KÜTÜPHANE | Marks-Engels: Seçme Yapıtlar III

Friedrich Engels
 Ailenin">

KÜTÜPHANE | Marks-Engels: Seçme Yapıtlar III

Friedrich Engels
 Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

III
İROKUA GENSİ


      Şimdi, Morgan'ın, en azından, akrabalık sistemlerinden hareket ederek ailenin ilkel biçimlerini bulması kadar önemli bir başka bulgulamasına geliyoruz. Morgan, Amerikan yerlilerinin bir aşireti içinde, hayvan adlarıyla belirlenen kandaş grupların, öz bakımından, Yunanlıların genea, Romalıların gentes'iyle aynı şey olduklarını; greko-romen biçimin daha sonraki türev biçim olduğu halde, Amerikan biçimin asıl (originelle) biçim olduğunu; gens, kabile (phratrie) ve aşiret (tribü) biçimindeki bütün ilkel zamanlar Yunan ve Roma toplumsal örgütlenmesinin, Amerikan yerlilerinin toplumsal örgütlenmesi içinde tam bir paralelliğe sahip olduğunu; gensin (şimdiye kadar elimizde bulunan kaynaklara göre), uygarlığa girene, hatta daha da sonrasına kadar, bütün barbarlarda ortak bir kurum bulunduğunu tanıtlamış bulunuyor. Ve bu tanıt, en eski Yunan ve Roma tarihinin, en güç bölümlerini aydınlığa çıkarmış, ve devletin kurulmasından önce, ilkel zamanlardaki toplumsal rejimin temel çizgilerine kuşku duyulmaz açıklamalar getirmiştir. Öğrenildikten sonra o kadar yalın görünmesine karşın, Morgan, bunu ancak yakın zamanlarda buldu, 1871'de yayımlanmış bulunan bir önceki yapıtında açıklanması, o zamandan beri [bir zaman için], genellikle kendilerine güvenle dolu İngiliz tarih-öncesi-bilimcilerinin sesini-soluğunu kesen gizemleri henüz meydana çıkaramamıştı.
      Morgan'ın, bu kandaşlar grubunu adlandırmak için genel bir biçimde kullandığı Latince gens sözcüğü, tıpkı buna karşılık düşen Yunanca genos sözcüğü gibi, gan (kurala göre, k'nın Aryen g yerine geçtiği Almancada, kan) olarak Aryen kökünden gelir ki, [gan ya da kan -ç.] meydana getirmek, doğurmak demektir. Gens, genos, Sanskritçede canas, Got dilinde (yukarda geçen kural uyarınca) kuni, Norveç ve Anglo-Sakson dillerinde kyn, İngilizcede kin, eski Almancada künne, hep, soy-sop demektir. Ama Latincede gens, Yunancada genos [sözcükleri -ç.] özel olarak, (sayfa 311) ortak bir dölden (burada aşiretin ortak bir atasından) gelmekle övünen ve bazı toplumsal ve dinsel kurumlar tarafından özel bir topluluk halinde birleştirilmiş, ama kökeni ve içyüzü şimdiye kadar bütün tarihçilerimiz için karanlıkta kalmış kandaş gruplar için kullanılıyorlardı.
      Daha önce, ortaklaşa (punaluenne) aile dolayısıyla, ilkel biçimi içinde, bir gensin bilemişinin ne olduğunu görmüştük. Gens, ortaklaşa aile tarafından ve bu ailede zorunlu olarak egemen bulunan fikirlere göre, kimliği iyice belirlenen aynı nineden [dişi ata -ç.], yani gensin kurucusundan geldikleri kabul edilen kimselerden bileşir. Bu aile biçimi içinde babalık durumu belirsiz olduğundan, yalnızca dişi soy zinciri hesaba katılır. Erkekler, kendi kız kardeşleriyle değil, yalnızca bir başka soydan kadınlarla evlenmek hakkına sahip oldukları için, bu yabancı kadınlardan doğan çocuklar, analık hukuku gereğince, gensin dışında kalacaklardır. Bunun sonucu, yalnızca her kuşaktaki kızlardan gelen çocuklar grup içinde kalacaklar; erkeklerden gelen çocuklarsa, analarının genslerine geçeceklerdir. Şimdi, bu kandaş grup, aynı aşiret içinde, benzer gruplar karşısında özel bir grup olarak kurulur kurulmaz ne olacak? Bu ilkel gensin klasik biçimi olarak, Morgan, irokualardaki, ve özellikle [İrokuaların -ç.] Senekalar aşiretindeki gensi ele alıyor. Bu aşiret içinde, hayvan adları taşıyan sekiz gens var: 1. Kurt; 2. Ayı; 3. Kaplumbağa; 4. Kunduz; 5. Geyik; 6. Çulluk; 7. Balıkçıl; 8. Şahin: Her gens içinde, şu töreler hüküm sürer:
      1° Her gens, kendi saşem (barış zamanında şef) ve şefini (askeri komutan) seçer. Saşem'in gens içinden seçilmiş olması gerekirdi ve buradaki görevleri soydan geçmeydi (héréditaire); şu anlamda ki, görevin boşalması halinde, hemen yeni bir saşem seçilmeliydi; askeri komutan, gensin dışından da seçilebilirdi ve bir zaman için hiç olmasa da olurdu. Bir önceki saşemin oğlu asla saşem seçilmezdi; çünkü, irokualarda analık hukuku hüküm sürdüğünden, oğul bir başka gense aitti; ama saşemin erkek kardeşi ya da kız kardeşinin oğlu seçilebilirdi ve çoğunlukla da bunlar seçiliyordu. Kadın-erkek, herkes, bu seçime katılıyorlardı. Ama seçimin öbür yedi gens tarafından onaylanmış olması gerekirdi;(sayfa 312) seçilen, işte ancak o zaman bütün İrokualar Federasyonunun ortak konseyi tarafından törenle başkanlık makamına oturtulurdu. Bu olgunun bütün önemini, ilerde göreceğiz. Saşem'in gens içindeki gücü ataerkil bir nitelikte tamamen tinsel bir nitelikteydi; hiçbir zorlama aracına sahip değildi. Saşem, ayrıca, ve görevi gereği, Senekalar Aşiret Konseyinin ve bütün İrokualar Federal Konseyinin üyesiydi. Askeri şefin [komutanın -ç.] yalnızca savaş seferlerinde sözü geçerdi.
      2° Gens, istediği zaman, saşemi ve askeri şefi görevinden alır. Bu iş de, erkeklerle kadınların bütünü tarafından kararlaştırılır. Görevden alınan büyükler, artık öbür insanlar gibi, basit savaşçılar haline gelirler. Bundan başka, aşiret konseyi, hatta gensin isteğine karşıt olarak, aynı biçimde, saşemleri görevinden alabilir.
      3° Hiçbir üye, gens içinden evlenme hakkına sahip değildir. Gensin temel kuralı, onu bileşik tutan bağ, budur; bu kural, kapsadığı bireyleri bir gens haline getiren tek olgu olan çok olumlu kandaş akrabalığın olumsuz ifadesidir. Bu basit olgunun bulgulanmasıyla, Morgan, ilk olarak, gensin içyüzünü ortaya koymuştur. Gensin o zamana kadar ne derece az anlaşılmış olduğunu, içlerinde gentilice düzeni oluşturan, çeşitli grupların, anlaşılıp ayırdedilmeksizin, aşiret, klan, tuhm, vb. adları ile birbirine karıştırıldıkları, ve zaman zaman bu topluluklardan şunun ya da bunun içinde evlenmenin sözüm ona yasak olduğu savının ileri sürüldüğü yabanıllar ve barbarlar üzerindeki eski anlatılar açıkça gösterir. Mac Lennan'ın işleri bir hükümdar buyruğuyla düzene koymak için bir başka Napoleon gibi işe karıştığı içinden çıkılmaz karışıklık işte böyle yaratılmış oldu: [ona göre -ç.] bütün aşiretler, içinde evliliğin yasak olduğu (exogames) aşiretlerle, yasak olmadığı (endogames) aşiretler biçiminde; ikiye ayrılırlar. Ve bu işi böylece onarılmaz bir biçimde çıkmaza soktuktan sonra, Mac Lennan bu iki saçma sınıftan hangisinin, dış-evlenen olanın mı yoksa iç-evlenen olanın mı daha eski olduğunu bulmak için derin çalışmalara koyulabilmiştir. Kandaş akrabalık üzerine kurulu gensin bulgulanması ve bundan, gens üyelerinin birbiriyle evlenmelerinin olanaksız olduğu sonucunun çıkması, (sayfa 313) bu deliliğe bir son vermiştir. — İrokuaları incelediğimiz aşamada, gens içinde evlenme yasağının sıkı sıkıya korunduğunu söylemek gereksizdir.
      4° Ölülerin malı, öbür gens üyelerinin malı oluyordu; bu mal, ,gens içinde kalmalıydı. Bir İrokuanın bırakabileceği şey çok önemsiz olduğundan, miras en yakın gentilice akrabalar arasında paylaşılıyordu: eğer ölen erkekse, ana tarafından erkek ve kız kardeşleri ile, anasının erkek kardeşleri arasında; eğer ölen kadınsa, erkek kardeşleri hariç, çocukları ve kız kardeşleri arasında. Aynı nedenle, karıyla koca birbirinin mirasçısı olamazlardı; tıpkı çocukların, babalarının mirasçısı olamayacakları gibi.
      5° Gens üyeleri karşılıklı yardım ve korumayla, özellikle, yabancılar tarafından yapılan bir sataşmanın öcünü birlikte almakla yükümlüydüler. Her birey, kişisel güvenliği bakımından gense güvenirdi, ve gens tarafından da korunurdu; ona saldıran, bütün gense saldırıyor demekti. İşte, İrokualar tarafından kayıtsız-şartsız kabul edilmiş olan kan davası (vendetta) ödevi, gens içindeki bu kan bağları sonucuydu. Eğer, yabancı biri, gens üyelerinden birini öldürürse, ölenin bütün gensi bu cinayetin öcünü almakla yükümlüydü. Önce bir uzlaşma kapısı aranırdı; katilin gensi toplanır ve öldürülenin gens konseyine; çoğunlukla üzüntülerini bildirip değerli armağanlar sunarak, işi düzeltme önerilerinde bulunurdu. Eğer bunlar kabul olunursa, sorun kalmazdı. Böyle olmazsa, saldırıya uğrayan gens, katili izleyip öldürmekle yükümlü bir ya da birkaç öç-alıcı tayin ediyordu. Bunlar, görevlerini yaptığı zaman, öldürülen adamın [katilin -ç.) gensinin yakınmaya hiçbir hakkı yoktu; sorun bitiyordu.
      6° Gensin belirli adları ya da ad dizileri vardır ki, bütün aşiret içinde bu adları kullanma hakkı yalnızca ona aittir; öyle ki, her kişinin adı aynı zamanda onun hangi gense ait olduğunu gösterir. Gense ait bir ad, gense ait hakları içerir.
      7° Gens, yabancıları üyeliğe kabul edebilir, ve bundan ötürü, onları bütün aşiretin malı yapabilir. Öldürülmeyen savaş tutsakları, böylece, bir gensin üyeliğine kabul edilmekle, Senekalar aşiretinin üyesi durumuna geliyor ve bunun (sayfa 314) sonucu, gens ve aşiretin bütün haklarına sahip oluyorlardı. Üyeliğe kabul, yabancıyı erkek ya da kız kardeş olarak kabul eden erkek, ya da evlat olarak kabul eden icadın bazı gens üyelerinin önerisi ile oluyordu; kabulün onaylanması için gens içinde gösterişli bir kabul töreni yapılması zorunluydu. Çoğunlukla, yalıtık kalmış, sayısı olağanüstü azalmış gensler, böylece, bir başka gensin üyelerini, bu gensin izniyle, yığın halinde üyeliğe kabul ederek güçleniyorlardı. İrokualarda gens içindeki gösterişli kabul töreni, aşiret konseyinin genel oturumu biçiminde yapılıyor, bu da, kabul törenini, gerçek bir dinsel ayin durumuna getiriyordu.
      8° Amerikan yerlilerinin gensleri içinde özgül dinsel ayinlerin varlığını kanıtlamak güçtür; ama yerlilerin, dinsel ayinleri, azçok genslere bağlanır. İrokualardaki yıllık altı dinsel bayramda, her gensin saşem ve askeri şefleri, görevleri nedeniyle, "iman koruyucuları" arasında sayılırlar ve dinsel görevleri vardır.
      9° Gens genel bir mezarlığa sahiptir. Bu şimdi yok olmuştur. New-York eyaletindeki İrokualar, beyazlar arasında gömülmüşlerdir; ama eskiden vardı. İrokuaların yakın akrabası Tuskaroralar gibi, öbür yerlilerde hala vardır: hıristiyan oldukları halde, Tuskaroraların mezarlığında her gens için belirli bir dizi vardır; öyle ki; burada anneyle çocuklar aynı dizi içinde gömülürler, baba ayrı gömülür. İrokualarda da, ölünün gömülmesine bütün gens katılır, mezarla, cenaze söyleviyle, vb. ilgilenir.
