranan ve öncelikle
duygularının etkisi altında olan İrlandalı doğası kısmen iki ırkın karışmasıyla,
kısmen gündelik temaslarla müdahale ederek soğuk, rasyonal İngiliz karakterini
yumuşatmasaydı İngiliz burjuvazisinin kaba bencilliği, işçi sınıfı üzerindeki
sultasını çok daha sıkı yürütebilirdi.
Bütün bunlar çerçevesinde, işçi sınıfının, adım
adım, İngiliz burjuvazisinden bütün bütün farklı bir ırk haline gelmesinde
şaşılacak bir şey yoktur. Burjuvazinin, yeryüzündeki başka her ulusla, yanında
yaşadığı işçilerden çok daha fazla ortak yanı vardır. İşçiler başka lehçelerle
konuşurlar, başka düşünceleri ve idealleri, başka gelenekleri ve ahlak ilkeleri,
burjuvazininkinden farklı bir dinleri ve politikaları vardır. Böylece birbirine
hiç mi hiç benzemez iki ayrı ulusturlar; birbirine hiç benzemez iki ırkın
oluşturduğu iki ulus gibidirler; Avrupa kıtasında onlardan birini, burjuvaziyi
biliyoruz. Ama İngiltere'nin geleceği için asıl önemli olanı ikincisidir,
halktır, proletaryadır.
[229*]
[sayfa 185]
İngiliz emekçisinin, örgütlerde ve siyasal
ilkelerde ifadesini bulduğu biçimiyle toplumsal karakteri üzerinde ilerde
duracağız; şimdi burada, biraz önce andığımız etmenlerin, işçinin kişisel
karakteri üzerinde yarattığı sonuçları irdeleyelim. İşçi, sıradan yaşamda
burjuvadan çok daha insancıldır. Dilencilerin hemen hemen özellikle işçilerden
medet umduğunu ve yoksulun genelde burjuvalardan çok işçiler tarafından
gözetildiğini daha önce belirtmiştim. İnsanın, dilediği gün kendi kendine
kanıtlayabileceği bu olguyu, başkalarının yanısıra Manchester
canon'u
[230*]
Dr. Parkinson da doğruluyor. Dr. Parkinson şöyle diyor:
[231*]
"Zenginin yoksula verdiğinden çok daha fazlasını
yoksul yoksula verir. Benim bu savımı, bilgisi ve yetenekleri kadar insancıllığı
da çok belirgin olan, en yaşlı, en bilgili ve en keskin gözlemcilerimizden biri
olan Dr. Bardsley'in ifadesi de doğruluyor; onun açıkladığı üzere, her yıl
yoksulların birbirine verdiklerinin toplamı, aynı dönemde zenginin yoksula
verdiklerini aşıyor."
İşçilerin insancıllığı başka yerlerde de
kendisini hoş bir biçimde ortaya koyuyor. Kendileri sıkıntılı günler
geçirdikleri için, sıkıntıda olanın halinden anlarlar;
[232*]
bu nedenle onlara daha kolay yaklaşılır, daha dostturlar, her ne kadar paraya
mülksahibi sınıftan daha çok gerek duyarlarsa da daha az para-gözdürler. Onlar
için para, satın aldığı şey kadar değerlidir; oysa burjuva için para, kendi
doğasında bir değere, tanrının değerine sahiptir; burjuvayı hasis, kirli bir
para-kurdu yapar. Paraya karşı böyle bir yüceltme duygusunu tanımamış olan
emekçi, bu nedenle, burjuvaya göre daha az tamahkardır; para keselerinin
artmasını yaşamın amacı ve ucu gibi gören burjuvanın işi-gücü ise kazanmaya
dönüktür.
