II
A İ L E
Yaşamının büyük bir bölümünü, bugün de New-York eyaleti içinde yaşayan
İrokualar arasında geçirmiş ve onların aşiretlerinden biri (Senekalar
aşireti) tarafından kardeş edinilmiş bulunan Morgan, bu yerliler arasında,
onların gerçek aile ilişkileriyle çelişik durumda olan bir akrabalık
sisteminin yürürlükte olduğunu buldu. Bunlar arasında, Morgan'ın "iki-başlı-aile"
(
Paarungsfamilie) terimiyle adlandırdığı, taraflardan her ikisince de
kolayca bozulabilen
(sayfa 253) bir karı-koca
evliliği hüküm sürüyordu. Öyleyse, böylesine bir çiftin çocukları belirli
olur ve herkesçe bilinirdi; baba, ana, oğul, kız, erkek kardeş ve kız kardeş
denmesi gereken kimseler üzerinde kuşku duyulamazdı. Ama, bu terimlerin
kullanılışı, bu gerçeğe hiç de uymuyordu. İrokualı erkek, yalnız kendi
çocuklarına değil, erkek kardeşlerinin çocuklarına da oğlum ya da kızım der;
kendi çocukları gibi, erkek kardeşinin çocukları da, onu baba diye
çağırırlar. Buna karşılık, kız kardeşlerinin çocuklarına "yeğen" der; onlar
da kendisini dayı diye çağırırlar. Buna karşılık, İrokualı kadın, yalnız
kendi çocuklarına değil, kız kardeşlerinin çocuklarına da oğlum ya da kızım
der; bunlar da onu anne diye çağırırlar. Buna karşılık, o da erkek
kardeşlerinin çocuklarına "yeğen" der ve onlar tarafından hala diye çağrılır.
Aynı biçimde, anaları kardeş olan çocuklar gibi; babaları kardeş olan
çocuklar da, birbirlerine "kardeş", "ağabey" ya da "abla" derler. Buna
karşılık, bir kadınla onun erkek kardeşinin çocukları, birbirlerini
karşılıklı olarak "kuzen" ya da "kuzin" diye çağırırlar. Ve bunlar yalnızca
anlamdan yoksun adlar olmamakla kalmayan, kandaş akrabalığın yakınlık ve
uzaklığını, eşitlik ve eşitsizliğini gösteren ve bir tek birey için yüzlerce
farklı akrabalık ilişkisini dile getirmeye yetenekli yetkin bir akrabalık
sistemine temel hizmeti gören deyimlerdir. Dahası var: bu sistem, yalnızca
bütün Amerika yerlileri arasında tamamen yürürlükte olmakla kalmaz (şimdiye
kadar bu konuda hiçbir ayrıklama bulunmadı), ayrıca, Hint yerli halkı
arasında, Dekkan'ın Dravidi ve Hindistan'ın Gora aşiretleri içinde de hemen
hemen hiç değişmeden, hüküm sürer. Bugün bile Güney Hindistan'daki Tamularla
New York eyaletinde yaşayan İrokualı Senekalar arasında, çeşitli akrabalık
ilişkisini göstermek için kullanılan iki yüzden çok sözcük, bir birine
uymaktadır. Ve bütün Amerika yerlileri arasında olduğu gibi, bu Hint
aşiretlerinde de, yürürlükteki aile biçiminden çıkan akrabalık ilişkileri,
akrabalık sistemiyle çelişik durumdadır.
Bunu nasıl açıklamalı? Akrabalık, bütün yabanıl ve barbar halkların
toplumsal rejimleri içinde büyük bir rol oynadığı için, böylesine yaygın
bulunan bu sistemin önemini öyle birkaç tümceyle geçiştirmek olanaklı
değildir. Bir sistem ki,
(sayfa 254) Amerika'nın her
yanında hüküm sürer; bir sistem ki; Asya'da tümüyle farklı bir ırkın
halkları arasında da yaygındır ve bütün Afrika ve Avustralya'da, azçok
değişik biçimlerine bol bol raslanır; [böyle bir sistemin], örneğin Mac
Lennan'ın yapmaya çalıştığı gibi, birkaç sözle geçiştirilmesi değil,
tarihsel bakımdan açıklanması gerekir. Baba, oğul, kardeş gibi
adlandırmalar, basit onursal sanlar değil, kendileriyle birlikte çok
belirli,çok ciddi karşılıklı ödevler getiren sanlardır; öyle ki, bu
karşılıklı ödevlerin bütünü, bu halklardaki toplumsal örgütlenmenin özlü bir
bölümünü oluşturur. İşte bu sistemin çözümü bulunmuştur. Bu yüzyılın [19.
yüzyıl -ç.] ilk yarısında, Sandviç (Havai) adalarında, tıpkı Amerikan
yerlilerindeki eski akrabalık sisteminin gerektirdiği biçimde, içinde analar
ve babalar, erkek ve kız kardeşler, oğullar ve kızlar, dayılar ve halalar,
erkek ve kız yeğenler bulunan bir aile biçimi vardır. Ama, tuhaf olanı şu
ki, Havai'de yürürlükte bulunan akrabalık sistemi de, gerçekte varolan aile
biçimiyle uyuşmuyordu. Bu ülkede, aslında, erkek ve kız kardeşlerin bütün
çocukları, ayrıklamasız, birbirlerinin erkek ve kız kardeşleri oluyorlar ve
yalnız anaları ve analarının kız kardeşleri, ya da babaları ve babalarının
erkek kardeşlerinin değil, ana-babalarının, ayrıklamasız, bütün erkek ve kız
kardeşlerinin de ortak çocukları sayılıyorlardı. Demek ki, Amerikan
akrabalık sistemi, eğer artık Amerika'da varolmayan, ama hâlâ Havai'de
gerçek olarak bulduğumuz ailenin daha eski bir biçiminin varlığını
gerektiriyorsa; Havai'deki akrabalık sistemi de öbür yandan, bizi bugün
hiçbir yerde varlığını görmediğimiz, ama kendisi olmadan buna uygun düşen
akrabalık sistemi de ortaya çıkamayacağına göre, zorunlu olarak varolmuş
olması
gereken daha da eski bir aile biçimine götürüyor.
"Aile hareketli öğedir,
diyor Morgan, asla duraklama halinde
değildir; toplum aşağı bir dereceden daha yüksek bir dereceye geliştiği
ölçüde, aile de aşağı bir biçimden daha yukarı bir biçime geçer. Buna
karşılık, akrabalık sistemleri hareketsizdir; ailenin zaman boyunca
sağladığı gelişmeleri, akrabalık sistemleri ancak uzun aralıklarla sağlarlar
ve ancak aile köklü bir dönüşüm gösterdiği zaman akrabalık sistemleri de
köklü bir dönüşüme uğrarlar."
(sayfa 255)
Marx, buna şunu ekler: "Ve genel olarak, siyasal, hukuksal, dinsel ve
felsefî sistemler için de durum aynıdır." Aile yaşamaya devam ettikçe,
akrabalık sistemi katılaşır; akrabalık sistemi alışkanlık gücüyle
değişmelere karşı direndikçe, aile onu aşar.
Cuvier,
Paris,yakınlarında bulunmuş bir hayvan iskeletinin kese kemiklerinden, nasıl
kesinlikle bunun bir kanguruya ait olduğu ve o zaman oralarda bulunmayan bu
hayvanın vaktiyle orada yaşamış bulunduğu sonucunu çıkarabilmişse, biz de,
aynı kesinlikle, tarihin bize ulaştırdığı bir akrabalık sisteminden, bu
sisteme uyan, ama bugün ortadan kalkmış bulunan bir aile biçiminin varlığı
sonucunu çıkarabiliriz.
Sözünü etmiş bulunduğumuz akrabalık sistemleri ve aile biçimleri,
bugün hüküm süren akrabalık sistemleri ve aile biçimlerinden, her çocuğun
birçok ana ve babası olması bakımından ayrılırlar. Havaili ailenin kendisine
uygun düştüğü Amerikan akrabalık sistemi içinde iki kardeş, aynı çocuğun
anası ve babası olamaz; ama havai akrabalık sistemi, tersine, içinde bu
durumun kural olduğu bir ailenin varlığını öngerektirir. Bugüne kadar
genellikle yalnız kendilerinin geçerli oldukları kabul edilmiş aile
biçimleriyle doğrudan çelişik durumda olan bir dizi aile biçiminin varlığı
karşısında bulunuyoruz. Geleneksel anlayış, yalnız tek-eşli-evlilikle (
monogamie),
onun yanısıra, bir de, bir erkeğin birkaç kadınla evlenmesi, pek sıkışırsa,
bir kadının birkaç erkekle evlenmesini tanır; ve pratik yaşamın, resmî
toplum tarafından zorla kabul ettirilmek istenen engelleri sessiz sedasız,
ama teklifsiz tekellüfsüz aşmasını da, darkafalı ahlâkiyatçılar gibi,
görmezden gelir. Buna karşılık, ilkel tarihin incelenmesi bize, erkeklerin
çok-karılılık halinde yaşarken, karılarının da aynı zamanda çok-kocalılık
halinde yaşadıkları ve bu nedenle, ortak çocukların da herkesin çocuğu
olarak kabul edildiği durumların varlığını gösterir, ki tek-eşli-evlilik
biçimine varılmadan önce, bu durumlar birçok değişikliklere uğramışlardır.
Bu değişiklikler, başlangıçta çok geniş bulunan ortaklaşa evlilik ilişkisi
çemberinin giderek daralması ve sonunda, bugün ağır basan karı-koca-evliliği
durumuna dönüşmesi biçiminde olmuştur.
Aile tarihini bu şekilde kuran Morgan, meslektaşlarının
(sayfa 256) çoğuyla uzlaşma durumunda, bir aşiret
içinde cinsel ilişkilerin, her kadının her erkeğe, her erkeğin de her kadına
ait olacak ölçüde, tamamen özgür bulunduğu bir ilkel duruma kadar çıkar.
Geçen yüzyıldan beri, bu ilkel durum sözkonusu edilmişti; ama yalnızca genel
terimlerle. İlk olarak Bachofen bunu ciddiye aldı —onun değerli yanlarından
biri de budur— ve bu durumun izlerini tarihsel ve dinsel gelenekler içinde
aradı. Bugün biliyoruz ki, onun bulduğu izler, bizi, engel tanımayan cinsel
ilişkilerin yürürlükte olduğu bir toplumsal aşamaya değil, çok daha sonraki
bir biçime, grup halinde evlenme biçimine götürür. Öbür ilkel toplumsal
aşamaya gelince, onun gerçekten yaşanmış olduğunu varsayarsak, o kadar eski
bir çağa aittir ki, onun eski varlığının
dolaysız kanıtlarını,
toplumsal taşıllar, geri kalmış yabanıllâr arasında bile bulmayı ummuyoruz.
Bachofen'in değeri, bu sorunu, araştırmasının birinci planına koymuş
olmasındadır.
[4]
Şu son zamanlarda, insanlığın cinsel yaşantısındaki bu ilk aşamanın
yadsınması modası çıktı. İnsanlık bu "utanç"tan esirgenmek isteniyor. Bu
yüzden, herhangi bir dolaysız kanıt yokluğu üzerinde ayak diretiyor; öte
yandan, usulen, hayvanlar dünyası örneğine başvuruluyor. Letourneau'nun (
Evolution
du mariage et de la famille, 1888)
hayvanlar dünyasından toplamış olduğu bir sürü olgudan çıkardığı sonuca
göre, her türlü kuraldan yoksun cinsel ilişkiler, burada da, aşağı bir
dereceye aittir. Ama bütün bu olgulardan benim çıkarabileceğim tek sonuç,
bunların insan ve onun ilkel varlık koşulları bakımından kesin olarak hiçbir
şeyi tanıtlamadıklarıdır. Omurgalı hayvanlardaki uzun süre birarada yaşama
olgusu, fizyolojik nedenlerle, örneğin kuşlarda, dişi kuşun kuluçka
süresince korunması gereksinmesiyle pekâlâ
(sayfa 257)
açıklanır. Kuşlarda görüldüğü biçimde en bağlı tek-eşlilik örnekleri,
insanlar bakımından hiçbir şey göstermez; çünkü insanlar kuşlardan
gelmemiştir. Eğer sıkı bir tek-eşlilik iffetin doruğu ise, elliden ikiyüze
kadar değişen halkalarının herbirinde eksiksiz bir erkek ve dişi cinsel
organa sahip bulunan ve bütün yaşamını, bu parçaların herbiri içinde, kendi
kendisiyle, çiftleşmekle geçiren münzevi solucana madalya vermek gerekir.