      10° Gensin bir konseyi, kadın-erkek, herkesin oy hakkına sahip bulunduğu, bütün ergin gens üyelerinden kurulu demokratik bir meclisi vardır. Saşemleri ve askeri şefleri bu konsey seçer, bu konsey görevden alırdı; öbür "iman koruyucuları" için de durum aynıydı. Bir gens üyesinin öldürülmesi dolayısıyla, kefaret bağışı (wergeld, kan helâli) ya da davasını konsey kararlaştırır, yabancıları gens üyeliğine o kabul ederdi. Sözün kısası, konsey, gens içinde en yüce güçtü.
      Amerikan yerlilerindeki tipik bir gensin ayırıcı nitelikleri işte bunlardır.
      "Bütün üyeleri, karşılıklı özgürlüklerini korumakla yükümlü kişisel haklarda eşit, özgür insanlardır, — ne saşemler, (sayfa 315) ne de askeri şefler herhangi bir üstünlük savında bulunabilirler; hepsi birden, kan bağlarıyla birleşmiş, kardeşçe bir topluluk oluştururlar. Hiçbir zaman formüle edilmiş olmamakla birlikte, özgürlük, eşitlik, kardeşlik gensin temel ilkeleriydi; gens ise, bütün bir toplumsal sistem birimi, örgütlenmiş Amerikan yerlileri toplumunun temeliydi. Bu durum, Amerikan yerlilerinde herkesçe görülen gemlenmez bağımsızlık ruhunu ve kişisel -davranıştaki ağırbaşlılığı açıklar."
      Amerika'nın bulgulanması çağında, bütün Kuzey Amerika yerlileri, analık hukukuna göre [kurulmuş -ç.] gensler halinde örgütlenmişlerdi. Yalnızca, Dakota'dakiler gibi birkaç aşirette, gensler yokolmuş. Ojibvalar'la Omahalar'daki öbür birkaç aşiret içinde de gensler babalık hukukuna göre örgütlenmişlerdi.
      Beş ya da altıdan çok gens kapsayan birçok aşiretin içinde, bu genslerden üç, dört ya da daha çoğunun özel bir grup halinde toplandıklarını görüyoruz ki, Morgan, yerli adı olduğu gibi çevirerek, buna, Yunanca karşılığına göre, fratri (kardeşlik, kabile) adını veriyor. Böylece, Senekalar'da iki kabile var: birincisi dört (1'den 4'e kadar), ikincisi dört (5'den 8'e kadar) gensi kapsıyor. Daha ileri götürülmüş bir irdeleme, bu kabilelerin her zaman ilkel gensleri, aşiretin başlangıcındaki ilk bölünmeleri temsil ettiğini gösterir; çünkü gens içinde evlenmek yasak olduğuna göre, her aşiretin, özerk bir biçimde varlığını sürdürebilmek için zorunlu olarak, en azından iki gensi içinde barındırması gerekliydi. Aşiret büyüdükçe, her gens yeniden iki ya da daha çok parçaya bölünüyor ve bütün bu parçaları (kız-gensleri) kapsayan ilk gens, varlığını kabile olarak sürdürürken, her parça özel bir gens olarak ortaya çıkıyordu. Senekalarda ve öbür yerlilerin çoğunda, kabilelerden birindeki bütün gensler, kendi aralarında kızkardeş-genslerdir. Oysa öbür kabilenin gensleri, onların kuzin-gensleri olurlar — görmüş olduğumuz gibi, bu terimlerin, Amerikan akrabalık sistemi içinde, çok gerçek ve çok belirli bir anlamı vardır. Başlangıçta hiçbir Seneka, kendi kabilesi içinde evlenme hakkına sahip değildi; ama bu töre, çok uzun bir zamandan beri yürürlükten kalktı ve gense özgü kaldı. Senekalardaki (sayfa 316) geleneğe göre, Ayı ve Geyik, öbürlerinin kendisinden çıktıkları ilk iki genstir. Bu yeni örgütlenme kökleştikten sonra, onu gereksinmelere göre değiştiriyorlardı; bir kabilenin gensleri güçsüzleşecek olsa denkleştirmek için, bazan öbür kabilelerin gensleri, tüm olarak, onların yerine geçiriliyordu. Bu yüzden, çeşitli aşiretlerde, kabileler içinde çeşitli biçimlerde gruplandırılmış aynı adı taşıyan gensler buluyoruz.
      İrokualarda kabilenin görevleri, kısmen toplumsal, kısmen dinseldir. 1° Kabileler, birbirleriyle top oynarlar; her kabile en iyi oyuncularını çıkarır, öbürleri oyunu seyreder; her kabilenin ayrı bir yeri vardır ve seyirciler, kendi aralarında, kendi oyuncularının yengisi üzerine bahse girerler. 2° Aşiret konseyinde, her kabilenin saşem ve askeri şefleri birlikte otururlar, iki grup karşı karşıya gelir, ve her konuşucu her kabilenin temsilcilerine, özel bir organ olarak söz yöneltir. 3° Aşiret içinde bir cinayet işlendiği ve ölenle öldürenin aynı kabileye ait olmadığı bir durumda, saldırıya uğrayan gens, çoğunlukla kendi kızkardeş-genslerine başvururdu; bunlar, bir kabile konseyi toplar ve işi çözmek bakımından aynı biçimde bir konsey toplaması için bir ortak topluluk olarak öbür kabileye başvururlardı. Burada da kabile, gene ilkel gens olarak görünür ve tek başına ve daha güçsüz bulunan gensten, kendi kızından daha büyük bir başarı olanağına sahip bulunurdu. 4° Önemli kişilerin ölümü durumunda, ölenin kabilesi yas tutarken, karşı kabile, gömme ve cenaze töreninin düzenlenmesini üzerine alırdı. Bir saşem ölür ölmez, karşı kabile, İrokualar Federal Konseyi'ne, görevin boşaldığını haber verirdi. 5° Kabile Konseyi, bir saşemin seçimi sırasında işe karışır. [Seçimin -ç.) kızkardeş-gensler tarafından onaylanması doğal bir şey olarak düşünülüyordu; ama öbür kabilenin gensleri buna karşı çıkabilirlerdi. Bu durumda, karşı çıkan kabilenin konseyi toplanırdı; muhalefette direnirse, seçim sonuçsuz kalırdı. 6° Eskiden, İrokuaların Beyazlar tarafından medecine- lodges olarak adlandırılan özel dinsel gizemleri vardı. Senekalarda bu gizemler, dine yeni girecekler için töreye uygun olarak düzenlenen bir giriş ayiniyle, iki dinsel dernek tarafından ululanırdı, her iki kabileden birine; bu derneklerden biri bağlıydı. 7° Eğer, fetih çağında Tlakskala'nın[165] dört (sayfa 317) mahallesinde oturan dört linages (soy) dört kabile idiyse —ki, bu hemen hemen kesindir—, bu durum, tıpkı Yunanlılarda ve Cermenlerdeki benzer öbür topluluklarda olduğu gibi, kabilelerin aynı zamanda askeri birlikler olduklarını da gösterir; bu dört linages'dan herbiri, kendi üniforması kendi bayrağı ve kendi şeflerinin komutası altında, özel bir birlik olarak savaşa giderdi.
      Tıpkı birkaç gensin bir kabile oluşturması gibi, klasik biçimi içinde, birkaç kabile de bir aşiret oluşturuyordu, bazı durumlarda, adamakıllı güçten düşmüş aşiretlerde, aracı halka, kabile görülmez. Öyleyse, Amerika'da yerli bir aşireti belirleyen nedir?
      1° Kendine özgü bir toprak ve özel bir ad. Her aşiret, asıl oturduğu yer dışında; avcılık ve balıkçılık için önemli bir toprağa da sahipti. Bu toprağın ötesinde, en yakın aşiretin toprağına kadar giden yansız (neutre) geniş bir alan uzanıyordu ki, bu alan, akraba dilleri konuşan aşiretler arasında daha dar, başka başka dilleri konuşan aşiretler arasında daha genişti. Bu yansız alan, Cermenlerde Grenzwald (sınır-orman), Sezar'ın Süevlerinin ülkeleri çevresinde yarattıkları çöl, Danimarkalılarla Almanlar arasında îsarnholt, (Danimarka dilinde, jarnved, limes danicus), Cermenlerle Slavlar arasında Sachsenwald ve branibor'dur (Slavcada; koruyucu orman, Brandenburg adı buradan gelir). Böylece, pek de belirli olmayan bir biçime sınırlandırılmış bu toprak, aşiretin ortak ülkesiydi; bu, komşu aşiretlerce de böyle bilinir ve ülkenin sahibi bulunan aşiret tarafından bütün saldırılara karşı savunulurdu. Sınırların belirsizliği, çoğu zaman ancak nüfus önemli bir şekilde artarsa pratikte can sıkıcı bir durum alıyordu. — Aşiret adları, çoğunlukla isteye isteye seçilmiş olmaktan çok, rastlantı sonucu alınmış gibi görünür; zamanla, bir aşiretin komşu aşiretler tarafından, kendisi için kullanıldığından başka bir adla adlandırıldığı sık sık görülmüştür; tıpkı Almanların, tarihte taşıdıkları ilk kolektif adı, Cermenler adın, Keltlerden almış oldukları gibi.
      2° Yalnız o aşirete özgü bir lehçe (dialecte). Gerçekte, aşiret ve lehçe düşümdeştir [yani aynı zamanda oluşan iki şeydir -ç.]; Amerika'da, bölünmeler sonucu yeni aşiret ve (sayfa 318) yeni lehçelerin oluşması, daha yakın zamanlara kadar görülüyordu ve kuşkusuz, bu oluş henüz tamamen durmamıştır. Güçten düşmüş iki aşiret kaynaştığı zaman, istisnai bir biçimde, aynı aşiret içinde birbirine çok yakın iki lehçenin konuşulduğu olur. Amerikan aşiretlerinin ortalama nüfusu, 2.000 üyenin altında kalır; bununla birlikte, Birleşik Devletler'de, aynı lehçeyi konuşan yerlilerin en kalabalığı Şerukilerin sayısı 26.000'dir.
      3° Gensler tarafından seçilmiş saşem ve askeri şeflere gösterişli bir biçimde yetkilerini verme hakkı.
      4° Saşem ve askeri şefleri hatta kendi genslerinin isteğine karşı, görevden alma hakkı. Saşem ve askeri şeflerin aşiret konseyi üyesi olmaları, aşiretin onlar üzerindeki bu haklarını kendiliğinden açıklar. Bir aşiretler federasyonu kurulduğu ve bütün aşiretlerin bir federal konseyde temsil edildiği her yerde, yukarda adı geçen haklar, bu federal konseye geçiyordu.
      5° Ortak dinsel düşüncelerde (mitoloji) ve dinsel ayinlerde bir pay. "Kendi barbar tarzlarında, yerliler dindar bir halktı."[166] Mitolojileri, henüz eleştirici bir inceleme konusu olmamıştır; dinsel düşüncelerinin cisimleşmelerini insan biçiminde tasarlıyorlardı —her türlü ruh—, ama, bu yerlilerin o zaman bulundukları barbarlığın aşağı aşamasında, henüz put (idole) denilen plastik simgeler bilinmiyordu. Bu, doğanın, ve çok tanrıcılığa doğru evrimlenen öğelerin egemen olduğu bir dindir. Bu çeşitli aşiretlerin özellikle dans ve oyunlar halinde iyice belirlenmiş bazı ayin biçimleriyle [kutlanan -ç.] düzenli bayramları vardı; dans, bütün dinsel törenlerin temel öğesiydi; her aşiret kendi bayramlarını ayrıca kutlardı.
      6° Genel işler için bir aşiret konseyi. Bu konsey çeşitli genslerin her zaman görevden alınabilmeleri olanaklı olduğuna göre, gerçek temsilcileri durumunda bulunan bütün saşem ve askeri şeflerinden kuruluydu; oturumlarını, söz alma ve düşüncesini duyurma hakkına sahip olan öbür aşiret üyeleriyle çevrili olarak, açıkça yapardı; karar konseyindi. Kural olarak, oturumda hazır bulunan bütün erkekler, istedikleri zaman konuşurlardı; kadınlar da görüşlerini istedikleri bir erkek konuşmacı aracılığıyla açıklatabilirlerdi. (sayfa 319) İrokualarda, bazı kararlar için Cermenlerin mark topluluklarında da olduğu gibi, kesin kararın oybirliğiyle alınması gerekirdi. Aşiret konseyine, özellikle, yabancı aşiretlerle olan ilişkileri bir düzene koyma işi düşerdi; elçiler kabul eder, elçiler gönderirdi; savaş açar, barış yapardı. Savaş çıkarsa, genel olarak gönüllüler savaşırdı. Aslında, aralarında kesin bir barış antlaşması yapılmamışsa, her aşiret bütün öbür aşiretlerle savaş durumunda kabul edilirdi. Çoğunlukla, bir türden düşmanlara karşı düzenlenen savaş seferleri, ünlü savaşçılar tarafından bireysel olarak düzenlenirdi; bunlar bir savaş dansına başlarlardı; bu dansa katılanlar, böylece sefere katıldıklarını belirtmiş olurlardı. Müfreze (colonne) hemen kurulur ve yürüyüşe geçerdi. Aynı şekilde, saldırıya uğrayan aşiret topraklarının savunması, çoğu zaman, gönüllülerin askere alınmasıyla sağlanırdı. Bu müfrezelerin gidiş ve gelişleri, daima halk şenliklerine neden olurdu. Bu tür savaş seferleri için aşiret konseyinin izni zorunlu değildi ve bunun için konseyden ne izin istenir, ne de alınırdı. Bu, Tacitus'un anlatmış bulunduğu biçimde silahlı Cermen bilelikleri (suites armées) tarafından yapılan özel seferlere tamamen benzer; şu ayrımla ki, Cermenlerde bilelikler (suites, °maiyetler) daha sürekli bir niteliğe sahiptir, barış zamanlarında örgütlenmiş ve savaş durumunda çevresinde öbür gönüllülerin toplandığı sağlam bir çekirdek oluştururlar. Bu savaşçı müfrezeler ender durumlarda kalabalık olurlardı; yerlilerin en önemli savaş seferleri, hatta uzun aralıklı olanları bile, çok küçük askeri güçlerle yapılırlardı. Bu birliklerden birkaçı, büyük bir girişim için biraraya geldikleri zaman, herbiri yalnızca kendi şefinin sözünü dinlerdi; sefer planının birliği, iyi-kötü, bu şeflerden kurulu bir konsey tarafından sağlanırdı. Ammianus Marcellinus'da anlatılmış olduğu gibi, Almanlar, 4.yüzyılda, Yukarı-Ren üzerinde, işte bu biçimde savaşıyorlardı.