[sayfa 186] Bu çerçevede işçi daha az
önyargılıdır; burjuvaya bakışla, olgular ne ise onları öyle görmekte gözleri
daha keskindir; her şeye kişisel bencilliğin gözlükleriyle bakmaz. Eğitimindeki
eksiklik onu dinsel yan-tutmalardan korur; dinsel sorunları anlamaz, onlar
üzerinde kafa yorma zahmetine girmez; burjuvaziyi birarada tutan bağnazlık ona
yabancıdır; bir raslantı sonucu şu ya da bu dinden ise, bu yalnızca ismen
öyledir, kuramsal olarak bile değil. Pratikte, bu dünya için yaşar, bu dünyayı
içinde rahat edeceği bir yer yapmaya çalışır. Burjuvazinin tüm yazarları,
işçilerin dindar olmadığı ve kiliseye gitmediği noktasında görüş
birliğindedirler. Genel ifadelerden anlaşıldığına göre kiliseye gidenler
İrlandalılardır, bazı yaşlı insanlardır, yarı-burjuvalar, iş nezaretçileri,
ustalar ve benzerleridir. Ama kitleler arasında dine karşı, çok yaygın bir
kayıtsızlık vardır; ya da en fazladan tanrının varlığına inanmanın bazı
izlerine, ancak sözde kalmanın ötesine geçebilecek ölçüde gelişmemiş olan
izlerine raslanır ya da, kafir, ateist türü sözlere karşı muğlak bir ürküntü
gözlenir. Hangi mezhepten olurlarsa olsunlar tüm din adamlarının, emekçiler
arasında adı kötüye çıkmıştır; gerçi din adamlarının etkilerini yitirmeleri, son
zamanlarda olmuştur. Günümüzde birinin "O bir rahip"
[233*]
diye bağırması, çoğu zaman din adamını, konuşma kürsüsünden indirmeye yeter. Ve
içinde yaşadığı öteki koşullar gibi, dinden ve öteki kültürlerden yoksun oluşu,
emekçiyi, gençlik günlerinden itibaren kafasına akıtılmış sınıfsal önyargılarla
doldurulan burjuvaya bakışla, edinilmiş sabit öğretilerden, sıkıcı kalıp
fikirlerden daha özgür yapar. Burjuvanın adam olacağı falan yoktur; her ne kadar
liberal bir görünüşe bürünüyorsa da o temelde muhafazakardır; çıkarları mülk
sahibi sınıfın
[234*]
çıkarıyla bağlıdır; her türlü aktif eylem için onun işi bitmiştir; İngiltere'nin
tarihsel gelişim cephesinde ön siperlerdeki yerini yitirmektedir. Onun yerini,
önce hak sahibi savıyla, sonra da fiilen işçiler alıyor.
[sayfa 187]
Bütün bunlar ve bunlarla tutarlı olarak,
işçilerin daha sonra değineceğimiz toplumsal eylemleri, bu sınıfın karakterinin
olumlu yanını oluşturmaktadır; olumsuz yanı ise, kısaca özetlendiği gibi varolan
koşulların doğal sonucu olarak ortaya çıkar. Burjuvanın işçileri suçladığı ana
noktalar ayyaşlık, cinsel çarpıklıklar, yabanilik ve mülkiyet haklarına
saygısızlıktır. Çok içmeleri, beklenir bir şeydir. Sheriff Alison, her Cumartesi
akşamı Glasgow'da otuzbin emekçinin sarhoş olduğunu öne sürüyor ki, bu tahmin
hiç de abartılı değil; bu kentte 1830'da oniki evden birinin ve 1840'ta on evden
birinin meyhane olduğunu ifade ediyor; İskoçya'da ödenen üretim vergisinin
1823'te 2.300.000 galon
[235*]
alkollü içki için, 1837'de 6.620.000 galon için, İngiltere'de 1823'te 1.976.000
ve 1837'de 7.875.000 galon alkollü içki için olduğunu belirtiyor.
[236*]
Sahibinin, içinde içilmek üzere, bira satmasına izin verilen birahanelerin (
jerry-shops[237*])
açılmasını kolaylaştıran 1830 tarihli Bira Yasası, birahaneleri neredeyse
herkesin kapısına getirerek ayyaşlığın yayılmasına katkıda bulundu. Hemen hemen
her sokakta böyle birçok birahane var ve kırsal yörelerde iki ya da üç evden
biri kesinlikle Alman-dükkanıdır. Bunların yanısıra çok sayıda örtülü
[238*]
yerler, yani ruhsatsız birahaneler, büyük kentlerde, bir de gözden ırak, polisin
pek uğramadığı, çok miktarda içki üreten gizli imalathaneler var. Gaskell,
yalnızca Manchester'da bu gizli imalathanelerin yüzden fazla olduğunu,
üretimlerinin de en az 156.000 galonu bulduğunu tahmin ediyor. Manchester'da her
türlü alkollü içki satan
[239*]
ve Glasgow'daki gibi nüfusa oranı oldukça yüksek, binden fazla meyhane var. Tüm
öteki büyük kent ve kasabalarda durum aynı. Ayyaşlığın bilinen sonuçlarından
ayrı olarak, erkeklerin, kadınların ve hatta
[sayfa 188]
çocukların, bazan kucağında yavrusuyla annelerin, buralarda, burjuva rejiminin
en alt düzeydeki mağdurlarıyla, hırsızlarla, dolandırıcılarla ve fahişelerle
biraraya geldiği düşünülürse, birçok annenin kucağındaki çocuğa içmesi için cin
verdiği düşünülürse, böyle yerlere uğramanın ahlak çökertici etkileri
yadsınamaz.