Ama memeli hayvanlara bakacak olursak, onlarda cinsel yaşamın bütün
biçimlerini buluruz: kalabalık halinde karmakarışık cinsel ilişkiler; grup
halinde evliliğe, çok-karılılığa, tek-eşli-evliliğe benzer biçimler; eksik
olan yalnızca çok-kocalılıktır, çünkü bir kadının birçok erkekle yaşaması
yalnızca insana özgüdür. Hatta bizim en yakın atalarımız,
dört-elli-hayvanlar (
quadrumanes) bile, erkek-dişi ilişkilerinde
mümkün olan bütün çeşitleri gösterirler. Eğer sınırı daha dar çizer ve
yalnızca dört çeşit insan-biçimli "
anthoropomorphe" maymuna bakarsak,
Saussure, Giraud-Teulon'da bunların tek-eşli olduklarını iddia ettiği halde,
Letourneau yalnızca bunların bazan tek-eşli, bazan da çok-eşli olduklarını
söyleyebiliyor. Westermarck'ın, insan-biçimli maymunlardaki tek-eşlilik
üzerine ileri sürdüğü son savlar (
The History of
Human Marriage, Londra 1891), kanıttan yoksundur. Kısaca, bu
konudaki bilgiler, namuslu Letourneau'ya şu itirafı yaptıracak durumda
bulunuyor: "Zaten memeli hayvanlarda, zihinsel gelişme derecesi ile cinsel
ilişkiler biçimi arasında kesin hiçbir ilişki yoktur."
Espinas daha da ileri gider:
"Hayvanlar arasında görebildiğimiz toplumsal kümelerin en yükseği,
ilkel topluluktur (
peuplade). İlkel topluluk, ailelerden meydana
gelmişe benzer; ama daha başlangıçta,aile ve ilkel topluluk birbirine
uzlaşmaz karşıttır: birine ters orantılı olarak gelişirler." (
Des
societes animales, 1877)
Buraya kadar söylenenlerin daha şimdiden göstermiş bulunduğu gibi,
insan-biçimli maymunların aile ya da başka topluluklar biçimindeki kümeleri
üzerine, söz yerindeyse, kesin hiçbir şey bilmiyoruz; bu konu üzerinde sahip
olduğumuz veriler, birbirinin taban tabana tersini gösteriyor. Bunda da
şaşılacak birşey yok. Yabanıllık durumundaki insan aşiretleri üzerine sahip
olduğumuz bilgilerin bile ne kadar çelişik,
(sayfa 258)
ne kadar inceleme ve eleştiri kalburundan geçmesi gereken şeyler oldukları
bilinmektedir; kaldı ki, maymun topluluklarının gözlemlenmesi, insan
topluluklarından daha da güçtür. Öyleyse, daha geniş bilgi sahibi olana
kadar, bu çok kuşkulu verilerden çıkarılmış her sonuçtan sakınmak gerekir.
Buna karşılık, Espinas'dan az önce aktardığımız tümce, bize en iyi
dayanak noktasını sağlar. Üstün hayvanlarda, sürü (
horde) ve aile,
birbirinin tamamlayıcısı değil, birbirinin karşıtıdır. Espinas, kızgınlık
döneminde erkek hayvanlardaki kıskançlığın, sürü içindeki bütün ortaklık
ilişkilerini, geçici olarak, nasıl gevşettiği ya da bozduğunu çok güzel
gösterir.
"Ender ayrıksamalar dışında, ailenin sıkı bir birlik durumunda
bulunduğu yerde, ilkel toplulukların (
peuplades) meydana geldiğini
görmüyoruz. Tersine nerede karma karışık cinsel ilişkiler (
promiscuite)
ya da çok-karılılık hüküm sürerse, orada, adeta doğal bir biçimde, ilkel
topluluklar kurulur. ... Sürünün doğması için, söz yerindeyse, evcil
ilişkilerin gevşemiş ve bireyin kendi başına buyruk duruma gelmiş olması
gerekir. Kuşlarda, örgütlenmiş ilkel topluluklar, bu nedenle, çok ender
görülür. ... Buna karşılık, memeli hayvanlar arasında, azbuçuk örgütlenmiş
topluluklar görürüz; çünkü bu sınıf içinde birey, aile tarafından silinip
süpürülmesine izin vermez. ... Öyleyse, ilkel sürünün kolektif bilinci,
doğuşunu, en büyük düşmanına, ailenin kolektif bilincine borçlu olmamak
gerekir. Şunu söylemekten çekinmeyelim: eğer aileden üstün bir toplum
kurulmuşsa, bu ancak derinden derine sarsılıp bozulmuş aileleri kendine
katarak olabilmiştir. Ama bunun dışında, kurulan toplum, sonradan kendi
içindeki çok daha uygun koşulların barınağında, ailelerin yeniden
kurulmasını sağlamıştır." (Espinas,
loc. cit., [ch.I.]
Giraud-Teulon tarafından anılmıştır:
Origines du mariage
et de la famille, 1884, s. 519-520.).
Burada, insan toplumları için bazı sonuçlara varmak bakımından, hayvan
topluluklarının belirli bir değer taşıdıkları görülmektedir; ama yalnızca
olumsuz bir değer. Bildiğimiz kadarıyla, yüksek dereceli omurgalı hayvan,
yalnızca iki aile biçimi tanıyor: çok karılılık ve tek-eşlilik.
(sayfa 259) Bu aile biçimlerinin ikisi de, yalnızca
bir tek ergin erkeğe,
bir tek kocaya izin verir.
Erkeğin, aile için hem bağ hem de sınır olan kıskançlığı, hayvan ailesini,
sürüye karşıt duruma getirir. Erkeklerin kıskançlığı yüzünden, [hayvanlar
için -ç.] toplum durumuna gelebilmenin en yüksek biçimi olan sürü, ya
olanaksız duruma gelir, ya dağılır; ya da, en azından, gelişmesi yavaşlar.
Yalnızca bu, hayvan ailesiyle ilkel insan toplumunun birbiriyle bağdaşmaz
iki şey olduğunu; emek ile hayvanlıktan kurtulan ilkel insanların, ya aile
nedir bilmediklerini, ya da en azından hayvanlar arasında varolmayan bir
aile biçimi kurduklarını göstermeye yeter. Oluş halindeki insan gibi güçsüz
bir hayvan, az sayıda, hatta en yüksek toplumsallık (
sociabilité)
biçimi —Westermarck'ın, avcıların tanıklığına dayanarak, goril ve
şempanzelere malettiği— bireysel birlik olan inziva durumunda bile yaşamaya,
belki devam edebilirdi. Ne var ki, hayvanlıktan çıkmak, doğanın sunduğu en
büyük ilerlemeyi gerçekleştirmek için bir başka öğe: bireyin savunma
yeteneğindeki yetersizliği, sürünün birleşmiş gücü ve ortak eylemiyle
değiştirmek gerekliydi. Bugün insan-biçimli maymunların yaşamakta olduğu
biçimdeki koşullardan insanlığa geçiş, anlaşılmaz bir şey olurdu; bu
maymunlar, daha çok, kerte kerte yokolmaya doğru giden ve herhalde sonları
gelmiş bulunan, normal tipten sapma, yan hısımlar olarak görünüyorlar.
Yalnızca bu, onların aile biçimleriyle ilkel insanın aile biçimleri arasında
herhangi bir benzerlik kurulmasını kabul etmemek için yeter. Ama, içinde
hayvandan insana değişimin tamamlanabileceği bu daha geniş ve sürekli
kümelerin meydana gelebilmesi için ilk koşul, ergin erkekler arasındaki
karşılıklı hoşgörü ve her türlü kıskançlıktan kurtulmaktı. Gerçekten de,
bugün bile şurada burada irdeleyebildiğimiz ve tarihte varlığını kesenkes
tanıma zorunda kaldığımız en eski, en ilkel aile biçimi olarak ne buluyoruz?
Grup halinde evlilik; yani bir küme erkekle bir küme kadının birbirlerine
karşılıklı olarak sahip bulunduğu ve kıskançlığa çok az yer bırakan evlilik
biçimi. Ayrıca, gelişmenin daha sonraki bir aşamasında, bütün kıskançlık
duygularına meydan okuyan ve bundan ötürü hayvanlar arasındaki hiç
görülmeyen bir şeyi, çok-kocalılığın
(sayfa 260)
istisnai biçimini buluyoruz. Ama bildiğimiz grup halinde evlenme biçimleri
öylesine anlaşılmaz durumlar gösteriyorlar ki, bunlar, bize, cinsel
ilişkilerin daha eski ve daha yalın biçimlerini, ve böylece, en sonunda
hayvanlıktan insanlığa geçişe uygun düşen, bütün kurallardan yoksun cinsel
ilişki dönemini düşünmeye zorluyorlar; insanlar, hayvanlar arasındaki cinsel
ilişki biçimlerini tamamen aşarak insanlığa geçmişlerdir.
"Bütün kurallardan yoksun cinsel ilişki" sözünün anlamı nedir?
Bununla, günümüzde ya da daha önceki bir dönemde yürürlükte bulunan
sınırlayıcı yasakların, bir zamanlar hiç varolmadıkları anlatılmak
isteniyor. Daha önce kıskançlık engelinin sözkonusu olmadığını görmüştük.
Gerçek olan bir şey varsa, o da kıskançlığın, görece, sonradan gelişmiş bır
duygu olduğudur. Mahremler-arası zina (fücur-
inceste) kavramı için de
durum aynıdır. İlkel çağda iki kardeş karı-koca olabilirdi; kaldı ki,
günümüzde bile, birçok halk topluluklarında, ana-baba ile çocuklar
arasındaki cinsel ilişkilere izin vardır. Bancroft, Bering boğazındaki
Kaviatlar, Alaska'daki Kadiaklar ve İngiliz Kuzey-Amerikası'nın merkezindeki
Tinnehle'r arasında bu durumun varlığına tanıklık eder (
The Native
Races of the Pacific Coast of
North America,1875, c. 1) ; Letourneau, aynı olgu için,
Chippeways yerlileri, Şili Kukuları, Karaibliler ve ÇinHindi'ndeki Karenler
arasından örnekler verir; eski Yunan ve Romalıların, Partlar, Persler
(İranlılar), İskitler, Hunlar vb. üzerine anlattıkları da ayrı.
Mahremler-arası-zinanın türetiminden önce (çünkü bu
düpedüz bir
türetimdir, hem de çok değerli bir türetim), ana-babayla çocuklar arasındaki
cinsel ilişki, ayrı kuşaklara ait bulunan öbür kimseler arasıdaki cinsel
ilişkiden daha iğrendirici bir şey olamazdı; oysa, ayrı kuşaklardan kimseler
arasındaki evlenme; günümüzde, hatta en bağnaz ülkelerde derin bir tiksinti
uyandırmıyor; altmış yaşından büyük ihtiyar "kızlar" bile, yeteri kadar
zenginseler, otuz yaşlarında gençlerle evleniyorlar. Ama, bildiğimiz en eski
aile biçimlerinden, bu biçimlere bağlı mahremler-arası-zina kavramlarını
çıkarırsak —bizim mahremler-arası-zina kavramlarımızdan tamamen farklı ve
çoğunlukla onlara taban tabana karşıt
(sayfa 261)
mahremler-arası-zina kavramları- ancak "bütün kurallardan yoksun" olarak
adlandırılabilecek bir cinsel ilişki biçimine varırız. "Bütün kurallardan
yoksun"; çünkü, sonraları töre tarafından zorlanan sınırlandırmalar, o zaman
yoktu. Ama bundan, günlük pratik bakımından zorunlu olarak içinden çıkılmaz
bir karışıklık sonucu çıkmaz. Geçici bireysel birlikler hiç de görülmez
değildir: bu tür birlikler, hatta grup halinde evlilik içinde bile çoğunluğu
oluşturur. Bu ilkel durumun en son yadsıyıcısı Westermarck, her ne kadar,
erkekle kadının, yavrunun doğumuna kadar içinde birlikte yaşadıkları her
durumu evlilik adıyla nitelendiriyorsa da, bu tür evliliğin, kuralların
yokluğuyla, başka bir deyişle, cinsel ilişki üzerine töre tarafından konmuş
engellerin yokluğuyla çelişmeksizin, bütün kurallardan yoksun cinsel
ilişkiler döneminde de pekâlâ varolabileceğini söylemek doğru olur.
Westermarck, şu görüşten hareket ediyor: "Kuralların yokluğu, bireysel
eğilimler üzerindeki baskının yokluğu demektir"; öyle ki, "fuhuş, bu durumun
en doğal ilişki biçimidir". Bana öyle gelir ki, bütün bu işlere ahlâk
zabıtası gözüyle baktıkça, ilkel koşulları anlamak olanaksız bir şey olarak
kalır. Grup halinde evlilik anlayışıyla, bu konu üzerinde yeniden duracağız.
Morgan'a göre, bu bütün kurallardan yoksun ilkel cinsel ilişki durumu
anlaşıldığına göre daha erkenden şu değişmelere uğramıştır:
1.