      7° Bazı aşiretlerde, bir büyük şef [Oberhäuptling] buluyoruz, ama bunların yetkileri çok azdır. Büyük şef, çabuk davranılması gereken durumlarda, konsey toplanıp kesin karar alabilene kadar, geçici önlemler alması gereken saşemlerden biridir. Bu, gelişmenin hemen başlangıç aşamasında, bir görevliyi yürütme gücüyle donatmak için (sayfa 320) başvurulan bir girişimdir ki, gelişmenin gidişi içinde, hemen hep kısır kalmıştır; daha sonra göreceğimiz gibi, bu görevli, eğer her zaman değilse, çoğu durumda büyük askeri başkomutandan [oberster Heerführer] çıkacaktır.
      Amerika yerlilerinin büyük çoğunluğu, aşiret biçiminde toplanmanın ötesine geçemedi. Bu yerlilerin, nüfusu küçük, biri öbüründen geniş sınır bölgeleriyle ayrılmış, sürekli savaşlarla güçten düşmüş aşiretleri, az sayıda insanla geniş bir toprağı tutuyorlardı. Şurada burada geçici bir tehlike karşısında, evlenmeler dolayısıyla akrabalaşmış aşiretler arasında birlikler kuruluyor ve bu birlikler, tehlikenin dağılmasıyla birlikte, dağılıyorlardı. Ama, bazı bölgelerde, oldum olası akraba bulunan aşiretler, dağıldıktan sonra, sürekli federasyonlar biçiminde yeniden biraraya gelerek, ulusların meydana gelmesine doğru ilk adımı atıyorlardı. Birleşik Devletler'de, bu tür bir federasyonun en gelişmiş biçimini, İrokualarda buluyoruz. İrokualar, büyük bir olasılıkla Dakotalar büyük ailesinin bir dalını oluşturmakta bulundukları Missisipi'nin batısındaki topraklarını bırakarak, uzun dolaşmalardan sonra, bugünkü New-York eyaleti içine yerleştiler ve beş aşirete ayrıldılar: Senekalar, Kayugalar, Onondagalar, Oneidalar ve Mohavklar. Balık, av eti ve ilkel bir bahçıvanlıkla yaşıyor, hemen her zaman kazık bölmelerle çevrilmiş köylerde barınıyorlardı. Nüfusları hiçbir zaman 20.000'i geçmeyerek, beş aşiret içinde belirli bir sayıda gensler halinde, aynı dilin birbirine çok yakın lehçelerini konuşuyorlar, beş aşiret arasında paylaşılmış aynı toprak parçası üzerinde yaşıyorlardı. Bu toprak, yeni fethedilmiş olduğundan, yenmiş aşiretlerin, ezilmiş halka karşı kendiliğinden yaratılmış birliği, doğal olarak varlığını sürdürüyordu; bu birlik, en gecinden 15. yüzyılın başına doğru, bir "sonsuz konfederasyon" kurana kadar, gelişti; bu konfederasyon da, yeni güçlerinin bilincine vararak, hemen saldırıcı bir nitelik kazandı. Gücünün en yüksek noktasına vardığı zaman, 1675'e doğru, oturanlarını kısmen kovup, kısmen haraca bağladığı çevredeki geniş toprakları fethetmiş bulunuyordu. İrokualar konfederasyonu, yerlilerin, barbarlığın aşağı aşamasını aşmamış durumda bulundukları zaman (öyleyse, Meksika, Yeni-Meksika, ve Peru yerlileri (sayfa 321) hariç), erişmiş bulundukları en ileri toplumsal örgütlenmeyi gösterir. Konfederasyonun temel kuralları nelerdi, şimdi onu görelim:
      1° Eşitlik ve aşiretin bütün içişlerinde tam bir bağımsızlık temeli üzerinde, beş kandaş aşiretin sonsuz konfederasyonu. Bu kandaşlık, konfederasyonun gerçek temelini oluşturuyordu. Beş aşiretin üçü, ana-aşiretler adını taşıyordu, ve tıpkı kız-aşiretler adını taşıyan öbür iki aşiret gibi, bunlar da kendi aralarında kız kardeşti. Üç gens —en eskiler— hala yaşıyor ve beş aşiret içinde de temsil ediliyorlardı; üç başka gens, üç aşiret içinde temsil ediliyorlardı; bu genslerden her birindeki üyeler, beş aşiretin bütünü içinde, birbirinin kardeşiydi. Basit lehçe değişiklikleri bulunan ortak dil, ortak kökenin kanıtı ve belirtisiydi.
      2° Konfederasyon organı, sınıf ve saygınlık bakımından. Hepsi de birbirine eşit elli saşemden kurulu bir federal konseydi; konfederasyonun bütün işlerini, tam yetkiyle bu konsey kararlaştırırdı.
      3° Konfederasyonun. kuruluşu sırasında bu elli saşem, salt konfederasyon erekleri bakımından yaratılmış yeni görevlerin sahipleri olarak, aşiret ve gensler arasında dağıtılmışlardı. Bunlar, görevin her yeni açılışında, ilgili gensler tarafından yeniden seçilirler ve gene onlar tarafından görevden alınabilirlerdi; ama onlara görev ve yetki vermek hakkı, federal konseye aitti.
      4° Bu federal saşemler, aynı zamanda kendi aşiretlerinde de saşemdiler ve aşiret konseyinde yerleri ve oyları vardı.
      5° Federal konseyin bütün kararlarının oybirliğiyle alınması gerekirdi.
      6° Oy, aşiret tarafından verilirdi; öyle ki; geçerli bir karar alınabilmesi için, her aşiret ve her aşiret içinde bütün konsey üyelerinin, onaylarını bildirmeleri gerekirdi.
      7° Beş aşiret konseyinden herbiri, federal konseyi toplanmaya çağırabilirdi, ama federal konsey kendi kendini toplanmaya çağıramazdı.
      8° Oturumlar, toplanmış bulunan halkın önünde yapılırdı; her İrokualı erkek, oturumlarda söz alabilirdi; karar, yalnızca konseye aitti. (sayfa 322)
      9° Konfederasyonun başına kimse konmamıştı; konfederasyonu yürütme gücüne sahip başkanı yoktu.
      10° Buna karşılık konfederasyonun aynı yetkilere ve aynı güce sahip iki yüksek savaş şefi vardı. (Ispartalılarda iki "kral", Roma'da iki konsül.)
      İşte, İrokuaların dörtyüz yıldan çok bir zamandan beri içinde yaşadıkları ve hala yaşamakta bulundukları kamu düzeni budur. Bunu, Morgan'a dayanarak ayrıntılı bir biçimde anlattım; çünkü burada, henüz devlet nedir bilmeyen bir toplumun örgütlenmesini irdeleme olanağına sahip bulunuyoruz. Devlet, kendisini oluşturan yurttaşlar topluluğundan ayrı, özel bir kamu gücünün varlığını gerektirir; ve Cermen mark'ının yapılışını, bu yapı daha sonra devletin ana temelini sağlamaya aday olduğu halde, doğru bir içgüdüyle, devletten öz bakımından ayrı, özü gereği salt toplumsal bir kuruluş olarak kabul eden Maurer, sonuç olarak, bütün yazılarında, ilkel mark, köy, derebeylik toprakları (seigneuries) ve kent kuruluşlarından yola çıkarak ve onların yanısıra, kamu gücünün yavaş yavaş nasıl oluştuğunu irdeler. Aynı kökten gelen bir halkın, geniş bir kıta üzerine yavaş yavaş nasıl yayıldığını; aşiretlerin, bölünerek, nasıl halklar, değişmez aşiret grupları haline geldiklerini; dillerin bunlar arasında, yalnızca anlaşılmaz bir hale gelene kadar değil, aslında aralarındaki ilkel birliğin hemen hemen bütün izleri silinecek ölçüde nasıl değiştiklerini; ayrıca, aşiretler arasında, çeşitli genslerin nasıl birçok parçalara ayrıldığını, ana-genslerin, kabile olarak nasıl sürüp gittiklerini ve bu en eski gens adlarının, birbirinden çok uzak ve uzun süreden beri ayrılmış bulunan aşiretler içinde nasıl süregeldiklerini —yerli aşiretlerin çoğunda, Kurt ve Ayı, hala gentilice adlardır—, Kuzey Amerikan yerlileri arasında görürüz. Ve yukarda anlatılan yapı genel olarak bütün bu aşiretlere uygun düşer — yalnızca şu ayrımla ki, bu aşiretlerden çoğu, akraba aşiretler arasındaki konfederasyona kadar gelişmemiştir.
      Ama, bir kez gens toplumsal birim olarak ortaya çıkınca, bütün gensler, kabileler ve aşiret yapısının, ne derecede bu birimden itibaren hemen hemen kaçınılmaz bir zorunlulukla geliştiğini de görürüz — kaçınılmaz, çünkü bu (sayfa 323) doğal bir gelişmedir. Bu gruplardan her üçü de, herbiri bir bütün oluşturan ve kendi işlerini kendi gören, ama gene de herbiri öbürünü tamamlayan farklı derecelerde kandaşlık gruplarıdır. Ve onlara düşen işlerin çerçevesi, aşağı aşamaya ait bulunan barbarın bütün kamu işlerini kapsamına alır. Öyleyse, halk içinde toplumsal birim olarak gensi bulduğumuz her yerde, aynı zamanda, anlatmış bulunduğumuza benzer bir aşiret örgütünü arayabiliriz; ve Yunanlılarla Romalılarda olduğu gibi, yeterli kaynaklara sahip bulunduğumuz zaman, yalnızca bu örgütü bulmakla kalmayacak, ayrıca şuna da inanacağız ki, kaynaklara sahip bulunmadığımız yerde, Amerikan toplumsal yapılaşmasıyla karşılaştırma, kuşkuları ve en güç açmazları çözmede bize yardımcı olur.
      Ve bütün saflığı ve yalınlığıyla, bu gentilice örgütlenme, ne hayranlığa değer bir yapılaşmadır! Askersiz, jandarmasız, polissiz, soylular sınıfı yok, ne kral, ne hükümet, ne vali, ne yargıç, hapissiz, davasız, her şey düzenli bir biçimde gider. Bütün kavgalar, bütün çekişmeler, ilgili kimselerin topluluğu, [yani -ç.] gens ya da aşiret, ya da kendi aralarında çeşitli gensler tarafından bir sonuca bağlanır, — aslında bizim ölüm cezamızın, uygarlığın bütün üstünlük ve bütün sakıncalarıyla, uygarca biçiminden başka bir şey olmadığı kan davası (vendetta) tehdidi, yalnızca son ve ender uygulanan bir çare olarak işe karışır. Kamusal işlerin günümüzdekilerden çok daha büyük sayıda olmalarına karşın —ev ekonomisi, bir dizi aile içinde ortaklaşa ve komünist [bir nitelikte -ç.]'dir; toprak, aşiretin mülkiyetindedir: yalnızca küçük bahçeler, geçici olarak evleklere bırakılmıştır— gene de bizim geniş ve karmaşık yönetim aygıtımıza hiçbir gereksinme duyulmamıştır. Her şeyi ilgililer kararlaştırır ve çoğu durumda, yüzlerce yıllık bir töre, her şeyi önceden düzenler. Yoksul ve gereksinenler bulunamaz —komünist ev ekonomisi ve gens, yaşlılar, hastalar, savaş sakatları karşısındaki görevlerini bilir. Herkes eşit ve özgürdür, — kadınlar dahil. Henüz genel olarak yabancı aşiretlerin köleleştirilmesi için olduğu gibi, köleler için de yer yoktur. İrokualar,1651'e doğru Erieleri, "tarafsız ulus"u[167] yendikleri zaman, onlara eşit haklarla konfederasyona (sayfa 324) girmeleri önerisinde bulundular; ancak yenilenler bu öneriyi kabul etmedikleri zamandır ki, topraklarından kovuldular. Ve böylesine bir toplum, ne [yaman-ç.] erkekler, ne [yaman-ç.] kadınlar yetiştirir; buna, bozulmamış yerlileri tanımış bulunan bütün Beyazlar, bu barbarların kişisel onur, doğruluk, karakter gücü ve yiğitliği için duydukları hayranlıkla tanıklık ederler.