Cumartesi akşamları, özellikle ücretler
ödendikten ve iş, alışılagelenden biraz erkence durduktan sonra, tüm işçi
sınıfı, kendi yoksul mahallerinden çıkıp ana caddelere aktıktan sonra, ayyaşlık
bütün kaba-sabalığıyla kendini gösterir. Böyle akşamlarda Manchester'ın dışına
çıkarken yalpalayarak yürüyen ya da atık su kanallarına boylu boyunca uzanıp
kalmış insanları görmediğim pek nadirdir. Pazar akşamları aynı sahne genelde
yinelenir, ama biraz daha az gürültülüdür. Ve tüm paralarını harcadıktan sonra
ayyaşlar her kentte bol bol bulunan en yakın rehinciye —Manchester'da altmışın
üstünde, ve on ya da onikisi de Salford'un tek bir sokağında, Chapel sokağında—
giderler, ellerinde ne varsa rehin koyarlar. Ev eşyası, varsa pazar giysileri,
yığın yığın mutfak kap-kacağı, şaşmaksızın gelecek çarşambadan önce yeniden geri
götürülmek üzere cumartesi akşamları geri alınır; herhangi bir terslik, malı
rehinden kesin olarak kurtarmayı önleyinceye kadar ya da rehinci hırpalanmış ya
da kullanılamaz hale gelmiş mal için tek kuruş vermeyi reddedinceye kadar bu
böyle sürer ve eşyalar birbiri ardından tefecinin pençesine düşer. İngiltere'de
işçiler arasındaki ayyaşlığın çapını gördüğü zaman insan, lord Ashley'nin,
[240*]
bu sınıf, alkollü içkiye yılda yirmibeş milyon sterlin kadar bir para harcar
sözüne hak vermeden edemiyor; ve yaşam koşullarının kötüleşmesi, ruh ve fizik
sağlığındaki korkutucu çöküntü, ev-içi ilişkilerin bozulması gibi izleyen
olayların nedeni kolayca anlaşılıyor. Doğru, ayyaşlıkla savaşım dernekleri elden
geleni yapıyorlar ama, milyonlarca işçi arasında birkaç bin yeşilaycı
[241*]
nedir ki? İçkiyle savaşım için öne çıkan İrlandalı din
[sayfa 189] adamı rahip Mathew İngiliz kentlerini dolaştığı zaman,
otuzbinle altmışbin arasında işçi içki içmemeye yemin ediyorlar,
[242*]
ama bir ay içinde çoğu yemininden dönüyor. Manchester'da son üç-dört yıl içinde
içki içmeyeceğine ilişkin yemin edenler sayılsa, toplam, kentin tüm nüfusunu
geçer; ama gene de ayyaşlığın azaldığını gösteren bir belirti yok.
İçkideki aşırılığın yanısıra İngiliz emekçilerin
bir başka temel yanlışı aşırı cinsel serbestliktir. Ama bu da, özgürlüğünü uygun
biçimde kullanabileceği olanaklardan yoksun ve kendi başına bırakılmış bir
sınıfın konumunun amansız mantığıdır; kaçınılmaz zorunlu sonucudur. Burjuvazi
işçi sınıfının sırtına büyük sıkıntı ve zorluk yüklemiş, onlara yalnızca bu iki
zevki bırakmıştır; sonuç şu: emekçi, yaşamdan bir şeyler alabilmek için tüm
enerjisini bu iki zevk üzerinde yoğunlaştırmıştır; bu iki zevki en aşırıya
vardırmaktadır; hiçbir engel tanımadan içkiye ve cinselliğe teslim olmaktadır.