Kandaş aile. Ailenin ilk aşaması. Bu aşamada,
karı-koca grupları, kuşaklara göre ayrılmışlardır: ailenin sınırları için
de, bütün büyük-babalarla büyük-anneler, kendileri arasında karı-kocadırlar;
onların çocukları, yani analarla babalar için de durum aynıdır; bunların
çocukları da, kendi aralarında, üçüncü bir ortak eşler çemberi ve bu
çocukların çocukları, yani birinci kuşağın torun çocukları, dördüncü çemberi
meydana getireceklerdir. Demek ki, bu aile biçimi içinde, yalnızca yukarı
kuşakla aşağı kuşak arasında, ana-babalarla çocuklar arasında, (bizim
deyimimizle) evlilik hak ve ödevleri sözkonusu edilemez [bunlar
birbirleriyle evlenemezler. -ç.]. Birinci, ikinci ve öbür derecelerdeki
erkek ve kız kardeşlerle kuzen ve kuzinlerin hepsi, kendi aralarında erkek
ve kız kardeştir; ve
işte tam bu yüzden de,
(sayfa 262) hepsi birbirinin karı ve kocasıdır. Bu
dönemde, erkek ve kız kardeş bağıntısı, tamamen doğal bir biçimde, kendi
aralarında cinsel ilişki kurulması sonucunu verir.
[5]
Bu tür bir ailenin tipik biçimi, bir tek çiftten gelme dölden türer; bu döl
içindeki her farklı kuşak bireyleri, kendi aralarında kardeş ve bu nedenden
ötürü de, karı-kocadırlar.
Kandaş aile ortadan kalktı. Tarihin sözünü ettiği en yabanıl halklar
bile, bize kandaş aile üzerine hiçbir kesin örnek veremez. Ama kandaş
ailenin varolmuş olması
gerekir: Bugün bütün Polinezya'da hâlâ
yürürlükte bulunan Havai akrabalık sistemi, bizi, bunu kabul etmeye zorlar;
çünkü bu akrabalık sistemi, ancak kandaş aile biçimi içinde ortaya
çıkabilecek kandaş akrabalık derecelerini dile getirir. Aynı biçimde,
ailenin zorunlu önaşama olarak bu biçime dayanması gereken daha sonraki
bütün gelişmesi de bizi kandaş ailenin varlığını kabul etme zorunda bırakır.
2.
Ortaklaşa (punaluenne) aile. Örgütlenmenin ilk
adımı, ana-babayla çocuklar arasındaki karşı cinsel ilişkinin yasaklanması
olmuştur. İlgillerin
(sayfa 263) büyük bir yaş
eşitliği içinde bulunmaları nedeniyle, bu ilerleme, birinciden son derece
daha önemli, ama çok daha da güç idi. Büyük bir olasılıkla, önce karındaş (
uterin,
yani ana tarafından) kardeşler arasındaki cinsel ilişkilerin yasaklanmasıyla
başlayan bu ilerleme, yavaş yavaş gerçekleşti. Önceleri tek tek durumlara
bağlı olan bu yasak, zamanla kural haline geldi (yüzyılımızda [19. yüzyıl
-ç.] Havai'de bu kuralın ayrıklamaları hâlâ görülüyordu) ve sonunda, hatta
yarı-hısım (
collateral) kardeşler arasındaki, yani bizim
terminolojimize göre, erkek ve kız kardeşlerin çocuk, torun ve
torun-çocukları arasındaki evlenme de yasaklandı. Morgan'a göre, bu gelişme
"doğal seçme (
selection naturelle) ilkesinin nasıl işlediğini
gösteren parlak bir örnek" oluşturur.
Bu ilerlemeyle, içinde kandaşlar arasındaki evlenmelerin sınırlanmış
bulunduğu aşiretler, kardeşler arasındaki evliliğin kural ve yasa kaldığı
aşiretlerden, sözgötürmez bir biçimde, daha hızlı ve daha tam bir biçimde
gelişmişlerdir. Ve bu ilerlemeden doğrudan doğruya çıkan ve ilk ereğini çok
aşan bir kurum, dünyadaki barbar halkların —eğer hepsinde değilse— çoğunda
toplumsal rejimin temelini oluşturan gens, bu ilerlemenin ne kadar
olağanüstü bir sonuç verdiğini tanıtlar; Roma'da olduğu gibi Yunan'da da,
gensten doğrudan doğruya uygarlığa geçeriz.
Her ilkel aile, en geç birkaç kuşak sonra, bölünmek zorundaydı.
Barbarlığın orta aşamasından öncesine kadar, ayrıklamasız olarak hüküm
sürmüş bulunan ilkel ev ekonomisi, komünist ekonomi, koşullara göre değişen,
ama her yerde iyice belirlenen en yüksek bir aile topluluğu büyüklüğünü
gerektiriyordu. Aynı ananın çocukları arasında cinsel ilişkinin doğru
olmadığı fikrinin ortaya çıkışı, eski ev topluluklarının bölünüp yeni
toplulukların kuruluşu üzerinde etkili olmuş olsa gerektir (ki, zaten, bu
yeni topluluklar ile aile grupları arasında zorunlu bir özdeşlik yoktur). Bu
yeni topluluklardan bazılarının çekirdeği bir ya da birkaç dizi kız kardeş,
bazılarının çekirdeği de, onların ana tarafından (
uterin) erkek
kardeşleri oldu. İşte Morgan'ın
ortaklaşa (
punaluenne) dediği
aile biçimi, kandaş aileden, böyle, ya da buna benzer bir biçimde çıkmıştır.
Havai töresine göre, karındaş ya da daha uzak, belli bir sayıdaki kız kardeş
(sayfa 264) (yani birinci, ikinci, ya da başka bir
dereceden kuzinler), ama kendi öz erkek kardeşleri dışında, ortak
kocalarının ortak karıları idiler; bu adamlar; artık birbirlerini kardeş
olarak değil, —zaten mutlaka kardeş olmaları da gerekmezdi—,
Punalua
olarak, yani can yoldaşı ve deyim yerindeyse, ortak diye çağırırlardı. Aynı
biçimde, karındaş ya da daha uzak bir dizi erkek kardeş, kendi öz kız
kardeşleri olmayan belli bir sayıdaki kadına ortak evlilik biçiminde sahip
oluyorlar, ve bu kadınlar da kendi aralarında Punalua olarak
çağrılıyorlardı. Daha sonra bir dizi değişmeye uğrayan, ve başlıca,
özelliği, belirli bir aile çerçevesi içinde, erkekler ile kadınların
karşılıklı ortaklığı olan, ama karşıt cinsten eşlerin, önce karındaş, sonra
daha uzak kardeşlerinin dıştalanmış bulundukları bir aile kuruluşunun klasik
biçimi işte budur.
Bu aile biçimi, bize Amerikan sisteminin dile getirdiği akrabalık
derecelerini tam bir doğrulukla gösteriyor. Annemin kızkardeşlerinin
çocukları, hep annemin çocukları kalıyor; aynı şekilde, babamın erkek
kardeşlerinin çocukları da, babamın çocuklarıdır; ama, annemin erkek
kardeşlerinin çocukları, annemin yeğenleri olurlar (
neveux ve
nieces); babamın kız kardeşlerinin çocukları da, babamın
yeğenleridirler: ve annemin ve babamın yeğenleri de, benim kuzen ve
kuzinlerim olurlar. Aslında, annemizin kız kardeşlerinin kocaları, daima
annemin kocaları ve babamın erkek kardeşlerinin karıları da babamın karıları
iken —daima fiilen değilse de, hukuken— kardeşler arasında cinsel ilişkinin
toplum tarafından şiddetle reddedilmesi, o zamana kadar kardeş sayılan erkek
ve kız kardeşlerin çocuklarını ikiye ayırdı: birileri, önce olduğu gibi
sonra da, aralarında gene (daha uzaklaşmış) erkek ve kız kardeş olarak
kalırlar; ama bir yandan erkek kardeşin, öbür yandan da kız kardeşin
çocukları, artık kendi aralarında erkek ve kız kardeş
olamazlar;
artık ortak ana-babaları —ne yalnız baba, ne yalnız ana, ne de ikisi birden—
yok demektir ve bu yüzden, daha önceki aile rejiminde bir anlamsızlık
olabileceği halde, yeğenler kategorisi ile kuzen ve kuzinler kategorisi, ilk
kez, zorunlu duruma gelir. Karı-koca evliliği üzerine kurulmuş bütün aile
biçimleri içinde tamamen saçma gibi
(sayfa 265)
görünen Amerikan akrabalık sistemi, gerekçesini ortaklaşa ailede bulur ve bu
aile biçimiyle en küçük ayrıntılarına varıncaya kadar ussal bir biçimde
açıklanabilir. En azından bu akrabalık sisteminin yayılmış bulunduğu ölçüde,
ortaklaşa, ya da ona benzer herhangi bir aile biçiminin de var olmuş olması
gerekir.
Eğer dinibütün misyonerler, tıpkı vaktiyle Amerika'da, İspanyol
keşişlerinin yaptığı gibi, hıristiyan ahlâkına aykırı bulunan bu durumlarda
yalnızca "tiksinti uyandırıcı"
[6]
bir şey görmeselerdi, Havai'de gerçek varlığı tanıtlanmış olan bu aile
biçimini, büyük bir olasılıkla bütün Polinezya'da görebilecektik. O zamanlar
barbarlığın orta aşamalarında bulunan Bretonlar üzerine konuşan Sezar, bize
"onların kendi aralarında, ve çoğunlukla erkek kardeşler ve babalarla
oğullar arasında, on ya da oniki kadına ortaklaşa sahip olduklarını"
anlatır. Bu durumun en yetkin açıklaması [grup halinde evlenme]dir. Barbar
analar, ortaklaşa kadın alabilecek yaşta, on ya da oniki oğula birden sahip
değildiler; ama ortaklaşa aileye uygun düşen Amerikan akrabalık sistemi
birçok erkek kardeş sağlar, çünkü bir erkeğin yakın ve uzak bütün kuzenleri,
onun erkek kardeşidir. "Babalarla oğullar"a gelince, belki burada Sezar'ın
yanlış bir yorumu söz konusudur; bununla birlikte, bu sistem içinde, babayla
oğul, ya da anayla kızın aynı evli grup içinde bulunabilmeleri kesin olarak
kural-dışı değildir; ama babayla kızın, ya da anayla oğulun aynı evli grup
içinde bulunması olanaksızdır. Ayni şekilde, bu grup halinde evlilik biçimi,
ya da benzer bir biçim yabanıl ve barbar halklardaki kadın ortaklığı üzerine
Herodotos ve öbür eski yazarların anlattıklarını çok kolay açıklar. Watson
ve Kaye'in (
The People of India) Ganj'ın
kuzeyindeki Aud'da yaşayan Tikurlar hakkında anlattıkları şeyler için de
durum aynıdır:
"Onlar, aralarında hemen hemen hiçbir ayrım olmaksızın, büyük ortak
topluluklar halinde birlikte yaşarlar
(sayfa 266)
(yani cinsel ilişkilerde bulunurlar); eğer aralarından ikisi evli olarak
kabul edilirse, aralarındaki ilişki yalnızca sözde kalan bir ilişkidir."
Çoğu durumlarda, gens kurumu, doğrudan ortaklaşa aileden çıkmışa
benzer. Gerçi Avustralya sınıf sistemi de bu kurum için bir hareket noktası
sağlar;
[152]
Avustralyalılar gensler halinde yaşarlar; henüz ortaklaşa aileye değil, grup
halinde evliliğin çok ilkel bir biçimine sahiptirler.
Grup halinde ailenin bütün biçimleri içinde, bir çocuğun babasının kim
olduğu kesinlikle bilinemez, ama anasının kim olduğu kuşkuya hiç yer
kalmayacak bir biçimde bilinebilir. Bir ana, her ne kadar ailenin
bütün
çocuklarını kendi çocukları olarak çağırır ve onlara karşı analık
görevleriyle yükümlü bulunursa da, gene de kendi öz çocuklarını öbürleri
arasından ayırdeder. Öyleyse, grup halinde evlilik varoldukça, soyağacının
yalnızca
ana tarafından gösterilebileceği açıktır; demek ki, bu
durumda, yalnızca
kadın- soy- zinciri tanınmaktadır.
Gerçekten, bütün yabanıl ve barbarlığın aşağı aşamasında bulunan halklardaki
durum budur ve bunu ilk bulgulamış olmak da, Bachofen'in ikinci büyük
meziyetidir. Kadın-soyzincirinin ve ondan çıkan miras ilişkilerinin bu
tekelci tanınışını; Bachofen "analık hukuku" terimiyle belirtiyor; kısa
olduğu için ben de bu deyimi kullanıyorum; ama bu, uygun bir terim değildir,
çünkü toplumun bu aşamasında, sözcüğün hukuksal anlamında "hukuk" henüz
sözkonusu edilemez.