      Bu yiğitliğe gelince, bunun en yeni örneklerini Afrika'da gördük. Birkaç yıl önce Zulular, birkaç ay önce de Nubiyenler —gentilice kurumların henüz ölmemiş bulunduğu iki aşiret—, hiçbir Avrupa ordusunun yapamayacağı şeyi yaptılar.[168] Ateşli silahlardan yoksun, yalnızca kargı ve mızraklarla, —meydan savaşında dünya birincisi olarak tanınan— Britanya piyadesinin çabuk atışlı tüfeklerinin kurşun yağmuru altında, silahların arasındaki büyük farka karşın ve askeri hizmet nedir, talim nasıl yapılır bilmedikleri halde, İngiliz süngülerinin ucuna kadar ilerlediler ve onları birkaç kere sarstılar, hatta püskürttüler. Nelere katlanıp neler yapabileceklerine, bir Kafr'ın, yirmidört saatte, bir attan daha çok yolalabildiğinden yakınarak, bizzat İngilizler tanıklık ediyorlar; bir İngiliz ressamı, [bu adamlarda -ç.] en küçük kasın bile kabarık, bir kamçı kayışı gibi sert ve gergin olduğunu söylüyor.
      İşte, çeşitli sınıflar halinde bölünme olmadan önce, insanların ve insan toplumunun durumu buydu. Eğer onların durumunu, günümüzdeki uygar insanlardan büyük bir çoğunluğun durumuyla karşılaştırırsak, bugünün proleter ya da küçük köylüsüyle, gensin eski özgür üyesi arasındaki farkın büyük olduğunu görürüz.
      Bu, işin, bir yanı. Ama unutmayalım ki, bu örgütlenme yıkılmaya adaydı. Aşiretten öteye geçmedi; daha sonra görüleceği, ve daha önce, İrokualar tarafından yapılan uyruklaştırma girişimlerinde görülmüş olduğu gibi, aşiretler konfederasyonu, bunlardaki gerilemenin başlangıcını oluşturur. Aşiretin dışında olan şey, hukukun da dışındaydı. Kesin bir barış antlaşması olmadığı yerde, iki aşiret arasında savaş hüküm sürerdi; savaş, insanları öbür hayvanlardan ayırdeden bir yırtıcılıkla yürütülürdü; ama zamanla, yarar sağladığı için, bu yırtıcılık hafifletildi. Amerika'da (sayfa 325) görmüş olduğumuz gibi, en yüksek gelişme noktasına varmış gentilice kuruluşta, tamamen başlangıç durumunda (embryonnaire) bir üretim, ve bunun sonucu, geniş bir toprak üzerinde son derece seyrek bir nüfus bulunuyordu; bu kuruluş içinde, insan, önünde yabancı olarak dikilen ve anlayamadığı dış dünyaya, çocuksu dinsel tasarımlarında yansıyan, hemen hemen tam bir kulluk durumundaydı. Aşiret, insan için bir sınır olarak kalıyordu: yabancı karşısında olduğu kadar, kendisine karşı da: aşiret, gens ve kurumları, kutsal ve dokunulmazdı; bireyin duygu, düşünce ve eylemlerini tamamen egemenlikleri altında bulunduran, doğa tarafından verilmiş üstün bir güç oluşturuyorlardı. Bu çağın insanları bize ne kadar gösterişli görünüyorlarsa, birbirlerine karşı o kadar alçakgönüllü idiler; Marx'ın dediği gibi, henüz ilkel topluluğa göbekbağı ile bağlıydılar. Bu ilkel topluluğun gücünün kırılması gerekiyordu — ve kırıldı. Ama, bu ilkel topluluğun gücü, bize daha ilk anda bir alçalma, eski gentilice toplumun yürek temizliği ve ahlak yüksekliğinden bir ilk (originelle) düşüş olarak görünen etkiler tarafından kırıldı. Yeni uygar toplumu, sınıflı toplumu başlatan şeyler, —açgözlülük, zevk,düşkünlüğü, cimrilik, ortak mülkiyetin bencil yağması gibi— en aşağılık çıkarlardır; eski sınıfsız toplumu kemiren ve yıkılmasını sağlayan şeyler, —hırsızlık, zor, kalleşlik, ihanet gibi— en utandırıcı araçlardır. Ve bizzat, yeni. toplum, varlığının ikibinbeşyüz yıllık süresince, küçük bir azınlığın, büyük bir sömürülenler ve ezilenler çoğunluğu zararına gelişmesinden başka hiçbir şey olmadı ve bugün, her zamandan da çok, böyledir.


 
IV
YUNAN GENSİ


      Tarih-öncesi zamanlardan beri, Yunanlılar, Pelajlar ve öbür soydaş halklar gibi, tıpkı Amerikalılardaki organik diziye göre örgütlenmişlerdi: gens, kabile, aşiret, aşiretler konfederasyonu. Doryenlerde olduğu gibi, bazan kabile olmayabilirdi; aşiretler konfederasyonu henüz zorunlu olarak ve (sayfa 326) her yandan kurulmamıştı; ama gens hep temel birimdi. Yunanlılar tarihe girdikleri çağda uygarlığın eşiğindedirler; onlarla daha önce sözkonusu edilen Amerikan aşiretleri arasındaki iki büyük gelişme dönemi bulunur; bu dönemler, kahramanlık çağı Yunanlıların İrokualara göre sahip oldukları ilerlemeyi gösterirler: Bu yüzden, Yunan gensi İrokualardaki eski (archaique) gense hiç benzemez; grup halinde evliliğin izi iyiden iyiye silinmeye başlar. Analık hukuku, yerini babalık hukukuna bırakmıştır; bundan ötürü, doğuş durumundaki özel mülkiyet, gentilice örgütlenme içinde ilk gediği açmış bulunur. Bunu, tamamen doğal bir biçimde, ikinci bir gedik izler: Babalık hukukunun yürürlüğe girmesiyle, zengin bir mirasçı kızın serveti, evlenme yoluyla kocasına geçeceğinden, yani bir başka gense gideceğinden, bütün gentilice hukukun temeli yıkılmış demekti; bu durumda, servetin gens içinde kalması için, genç kızın gens içinden evlenmesine yalnızca izin verilmekle kalınmadı; hatta bu iş, bir zorunluluk haline getirildi.
      Grote'a göre (Histoire de la Grece), Atina gensi, bağını özellikle şu kurumlar aracılığıyla koruyordu:
      1° Ortak dinsel törenler ve yalnızca, sözde gensin atası olan ve bu nitelikte özel bir adla adlandırılan, belirli bir tanrıya tapma hakkı.
      2° Ortak bir sinlik yeri (kabristan) (Demosthenes'in Euboulidès'ine bakınız.)
      3° Karşılıklı mirak hakkı.
      4° Karşılıklı yardımlaşma, saldırılara karşı koruma ve yardım yükümü.
      5° Bazı durumlarda, özellikle yetim ve mirasçı kızlar sözkonusu olduğu zaman, gens içinde evlenme hak ve görevi.
      6° Hiç değilse bazı durumlarda, bir arkhon (yönetici) ve bir de özel sandık ile birlikte ortak bir mülkiyet sahipliği.
      Ayrıca, kabile halindeki birlikler, pek sıkı olmasa da, birçok gensi kendi aralarında bağlıyordu; ama burada da, özellikle bazı dinsel pratiklerde ortaklık-ve bir kabile üyesinin öldürülmesi halinde, izleme hakkı [gibi -ç.], aynı nitelikte karşılıklı haklar ve ödevler buluyoruz. Öbür yandan, bir aşiretin bütün kabileleri, soylular (öpatrides) arasından (sayfa 327) seçilmiş bir filobazileus'un (aşiret şefinin) başkanlığında belirli zamanlarda kutsal şenlikler yaparlardı.
      İşte Grote'un anlattığı şey. Ve Marx ekler: "Ne var ki Yunan gensi arkasında, yabanıl gens, örneğin İrokua gensi kendini açıkça gösteriyor." İrdelememizi biraz ileri götürür götürmez, yabanıl gensin varlığı daha da açık bir durum alır.
      Çünkü, Yunan gensinde, şu kurumlar da vardı:
      7° Babalık hukukuna göre soy-zinciri.
      8° Mirasçı kızların sözkonusu olduğu durumlar dışında gens içinde evlenmenin yasaklanması: Bu ayrıklama ve ona verilen zorunlu nitelik, eski kuralın yürürlükte kaldığını gösterir.
      Bu, aynı zamanda, kadının dahil olduğu kabile içinde genellikle geçerli bulunan ilkeden, yani kadının evlenmekle kocasının gensine ait dinsel ayinleri kabul etmek üzere, kendi gensinin dinsel ayinlerinden vazgeçmesinden de anlaşılır. Buna ve Dikaiarkhos'un ünlü bir parçasına göre, gens dışından evlenmek kuraldı; ve Becker, Chariklès'inde, kimsenin kendi gensi içinde evlenme hakkına sahip olmadığını varsaymaya kadar gider.
      9° Gense [üye olarak-ç.] kabul etme hakkı; bu hak, kamusal formalitelerle ve yalnızca istisnai olarak, aileye kabul biçiminde kullanılırdı.
      10° Şefleri seçme ve görevden alma hakkı. Biliyoruz ki, her gensin kendi arkhont'u vardı; ama bu görevin belirli aileler içinde soydan geçme olduğu konusunda hiçbir yerde özel bir belirti yok. Barbarlığın sonuna kadar, zenginler ile yoksulların, gens içinde, tamamen eşit haklara sahip bulundukları bir durum ile kesenkes bağdaşmaz bir şey olan [sıkı bir] miras, hiçbir zaman varolmamışa benzer.
      Yalnızca Grote değil, ayrıca Niebuhr, Mommsen ve şimdiye kadar klasik antikçağla uğraşan bütün öbür tarihçiler, gens karşısında tökezlemişlerdir. Belirleyici özelliklerinden büyük bir kısmını çok doğru bir biçimde saptamış olmalarına karşın, bu tarihçiler, genste daima bir aileler grubu gördüler; ve böyle yapmakla, gensin özünü ve kökenini anlamayı, kendileri için olanaksız bir duruma getirdiler. Koca ve karı zorunlu olarak farklı iki gense ait bulunduklarına (sayfa 328) göre gentilice örgütlenme içinde, aile hiçbir zaman organik bir birim olmadı ve olamazdı da. Gens tamamen kabile, kabilede aşiret içinde ve ona ait bulunuyordu: aile ise, yarı yarıya kocanın, yarı yarıya da karının gensine aitti. Devlet de, kamu hukuku alanında aileyi tanımaz; aile, günümüze kadar, yalnızca özel hukukta varolmuştur. Ve buna karşın, bütün tarih yazma biçimimi şimdiye kadar, özellikle 18. yüzyılda dokunulmaz bir duruma gelmiş bulunan şu saçma ilkeye dayanır ki, uygarlıktan az daha eski olan tek-eşli-karı-koca ailesi, çevresinde toplum ve devletin yavaş yavaş ete-kemiğe büründüğü bir çekirdektir.
      "Bay Grote'un dikkatini şuna çekmek gerekir ki, diye ekler Marx, her ne kadar Yunanlılar kendi genslerini mitolojiden çıkarmışlarsa da, bu gensler tanrıları ve yarı-tanrılarıyla birlikte, kendi yaratmış bulundukları mitolojiden daha eskidirler."
      Grote, Morgan tarafından yeğlenerek anılır, çünkü o, saygın ve ayrıca her türlü kuşkunun üstünde bir tanıktır. O, ayrıca, her Atina gensinin kendi sözde-atasından gelen bir takma ada sahip olduğunu; Solon'dan önce genel kural olarak ve ondan sonra da vasiyetin yokluğu halinde, ölenin gentile'lerinin, onun servetine mirasçı olduklarını; cinayet halinde, önce ölenin akrabalarının, sonra gentile'lerinin, en sonra da kabile üyelerinin, mahkeme önünde katili izleme hak ve görevine sahip bulunduklarını da anlatır: "En eski Atina yasaları üzerine bildiğimiz her şey, gensler ve kabileler biçimindeki bölünme üzerine kuruludur."