Ancak hayvana uygun düşen koşullarda tutuldukları zaman, onlara ya isyan etmek
ya insanlıktan uzaklaşmaya teslim olmak dışında bir şey mi kalır? Hele bir de
burjuvazi, fahişeliği ayakta tutmak için kendine düşeni hakkıyla yapıyorsa — ve
her akşam Londra sokaklarını dolduran 40.000 fahişenin
[243*]
kimbilir ne kadarı, geçimini erdemli burjuvadan sağlıyor? Kim bilir ne kadarı
bir burjuvanın iğfali yüzünden bedenini sokaktan gelip geçene sunmak zorunda
kalıyor? — o zaman işçileri, cinsellikte hayvanlar gibi davranmakla suçlamaya o
burjuvazinin hiç mi hiç hakkı yoktur.
İşçilerin kusuru genelde gemlenmemiş bir haz
susuzluğunda, sağgörü bilmezlikte, toplumsal düzene uyma esnekliği olmayışında
ve anlık bir zevki daha uzaktaki bir yarar için feda etmedeki yeteneksizliğinde
aranabilir. Ama buna şaşılmalı mıdır? Bir sınıf, yorucu çalışmasının karşısında
pek az şey satın alabiliyorsa, yalnızca en tensel zevkleri
[sayfa 190]
satın alabiliyorsa, kendisini o zevklere körcesine ve delicesine teslim etmez
mi? Eğitimi için hiç kimsenin kendini zahmete sokmadığı bir sınıf, bir
raslantının oyuncağı olan, yaşamında güvence nedir bilmeyen bir sınıf— böyle bir
sınıfı, sağgörülü olmaya, "saygın" olmaya ne teşvik edebilir; proletaryanın
sürekli değişen, bir günden ötekine farklılıklar gösteren yaşam koşullarında,
tam da o değişimler nedeniyle oldukça kuşkulu olan ileriki bir haz için anlık
zevki feda etmeye bu sınıfı ne teşvik edebilir? Toplumsal düzenin
avantajlarından yararlanamayan, ama tüm dezavantajlarını sırtında taşıyan bir
sınıf, toplumsal sistemin kendisine karşı yalnızca hasımca yönleriyle ortaya
çıktığı bir sınıf — böyle bir sınıfın toplumsal düzene saygılı olmasını kim
isteyebilir? Gerçekten bu, çok fazla şey istemektir! Ama emekçi, toplumun
bugünkü düzeni var kaldıkça, ondan sakınamaz ve işçi bir birey olarak o düzene
direndiği zaman, en büyük hasarı kendisi görür.
Böylece toplumsal düzen, işçi için aile yaşamını
hemen neredeyse olanaksız hale getirir. Rahatsız, pis bir evde, yalnızca
geceleri kalmak için bile pek iyi olmayan, kötü döşenmiş, ne yağmura karşı
koruyan ne ılık olan bir evde, odaları tıka-basa insanla doldurulmuş pis kokulu
bir evde, rahat bir aile düzeni olanaksızdır. Koca gün boyu çalışır, belki
karısı ve büyük çocuğu da çalışır, her biri ayrı bir yerde, ancak akşam ve sabah
birbirlerini görürler; hepsi sürekli olarak içki içme kışkırtısıyla
yüzyüzedirler; bu koşullarda nasıl bir aile yaşamı olabilir? Yine de emekçi bir
aileden sakınamaz, bir aile içinde yaşamak zorundadır ve sonuç, hem çocukları
hem ana-babayı moral huzursuzluğa iten süreğen aile geçimsizlikleri ve ağız
dalaşıdır. Bütün ev görevlerinin, özellikle çocukların ihmal edilmesi İngiliz
emekçileri arasına çok yaygındır ve toplumun varolan kurumlarınca çok güçlü
biçimde teşvik edilmektedir. Bu yaban ortamında, bu ahlak bozucu etkiler altında
büyüyen çocukların,
[244*]
efendi ve ahlaklı olmaları
[sayfa 191]
beklenmektedir! Gerçekte kendini kandıran burjuvazinin çalışan insandan
beklentileri böncedir!
Varolan toplumsal düzene karşı gelmek, en çok, en
aşırı biçimde, yani yasalara karşı suç işlemek biçiminde göze çarpar. Emekçi
üzerinde ahlak bozucu etkiler daha güçlü hale gelirse, olağandan daha yoğun hal
alırsa, su nasıl 80 derece Reaumur'de su olmaktan çıkıp buharlaşırsa, o da
olağan halinden çıkıp suçlu haline gelir. Burjuvanın vahşi ve vahşileştirici
muamelesi altında emekçi, su gibi, iradesi olmayan bir şey haline gelir ve aynı
gerekirlilikle doğa yasalarına tabi olur; belli bir noktada, tüm özgürlük biter.