Şimdi, ortaklaşa aile içindeki iki tipik gruptan birini, çocukları ve
ana tarafından karındaş ya da daha uzak erkek kardeşleri (varsayımımıza
göre, kocaları
olmayan erkek kardeşleri) ile birlikte, bir
ana-baba-bir (
soeurs germaines) ya da daha uzak kız kardeşler
(yani birinci, ikinci ve öbür derecelerdeki ana-baba-bir kız kardeşlerin kız
çocukları) grubunu alalım. Böylece, daha sonra bir gensin üyeleri olarak
görünen kimseler çevresini, bu kurumun ilkel biçimi içinde elde etmiş
bulunuruz. Bu çevre içindeki kadınların hepsi için ortak bir ana-ata vardır
ve bu soy-zinciri nedeniyle, bu zincire bağlı bütün kadınlar, kuşaktan
kuşağa, birbiriyle kardeştirler. Ama bu kız kardeşlerin kocaları, artık
onların erkek kardeşleri olamazlar; demek ki, aynı ana-atadan gelmezler
(sayfa 267) ve daha sonra gens olacak kandaş gruba
dahil değillerdir; ama yalnız ana tarafından soy-zinciri, kesinlikle bilinen
tek şey olduğu için, egemen olduğuna göre, bu kadınların çocukları, bu gruba
dahildirler. Ana tarafından en uzak yan-hısımlar dahil, bütün erkek ve kız
kardeşler arasında cinsel ilişki yasaklandıktan sonra, adı geçen grup,
gerçekten gens, yani kendi aralarında evlenme hakkından yoksun ve kadın
tarafından kandaş bulunan kimselerden kurulmuş sabit bir çevre haline
dönüştü ve bundan böyle; bu çevre; toplumsal olduğu kadar dinsel, öbür ortak
kurumlarla gitgide sağlamlaşarak aynı aşiretin öbür genslerinden
farklılaştı. Bu konu üzerinde, ilerde daha uzun duracağız. Ama, eğer gensin,
ortaklaşa aileye dayanarak, yalnız zorunlu bir biçimde değil, ayrıca tamamen
doğal bir biçimde de geliştiğini kabul ediyorsak,
gentilice (gense
ait) kurumların varlığı sözgötürmez durumda bulunan bütün halklarda, yani
hemen bütün barbar ve uygâr halklarda, daha önce bu aile biçiminin varolması
gerektiğini de kesin bir şey olarak kabul etmek durumunda kalacağız.
Morgan kitabını yazarken, grup halindeki evlilik üzerine bilgilerimiz
henüz çok sınırlıydı. Sınıflar halinde örgütlenmiş Avustralyalılardaki grup
halindeki evlilikler üzerine ufak-tefek bazı ayrıntılar biliniyordu, öte
yandan, Morgan, 1871'den sonra, Havai'deki ortaklaşa aile üzerine elde
ettiği bilgileri yayınlamıştı. Ortaklaşa aile, bir yandan, Morgan için bütün
araştırmalarının dayandığı Amerika yerlileri arasındaki yürürlükte bulunan
akrabalık sisteminin yetkin açıklamasını sağlıyor, öbür yandan, analık
hukuklu gensin kendisinden çıkartılabileceği en uygun hareket noktasını
oluşturuyor ve son olarak da, Avustralya'daki sınıflardan çok daha yüksek
bir gelişme aşamasını temsil ediyordu. Öyleyse, Morgan'ın, ortaklaşa aileyi
zorunlu bir biçimde iki-başlı (
apparie) evlilikten önce gelen gelişme
aşaması olarak yorumlaması ve buna, eski çağlarda genel bir yaygınlık
tanıması anlaşılabilir bir şeydir. O zamandan beri, grup halinde evlenmenin
birçok başka biçimleri üzerine bilgi sâhibi olduk ve şimdi, bu konuda,
Morgan'ın yanılmış bulunduğunu biliyoruz. Bununla birlikte, Morgan,
incelediği ortaklaşa ailede, kendisine dayanılarak daha yüksek bir biçime
geçişin
(sayfa 268) kolayca açıklanabileceği grup
halinde evlenmenin en yüksek biçimi ne, klasik biçimine raslamak mutluluğuna
erişmiştir.
Grup halinde, evlilik üzerine bilgilerimizdeki en özlü zenginleşmeyi,
bu aile biçimini kendi klasik toprağında, Avustralya'da yıllarca irdelemiş
bulunan İngiliz misyoneri Lorimer Fison'a borçluyuz. Lorimer Fison, en düşük
gelişme derecesini, Güney Avustralya'da, Mount Gambier'deki Avustralya
zencileri arasında buldu. Orada bütün aşiret, iki büyük sınıfa, Krokiler'le
Kumitler'e bölünmüş bulunuyordu. Bu sınıflardan herbirinin içinde, cinsel
ilişki, sıkı sıkıya yasaklanmıştır; buna karşılık, sınıflardan birindeki her
erkek, öbür sınıftaki her kadının doğuştan kocası ve her kadın da, öbür
sınıftaki her erkeğin doğuştan karısıdır. Burada birbiriyle evli bulunanlar
bireyler değil, gruplardır: iki sınıf birbiriyle evlenmiştir. burada iki
dış-evlenen sınıf ayrımından çıkan kısıtlama dışında, yaş farkı ya da özel
kandaşlık gibi herhangi bir kısıtlamanın varolmayışına dikkati çekmek
isteriz. Bir Kroki erkeği, her Kumit kadını üzerinde kocalık hakkına
sahiptir; ama kendi öz kızı, aynı zamanda bir Kumit kadınının da kızı
olarak, analık hukukuna göre Kumit sayıldığından, bütün Kroki erkeklerinin,
öyleyse kendi özbabasının da, doğuştan karısıdır. Hiç değilse, bildiğimiz
kadarıyla, sınıflar halindeki örgütlenme, bu duruma hiçbir engel çıkarmaz.
Öyleyse, bu örgütlenme, ya kandaşlar arasındaki birleşmeleri sınırlamaya
yönelen belirsiz eğilime karşın ana-babayla çocuklar arasındaki cinsel
ilişkide henüz hiçbir özel kötülük görülmeyen bir çağda ortaya çıkmıştır —
bu durumda, sınıflar sisteminin, bütün yasaklardan yoksun cinsel ilişki
durumundan doğrudan çıkmış olması gerekir; ya da tersine, sınıflar oluştuğu
sırada, ana-babayla çocuklar arasındaki cinsel ilişki, töre tarafından
daha önce yasaklanmıştır — bu durumda da, sınıflar sistemi,
kandaş aileye bağlanır ve ondan kurtulmak için atılan ilk adımı oluşturur.
Son varsayım çok daha olasıdır. Benim bildiğim, Avustralya'da ana-baba ile
çocuklar arasındaki evlilik ilişkileri üzerine hiçbir örnek yoktur ve
üstelik dış-evlenmenin daha sonraki biçimi, yani içinde analık hukukunun
geçerli bulunduğu gens, kuruluşu sırasında, bu ilişkilerin zaten
(sayfa 269) yasaklanmış olmasını gerektirir.
Güney Avustralya'daki Mount Gambier'nin dışında,
iki sınıf
sistemi, ayrıca daha doğudaki Darling ırmağı yöresinde ve kuzey doğuda,
Queensland'de de görülüyor; demek ki iyice yayılmıştır. Bu sistem, yalnızca
erkek ve kız kardeşler arasındaki evliliklerle, ana tarafından erkek
kardeşlerin çocukları ve ana tarafından kız kardeşlerin çocukları arasındaki
evlilikleri yasaklar, çünkü bunlar hep aynı sınıfa dahildirler; buna
karşılık, bir kız kardeşle onun erkek kardeşinin çocukları, kendi aralarında
evlenebilirler. Güney Yeni-Galler'de, Darling ırmağı Kamilaroyları arasında,
kandaşlar arasındaki birleşmeleri engellemek yolunda atılmış yeni bir adım
daha saptarız; başlangıçtaki iki sınıf burada dörde bölünmüştür ve bu dört
sınıftan herbiri, bütün halinde, öbür sınıflardan belirli biriyle evlidir.
İlk iki sınıf, birbiriyle doğuştan karı-kocadır; ananın birinci ya da ikinci
sınıfa ait olmasına göre, çocuklar da üçüncü ya da dördüncü sınıfa geçerler;
bu son iki sınıfın aynı şekilde birbiriyle evli bulunan çocukları da,
yeniden birinci ya da ikinci sınıfa ait olurlar. Öyle ki, her zaman bütün
bir kuşak birinci ve ikinci sınıfa, sonraki kuşak üçüncü ve dördüncü sınıfa
aittir; ve daha sonra gelen kuşak da, yeniden birinci ve ikinci sınıfa ait
olur. Bu durum sonucu, (ana tarafından) kız ve erkek kardeşlerin çocukları
birbirinin karı ve kocası olamazlar, ama torunları pekâlâ olabilirler. Hayli
karışık bulunan bu rejim, sonradan analık hukukuna göre örgütlenmiş
genslerin işe karışmasıyla büsbütün karışık bir durum kazanır; ama şimdiden
bu konuya giremeyiz. Kandaşlar arası evliliği yasaklamaya götüren, ama bunun
açık bilincinden yoksun eğilimin, kendini tamamen içgüdüsel denemeler
halinde, sürekli olarak nasıl belli ettiği görülüyor.
Avustralya'da henüz bir sınıf halinde evlilik durumunda bulunan grup
halinde evlilik, yani çoğunlukla kıtanın bütün yüzüne yayılmış bir erkekler
sınıfıyla, aynı derecede yayılmış bir kadınlar sınıfının blok halinde
evlilik birliği olan grup halinde evlilik, yakından bakınca, genelevlerde
olup bitenlere alışkın darkafalı burjuva imgeleme yetisinin tasarladığı
kadar tiksinç bir şey olarak görünmüyor. Tersine; yalnızca onun varlığını
akla getirebilmek için uzun yıllar
(sayfa 270)
gerekmiştir ve kısa bir süreden beri de, onun varlığı yeniden
yadsınmaktadır. Üstünkörü bir gözlemci, onda [grup halinde evlilikte, -ç.]
gevşek bir karı-koca evliliğinden ve bazı yerlerde denk geldikçe kaçamak
yapılması usulden olan bir çok-karılılıktan başka bir şey görmez. Ortalama
Avrupalı'nın pratiğine çok alışık bulunduğu bu evlilik koşulları içindeki
düzenleyici yasayı bulgulamak için, Fison ve Howitt'in yapmış oldukları
gibi, bu işi yıllarca incelemek gerekir. O yasaya göre, doğduğu ülkeden
binlerce kilometre uzakta, çoğunlukla bir konaktan öbürüne, bir aşiretten
öbürüne geçen yabancı Avustralyalı zenci, dillerini anlamadığı insanlar
arasında, hiçbir direnç ve kötülükle karşılaşmaksızın, isteklerini yerine
getiren kadınlar bulur, o yasaya göre, birçok karısı olan adam, bunlardan
birini, geceyi geçirmesi için, konuğuna bırakır. İşte Avrupalı'nın
ahlâksızlık ve yasasızlık gördüğü bu noktada, aslında sıkı bir yasa
egemendir. Kadınlar, yabancının evlilik sınıfına aittirler ve bu nedenle
onun doğuştan-karısıdırlar; onları birbirine bağlayan bu ahlâk yasası,
karşılıklı olarak birbirine ait bulunan iki evlilik sınıfı dışındaki bütün
ilişkileri, yüzkarası tehdidi altında, yasaklar: Hatta kadın kaçırmanın
çoğunlukta ve usulden olduğu birçok yerlerde bile, sınıflar yasası büyük bir
dikkatle gözetilir.
Zaten, daha kadın kaçırma usulünde, karı-koca evliliğine geçişin bir
belirtisi, hiç değilse iki-başlı-evlilik (
mariage apparie)
biçimi altında kendini göstermektedir: dostlarının yardımıyla, genç adam,
zorla ya da kandırarak genç kızı kaçırınca, dostlarının hepsi sırayla kıza
sahip olurlar; ama sonunda kız, kendisini kaçıran genç adamın karısı olarak
kabul olunur. Tersine: eğer kaçırılan kadın kocasının evinden kaçar ve başka
bir adam tarafından elde edilirse, bu adamın karısı olur ve ilk kocası,
kadın üzerindeki haklarını kaybeder. Demek ki, genel olarak varlığını
sürdüren grup halinde evliliğin yanında, hatta içinde, tekelcilik
ilişkileri, azçok uzun bir zaman süren eşlikler kurulur, ve grup halinde
evliliğin yanında çok-karılılık kendini gösterir; nedir ki, grup halinde
evlilik, artık burada da [Avustralya'da -ç.] ortadan kalkma yolundadır ve
şimdi sorun, Avrupa'nın etkisi altında, önce neyin, grup halinde evliliğin
mi, yoksa
(sayfa 271) grup halindeki evlilerin; yani
Avustralya zencilerinin mi sahneden kaybolacağını bilme sorunudur.