      Genslerin ortak ilkel atalarından gelmesi işi, "ukala darkafalılar" (deyim Marx'ındır) için epey sıkıntıya yolaçtı. Bu gelişi, tamamen mitoslara değin bir şey (mythique) olarak kabul ettikten sonra, bir gensin, önce aralarında hiçbir akrabalık bulunmayan, yanyana yaşayan ailelerden doğmuş olmasını kesenkes açıklayamazlar; ama gene de, genslerin varlığını açıklamak için de olsa, bu yiğitliği yapmaları gerekir. O zaman, bir laf kalabalığına başvurmaktan başka yapacak şeyleri kalmaz; şu kesinleme dışına çıkmaksızın, döner döner bina okurlar: soyağacı bir masaldır, doğru; ama gens de bir gerçekliktir; ve sonunda, Grote'da, şu satırlar okunur (Marx'ın araya kattığı gözlemlerle): (sayfa 329)
      "Bu soyağacından ender olarak sözedildiğini duyuyoruz, çünkü ancak özellikle gösterişli bazı durumlarda açıkça sözü ediliyor. Ama, tıpkı en anlı-şanlı olanları gibi, en gösterişsiz genslerin de kendi ortak dinsel pratikleri [garip şey, Bay Grote!], doğaüstü bir ataları ve ortak bir soyağaçları vardı [işte en gösterişsiz genslerde şaşırtıcı olan da budur, Bay Grote!). Bütün gensler için, ana plan ve ideal temel [ideal değil, sayın bay, kösnül (şehvani), Almanca fleischlich![
10]] aynıydı."
      Marx, Morgan'ın verdiği yanıtı şöyle özetler:
      "İlkel biçimdeki gense uygun düşen kandaşlık sistemi —ve tıpkı bütün öbür ölümlüler gibi, o zaman Yunanlılar da bu sistem içinde yaşıyorlardı— genslerin bütün üyelerinin kendi aralarındaki akrabalık derecelerinin bilincini koruyordu. Kendileri için büyük bir önem taşıyan bu olguyu; onlar çocukluklarından beri, pratikle öğreniyorlardı. Tek-eşli aileyle birlikte, bu unutuldu. Gentilice adı, bir soyağacı yarattı ki, bunun yanında karı-koca ailesinin adı anlamsız göründü. İşte bu ad, bundan böyle bu adı taşıyanların ortak bir kökene sahip olduklarını göstermeliydi, ama gensin soyağacı o kadar uzaklara gidiyordu ki, gens üyeleri, en yakın tarihteki ortak atalar konusundaki birkaç durum dışında, artık karşılıklı gerçek akrabalıklarını kanıtlayamıyorlardı. Adın kendisi, ortak kökenin bir kanıtıydı ve yabancıların üyeliğe kabul durumları dışında, kesin bir kanıttı. Buna karşı, gensi sırf düşsel ve saymaca bir yaratık haline dönüştürmüş bulunan Grote[11] ve Niebuhr'un yaptıkları gibi, gens üyeleri arasındaki bütün akrabalığı tamamen yadsımak, tam "ideal" bilginlere, yani odalarından hiç çıkmayan allamelere layık bir iştir. Soyların zincirlenmesi, özellikle tek-eşliliğin ortaya çıkışından sonra, çok gerilere gittiği ve geçmiş gerçeklik mitolojik kuruntular içinde yansıdığı için, aslan darkafalılar bundan hep düşsel soyağacının gerçek gensleri yarattığı sonucunu çıkardılar ve hep bu sonucu çıkarıyorlar!"
      Amerikalılardaki gibi, kabile birçok kız-genslere bölünmüş bir ana-gens idi, bu kız-gensleri birleştiriyor ve (sayfa 330) çoğunlukla da hepsini ortak bir atadan getiriyordu. Böylece, Grote'a göre, "Hekate kabilesinin bütün çağdaş üyeleri, onüçüncü göbekte, ata olarak bir tek ve aynı tanrıya sahiptiler"; öyleyse, bu kabilenin bütün gensleri, tam anlamıyla kızkardeş-gensler idiler. Kabile, Homeros'ta, Nestor'un Agamemnon'a şu öğüdü verdiği o ünlü parçada, askeri bir birlik olarak da görünür: "Adamları aşiretler ve kabileler bakımından düzenle; kabile kabileye yardım etsin, aşiret aşireti desteklesin."[12]
      Bunu bir yana bırakalım, kabile, bir kabile üyesinin kurbanı olduğu cinayetin öcünü almak hak ve görevine sahiptir; demek ki, eski zamanlarda, kan davasıyla yükümlüydü: Ayrıca, ortak şenlik ve tapınakları vardır; zaten, bütün Yunan mitolojisinin, eski Aryenlerden alınan doğaya tapmaya dayanarak oluşması, her şeyden önce gensler ve kabilelerin varlığını gerektirir ve onlar içinde oluşmuştur. Bundan başka, kabilenin bir şefi (fratriarkos) ve Fustel de Coulanges'a göre, kararnameleri yasa gücünde olan toplantıları (meclisleri), bir yargılama ve bir yönetim kurulu vardır. Daha sonra gensin varlığını bilmeyen devlet, bazı kamu görevlerinin yapılmasını kabileye bırakıyordu.
      Aşiret, birçok akraba kabileden bileşir. Attika'da, her biri üç kabileden bileşik dört aşiret vardı, bu kabilelerin herbirinde de otuz gens bulunuyordu. Gruplarda böylesine bir sınırlama, tamamen kendiliğinden kurulmuş bir düzen içinde bilinçli ve yöntemli bir müdahaleyi öngerektirir. Bu müdahale nasıl, nerede ve niçin oldu? Yunan tarihi bu konuda hiçbir şey söylemez ve Yunanlılar, ancak kahramanlık çağlarına kadar giden geçmişlerinin anısını saklamışlardır.
      Nispeten küçük bir toprak üzerinde toplanmış Yunanlılarda, lehçe farkları, geniş Amerikan ormanlarında olduğundan daha az gelişmişti; ama burada da, yalnızca aynı anadili konuşan aşiretleri, daha büyük bir bütün biçiminde toplamış ve küçük Attika içine kadar, daha sonra ortak yazı dili olarak egemen lehçe durumuna gelmiş özel bir lehçe görürüz.
      Homeros'un şiirlerinde, Yunan aşiretleri, çoğunlukla küçük halklar biçiminde toplanmışlardır; bununla beraber, bu (sayfa 331) topluluklar içinde, gensler kabileler ve aşiretler henüz özerkliklerini koruyorlardı. Bu halklar, artık surlarla pekiştirilmiş kentlerde oturuyorlardı; nüfus, sürülerin genişlemesi, tarımın yayılması ve küçük el zanaatlarının başlamasıyla, artıyordu; aynı zamanda servet farkları ve onunla birlikte; eski ilkel demokrasi içinde aristokratik öğe de büyüyordu. Çeşitli küçük halklar, en iyi topraklara sahip olmak için ve kuşkusuz ganimet ereğiyle de, ardı arası kesilmez savaşlar yapıyorlardı; işte bu andan itibaren, savaş tutsakları köleliği kabul edilmiş bir kurum haline gelmişti.
      Bu aşiret ve bu küçük halkların o zamanki örgütlenmesi şöyleydi:
      1° Konsey (bulé) sürekli otorite idi; başlangıçta kuşkusuz, gentes başkanlarından bileşen konsey, daha sonra, sayıları artınca, bunlar arasından seçilmiş bir topluluktan bileşiyordu; bu durum, aristokratik öğenin gelişme ve güçlenme olanağını sağladı; böylece, Dionysios, kahramanlar çağında, konseyin aristokratlardan (kratistoi) bileştiğini anlatır. Önemli işlerde, kesin kararı konsey alıyordu; böylece Aiskhylos'ta, veri olan durumda büyük bir önem taşıyan, Eteokl'e cenaze töreni yapma, ama Polinis'in cesedini köpeklere yem olarak yedirme kararını, Teb Konseyi[13] alır. Devletin kuruluşuyla, bu konsey, daha sonra Senato oldu.
      2° Halk meclisi (agora). İrokualarda, erkek-kadın, halkın konsey toplantısını çevrelediğini, sırayla söz aldığını ve bu biçimde konsey kararları üzerinde etkili olduğunu gördük. Homeros çağı Yunanlılarında bu "çevre" (eski Almancanın hukuksal bir deyimiyle, Umstand[14]), ilkel zamanlar Cermenlerinde de aynı biçimde olduğu gibi, gerçek bir halk meclisi durumuna gelene kadar gelişmişti. Bu meclis, önemli işlerde karar almak için, konsey tarafından toplanmaya çağrılırdı; burada herkes söz alabilirdi. Karar, el kaldırarak (Ahileos, Yalvarıcı Kızlar), ya da alkışlarla alınırdı. Schöman (Antiquites grecques), son duruşmada bu meclis egemendi der, çünkü:
      "Yapılması halkın işbirliğini gerektiren bir iş sözkonusu olunca, Homeros bize, halkı bunu istemeden yapmaya (sayfa 332) zorlayabilecek hiçbir araç göstermiyor."
      Gerçekten, aşiret üyesi her ergin erkeğin savaşçı olduğu bu devirde, henüz halktan ayrı ve ona karşıt olabilecek bir kamu gücü var olamazdı. İlkel demokrasi henüz en parlak çağındaydı; bu, bazileus'un olduğu kadar, konseyin de gücünü ve durumunu düşünmek için, bir hareket noktası olmalıdır.
      4° Askeri şef (bazileus). Marx'ın bu konuda dikkati çektiği şey, şu:
      "Çoğunlukla, doğuştan, prenslerin uşağı olan Avrupalı bilginler, bazileus'tan, sözcüğün modern anlamında bir hükümdarı anlarlar. Yankee cumhuriyetçisi Morgan, bu yoruma karşı çıkar. Sesi dokunaklı Gladstone ile onun "Juventus Mundi"si konusunda, çok alaycı, ama çok doğru olarak şöyle der: 'Mr. Gladstone, kahramanlık çağındaki Yunan şeflerini, birer kral ve birer prens olarak gösteriyor bize, üstelik, onları birer centilmen yapıyor; ama bizzat itiraf etmelidir ki, görünüşe göre, tümü bakımından, çok kesin olmamakla birlikte, yeteri kadar belirli büyük-kardeş-hakkı töresi ya da yasası karşısında bulunuyoruz.'"
      Kuşkusuz, Mr. Gladstone'a böyle çok kesin olmamakla birlikte, yeteri kadar belirli kayıtlar eşliğindeki bir büyük-kardeş hakkının varlığıyla yokluğu bir gibi görünecek.
      İrokualarda ve öbür Amerika yerlilerinde, başlıca görevlerin mirasla devri konusunda durumun ne olduğunu görmüş bulunuyoruz. Bütün görevler, çoğu gens içinde, seçime bağlıydı; öyleyse bu ölçü çerçevesinde, gens için de soydan geçmeydi. Görevin boşalması durumunda, özellikle, seçilmemesi için bir neden bulunmadığı zaman, yavaş yavaş en yakın gentilice akrabanın (erkek kardeş ya da kız kardeşin oğlu) atanmasına başlandı. Demek ki, babalık hukukunun egemenliği altında, eğer bazileus'luk görevi, Yunanlılarda genellikle babadan oğula, ya da oğullardan birine geçiyordu ise, bu, yalnızca oğulların, seçim yoluyla babalarının yerine geçme olasılığına sahip olduklarını gösterir; yoksa, babalarının yerine halk tarafından seçilmeden geçme hakkına sahip olduklarını göstermez. Burada görebileceğimiz tek şey, İrokualar ve Yunanlılarda, genslerin içinde ayrı soylu ailelerin, ayrıca Yunanlılarda, geleceğin soydan geçme şefler soyunun ilk tohumlarıdır. (sayfa 333) Öyleyse, Yunanlılarda, tıpkı Roma kralı (rex, için de olduğu gibi, bazileus'un ya halk tarafından seçilme, ya da, hiç değilse, halkın resmi organları -konsey ya da agora- tarafından onaylanma durumunda bulunmuş olması kuvvetle olasıdır.
      İlyada'da, savaşçıların şefi Agamemnon, Yunanlıların üstün kralı [bütün Yunanlıların kralı -ç.] olarak değil, kuşatılmış bir kent önündeki konfedere bir ordunun başkomutanı olarak görünür. Ve Yunanlılar arasında anlaşmazlık başgösterince, Odysseus gerekli olanın başkomutanlık olduğunu söyler: "Komutan çokluğu bir şeye yaramaz: bir tek şef komut versin." vb... (ve krallık asasından söz eden ünlü dize, sonradan eklenmiş bir katmadır):[15]
      "Ulis burada hükümet biçimi üzerine bir konferans vermez; savaşta başkomutanlığı elde tutan kimseye uyulmasını ister. Truva önünde yalnızca ordu olarak görünen Yunanlılar için, işler agora'da hayli demokratik bir biçimde olup bitiyordu. Akhilleus, "armağanlar"dan, yani ganimetin paylaşılmasından söz ederken, paylaştırma görevini ne Agamemnon'a ne de bir başka bazileus'a verir; bu işle "Akhaios oğulları"nı, yani halkı görevlendirir. "Zeus tarafından dünyaya getirilmiş", "Zeus tarafından beslenmiş" gibi yüklemler (nitelikler) hiçbir şey göstermez, çünkü her gens bir tanrıdan, ve aşiret şefinin gensi, "daha güçlü" bir tanrıdan gelir -burada Zeus'tan geliyor-. Hatta, örneğin domuz çobanı Eumenes gibi, kişisel özgürlükten yoksun kimseler bile "tanrısal"dırlar (dioi ve theioi); ve bu Odise'de, yani İlyada'da çok daha sonraki bir çağda, böyledir; ve aynı Odise'de, kahraman adı, hala, kör ozan Demodokos'un adıyla birlikte olduğu gibi, haberci Mylios'un adıyla birlikte anılır. Uzun sözün kısası, Yunan yazarlarının konsey ve halk meclisi eşliğindeki homérique sözde-krallık (çünkü bunun ayırıcı belirtisi, ordular komutanlığıdır) için kullandıkları bazileus sözcüğü, yalnızca — askeri demokrasi anlamına gelir." (Marx.)