Bu çerçevede, proletaryanın genişlemesiyle birlikte İngiltere'de suç da
artmıştır ve Britanya halkı, dünyadaki en suçlu halk haline gelmiştir. İçişleri
bakanının yıllık suçlu çizelgelerinde açıkça görülüyor ki, İngiltere'de
suçlardaki artış, akıl almaz bir hıza erişmiştir.
Suç olaylarında yıllara
göre tutuklama sayısı yalnızca İngiltere'de ve Galler'de şöyledir:
30
1805, 4.605; 1810, 5.146; 1815, 7.818; 1820, 13.710; 1825, 14.437; 1830, 18.107;
1835, 20.731; 1840, 27.187; 1841, 27.760; 1842, 31.309. Başka deyişle otuzyedi
yılda tutuklamalar yedi kat artmıştır. 1842'de bu tutuklamalardan 4.497'si yani
yüzde 14'ü yalnızca Lancashire'da, 4.094'ü yani yüzde 13'ten fazlası Londra
dahil Middlesex'te olmuştur. Böylece, geniş proleter nüfusu içine alan büyük
kentleri kapsayan iki yöre, nüfusları toplam nüfusun dörtte-birinden çok az
olduğu halde, toplam suçun dörtte-birini
[245*]
üretmiştir. Dahası, suç çizelgeleri gösteriyor ki, suçların neredeyse tümü
proletaryanın içinde ortaya çıkmıştır; gerçekten de 1842'de, ortalama alınınca,
100 suçludan 32,35'inin okuması yazması yoktur, 58,32'sinin okuması yazması iyi
değildir, 6,77'sinin okuması ve yazması iyidir, 0,22'si yüksek öğrenim
yapmıştır, 2,,34'ünün eğitim derecesi belirlenememiştir. İskoçya'da suç daha da
hızlı artmıştır. 1819'da suç olaylarında 89 kişi tutuklanmışken, daha 1837'de bu
sayı 3.126'ya ve 1842'de 4.189'a yükselmiştir.
[sayfa 192]
Resmî raporu Sheriff Alison'un hazırladığı Lanarkshire'da nüfus otuz yılda bir
ikiye katlanırken, suç beş-buçuk yılda bir katlanmış, yani nüfus artışından altı
kat daha hızlı olmuştur. Bütün uygar ülkelerde olduğu gibi suçlar, büyük
çoğunlukla mala-mülke karşı işlenmektedir, o nedenle şu ya da bu türden bir
yoksunluğun eseridir; bir insan sahip olduğu şeyi çalmaz. Mala-mülke karşı
işlenen suçların nüfusa oranı Hollanda'da 1:7.140 ve Fransa'da 1:1.804 iken,
Gaskell'in kitabında yazdığına göre İngiltere'de l:799'dur. İnsana karşı işlenen
suçların nüfusa oranı Hollanda'da 1:28.904 ve Fransa'da 1:17.573 iken
İngiltere'de l:23,395'tir; genel olarak suçların tarımsal yörelerde nüfusa oranı
1:1.043, sanayi yörelerinde l:840'tır.
[246*]
Bugün İngiltere'nin tümünde, her ne kadar Gaskell'in kitabını yayınlayışının
üzerinden on yıl ancak geçtiyse de oran l:660'tır.
[247*]
Bu gerçekler, hiç kuşku yok, herhangi bir insanı
hatta bir burjuvayı bir an durup, bu durumun sonuçları hakkında düşünmeye
yöneltmek için yeter de artar bile. Eğer moral çöküntüsü ve suç, yirmi yıl
süreyle bu oranda artarsa (ve eğer bu yirmi yılda İngiliz sanayisi şimdikinden
daha az gönenç sağlarsa suçun kademeli artışı daha da hızlanır) sonuç ne olur?