Avustralya'da hüküm sürdüğü biçimiyle, sınıflar halindeki evlilik, her
halde, grup halinde evliliğin çok aşağı ve ilkel bir biçimidir; oysa,
ortaklaşa aile, bildiğimiz kadarıyla, bunun en yüksek gelişme derecesidir.
Birincisi, göçebe yabanılların toplumsal durumuna uygun düşen biçime
benziyor; ikincisi, göreli yerleşik komünist toplulukların (
communautes
communistes) kurulmuş olmasını gerektiriyor ve geçişsiz, [yani iki
aşamayı birbirine bağlamaksızın -ç.] hemen bir üst gelişme aşamasına
götürüyor. İkisi arasında, kuşkusuz, daha birçok ara basamaklar bulacağız.
Bu daha yeni açılmış ve şimdiye kadar çok az ilerlemiş bir araştırma
alanıdır.
3.
İki-başlı-aile (la famille appariee).
Bir erkekle bir kadını, azçok uzun bir zaman için birbirine bağlayan belirli
bir evlenme biçimi, grup halinde evlenme rejimi zamanında, ya da daha
eskiden de vardı; erkek, birçok kadın arasında, bir baş kadına sahipti
(henüz bir gözdeden sözedilemez) ve onun için, öbürleri arasında esas
kocaydı. Bu durum grup halinde evlilikte bazan bütün kurallardan yoksun bir
kadın ortaklığı, bazan kayıtsız şartsız bir fuhuş gören misyonerlerin
yanılgılarına hayli geniş katkıda bulundu. Ama gens geliştikçe ve aralarında
evlenmenin bundan böyle olanaksız duruma geldiği "erkek kardeşler" ve "kız
kardeşler" sınıfları kalabalıklaştıkça, bu töresel birliklerin gitgide güç
kazanmış olmaları gerekir. Gensin kandaşlar arasındaki evlenmenin
yasaklanması biçimindeki tepkisi daha da öteye gitti. Böylece, İrokualar ve
barbarlığın aşağı aşamasında bulunan öbür Amerika yerlilerinin çoğunda,
kendi sistemlerine göre akraba sayılanların
hepsi arasında evlenmenin
yasak olduğunu görüyoruz; ve onların sistemlerine göre birbirinden farklı
yüzlerce çeşit akrabalık biçimi vardır. Evlenme yasaklarındaki bu artan
karmaşıklık içinde, grup halinde evlenmeler gitgide olanaksız bir duruma
geldi; grup halinde evlenmeler yerine
iki-başlı-aile geçti. Bu,
aşamada, bir erkek bir kadınla yaşar, ama gene de çok-karılılık ve uygun
fırsatlarda kaçamak yapmak hakkına sahiptir. Ama iktisadî nitelikteki
nedenlerden ötürü, çok-karılılığa ender
(sayfa 272)
rastlanır; bununla birlikte; çoğunlukla, ortaklaşa yaşam boyunca kadından
çok sıkı bir bağlılık istenir ve eşini aldatan kadın şiddetle
cezalandırılır. Ama evlilik bağı, iki tarafça da kolaylıkla çözülebilir ve
çocuklar, geçmişte olduğu gibi, yalnızca anaya ait olurlar.
Kandaşları gitgide evlilik bağının dışında tutmadaki doğal seçme (
selection
naturelle) etkili olmakta devam eder. Morgan'ın dediğine göre:
"Kandaş olmayan gensler arasındaki evlenmelerden, beden bakımından
olduğu kadar, kafa bakımından da daha sağlam bir soy çıkar; gelişmekte olan
iki aşiret birleşince, yeni kafatasları ve yeni beyinler, iki aşiretin de
yeteneklerine sahip olana kadar, doğal bir biçimde gelişirler."
Böylece, gens biçiminde (
gentilice) örgütlenmiş bulunan
aşiretler, geri kalmış aşiretlere üstün gelecek, ya da onları kendilerine
benzeteceklerdi.
Demek ki, ailenin ilkel tarih içindeki gelişmesi, başlangıçta bütün
aşireti kapsayan ve içinde iki cins arasındaki evlilik ortaklığının hüküm
sürdüğü çerçevenin durmadan daralmasına dayanır. Önce en yakın, sonra
giderek uzaklaşan, ve hatta evlilikle edinilmiş akrabalıkların gitgide
karı-koca ilişkisinin dışında bırakılmasıyla, grup halinde evlenmenin her
türlüsü pratik bakımdan olanaksız duruma gelir ve sonunda, daha da gevşek
bağlarla geçici olarak birleşmiş bir tek çiftten başka bir şey kalmaz; bu,
bozulması durumunda, her türlü evliliğin son bulacağı moleküldür. Bütün bu
söylenenlerle, daha şimdiden, sözcüğün bugünkü anlamında bireysel cinsel aşk
ile, karı-koca evliliğinin kurulması arasında, ne kadar az bir ilişki
bulunduğu ortaya çıkar. Bu durum, ilk karı-koca evliliğinin kurulması
aşamasında bulunan bütün halkların pratik yaşantılarıyla daha da güçlü bir
biçimde tanıtlanmıştır. Ailenin daha önceki biçimlerinde erkeler hiçbir
zaman kadın sıkıntısı çekmedikleri, tersine, istediklerinden de çok kadına
sahip oldukları halde, ilk karı-koca evliliğinin kurulması aşamasında,
kadınlar az bulunan ve aranan bir şey haline gelmişlerdir Bundan ötürü
iki-başlı-evlenme aşamasından itibaren, kadınların kaçırılma ve satın
alınmaları başlar — bunlar çok yaygın belirtilerdir (
symptomes), ama
yalnızca çok daha derin bir
(sayfa 273) değişmenin
belirtileri. Nedir ki, aslında kadın elde etmenin basit yöntemlerinden başka
bir şey olmayan bu belirtilerden, İskoçyalı ukala Mac Lennan, özel aile
sınıfları yapıntısını yaratmış bulunuyor: "kaçırma yoluyla evlilik" ve
"satın alma yoluyla evlilik". Öbür yandan Amerika yerlileri ve (aynı gelişme
derecesindeki) öbür aşiretlerde, evlilik akdi, çoğunlukla kendilerine hiçbir
şey danışılmayan ilgili erkekle, ilgili kızın işi değil, analarının işidir.
Çoğunlukla, birbirini hiç tanımayan iki kişi, bu şekilde nişanlanırlar ve
yapılmış pazarlıktan, ancak evlenme zamanı yaklaşırıca haberdar olurlar.
Düğünden önce, erkek, nişanlısının (
gentilice) akrabalarına (yani
babasına ve babasının akrabalarına değil, ana tarafından akrabalarına),
kendisine verilen genç kızın satın alma fiyatı olarak kabul edilen
armağanlar verir. Evlilik, eşlerden herbirinin isteğiyle bozulabilir: ama
birçok aşirette, örneğin İrokualarda, zamanla bu ayrılmalara karşı bir
kamuoyu oluşmuştur; anlaşmazlık durumunda, iki tarafın da kendi gensinden
olan akrabaları aracılık ederler; ancak bu aracılığın başarısızlığa uğraması
durumunda ayrılma gerçekleşir. Ayrılmada çocuklar kadına kalır ve ayrılmadan
sonra eşlerden herbiri yeniden evlenmede özgürdür.
Özel bir ev ekonomisini zorunlu, ya da yalnızca istenir kılmak için
aslında çok güçsüz ve çok kararsız olan iki-başlı-aile, daha önceki
zamanlardan devralınmış komünist ev ekonomisini asla ortadan kaldırmaz. Ama
komünist ev ekonomisi, tıpkı gerçek babanın kesinlikle bilinmesi olanaksız
olduğundan yalnızca ananın tanınmış olmasının kadınlara, yani analara çok
yüksek bir değer kazandırmasında olduğu gibi, ev içinde kadınların ağır
basması anlamına gelir. Kadının, toplum yaşamının başlangıcında, erkeğin
kölesi olduğu yolundaki fikir, bize aydınlıklar yüzyılından [18. yüzyıl.
-ç.] kalan en saçma fikirlerden biridir. Bütün yabanıllarla, aşağı ve orta
aşamadaki, hatta kısmen yukarı aşamadaki bütün barbarlar arasında, kadın,
yalnızca özgür değildir, ayrıca çok değer verilen bir duruma da sahiptir. Bu
durumun, henüz iki-başlı-evlilik aşamasında nasıl olduğunu, Senekalı
İrokualar arasında uzun yıllar boyunca misyonerlik yapan Arthur Wright bize
anlatabilir:
(sayfa 274)
"Kadınların henüz
uzun evlerde (birçok aileden kurulu
komünist ev ekonomileri) oturdukları çağdaki ailelerine gelince, ...bu
evlerde daima bir klan (bir gens) egemendi, öyle ki [bu klana dahil olan
-ç.] kadınlar, kocalarını başka klanlardan (
gentes) alırlardı.
...Genellikle, evi kadınlar yönetirdi; erzak ortaklaşaydı; ama ortak
gereksinmeleri karşılamak için kendi payına düşeni getirmekte çok tembel ya
da çok beceriksiz davranan zavallı koca ya da zavallı aşığın hali dumandı.
Çocuklarının sayısı, ya da ev içindeki kişisel mülkiyeti ne olursa olsun,
her an bohçasını yapıp defolup gitme emrini almayı bekleyebilirdi.. Ve bu
emri alınca, ona karşı direnmeye girişmesi de boşunaydı; artık evde
barınamazdı; ona, kendi klanına (gensine) dönmek, ya da çoğunlukla olduğu
gibi, bir başka klan içinde yeni bir evlilik aramaktan başka yapacak bir şey
kalmıyordu. Kadınlar, başka her yerde oldukları gibi klanlar (
gentes)
içinde de büyük güç idiler. Gerektiğinde, bir başkanı görevinden alarak, onu
yalın bir savaşçı sınıfına indirmekte duraksama göstermezlerdi."
Erkekler farklı genslere bölünürlerken, kadınların, eğer hepsinin
değilse, çoğunun bir tek ve aynı gense ait bulunduğu komünist ev ekonomisi,
ilkel çağlarda evrensel bir yaygınlığa sahip bu kadın egemenliğinin somut
temelidir ve bunu bulgulamış olmak da, Bachofen'in üçüncü başarısını
oluşturur. Ayrıca, gezgin ve misyonerlerin, yabanıllar ve barbarlar arasında
kadınlara düşen aşırı çalışma üzerine anlattıklarının, bu söylenenlerle asla
çatışmadığını ekliyorum. İki cins arasındaki işbölümü, kadının toplum
içindeki konumunu belirlemiş olanlardan bambaşka nedenlerle belirlenmiştir.
Kadınların, bize göre uygun görünenden çok daha fazla çalışmak zorunda
bulunduğu halklarda; kadınlara çoğunlukla, bizim Avrupalı kadınlara
gösterdiğimizden çok daha fazla gerçek saygı gösterilir. Uygarlığın, yalancı
saygılarla çevrilmiş ve bütün gerçek çalışmaya yabancı "sayın bayan"ının
(hanfendisinin) toplumsal konumu, ağır işlerde çalışan; halkı içinde gerçek
bir sayın bayan (
dame, lady, frowa, Frau,
domina) sayılan ve zaten, niteliği gereği, öyle de olan barbar kadının
toplumsal konumundan çok daha aşağıdır.