      Askeri görevlerinden başka, bazileus'un dinsel ve adli görevleri de. vardı; 'bu son görevler, hiçbir zaman sıkı sıkıya belirlenmemişlerdi, ama askeri görevlere gelince, bazileus bunları, aşiret ya da aşiretler konfederasyonunun yüksek (sayfa 334) temsilcisi olarak yerine getiriyordu. Sivil yönetime değgin görevler asla sözkonusu değildir; ama gene de, öyle görünür ki, bazileus, görevi gereği, konsey üyesidir. Öyleyse, etimolojik bakımdan, bazileus'u König (kral) olarak çevirmek tamamen doğrudur; çünkü König, Kuni ya da Künne'den gelir ve "bir gensin şefi" anlamını taşır. Ama König sözcüğünün bugünkü anlamı, bazileus sözcüğünün eski Yunancadaki anlamına hiç uymaz. Tüsidid, eski bazileia'yı, kesinlikle "patrike", yani "gentes"ten gelme olarak nitelendirir ve bunun saptanmış, öyleyse sınırlı görevlere sahip olduğunu söyler. Ve Aristoteles, kahramanlık çağındaki bazileia'nın özgür insanlar üzerinde kullanılan bir komutanlık ve bazileus'un da, askeri şef, yargıç ve baş rahip olduğunu bildirir. Öyleyse, bazileus, sözcüğün daha sonraki anlamında, yönetme gücüne sahip değildir.[16]
      Demek ki, kahramanlık zamanlarındaki Yunan kuruluşu içinde eski gentilice örgütlenmeyi henüz dirim ve güç dolu, ama aynı zamanda yıkılışının başlangıcında görürüz: Babalık hukuku, servetin çocuklara geçişiyle, aile içinde servet birikimini kolaylaştırır ve aileyi gens karşısında bir güç durumuna getirir; servetler arasındaki fark, soyluluk ve soydan geçme bir krallığın ilk izlerini yaratarak, kuruluş üzerinde etkili olur; önceleri savaş tutsaklarıyla sınırlanan kölelik, daha o zamandan aşiret üyelerinin, hatta kendi öz gens üyelerinin köleleştirilmesi yolunu açar; aşiretten aşirete eski savaş, bu çağdan itibaren, sürü hayvanları, köleler, hazineler kazanmak için, karada ve denizde sistemli bir yağmacılık biçiminde, yani normal kazanç kaynağı biçiminde yozlaşır; sözün kısası, zenginlik, en yüksek iyilik olarak övülür ve değerlendirilir; ve zenginliklerin zora dayanarak çalınmasını haklı göstermek için eski gentilice kurallar çiğnenir. Artık bir tek şey eksikti: yalnızca özel kişiler tarafından az (sayfa 335) zamandan beri edinilmiş bulunan zenginlikleri, gentilice düzenin komünist geleneklerine karşı koruyan ve yalnızca eskiden o kadar horgörülen özel mülkiyeti kutsallaştıran ve bu kutsal şeyi bütün insan topluluğunun en yüce ereği olarak bildiren bir kurum değil, ayrıca mülkiyet edinmenin, başka bir deyişle, zenginliklerdeki durmadan daha hızlı bir büyümenin ardarda gelişmiş yeni biçimleri üzerine, genel olarak toplum tarafından yasaya uygunluk mührünü de basan bir kurum; yalnızca toplumda başlamış bulunan sınıflar halindeki bölünmeyi değil, ayrıca mülk sahibi sınıfın hiçbir şeye sahip olmayan sınıfı sömürme hakkını ve onun ürerindeki egemenliğini de sürdürüp götüren bir kurum. Ve bu kurum çıkageldi. Devlet icat oldu.


 
V
ATİNA DEVLETİNİN OLUŞUMU


      Kendi gensleri, kendi kabile ve aşiretleri içinde, kendini bizzat kendi koruyan gerçek "silahlı halk" yerine, devlet otoriteleri hizmetinde, öyleyse halka karşı kullanılabilmesi olanaklı silahlı bir "kamu gücü" geçerken, gentilice örgüt organlarının ya dönüşmüş, ya da yeni organların ortaya çıkması yüzünden geri plana sürülmüş olmaları, ve sonunda da yerlerini tamamen gerçek devlet otoritelerine bırakmaları olgusundan ötürü devletin nasıl geliştiğini, en eski Atina'da, hiç değilse eski Atina'nın birinci evresinde izleyebiliriz. Biçim yönündeki değişiklikler, Morgan tarafından özsel olarak betimlenmiş bulunuyor; bu değişiklikleri meydana getirmiş olan iktisadi içeriğe gelince, bunları büyük ölçüde benim eklemem gerekiyor.
      Kahramanlık çağında, Attika'daki dört Atina aşireti, henüz ayrı topraklar üzerinde yerleşmiş bulunuyorlardı; hatta bu aşiretleri bileştiren oniki kabile bile, öyle görünüyor ki, Kekrops'un oniki kenti içinde birbirinden ayrı yerlerde yaşıyorlardı. Örgütlenme, kahramanlık çağı örgütlenmesiydi: halk meclisi; halk konseyi, bazileus. Yazılı tarih başladığı zaman, topraklar çoktan paylaşılmış ve özel mülkiyete geçilmiş bulunuyordu, ki bu durum, barbarlığın yukarı aşamasının (sayfa 336) sonuna doğru göreli gelişmiş meta üretimi ve buna karşılık düşen meta ticaretine uygundur. Tahıldan başka, şarap ve zeytinyağı üretiliyordu; Ege'deki deniz ticareti, gitgide Fenikelilerin elinden çıkıyor ve büyük ölçüde Attikalıların eline geçiyordu. Toprak alım-satımı, tarım ve el zanaatları, ticaret ve denizcilik arasında artan işbölümü dolayısıyla, genslerin, kabilelerin ve aşiretlerin üyeleri, kısa zamanda birbirleriyle karışmak zorunda kaldılar; kabile ve aşiret çevresi, yurttaş oldukları halde, gene de bu topluluklara ait olmayan, yani kendi oturdukları yerde yabancı bulunan kimseleri de kabul etti. Çünkü dingin dönemlerde, her kabile ve her aşiret, Atina'daki bazileus ya da halk konseyine başvurmadan, kendi işlerini kendileri yönetiyorlardı. Ama, kabile ya da aşiret üyesi olmadan bunların toprakları üzerinde yaşayan herkes, elbette bu yönetime katılamıyordu.
      Gentilice örgüt organlarının düzenli işleyişi, bu durumdan ötürü öylesine aksadı ki, kahramanlık zamanlarından itibaren, buna çare bulmak gerekti. Theseus'a maledilen anayasa meydana getirildi. Değişiklik, özellikle, Atina'da bir merkezi yönetim kurulmuş olmasından, yani o zamana kadar aşiretler tarafından özerkli bir biçimde yönetilen işlerden bir bölümünün kamu işleri olarak ilanı ve Atina'da toplanan ortak konseye devredilmesi olgusundan ibaretti. Bunu yapmakla, Atinalılar, Amerika'daki hiçbir yerli halkın atamadığı adımı atıyorlardı: yanyana yaşayan aşiretlerin basit bir konfederasyonu yerine onların bir tek halk biçiminde kaynaşması gerçekleşti. Böylece, ulusal bir Atina hukuku, aşiret ve genslerin yasal töreleri üstünde bulunan bir genel hukuk doğdu; Atina yurttaşı; hatta yabancısı olduğu bir aşiret toprakları üzerinde bile, belirli haklar ve yeni bir hukuksal korunma kazandı. Ama, aynı zamanda, gentilice örgütlenmenin yıkılmasına doğru ilk adım da atılmış oldu; çünkü bu bütün Attika'daki aşirete yabancı ve tamamen Atina gentilice örgütlenmesinin dışında bulunan ve dışında kalan yurttaşların, gelecekteki kabulüne doğru atılmış ilk adımdı. Teze'ye maledilen bir ikinci kurum, bütün halkı gens, kabile ya da aşiretlerine bakmadan, üç sınıf, yani öpatrid'ler ya da soylular, jeomor'lar ya da çiftçiler ve demiurgos'lar ya da küçük zanaatçılar halinde bölmesi, ve kamu görevleri hakkının yalnızca (sayfa 337) soylulara verilmesi oldu. Kamu görevleri hakkının yalnızca soylulara verilmesi dışında, halkın bu üç sınıf biçimindeki bölünüşü, aslında etkisiz kaldı; çünkü bu bölünüş, sınıflar arasında başka hiçbir hukuk farkı yaratmıyordu. Ama bu, önemli bir şeydir; çünkü gürültüsüzce gelişen yeni toplumsal unsurları ortaya çıkarır. Bu kurum, gentilice görevleri bazı ailelere bırakmak töresinin, artık bu aileler bakımından, bu işler üzerinde başkalarınca pek de yadırganmayan bir hak haline dönüştüğünü; öbür yandan, zenginlik nedeniyle güçlü bulunan bu ailelerin, kendi gensleri dışında ayrıcalıklı bir ayrı sınıf biçiminde gruplaşmaya başladıklarını ve henüz doğmuş bulunan devletin de, bu ayrılık ve üstünlük savını onaylamış olduğunu gösterir. Bu kurum, ayrıca, çiftçilerle küçük zanaatçılar arasındaki işbölümünün, toplumsal önem bakımından ilk sıranın kime ait olacağı tartışmasını yapabilmek için, gensler ve aşiretler bakımından varolan eski sınıflamaya göre, artık hayli belirgin bir hale gelmiş bulunduğunu gösterir. Son olarak, kurum, gentilice toplumla devlet arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı da açığa vurur, devleti meydana getirmek bakımından ilk girişim, gensleri, onlardan herbirinin üyelerini, ayrıcalıklılar ve ayrıcalıksızlar biçiminde ve ayrıcalıksızları da, birbirine karşı iki emekçi sınıf biçiminde bölerek, parçalamaya dayanır.
      Atina'nın bundan sonra, Solon'a kadar süren siyasal tarihi ancak eksik olarak biliniyor. Bazileus görevi yürürlükten kalktı, soylular arasından seçilmiş arkhont'lar devletin başına geçtiler. Soylular egemenliği, MÖ 600 yılına doğru, dayanılmaz duruma gelecek kadar arttı. Ve herkesin özgürlüğünü baskı altına almanın başlıca aracı da ...para ve tefecilikti. Soyluların başlıca merkezi Atina ve Atina çevresiydi; deniz ticareti ve aynı zamanda fırsat düştükçe hala yapılmakta olan korsanlık, burada onları zenginleştiriyor ve mali serveti onların elinde topluyordu. Para ekonomisi, gelişerek, doğal ekonomi üzerine dayalı tarımsal toplulukların geleneksel varlık biçimi içine, eritici bir asit gibi, işte buradan girdi. Gentilice örgütlenme, para ekonomisiyle bağdaşamaz; Attika'daki küçük köylülerin yıkımı, onları çevreleyen ve koruyan eski gentilice bağların çözülmesiyle aynı zamana düştü. Alacak ve ipotek (çünkü Atinalılar artık ipoteği (sayfa 338) bile türetmişlerdi) ne gens dinliyordu, ne de kabile. Ve eski gentilice örgütlenme, ne para biliyordu, ne avans, ne de borç. Bu yüzden, soyluların durmadan daha gelişen ve daha da yayılan mali egemenliği, alacaklıyı borçluya karşı korumak, para sahibi tarafından küçük köylünün sömürülmesini onaylamak için yeni bir de töre hazırladı. Attika'daki bütün tarlalar, üzerinde bu mülkün şu kadar para için, falanca kişiye rehin edilmiş olduğu yazılı ipotek taşlarıyla dolmuştu. Bu tür işaret taşımayan tarlalar ise, çoğunlukla ipotek ya da faizin ödenmemesi nedeniyle satılmış ve tefeci soyluların mülkiyetine geçmiş bulunuyordu; köylü, eğer eski tarlasında yancı olarak kalmasına ve emeğinin ürününün altıda-beşini yeni efendisine kesenek olarak verirken, bunun altıda-biriyle yaşamasına izin verilmişse, kendini mutlu saymalıydı. Dahası da var; eğer tarlanın satış bedeli, borcu ödemeye yetmez, ya da bu borç bir güvenceyle sağlama bağlanmamış bulunuyorsa, borçlu alacaklıya borcunu ödemek için, çocuklarını köle olarak yabancılara satmak zorundaydı. Çocukların, babaları tarafından satılışı — babalık hukuku ve tek-eşliliğin ilk meyvesi işte bu oldu! Ve vampir hala kana doymamışsa; borçlunun kendisini köle olarak satabilirdi. İşte, Atina halkı içinde tatlı uygarlık güneşinin doğuşu böyle oldu.