Toplum zaten gözle görülür bir çözülme içinde; bir gazete alıp da tüm toplumsal
bağların kopmakta olduğunun kanıtını görmemek olanaksız. Bir gazete yığınını
önüme serip şöyle rasgele bakıyorum; işte 30 Ekim 1844 tarihli
Manchester
Guardian; üç günün olaylarını haber veriyor. Gazete artık Manchester'la
ilgili tam ayrıntıları vermiyor, yalnızca en ilginç olayları anlatıyor: örneğin
bir fabrikada işçiler ihbarda bulunmaksızın yüksek ücret için greve gittiler ve
mahkeme tarafından işe dönmelerine karar verildi; Salford'da birkaç erkek çocuk
hırsızlık yaparken yakalandı, iflas etmiş bir tüccar da kendisine borç verenleri
kandırmaya çalıştı. Komşu kasabalara ilişkin haberler daha ayrıntılı: Ashton'da
[sayfa 193] iki hırsızlık, bir ev soygunu, bir
intihar; Bury'de bir hırsızlık; Bolton'da iki hırsızlık, bir vergi sahtekarlığı;
Leigh'de bir hırsızlık; Oldham'da bir ücret grevi, bir hırsızlık, İrlandalı
kadınlar arasında bir kavga, işçileri sendikalı olmayan bir şapkacıya
sendikacıların saldırısı, bir kadının oğlu tarafından dövülmesi,
[248*]
bir polise saldırı, bir kilise soygunu; Stockport'ta işçilerde ücret
huzursuzluğu, bir hırsızlık, bir sahtecilik, bir kavga, bir kadının kocası
tarafından dövülmesi; Warrington'da bir hırsızlık, bir kavga; Wigan'da bir
hırsızlık ve bir kilise soygunu. Londra gazetelerinin haberleri daha da kötü:
Sahtecilikler, hırsızlıklar, saldırılar, aile kavgaları birbirini kovalıyor. 12
Eylül 1844 tarihli
Times gazetesi tek günün olaylarını haber veriyor; bu
olaylar arasında bir hırsızlık, polise saldırı, bir babanın gayrımeşru oğluna
bakmaya hüküm giymesi, ana-babasının bir çocuğu bırakıp kaçması, bir adamın eşi
tarafından zehirlenmesi de var. Tüm İngiliz gazetelerinde benzer haberler
bulunabilir. Bu ülkede toplumsal savaş tam hızla ilerliyor; herkes kendini
koruyor ve her önüne çıkana karşı kendisi için savaşıyor ve düşmanlığını açıkça
ilan ettiği tüm öteki insanlara zarar verip vermemesi, kendisi için hangisinin
daha yararlı olduğu hususunda sinsi bir hesaba dayanıyor. Artık hiç kimse,
insanlarla barış içinde yaşamayı düşünmüyor; tüm karşıtlıklar tehditle,
zorbalıkla ya da mahkemede çözülüyor. Kısacası herkes komşusunu, ya ortalıktan
temizlenmesi gereken bir düşman ya da en fazlasından kendi yararı için
kullanabileceği bir araç gibi görüyor. Ve bu savaş, suçlular çizelgesinin
gösterdiği gibi her yıl daha sert, daha hırslı, daha uzlaşmaz biçimde büyüyor.
Düşmanlar, adım adım iki büyük kampa
[249*]
bölünüyorlar — bir yanda burjuvazi, öte yanda işçiler. Herkesin herkese karşı,
burjuvazinin proletaryaya karşı bu savaşı, bizi şaşırtmamalı; çünkü bu, serbest
rekabet ilkesinin mantıksal sonucu. Ama hızla toplanan fırtına bulutları
karşısında burjuvazinin
[sayfa 194] böyle sakin ve
huzurlu kalmasına, gazetelerdeki tüm bu haberleri her gün, böyle bir toplumsal
duruma öfke duyarak demeyeceğiz ama sonuçlarından korkmaksızın, her gün
belirtilerini suç olarak ortaya koyan yaygın bir patlamadan korkmaksızın
okumasına şaşırabiliriz. Ama sonuçta o burjuvazidir, ve kendi bakış açısından bu
gerçekleri göremez, sonuçlarını ise hiç algılayamaz. Hayret verici olan,
sınıfsal önyargının ve önceden kalıba dökülmüş fikirlerin tüm bir sınıfı
böylesine kusursuz, ve diyebilirim ki böylesine çılgınca, bir körlük içinde
tutabilmesidir. Bu arada burjuva görsün ya da görmesin, ulus kendi yolunda
yürüyor ve günün birinde mülk sahibi sınıfı, kendi felsefesinin düşlemediği
şeylerle şaşırtacak.
[sayfa 195]