Günümüzde, Amerika'da, iki-başlı-evliliğin, grup halinde
(sayfa 275) evlilik yerine tamamen geçip geçmediğini
bilmeye gelince, bunu, ancak, henüz yabanıllık durumunun yukarı aşamasında
bulunan Amerika'nın kuzey-batı ve özellikle güneyindeki halklar üzerinde
yapılacak derinlemesine araştırmalar kararlaştırabilir. [Amerika'nın
güneyindeki halklar üzerine öylesine cinsel başıbozukluk örnekleri
anlatılıyor ki, eski grup halindeki evliliğin tamamen ortadan kalkmış
olduğuna pek de inanılamaz.] Herhalde, grup halinde evliliğin bütün izleri
henüz silinmemiştir. Hiç olmazsa, kırk Kuzey Amerika aşiretinde, kız
kardeşlerin büyüğüyle evlenen adamın, bütün küçük kız kardeşleri, gerekli
yaşa gelince, karı olarak alma hakkı vardır: bütün kız kardeşler dizisi için
erkekler ortaklığının kalıntısı. Ve Bancroft, Kaliforniya yarımadasında
bütün bağlardan yoksun cinsel ilişkide bulunmak için birçok "aşiret"in
toplanarak bazı törenler yaptıklarını anlatır (yabanıllık durumunun yukarı
aşaması). Bunlar, kuşkusuz, bu törenlerde, bir gense ait kadınların öbür
gensin bütün erkeklerine; ve bir gense ait erkeklerin de öbür gensin bütün
kadınlarına ortaklaşa sahip oldukları zamanların belirsiz anısını saklayan
genslerdir. Bu töre, Avustralya'da hâlâ hüküm sürer. Bazı halklarda,
eskilerin, başkanlar ve büyücü rahiplerin, kadın ortaklığından kendi
hesaplarına yararlandıkları ve kadınlardan çoğunu kendi tekellerine
aldıkları olur; ama buna karşılık, bazı bayramlar ve büyük halk toplantıları
süresince, eski ortaklığı gerçekten diriltmeye ve karılarını genç erkeklerle
oynaşmaya bırakma zorundadırlar. Westermarck (s. 28-29) eski cinsel ilişki
özgürlüğünün kısa bir süre için yürürlüğe konduğu bu devirli cinsel
eğlenceler üzerine,
[153]
Hindistan'daki Hoslar, Santallar, Pancalar ve Kotarlardan bazı Afrikalı
halklardan vb. birçok örnek veriyor. İşin garibi, Westermarck'ın bundan
çıkardığı sonuç, burada grup halinde evlilik kalıntılarının değil —ki o,
grup halinde evliliği yadsır—, ama ilkel insanla öbür hayvanlarda ortak bir
nitelik alan kızgınlık dönemi kalıntılarının sözkonusu olduğudur.
Şimdi, Bachofen'in dördüncü büyük bulgulamasına, grup halinde
evlilikten iki-başlı-evliliğe geçişi gösteren geniş ölçüde yaygın bir
biçimin bulgulanmasına geliyoruz. Bachofen, bunu, eski tanrı buyruklarını
çiğnemenin kefareti olarak
(sayfa 276) gösteriyor:
Kadının iffet hakkını satın almasını sağlayan kefaret, aslında onun kendini
erkeklerin eski ortaklığından kurtarıp
yalnızca bir erkeğe
vermesini sağlayan kefaretin mistik anlatımından başka bir şey değildir. Bu
kefaret, sınırlı bir fuhuştan ibaretti: Babilli kadınlar, yılda bir kez,
Militta tapınağında, kendilerini vermek zorundaydılar; Küçük Asya'nın öbür
halkları, kızlarını, evlenebilmelerinden önce; canlarının istedikleriyle
yıllar boyu özgür aşk hayatı yaşamak üzere Anaitis tapınağına
gönderiyorlardı; dinsel görünüşlerle bezenmiş benzeri töreler, Akdeniz'le
Ganj arasındaki hemen bütün Asyalı halklarda görülür. Bachofen'in göstermiş
olduğu gibi, kurtuluşu sağlayan günah ödeyici sungu, zaman boyunca gitgide
hafiflemiştir:
"Her yıl yenilenen sungu [kendini vermek -ç.], yerini bir tek sunguya
bırakır; yaşlı kadınların
hétaïrisme'i yerine, genç kızların
hétaïrisme'i ve bunun evlilik süresince uygulanması yerine, evlilikten
önce uygulanması geçer; kendini fark gözetmeksizin herkese vermenin yerini,
belirli kişilere verme alır." (
Analık Hukuku, s. xix)
Öbür halklarda dinsel kamuflaj hiç görülmez; bazılarında antikçağda
Trakyalılar, Keltler, vb. ...günümüzde de Hindistan'daki birçok yerli
halklarda, Malezyalılarda, Okyanusya'daki ada halkları ve birçok Amerika
yerlilerinde genç kızlar, evlenene kadar, en büyük cinsel özgürlükten
yararlanırlar. Özellikle, Güney Amerika'nın hemen her yanındaki durum, ülke
içine biraz giren herkesin görebileceği gibi, budur: Agassiz (
A
Journey in Brazil, Boston and New-York, 1868, s. 266),
yerli kökten gelen zengin bir ailenin kızıyla tanışır ve kızın annesiyle
konuşurken, subay olarak Paraguay'a karşı savaşa katılmış bulunan kocasından
kızın babası olarak sözeder; ama kızın anası gülümseyerek şöyle der:
Naô
tem pai, he filha da fortuna; onun
babası yok, raslantı çocuğudur o.
"Yerli ya da melez kadınlar, evlilik-dışı çocuklarından, en küçük bir
utanıp sıkılma duygusuna kapılmadan, hep bu türlü söz ederler; ve bu durum
olağanüstü bir şey olmaktan çok uzaktır, ancak bunun tersi bir istisna
olabilir. Çocuklar ... çoğunlukla yalnız analarını tanırlar, çünkü çocuğun
bütün derdi ve bütün sorumluluğu anaya düşer;
(sayfa 277)
babaları hakkında bir şey bilmezler; kadın, kendinin ya da çocuklarının,
baba üzerinde herhangi bir hakları bulunduğunu aklından bile geçirmez."
Burada uygar kişiye garip gibi görünen şey, aslında analık hukukuna
göre ve grup halinde evlilik içinde bir kuraldan başka bir şey değildir.
Daha başka halklarda, nişanlı erkeğin dost ve akrabaları, ya da düğün
davetlileri, düğün sırasında, nişanlı kız üzerindeki geleneksel haklarından
yararlanırlar ve damadın sırası en sonra gelir; antikçağda Balear adalarında
ve Afrikalı Ojiller'de durum böyleydi; günümüzde de, Habeşistan
Barealar'ında durum gene böyledir. Bazan da, aşiret ya da gensin başkanı,
önderi, şamanı, rahibi, prensi, ya da sanı ne olursa olsun resmî bir kişi,
topluluğu temsil eder, ve nişanlı kız üzerinde ilk gece hakkından
yararlanır. Bu durumu aklamak yolundaki bütün neo-romantik girişimlere
karşın, bu
jus primae noctis, [İlk gece hakkı. -ç.]
grup halinde evliliğin kalıntısı olarak günümüzde de, Alaska'da yaşayanların
çoğu arasında (Bancroft,
Native Races, I, s. 81), Meksika'nın
kuzeyindeki Tahular'da (
ibid., s. 584) ve öbür halklar içinde
varlığını hâlâ sürdürmektedir. İlk gece hakkı, bütün ortaçağ boyunca, hiç
değilse Kelt asıllı ülkelerde, örneğin doğrudan doğruya grup halinde
evlilikten çıkmış bulunduğu Aragon'da hep vardı. Kastilya'da köylü hiçbir
zaman toprakbent (
serf) olmadığı halde, Aragon'da Katolik
Fernando'nun 1486 fermanına kadar toprakbentliklerin (
servages) en
utanç vericisi hüküm sürdü. Bu belgede şöyle bir parça var:
"Kararlaştırır ve bildiririz ki, yukarda adı geçen beyler (
senyors,
barons) ... bundan böyle, bir köylünün evlendiği kadınla ilk geceyi
geçiremezler; kendisine uyruk olunmanın (
suzerainete) belirtisi
olarak, düğün gecesi, kadın yattıktan sonra, kadının ya da yatağın üstünden
aşamazlar; sözkonusu beyler, bundan böyle, paralı ya da parasız, köylülerin
isteklerine aykırı olarak, onların kız ya da oğullarını kullanamazlar."
(Sugenheim tarafından özgün Katalan [lehçesinde -ç.] metninden alınmıştır.
Le Servage, Petersburg 1861, s. 35.)
(sayfa
278)
Bachofen, "
hétaïrisme" ya da "sefihçe çiftleşme" adını verdiği
şeyden karı-koca evliliğine geçisin tamamen kadınların eseri olduğunu
kesinlikle ileri sürdüğü zaman, bir kez daha sözgötürmez biçimde haklıdır:
İktisadî yaşam koşullarının, eski komünizmi yıkarak geliştiği ve nüfus
yoğunluğunun da arttığı ölçüde, geleneksel cinsel ilişkiler ilkel
saflıklarını yitiriyor, ve iffet hakkını, bir tek adamla geçici ya da
sürekli evlenme hakkını bir kurtuluş gibi görmeye başlayan kadınlara,
gitgide alçaltıcı ve ezici olarak görünüyorlardı. Bu ilerleme kaynağını
erkeklerden alamazdı; çünkü erkeklerin, günümüze kadar, edimli grup halinde
evlenme tatlarından vazgeçmek, hiçbir zaman akıllarına bile gelmemiştir.
Ancak kadınların iki başlı evliliğe geçişe meydan vermelerinden sonradır ki,
erkekler sıkı tek-eşliliğe girebildiler — ama gerçekte, bu tek-eşlilik,
yalnızca kadınlar içindir.)
İki-başlı-aile, yabanıllık ile barbarlığın sınırlarında, çoğunlukla
yabanıllığın yukarı aşamasında, bazı bazı da barbarlığın yalnızca aşağı
aşamasında kuruldu İki-başlı-aile, barbarlık için belirleyici aile
biçimidir; tıpkı grup halinde evliliğin yâbanıllık, ve tek-eşliliğinde
uygarlık için olduğu gibi. Bunun, kesin tek-eşliliğe kadar gelişmesine devam
edebilmesi için, buraya kadar etkisini görmüş bulunduğumuz nedenlerden başka
nedenler gerekmiştir. İki-başlı-aile içinde, topluluk daha o zamandan son
birliğine, iki atomlu molekülüne indirgenmiş bulunuyordu: bir erkek ve bir
kadın. Doğal seçme, evliliklerdeki ortaklıkları durmadan evlilik dışına atma
yolundaki yapıtını tamamlamıştı; artık ona bu yönde yapacak hiç bir şey
kalmamıştı. Öyleyse, eğer yeni devindirici güçler,
toplumsal güçler
işe karışmasaydı, iki-başlı-aileden yeni bir aile biçimi çıkması için hiçbir
neden yoktu. Ama bu yeni devindirici güçler işe karıştı.
Şimdi Amerika'yı, iki-başlı-ailenin klasik toprağını bırakıyoruz. Bu
ülkede, daha yüksek bir aile biçiminin gelişmiş olduğunu, bulgulanma ve
fetihten önce, ülkenin herhangi bir yerinde tekeşliliğin varlığını gösteren
hiçbir belirti yoktur. Ama Eski Dünyada durum bambaşkaydı.
Burada, hayvanların evcilleştirilmesi ve sürüler yetiştirilmesi, o
zamana kadar görülmemiş bir zenginlik kaynağını
(sayfa 279)
geliştirmiş ve yepyeni toplumsal ilişkiler yaratmıştı. Barbarlığın aşağı
aşamasına kadar, durağan servet hemen yalnızca ev, giysiler, kaba
mücevherler ve sandal, silah, en ilkel ev avadanlıkları gibi, yiyecek elde
edilmesi ve hazırlanması için zorunlu aletlerden ibaretti. Yiyeceğe gelince,
onun her gün yeniden kazanılması gerekiyordu. Bundan böyle, çoban halklar
gelişiyorlardı: Aryenler, Pencap ve Ganj vadisinde ve Amuderya ile
Sirderya'nın daha da iyi suladığı bozkırlarda; Semitler, Dicle ve Fırat
boylarında; at, deve, eşek, sığır, koyun keçi ve domuz sürüleriyle, durmadan
çoğalmak ve et ve süt gibi besinleri bol bol sağlamak için, yalnızca göz
kulak olmak ve en kaba özeni göstermekten başka bir şey istemeyen bir
zenginliğe sahiptiler. Daha önce yiyecek elde etmekte kullanılan bütün
araçlar geri plana geçti; avcılık, bir zorunluluk olmaktan çıkarak bir lüks
haline geldi.
Peki, bu yeni servet kime aitti? Başlangıçta, hiç kuşkusuz gense. Ama
sürüler üzerindeki özel mülkiyet, erkenden gelişmiş olmalıydı. Musa'nın
Birinci Kitabı denilen kitabın yazarınca, İbrahim Peygamberin, kendi öz
hakkı gereği mi [bir aile topluluğu başkanı olarak], yoksa bir gensin
gerçekten soydan geçme başkanı niteliğiyle mi, sürülerinin sahibi olarak
kabul edildiğini söylemek güçtür. Ama, İbrahim Peygamberi, modern anlamda
bir mülk sahibi (mâlik) olarak düşünmememiz gerektiği de apaçıktır. Bunun
kadar açık olan bir şey de, kendisi hakkında belgelere. sahip bulunduğumuz
tarih eşiğinde, daha o zamandan, sürülerin her tarafta aile başkanlarının
özel mülkiyetinde olduklarıdır; — tıpkı barbar zanaatının ürünleri: madenî
avadanlık ve lüks maddeler gibi, tıpkı insan sürüsü: köleler gibi.