      Daha önceleri, halkın varlık koşulları henüz gentilice örgütlenmeye uygun düşerken, böylesine bir kargaşa olanaksızdı; ama işte, nasıl olduğu bilinmeden, her şey allak-bullak olmuştu. Şimdi bir an için bizim İrokualara dönelim. Meydana gelmesi için çalışmadıkları ve kesenkes kendi isteklerine karşı, bundan böyle Atinalılara kabul ettirilmiş bulunan durum, onlarda anlaşılması olanaklı olmayan bir şeydir. Orada, yaşam için gerekli şeylerin yıldan yıla hep aynı kalan üretim biçimi, hiçbir zaman böyle dışardan zorlanmış gibi görünen çatışmalara yolaçmaz; zengin ile yoksul sömüren ile sömürülen arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı meydana çıkaramazdı. İrokualar, doğaya egemen olmaktan henüz çok uzaktılar, ama kendileri için veri olan doğal sınırlar içinde, kendi üretimlerine egemen bulunuyorlardı. Küçük bahçelerinde bazan verimin düşük olması; göl ve ırmaklarında balık bakımından, ormanlarında av bakımından kaynakların tükenişi bir yana bırakılırsa, yaşamak için (sayfa 339) kendilerine gerekli şeyleri sağlama biçimlerinin kendilerine ne getirebileceğini biliyorlardı. Bunun zorunlu olarak getirmesi gereken şey, kıt ya da bol, geçim gereçleriydi; ama asla getiremeyeceği şey, isteyerek olmayan toplumsal kargaşalıklardı: gentilice bağların kopması, gens ve aşiret üyelerinin, birbiriyle çarpışan karşıt sınıflar biçiminde bölünmesi. Üretim, en dar sınırlar içinde deviniyordu; ama ... üreticiler kendi ürünlerinin sahibiydiler: Barbarlardaki üretimin büyük üstünlüğü buradaydı; bu, uygarlığın başlamasıyla yok oldu; gelecek kuşakların görevi, bunu yeniden fethetmek olacak; ama, bugün insan tarafından doğa üzerinde kazanılan güçlü egemenlik ve artık olanaklı bulunan özgürce ortaklaşma temeli üzerinde.
      Bu durum, Yunanlılarda başka türlüydü. Sürüler ve lüks maddeler üzerinde özel mülkiyetteki gelişmeler, insanlar arasında değişimler yapılması ve ürünlerin meta durumuna dönüşmesi sonucunu verdi. İşte ortaya çıkacak olan bütün kargaşanın tohumu, bu durum içinde yatar. Üreticiler, ürünlerini artık doğrudan doğruya kendileri tüketmeyip de, bunu değişim yoluyla elden çıkardıkları andan itibaren, ürünlerinin denetimini yitirdiler. Artık, ürünlerin başına ne geldiğini bilmiyorlardı ve ürünün, bir gün, üreticiye karşı, onu sömürmek ve ezmek için kullanılması olanaklı bir duruma geldi. Bu yüzden, eğer bireyler arasındaki değişimi ortadan kaldırmazsa, hiçbir toplum, uzun dönemde, ne kendi öz ürününün sahibi (efendisi) kalabilir, ne de kendi üretim sürecinin toplumsal etkileri üzerindeki denetimini koruyabilir.
      Ama Atinalılar, bir kez bireyler arasında değişim doğduktan ve ürünler meta haline dönüştükten sonra, ürünün üretici üzerindeki egemenliğini ne kadar çabuk kurduğunu öğreneceklerdi. Meta üretimi ile birlikte, herkes toprağı kendi hesabına ekmeye başladı ve az sonra da, bireysel toprak mülkiyeti ortaya çıktı. Bunlarla birlikte, bütün öbür metalarla değişimi olanaklı evrensel meta, para da çıkageldi; ama insanlar, parayı tüketirlerken, yeni bir güç daha yarattıklarını, önünde bütün toplumun eğilmesi gereken tek evrensel gücü yarattıklarını düşünmüyorlardı. Ve kendi yaratıcılarının haberi ve isteği olmaksızın, birdenbire fışkırmış bu yeni güç, gençliğin bütün hoyratlığı içinde, egemenliğini (sayfa 340) Atinalılara duyurdu.
      Buna karşı ne yapılabilirdi? Eski gentilice örgütlenme, yalnızca paranın görkemli yürüyüşü önünde güçsüzlüğünü göstermekle kalmamış, ayrıca kendi çerçevesi içinde, para, alacaklı, borçlu, borcun zorla ödenmesi gibi şeylere en küçük bir yer bulmakta da yetersiz kalmıştı. Ama gene de yeni toplumsal güç pekala ortadaydı ve dindarca istekler, eski iyi zamanlara dönüş özlemi, artık dünyadan parayı ve tefeciliği kovamıyorlardı. Üstelik, gentilice örgütlenmede, bu kadar önemli olmayan bir sürü başka gedikler de açılmıştı. Bu sırada; kendi gensi dışındaki mülkleri satma hakkına sahip bulunan bir Atinalı, henüz oturduğu evi satamıyorduysa da, gens üyeleri ve kabile üyelerinin bütün Attika toprakları üzerinde, özellikle bizzat Atina kenti içinde birbirine karışık bir biçimde yaşama durumları, kuşaktan kuşağa artıyordu. Çeşitli üretim kolları, tarım, küçük zanaatlar, ve küçük zanaatlarda birçok bölümler, ticaret, denizcilik, vb. arasındaki işbölümü, sanayi ve ulaştırmadaki ilerlemelerle birlikte gitgide gelişmiş bulunuyordu; nüfus, şimdi, yaptığı işlere göre, herbiri, gens ya da kabile içinde kendileri için yer bulunmayan bir dizi yeni ortak çıkarlara sahip, oldukça durağan gruplar biçiminde bölünüyor ve bu ortak çıkarlar, yeni görevleri zorunlu kılıyordu. Kölelerin sayısı büyük ölçüde artmıştı ve bu çağdan itibaren, özgür Atinalılar sayısını çok aşacaktı; başlangıçta, gentilice örgütlenme, kölelik nedir bilmiyordu; bundan ötürü, bu özgür olmayan insan yığınını sustalı maymun gibi tutmanın yollarını da bilmiyordu. Son olarak, ticaret, para kazanmak çok kolay olduğu için oraya yerleşen bir sürü yabancıyı Atina'ya çekmişti ki, bunlar, eski örgütlenmeye göre, korunma ve haktan her zaman yoksun bulundukları için, geleneksel hoşgörüye karşın, halk içinde yabancı ve tedirgin edici bir öğe olarak kalıyorlardı.
      Kısacası bu, gentilice örgütlenmenin sonu oldu. Toplum günden güne bu çerçeveyi aşıyordu; gentilice örgütlenme, gözleri önünde doğmuş olan bozuklukların en kötülerini bile, ne önleyebiliyor, ne de ortadan kaldırabiliyordu. Ama bu arada, devlet sessiz sedasız gelişiyordu. Önce kentle köy, sonra kent sanayinin çeşitli kolları arasındaki işbölümü tarafından yaratılmış yeni gruplar, kendi çıkarlarını gözetmekle (sayfa 341) yükümlü yeni organlar yaratmışlardı; yeni yeni görevler çıkmıştı. Ve sonra, genç devletin, kendine özgü bir güce gereksinmesi vardı ki, bu güç, denizci Atinalılarda, her şeyden önce, küçük deniz savaşlarını ve ticaret gemilerinin korunmasını gözeten bir deniz gücünden başka bir şey olamazdı. Pek iyi bilinmeyen, ama Solon'dan önceki bir dönemde her aşireti, oniki bölgeye ayıran nokrari'ler kurulmuştu; her nokrari, bir savaş gemisi yapmak, bunun silah, donatım ve tayfasını sağlamak zorundaydı ve ayrıca, iki de atlı veriyordu. Bu kurum, gentilice örgütlenmeye iki yönden zararlı oluyordu. Çünkü, önce, artık silahlı halkın bütünüyle bir olmayan bir kamu gücü yaratıyordu; sonra da, halkı ilk kez olarak kamusal ereklerle, ama akrabalık gruplarına göre değil, birlikte oturdukları yerlere göre, bölüyordu.
      Gentilice örgütlenme yardımına gelemediğine göre, sömürülen halka, doğmakta bulunan devletten başka [sarılacak -ç.] bir şey kalmıyordu. Ve devlet, Solon anayasasıyla, aynı zamanda kendini eski örgütlenme zararına daha da güçlendirerek, halkın imdadına yetişti. Solon (MÖ 594'te, reformunun gerçekleşme biçimi burada bizi pek ilgilendirmez), siyasal devrimler diye adlandırılan diziyi, önce mülkiyete bir darbe indirerek başlattı. Şimdiye kadar, bütün devrimler, belirli bir mülkiyet türünün, bir başka mülkiyet türüne karşı korunması için yapılmışlardır. Birine dokunmadan, öbürünü koruyamaz. Fransız Devriminde, burjuva mülkiyeti kurtarmak için feodal mülkiyet kurban edilmişti; Solon Devriminde, borçluların mülkiyeti yararına, masrafları ödemek zorunda kalan, alacaklıların mülkiyeti oldu. Borçlar düpedüz silindi. Ayrıntılarını tam olarak bilmiyoruz; ama Solon, şürlerinde, borçlanmış tarlalardaki ipotek taşlarını kaldırtmış ve borçlanmış bulundukları için yabancı ülkelere köle olarak satılmış ya da oralara kaçıp sığınmış kimselerin, yurtlarına dönüşünü sağlamış olmakla övünür. Bu, ancak mülkiyete açık bir saldırıyla mümkün olabilirdi. Ve gerçekte, siyasal denilen bütün devrimler, birincisinden sonuncusuna kadar, mülkiyetin ... ama belirli türden bir mülkiyetin korunması için yapılmış, ve ... gene bir başka türden mülkiyetin zoralımı, başka bir deyişle, çalınmasıyla tamamlanmıştır. Bu o kadar doğrudur kı, özel mülkiyet; ikibinbeşyüz (sayfa 342) yıldan beri, ancak mülkiyete saldırarak varlığını sürdürebilmiştir.
      Ama o zaman, özgür Atinalıların, böylesine bir köleleşmeye dönüşlerini engellemek sorunu ortaya çıkıyordu. Bu iş, her, şeyden önce, örneğin borçlunun kişiliği üzerinde güvenceye bağlanan ödünç sözleşmesinin yasaklanması gibi genel önlemlerle yapıldı. Ayrıca, soyluların, köylü topraklarına karşı duydukları açlığı hiç olmazsa biraz sınırlandırmak için, bir kimsenin en çok ne kadar toprağa sahip olabileceği saptandı. Sonra düzende değişiklikler oldu. Bu değişikliklerin bizim için en önemlileri şunlardır:
      Konsey, her aşiretten yüz olmak üzere, dörtyüz üyeye çıkarıldı: Öyleyse burada, aşiret; hala temel kalıyordu. Ama, kendisi aracılığıyla eski örgütlenmenin yeni devlet gövdesine sokulduğu tek yön bu oldu. Çünkü Solon, öte yandan yurttaşları topraklarına ve topraklarının gelirine göre, dört sınıf biçiminde böldü; 500, 300 ve 150 medimn tahıl (1 medimn=41 litre dolaylarında), ilk üç sınıf için en az verimdi; daha az toprağı olan, ya da hiç olmayan herhangi bir kimse, dördüncü sınıfa düşüyordu. Bütün resmi görevler ancak üç yukarı sınıfın üyeleri tarafından tutulabiliyordu, ve en yüksek görevler yalnızca birinci sınıfın üyeleri tarafından doldurulmuştu; dördüncü sınıfın, yalnızca halk meclisinde söz alma ve oy verme hakkı vardı; ama bütün görevlilerin seçilmiş oldukları ve hesap vermek zorunda oldukları yer burasıydı, bütün yasalar burada yapılıyordu ve dördüncü sınıf da burada çoğunluğu oluşturuyordu. Aristokratik ayrıcalıklar, servet ayrıcalıkları biçimi altında kısmen yeniden tanınmış oldular, ama asıl güç halkta kaldı. Ayrıca, dört sınıf, yeni bir askeri örgütlenmenin temelini oluşturdular. Süvari, ilk iki sınıftan çıkıyordu; üçüncü sınıf askerlik görevini ağır piyadede yapmak zorundaydı; dördüncü sınıf, zırhsız hafif piyade ya da donanmada hizmet ediyor, ve o zaman kuşkusuz bir para da alıyordu.
      Öyleyse burada düzene yepyeni bir öğe giriyordu: özel mülkiyet. Devletin yurttaşlarının hakları ve görevleri, toprak mülklerinin büyüklüğüne göre ölçüldü ve mülk sahibi sınıfların etkisi arttığı ölçüde, eski kandaşlık toplulukları geri plana geçti; gentilice örgütlenme yeni bir yenilgiye (sayfa 343) uğramıştı.
      Bununla birlikte, siyasal hakların servete göre belirlenmesi, kendileri olmadan devletin varolamayacağı kurumlardan biri değildi. Bu kurum, devletlerin anayasal (constitutionnelle) tarihi içinde büyük bir rol oynamış olmasına karşın, devletlerden birçoğunun, hem de en gelişmiş olanlarının, bu kuruma gereksinme duymamış oldukları da bir gerçektir. Hatta Atina'da bile, bu kurum ancak geçici bir rol oynadı; Aristeides'ten başlayarak, bütün görevler her yurttaşa açık hale geldi.