Çünkü kölelik de, bu andan itibaren türetilmişti. Aşağı aşamada
bulunan barbar için, kölenin bir değeri yoktu. Bundan ötürü Amerikan
yerlileri, yendikleri düşmanlarına karşı, yukarı bir aşamada bulunan
barbarların yaptıklarından bambaşka bir biçimde davranıyorlardı. Erkekler ya
öldürülüyor, ya da yenenlerin aşiretine kardeş olarak kabul ediliyorlardı;
kadınlarla da, ya evleniliyor ya da onlar da, yaşayan çocuklarıyla birlikte,
yenen aşirete kabul ediliyorlardı. Bu aşamada, insan emek-gücü, henüz kendi
bakım
(sayfa 280) masraflarını kayda değer bir
şekilde aşan bir artı (fazla) sağlamaz. Ama hayvancılık, madenlerin
işlenmesi, dokumacılık ve sonunda tarımın başlamasıyla durum adamakıllı
değişti. Eskiden elde edilmeleri o kadar kolay olan kadınlar, bir değişim
değeri kazanmışlar ve satın alınır olmuşlardı; emek-gücü için de, özellikle
sürüler kesinlikte aile mülkiyeti haline geldiği andan itibaren, aynı şey
oldu. Aile, hayvan sürüsü kadar hızla çoğalmıyordu. Sürülere gözkulak olmak
için daha çok insana gereksinme vardı; bu iş için üstelik tıpkı hayvan
sürüsü gibi çoğaltılabilen düşman savaş tutsakları kullanılabilirdi.
Bir kez ailelerin özel mülkiyetine geçip, orada hızla arttıktan sonra,
bu türlü servetler, iki-başlı-evlilik ve analık hukuklu gens üzerine kurulu
topluma büyük bir darbe vurdu. İki-başlı-evlilik, aile içine yeni bir öğe
sokmuştu. Sahici annenin yanında, sahici, delilli ispatlı ve büyük bir
olasılıkla günümüzün birçok "babalar"ından çok daha gerçek babaya da yer
veriyordu. Bu çağın ailesi içinde yürürlükte bulunan işbölümüne göre, erkeğe
yiyeceğin ve bu iş için zorunlu çalışma aletlerinin sağlanması düşüyordu;
bunun sonucu, erkek, bu çalışma aletlerinin sahibiydi; ayrılma halinde
kadına ev eşyaları kalırken, erkek, bu aletleri birlikte götürüyordu. Demek
ki, bu toplumda yürürlükte bulunan töreye göre, erkek aynı zamanda yeni
beslenme kaynağının, hayvan sürüsünün, daha sonra da yeni çalışma aracının,
kölelerin sahibiydi. Ama gene bu toplumdaki töreye göre, çocukları onun
mirasçısı olamazlardı. Bu konuda durum şöyleydi:
Analık hukukuna göre, yani soy zinciri yalnızca kadın tarafından
hesaplandığı sürece, ve gensteki ilkel miras töresine göre,
gentilice
akrabalar, başlangıçta yakın
gentilice'lerinin mirasçısı oluyorlardı.
Servetin, gens içinde kalması gerekiyordu. Miras yoluyla geçen nesnelerin
düşük değerde olmaları dolayısıyla, ola ki, pratikte, bu miras hep en yakın
gentilice akrabalara, yani ana tarafından kandaşlara geçerdi. Ama,
ölen erkeğin çocukları onun gensine değil, analarının gensine ait idiler; bu
çocuklar, başlangıçta, analarının öbür kandaşlarıyla birlikte, ve daha
sonra, belki birinci dereceden, analarının mirasçısı olurlardı; ama
(sayfa 281) babalarının mirasçısı olamazlardı, çünkü
onun gensine ait değillerdi ve herkesin serveti, kendi gensinde kalmak
gerekirdi. Demek ki, sürülerin sahibi ölünce, sürüler önce onun erkek ve kız
kardeşleriyle, kız kardeşlerinin çocuklarına, ya da anasının kız
kardeşlerinin çocuk ve torunlarına geçerdi: Ama kendi öz çocukları mirasçı
olamazlardı.
Servetlerin artışı, bir yandan aile içinde erkeğe kadından daha önemli
bir yer kazandırıyor, bir yandan da bu durumu, geleneksel miras düzenini
çocuklar yararına değiştirmek için kullanma eğilimini ortaya çıkarıyordu.
Ama soy zincirinin analık hukukuna göre hesaplanması yürürlükte kaldıkça, bu
olanaklı değildi. Öyleyse, önce değiştirilmesi gereken şey buydu; ve öyle de
oldu. Bu iş, bugün sanılabileceği kadar güç olmadı. Çünkü bu devrim
—insanlığın tanımış olduğu en köklü devrimlerden biri— bir gensin yaşamakta
olan üyelerinden bir tekinin bile durumunda herhangi bir değişiklik yapmak
gereğini duymadı: Gensin bütün üyeleri, önceleri ne durumda iseler, gene
öyle kalabildiler. Yalnızca, gelecekte, erkek üyelerin çocuklarının gens
içinde kalacaklarını, kadın üyenin çocuklarının ise buradan çıkarılarak
babalarının gensine geçeceklerini kararlaştırmak, bu iş için yeterliydi.
Böylece, kadın tarafından hesaplanan soy zinciri ve analık miras hukuku
kaldırılmış, erkek tarafından hesaplanan soy zinciri ve babalık miras hukuku
kurulmuştu. Uygar halklarda bu devrimin hangi çağda ve nasıl gerçekleşmiş
olduğunu bilmiyoruz. Bu iş, tamamen tarih-öncesi dönemine ilişkindir.
Gerçekleşmiş bulunan
olgunun kendisine gelince,
özellikle, Bachofen tarafından toplanmış birçok analık hukuku kalıntısı,
bunu gereğinden çok kanıtlamaktadır; yakın zamanlarda ya da günümüzde, bir
servet artışı ve yaşama biçiminde bir değişiklik (ormanlardan çayırlara göç)
etkisiyle olduğu kadar uygarlığın ve misyonerlerin tinsel etkisiyle de bu
devrimi tamamlayan birçok aşirete bakarak, bu işin ne kadar kolay olduğunu
görüyoruz. Missouri'deki sekiz aşiretten altısında, erkek tarafından
hesaplanan bir soy zinciri ve bir miras düzeni, öbür ikisinde de, hâlâ kadın
tarafından hesaplanan bir soy-zinciri ve miras düzeni vardır. Shawneler,
Miamieler ve Delawarelar'da, babalarının mirasçısı olabilmeleri için,
(sayfa 282) çocuklara, babalarının gensine ilişkin
bir ad vererek onları baba gensine geçirme töresi yerleşmiştir. "İnsanı,
adlarını değiştirerek, nesneleri değiştirmeye götüren ezelî kurnazlık! Ve,
dolaysız bir çıkarla dürtülünce, gelenek içinde kalarak geleneği yıkmak için
bulunan dolambaçlı yol!" (Marx.) Bu durumdan, içinden çıkılmaz bir
karışıklık doğdu ve buna, ancak babalık hukukuna geçmekle, kısmen çare
bulundu. "Kısacası, bu, en doğal geçiş görünüyor." (Marx.) Bu geçişin, Eski
Dünyanın uygar halklarındaki oluş biçimi üzerine karşılaştırmalı hukuk
uzmanlarının bize söyleyebildikleri şeyler için —aslında, bunlar
varsayımlardan ibarettir— bakınız: M. Kovalevski,
Tableau des
origines et de L'evolution de la
famille et de la propriete, Stockholm
1890.]
Analık hukukunun yıkılışı,
kadın cinsin büyük
tarihsel yenilgisi oldu. Evde bile, yönetimi elde tutan erkek
oldu; kadın aşağılandı, köleleşti ve erkeğin keyif ve çocuk doğurma aleti
haline geldi. Kadının özellikle Yunanlıların kahramanlık çağında, sonra da
klasik çağda görülen bu aşağılanmış durumu, giderek süslenip püslendi,
aldatıcı görünüşlere sokuldu, bazan yumuşak biçimler altında saklandı; ama
hiçbir zaman ortadan kaldırılmadı.
Erkeklerin tekelci egemenliği kurulduktan sonra, bunun ilk etkisi; o
zamanlar ortaya çıkan ataerkil ailenin aracı biçimi içinde kendini gösterdi.
Bu aile biçimini en başta belirleyen şey, az sonra üzerinde duracağımız
çok-karılılık değil, ama "özgür ya da değil, belirli sayıdaki kimselerin,
aile başkanının kabaca otoritesi altında bir aile kurarak örgütlenmesidir.
Semitik biçim içersinde; bu aile reisi çok-karılı olarak yaşar; kölelerin
bir karısı ve çocukları vardır ve bütün örgütlenmenin amacı, sınırları belli
bir alan üzerinde, sürülerin korunmasıdır."
[154]
Asıl önemli olan, kölelerin [aileye -ç.] katışması ve babaca
otoritedir; bu yüzden de bu aile biçiminin en yetkiri örneği, Roma
ailesidir. Başlangıçta,
familia sözcüğü, günümüzdeki darkafalı
burjuvaların duygusallık ve karı-koca cilvelerinden yapılma aile anlayışını
dile getirmez; Romalılarda, her şeyden önce hatta karı-koca ile bunların
çocukları için değil, yalnızca köleler için kullanılır.
Famulus
(sayfa 283) "evcil köle" anlamına gelir ve
familia,
bir tek adama ait bulunan kölelerin bütünü demektir. Daha Gaius zamanında,
familia, "
id est patrimonium" (yani miras payı)
vasiyetle bırakılıyordu. Deyim, Romalılar tarafından, içinde, başkanın,
kadın, çocuklar ve belirli sayıda köleyi babalık otoritesi altında tuttuğu
ve hepsi üzerinde yaşatmak ya da öldürmek hakkına sahip bulunduğu yeni bir
toplumsal örgütü belirtmek için türetildi.
"Demek ki, sözcük, tarımın ve törel köleliğin başlaması ve Aryen
İtalyalılarla Yunanlıların ayrılmasından sonra kurulan Latin aşiretlerindeki
katı aile sisteminden daha eski değildir."
[155]
Marx ekler: "Daha başlangıçta tarımsal hizmetlerle ilgili olduğuna göre,
modern aile, tohum halinde, yalnızca köleliği (
servitus) değil,
toprakbentliği (
servage) de kapsar. Sonraları toplum ve devlet içinde
geniş ölçüde gelişen bütün çelişkiler,
minyatür halinde,
modern ailenin içinde vardır."
Bu aile biçimi, iki-başlı-aileden tek-eşliliğe geçişin belirtisidir.
Kadının bağlılığını, yani çocukların babalığını sağlama bağlamak için,
kadın, erkeğin insafına bırakılmıştır: adam kadını öldürürse, hakkını
kullanmaktan başka bir şey yapmış olmaz.
Ataerkil aile ile birlikte, yazılı tarih alanına giriyoruz; işte ancak
bu alanda karşılaştırmalı hukuk bilimi bize büyük bir yardımda bulunabilir.
Ve gerçekten, bu bilim, burada, bize, esaslı bir ilerleme getirmiştir.
Günümüzde Sırplar ve Bulgarlarda ("Dostça" sözcüğüyle çevrilebilecek)
zádruga ya da
bratstvo ("Kardeşlik") adı altında, ve Doğulu
halklarda da değişik bir biçim altında hâlâ gördüğümüz ataerkil ev
topluluğunun, grup halinde evlilikten çıkmış bulunan analık hukuku ile,
modern dünyanın karı-koca ailesi arasındaki geçiş aşamasını oluşturmasının
kanıtını Maksim Kovalevski'ye borçlu bulunuyoruz (
Tableau des
origines et de l'évolution de la
famille et de la piopriété, Stockholm
1890, s.60-100). Bu, hiç değilse antikçağ dünyasının uygar halkları için,
Aryenler ve Semitler için tanıtlanmış gibi görünür.
Bu tür bir aile topluluğunun henüz yaşamakta bulunan en güzel örneği,
Güney Slavlarının
zádruga'sıdır.
(sayfa 284)
Zádruga, aynı babadan gelen ve karılarıyla birlikte aynı çiftlikte
oturan çeşitli kuşakları kapsar; bunlar tarlalarını birlikte eker, ortaklaşa
beslenir, ortaklaşa giyinirler ve ürün fazlalarına da ortaklaşa sahip
olurlar. Topluluk, evi dışarıya karşı temsil eden evin efendisinin (
domacin)
yüksek yönetimi altında bulunur; evin efendisi, düşük değerdeki nesneleri
satma hakkına sahiptir; para işlerine o bakar ve günlük işlerin
sorumluluğunu o taşır. Seçimle atanır; ama topluluğun en yaşlı kişisi olması
zorunlu değildir. Topluluktaki kadınlarla onların yaptığı işler genellikle
domacin'in karısı olan evin hanım efendisinin (
domacica)
yönetimi altında bulunur. Genç kızlar için koca seçiminde, evin hanımının
da, hatta çoğunlukla ağır basan, oy hakkı vardır. Ama bütün işlerde asıl
yetki aile meclisinde, kadın-erkek bütün erginlerden toplanmış olan
kuruldadır. Evin efendisi bu kurula hesap verir; kesin kararları bu kurul
alır, bütün topluluk üyeleri üzerindeki yargılama yetkisini gene bu kurul
kullanır, özellikle toprak vb. gibi belirli bir önemdeki alım-satımları bu
kurul kararlaştırır.