      Bundan sonraki seksen yıl boyunca, Atina toplumu, yavaş yavaş sonraki yüzyıllar süresince gelişmekte devam ettiği yönü aldı. Toprak mülkiyetinin aşırı yoğunlaşmasına olduğu gibi, Solon'dan önceki toprak tefeciliğinin azgınlığına da bir son verildi: Kölelerin çalışması sayesinde gitgide daha geniş bir ölçüde uygulanan ticaret, esnaflık ve küçük zanaatlar, egemen çalışım kolları durumuna geldiler. Uygarlık ilerliyordu. Başlardaki, kendi hemşerilerinin hoyratça sömürülmesi yerine, özellikle köleler ve Atinalı olmayan müşteriler sömürüldü. Taşınır servet, parasal zenginlik, köle ve gemi sahipliği biçimindeki zenginlik durmadan artıyordu; ama bunlar, artık ilkel ve gelişmemiş zamanlardaki gibi, mülk (biensfonds) elde etmenin basit bir aracı olmaktan çıkmışlar, kendi başlarına bir erek durumuna gelmişlerdi. Böylece, zengin sanayici ve tüccarların yeni sınıfı içinde, eski aristokratik gücün görkemli bir rakibi büyümüştü; ama, öbür yandan, eski gentilice örgütlenmeden arta kalanlar da son dayanaklarını yitirmişlerdi. Üyeleri şimdi bütün Attika içinde dağılmış ve tamamen birbirine karışmış bulunan gensler, kabileler ve aşiretler, bundan ötürü, siyasal topluluklar (corps politiques) meydana getirmek için tamamen elverişsiz bir duruma gelmişlerdi; bir dolu Atinalı yurttaş hiçbir gense ait değildi, bunlar, kentte yaşama hakları kabul edilmiş, ama eski kandaş topluluklardan birine kabul edilmemiş bulunan göçmenlerdi; bunların yanısıra sayıları durmadan artan yabancı göçmenler de vardı, yabancı göçmenler (metek'ler), yalnızca oturma (ikamet) hakkından yararlanıyorlardı.[
169]
      Bu sırada, parti kavgaları devam ediyordu; soylular, (sayfa 344) eski ayrıcalıklarını yeniden elde etmeye çabalıyorlardı ve bir süre için üstünlüğü yeniden ele geçirdiler: Bu durum, Kteisthenes Devrimi (MÖ 509) onları kesin olarak devirene kadar sürdü, ama onlarla birlikte, gentilice örgütlenmenin son kalıntısı da devrildi.
      Kleisthenes, yeni anayasasında, gensler ve kabileler üzerine kurulu eski dört aşireti dikkate almadı. Bu örgütlenme yerine, yalnızca yurttaşların, daha önce nokrari'lerde denenmiş, oturdukları yere göre bölünmesi üzerine kurulu yepyeni bir örgütlenme geçti. Artık önemli olan kandaş gruplara ilişkinlik değil, yalnızca oturulan yerdi; halk değil, toprak bölündü; siyasal bakımdan toprak üzerinde oturanlar, toprağın basit tamamlayıcıları durumuna geldiler.
      Bütün Attika, herbiri kendi kendini yöneten yüz demos, ya da komün (bucak) bölgesi halinde bölündü. Her demos'ta oturan yurttaşlar (demote'ler), küçük anlaşmazlıklar üzerinde yargılama yetkisine sahip otuz yargıçla birlikte, şefleri (demark) ve hazinecilerini seçiyorlardı. Bunun yanısıra, kendi öz topraklarıyla koruyucu tanrıları ya da kahramanları vardı ve bunun rahiplerini de kendileri seçiyorlardı. Demos içinde, gücü demote'ler meclisi elde tutuyordu. Morgan'ın çok doğru olarak düşündüğü gibi, bu, Amerika'daki kendi kendini yöneten kentsel komünün ilk örneğidir. Modern devletin en yüksek gelişme derecesinde ulaşmış bulunduğu birlik, Atina'da doğan devletin hareket noktası oldu.
      Bu birimlerden ya da demos'lardan (deme) on tanesi, bir aşiret oluşturuyordu; ama, eski soydaş aşiretten [Geschlechtsstann] farklı olarak, buna yerel aşiret [Ortsstamm] denildi. Yerel aşiret, yalnızca kendi kendini yöneten siyasal bir topluluk değildi; aynı zamanda bir askeri topluluktu da; süvariye komut veren kabile ya da aşiret şefini, piyadeye komut veren taksiark'ı ve aşiret toprakları üzerinde silah altına alınan herkesi emri altında bulunduran stratej'i, yerel aşiret seçiyordu. Bundan başka, yerel aşiret, tayfaları ve komutanlarıyla birlikte beş savaş gemisi verir ve adım taşıdığı bir Attika kahramanını kutsal koruyucu olarak kabul ederdi. Son olarak, Atina'daki konseye elli üye seçiyordu. (sayfa 345)
      Bütün bunların sonucu, on aşiretten seçilmiş beşyüz üyeden kurulu konsey ve, en sonunda, her Atinalı yurttaşın girme ve oy verme hakkına sahip bulunduğu halk meclisi tarafından yönetilen Atina devletiydi; arhont'larla öbür görevliler de, kendi köşelerinde, yönetim ve yargılama alanının çeşitli işlerini yürütüyorlardı. Atina'da, yürütme gücünün baş görevlisi (fonctiormane supréme) [olarak çalışan biri -ç.] yoktu.
      Bu yeni anayasayla, ve ister göçmen, ister azatlı köle olsun, oturma hakkına sahip çok sayıda yabancının kabulüyle, kan bağları üzerine kurulu örgütlenmenin organları, kamu işlerinden uzaklaştırılmışlar, özel dernekler ve dinsel tarikatlar durumuna düşmüşlerdi. Ama eski gentilice çağların tinsel etkisi, geleneksel görüş ve düşünüş biçimleri daha uzun süre sürüp gitti ve ancak yavaş yavaş yokoldu. Başka bir devlet kurumu aracıyla, bunun böyle olduğu görüldü:
      Devletin önemli bir özelliğinin, halktan ayrı bir kamu gücü olmasına dayandığnıı gördük. Bu anlatılan zamanda, Atina henüz bir halk ordusu ve doğrudan doğruya halk tarafından sağlanan bir donanmadan başka bir şeye sahip değildi; bunlar onu dışarıya karşı koruyor ve bu çağdan itibaren nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köleleri boyunduruk altında tutuyorlardı. Yurttaşlar karşısında, kamu gücü kendini önce polis biçimi altında göstermişti; polis, devlet kadar eskidir, ve bu yüzden 18. yüzyılın saf Fransızları, uygar halklardan değil, nations policées'den[17] sözediyorlardı. Demek ki, Atinalılar, devletleriyle aynı zamanda piyade ve atlı okçulardan kurulu gerçek bir jandarmadan, Güney Almanya ve İsviçre'de denildiği gibi, Landjager'den başka bir şey olmayan bir polis kurdular. Ama, bu jandarmayı meydana getirenler... kölelerdi. Bu aynasızlık mesleği, özgür Atinalıya öylesine alçaltıcı görünüyordu ki, kendisini böyle bir alçaklığa vermektense silahlı bir köle tarafından tutuklanıp götürülmeyi yeğ tutuyordu. İşte bu, hala gensin eski zihniyetiydi. Devlet, polis olmadan varlığını sürdüremezdi, ama henüz gençti ve gensin eski üyelerine (sayfa 346) utanılacak bir şey gibi görünen bir mesleği saygıdeğer kılmak için yeterli manevi otoriteye sahip değildi.
      Servetin, ticaret ve sanayiin hızlı gelişmesi, bundan böyle ana çizgileriyle tamamlanmış bulunan devletin, Atinalıların yeni toplumsal durumuna ne kadar uygun düştüğünü gösterir. Toplumsal ve siyasal kurumların temelinde yatan sınıf karşıtlığı, artık soylularla halktan insanlar arasındaki karşıtlık değil, kölelerle özgür insanlar, metek'lerle yurttaşlar arasındaki karşıtlıktı. En parlak çağında, Atina'da, kadınlarla çocuklar dahil, toplam olarak 90.000 dolaylarında özgür yurttaş, her iki cinsten 365.000'den çok köle ve 45.000 metek —yabancı ya da azatlı— vardı. Demek ki, her yetişkin erkek yurttaş başına, en az 18 köle ve ikiden çok metek düşüyordu. Kölelerin çok sayıda oluşu, aralarında çoğunun, gözeticilerin denetimi altında, yapımevlerinde, büyük atelyelerde birlikte çalışmaları sonucuydu. Ama, ticaret ve sanayiin gelişmesiyle birlikte, servetler az sayıda elde birikip yoğunlaştı, çok sayıda özgür yurttaş yoksullaştı; onlar için, ya kendi bedensel çalışmalarıyla kölelerin çalışmasına rekabet etmek —ki bu, onur kırıcı, aşağılık bir şey olarak düşünülüyor ve pek de başarı vaadetmiyordu—, ya da kopuk takımı (verlumpt) arasına düşmekten birini seçmek kalıyordu. Veri olan koşullar içinde, zorunlu olarak bu ikinci çözüm biçimini seçtiler, ve büyük yığını bunlar oluşturduğundan, böylece Atina devletinin tamamen yıkılmasına yol açtılar. Prenslerin dalkavuğu ukala Avrupalıların iddia ettikleri gibi, Atina'yı yıkan demokrasi değil, özgür yurttaşın çalışmasını yadsıyan kölelik düzenidir.
      Atinalılarda devletin oluşumu, genel olarak devletin kuruluşu bakımından, bir yandan, bütün saflığıyla, iç ya da dış saldırı desteği olmaksızın gerçekleştirildiği —Psistrat'ın zorbalıkla başa geçtiği kısa süreden hiçbir iz kalmadı—, öbür yandan, gentilice toplumdan, doğrudan doğruya çok gelişmiş biçimde bir devlet: bir demokratik cumhuriyet çıkarttığı, ve son olarak, bu devletin bellibaşlı bütün özelliklerini yeteri kadar bildiğimiz için, özellikle belirleyici bir örnektir. (sayfa 347)


 
Dipnotlar

[10] Etsel. -ç.
[11] Marx'ın elyazması Pollux. Pollux, Grote'nin sık sık başvurduğu 2. yüzyılda yaşamış Yunan skolastiği. -Ed.
[12] Homeros, İlyada, Ode II. -Ed.
[13] Ahileos, Seven Against Thebes. -Ed.
[14] Umstand: çevrede duranlar. -ç.
[15] Homeros, İlyada, Ode II. -Ed.
[16] Tıpkı Yunan bazileus'u gibi, Aztek askeri şefini de, modern bir prens gibi gördüler. İspanyolların, önce küçümseme ve abartma, sonra da düpedüz yalanla dolu öykülerini, Morgan ilk olarak tarihsel eleştiriden geçirdi; gösterdi ki, Meksikalılar, barbarlığın orta aşamasında, ama Yeni-Meksika Pueblos'larındaki yerlilerden daha ileri bir aşamada bulunuyorlardı ve bozulmuş anlatılardan çıkarabildiği kadarıyla, kuruluşları şöyleydi; bir bölüm başka aşiretleri kendisine haraç vermek için zorlayan ve federal bir konseyle federal bir askeri şef tarafından yönetilen üç aşiretten kurulu bir konfederasyon; İspanyollar, federal askeri şefi "imparator" olarak gördüler. [Engels'in notu.]
[17] Bir sözcük oyunu: national policées — uygar uluslar ya da polisli uluslar anlamlarına gelir. -Ed.


[165] Göndenme, 1519-21'de İspanyol sömürgecilerin Mexico'yu fethinedir. -317.
[166] L. H. Morgan, Ancient Society, London, 1877, s. 115. -319.
[167] Tarafsız Uluslar (Neutral Nations). — İrokularla hısım olup Erie Gölünün kuzey kıyısında yaşamış kızılderili kabilelerin 17. yüzyılda oluşturduğu askeri ittifak. Fransız sömürgeciler onlar bu adı verdiler; çünkü bu birleşme İrokualarla Huronlar arasındaki savaşlarda tarafsız kaldı. -324.
[168] Gönderme, 1879-87'de Zulus'un Britanyalı sömürgecilere karşı verdiği ulusal kurtuluş savaşınadır.
    Nubyenler, Sudan'ın Arapları ve öbür ulusallıkları olup 1881'den 1884'e kadar süren ulusal kurtuluş savaşına katıldılar. Müslüman Vaiz Muhammed Ahmed'in önderliğindeki ayaklanmaları bağımsız bir merkezi devletin kurulmasıyla sonuçlandı. İngilizler Sudan'ı ancak 1899'da fethettiler. -325.
[169] Gönderme sözde Metek'lere, ya da Attika'da sürekli olarak yerleşmiş yabancılaradır. Onlar köle değillerdi; ama Atinalı yurttaşların bütün haklarını da kullanamazlardı. Özellikle elzanaatları ve ticaret ile uğraşırlardı ve özel bir vergi ödemek zorundaydılar ve aracılıkları ile yönetime (hükümete) başvurabildikleri olanaklı kişilerden "patronları" vardı. -344.