Rusya'da da bu büyük aile birliklerinin ortadan kalkmamış bulunduğu,
bundan on yıl kadar önce saptanmıştır.
[156]
Günümüzde, bu aile topluluklarının, Rus halk töresinde,
obscina ya da
köy cemaatlerinden (
communaute villageoise) daha az köklü
olmadığı, genellikle kabul ediliyor. Bu aile birlikleri, en eski Rus
mecellesinde (yasalar dergisi), Yaroslav
Pravda'sında, Dalmaçya
yasalarında
[157]
taşıdığı adla (
vervj), ve bunun gibi Polonya ve Çek tarih
kaynaklarında da yer alır.
Heusler'e göre (
Institutions de droit
germanique), Almanlarda da, iktisadî birim; başlangıçta,. modern anlamda
karı-koca ailesi değil, birçok kuşak ya da birçok karı-koca ailesinden
kurulu ve üstelik çoğunlukla köleleri de kapsayan "ev birliği"dir ("
association
domestique"). Roma ailesi de bu tipe bağlıdır ve bu yüzden, babanın
mutlak egemenliği ve ailenin öbür üyelerinin baba karşısında hiçbir hakka
sahip olmamaları, bir zamandan beri şiddetli tartışma konusu olmuştur. Aynı
tür aile birlikleri, herhalde İrlanda Keltlerinde de mevcuttu; Fransa da, bu
birlikler, Devrime kadar, Nivernais'de,
parçonneries adı altında
varlıklarını
(sayfa 285) sürdürürler, bugün de,
Franche-Comté'de, henüz tamamen ortadan kalkmamışlardır. Louhans
(Saônett-Loire) bölgesinde, çatıya kadar yükselen ortak merkezî salonu
bulunan büyük köy evleri görülür; salonu, çepeçevre, altı ya da sekiz
basamakla çıkılan yatak odaları çevirir. Bu evlerde, aynı ailenin çeşitli
kuşakları otururlar.
Hindistan'da, toprağı ortaklaşa eken ev toplulukları, daha, Büyük
İskender zamanında, Nearkhos tarafından sözkonusu edilmişti: bu topluluklar,
günümüzde de, aynı bölgede, Pencap'ta ve ülkenin bütün kuzey-batısında
varlıklarını sürdürüyorlar. Kovalevski, bu ev topluluğunun Kafkasya'daki
varlığını bizzat gösterebilmiştir. Cezayir'de, bu topluluk, Kabileler
arasında varlığını sürdürmektedir. Bunun Amerika'da da bir zamanlar varolmuş
olması gerekir. Zurita'nın anlattığı eski Meksika'da yaşayan
calpullis'lerde,
[158]
bu aile türünün varlığı iddia olunur; buna karşılık Cunow, (
Ausland[159]
1890, no 42-44) fetih çağında, Peru'da, ekili toprakların devirli
paylaşılması, buna göre bireysel ekimi ile birlikte, bir çeşit mark
kuruluşunun (ve garip olanı, orada mark'a
marka deniyordu)
varolduğunu oldukça açık bir biçimde tanıtlamıştır.
Herhalde toprağa ortaklaşa sahip olan ve toprakta ortaklaşa tarım
yapan ataerkil ev topluluğu, şimdi önce olduğundan çok başka bir önem
kazanır. Bunun, uygar halklarda ve antikçağ dünyasının birçok öbür
halklarında, analık hukuklu aileyle karı-koca ailesi arasında oynadığı büyük
geçiş rolünden artık kuşku duyamayız. Biraz ilerde, Kovalevski'nin bu konuda
çıkardığı başka bir sonuçtan sözedeceğiz ki, buna göre, ataerkil ev
topluluğu, aynı zamanda, içinden bireysel tarım ve topraklarla meraların
önce belirli zaman aralıklarıyla, sonra kesinlikle bölüşüldüğü köy cemaati
ya da markın çıkmış bulunduğu geçiş aşamasını oluşturuyordu.
Bu ev toplulukları içinde aile yaşamına gelince, hiç değilse Rusya'da
evlek başkanlarının, topluluktaki kadınlara, özellikle gelinlerine karşı
durumlarını kötüye kullanarak, çoğunlukla bunlardan bir harem kurduğu
yolunda bir üne sahip bulunduklarına dikkat etmek yerinde olur; bu nokta
üzerinde Rus halk türküleri yeteri kadar uzdillidir.
(sayfa
286)
Analık hukukunun yıkılmasıyla hızla gelişmiş olan tek-eşliliğe
geçmeden önce, çok-karılılık ve çok-kocalılık üzerine birkaç söz daha [etmek
gerekiyor -ç.]. Bu iki evlilik biçimi, bunlar kendilerini bir ülkede aynı
zamanda birlikte göstermedikçe, istisnasız, söz yerindeyse, tarihin lüks
ürünlerinden başka bir şey olamaz; ki, bilindiği gibi, çok-kocalılık ile
çok-karılılığın, bir ülkede, aynı zamanda yanyana varoldukları
görülmemiştir. Öyleyse, çok-karılılıktan yoksun kalan erkekler,
çok-kocalılık tarafından köşede bırakılan kadınların yanında kendilerini
avunduramadıklarına ve toplumsal kuruluşlar ne olursa olsun, şimdiye kadar
erkeklerle kadınların sayısı duyulur ölçüde birbirine eşit bulunduğuna göre,
bu evlenme biçimlerinden biri ya da öbürünün yaygınlaşması olanaksız
demektir. Gerçekte bir erkeğin çok-karılı olması açıkça köleliğin ürünüydü
ve birkaç istisnai durumla sınırlanıyordu. Semitik ataerkil aile içinde,
yalnızca aile reisi ve en çok oğullardan birkaçı, çok-karılı durumunda
yaşarlar; öbürlerinin tek kadınla yetinmeleri gerekir. Günümüzde de, bütün
Doğuda durum böyledir; çok-karılılık; zenginlerin ve büyüklerin bir
ayrıcalığıdır ve başlıca kaynağı köle satın alınmasıdır; halk kitlesi
tek-eşlilik halinde yaşar. Hindistan ve Tibet'teki çok-kocalılık da bundan
daha az istisnaî bir durum değildir; kökeni henüz derinliğine incelenmemiş
bulunan grup halinde evliliğe bağlanır. Çok-kocalılık, pratikte,
müslümanların kıskanç harem örgütünden çok daha hoşgörülü gibi görünür.
Hindistan'daki Nairler'de üç, dört ya da daha çok erkek, bir kadına
ortaklaşa sahip olabilirler; ama bunun dışında, bu erkeklerden herbiri,
başka üç ya da daha fazla erkekle birlikte, bir ikinci, hatta bir üçüncü,
bir dördüncü, vb. kadına da sahip olabilir. Mac Lennan'ın, üyelerine aynı
zamanda birçok kulübe dahil olmayı sağlayan ve bizzat kendisi tarafından
anlatılan bu evlenme kulüplerinde yeni bir
kulüp halinde
evlenme sınıfı bulgulamamış olması doğrusu bir mucizedir. Zaten bu
evlenme kulübü pratiği, asla gerçek bir çok-kocalılık değildir; tam tersine,
Giraud-Teulon'un göstermiş olduğu gibi, grup halinde evliliğin bir özel
biçimidir; erkekler çok-karılı, kadınlar çokkocalı halinde yaşarlar.
(sayfa 287)
4.
Tek-eşli-aile (La famille monogamique).
Daha önce gösterilmiş olduğu gibi, tek-eşli-aile, barbarlığın orta ve yukarı
aşamaları arasındaki sınırı oluşturan çağda, iki-başlı-aileden doğar; kesin
yengisi, başlangıç durumundaki uygarlığın belirtilerinden biridir. Babaları
kesinlikle bilinen çocuklar yetiştirmek amacıyla, bu aile, erkek egemenliği
üzerine kurulmuştur; babalığın kesinlikle bilinmesi gerekliydi, çünkü bu
çocuklar, dolaysız mirasçılar olarak, bir gün babalarının servetine sahip
olacaklardır. Tek eşli aile, iki başlı evlilikten, artık taraflardan
ikisinin de istedikleri zaman çözemeyecekleri evlilik bağının daha
sağlamlaşmasıyla ayrılır. Genel kural olarak, şimdi yalnız erkek bu bağı
çözer ve karısını boşayabilir. Sadakatsizlik hakkı, ayrıca, hiç değilse töre
tarafından; şimdiye kadar erkeğin tekelinde bırakılmıştır (
Code
Napoléon) bu ayrıcalığı açıkça erkeğe veriyor, yeter ki, düşüp kalktığı
kadını karısının evine getirmesin
[160]);
ve bu hak, toplumsal gelişme yükseldiği ölçüde, hep daha çok kullanılır; ama
kadın eski cinsel pratiği anımsar da onu daha zorlu bir biçimde
cezalandırılır.
Yeni aile biçimini, bütün sertliği içinde, ilkin Yunanlılarda görürüz.
Marx'ın yazmış olduğu gibi, mitolojideki tanrıçaların rolü; kadınların daha
özgür, daha saygıdeğer bir duruma sahip bulundukları daha eski bir çağı
betimler; ama kahramanlık çağında kadını erkeğin üstünlüğü ve kölelerin
rekabeti dolayısıyla iyice aşağılanmış olarak görüyoruz. Daha iyisi,
Odise'de Telemak'un anasını nasıl azarladığı ve nasıl susturduğu
okunsun. Homeros'ta, ele geçirilen kadınlar, yenenlerin cinsel keyfine
teslim edilirler; herkesin bir sırası vardır, şefler hiyerarşik sıralarına
göre, en güzellerini seçerler; bütün
İlyada'nın, bu köle kadınlardan
biri konusunda, Akhilleus ile Agamemnon arasındaki bir çekişme etrafında
döndüğü bilinir. Homeros'un azbuçuk önemli her kahramanı için, bu kahramanın
çadırını ve yatağını paylaştığı bir tutsak kadından sözedilir. Galip erkek,
bu genç kızları dönüşte ülkesine ve karısının yaşadığı eve götürür.
Aiskhylos'ta Agamemnon Kassandra'yı böyle götürür. bu köle
(sayfa 288) kadınlardan doğan erkek çocuklar, baba mirasından küçük
bir pay alırlar ve özgür insanlar olarak kabul edilirler; böylece,
Telamon'un töre-dışı oğlu Teukros; babasının adını taşımak hakkına sahiptir.
Yasal karı bütün bunlara katlanmak ama iffetini sıkı sıkıya koruyup, kocaya
bağlılıkta kusur etmemek zorundadır. Kahramanlık çağındaki Yunan kadınının,
uygarlık çağındakinden daha çok saygı gördüğü doğrudur; ama sonunda, erkek
için, kendi meşru mirasçılarının anası, evin en büyük kadın yöneticisi ve
içlerinden istediklerini istediği gibi kullanabileceği ve kullandığı kadın
kölelerin gözeticisi olmaktan başka bir şey değildir. Tek-eşli-evliliğin
yanısıra köleliğin varlığı, ruhları ve vücutlarıyla [efendi -ç.]
erkeğe
ait genç ve güzel köle kadınların bulunması; işte daha başlangıçta
tek-eşliliğe kendi özgül niteliğini, veren şey budur; erkek için değil,
yalnızca kadın için tek-eşli olmak. Tek eşlilik, bu
niteliği, günümüzde de hâlâ koruyor.
Daha sonraki çağın Yunanlıları için Dorlarla İyonlar arasında bir
ayrım yapmak gerekir. Klasik örneğini Isparta'nın oluşturduğu birinciler,
birçok bakımdan, bizzat Homeros'un betimlediğinden daha ilkel bir nitelik
taşıyan evlilik ilişkilerine sahiptirler. Isparta'da, Isparta devlet
anlayışına göre değiştirilmiş ve henüz grup halinde evliliğin birçok bulanık
anısını taşıyan iki-başlı-evlilik hüküm sürer. Çocuksuz evlilikler bozulur;
Kral Anaksandrides (MÖ 650'ye doğru), kısır karısının yanısıra ikinci bir
kadın aldı ve iki evli oldu; aynı çağda karılarının ikisi de kısır çıkan
Kral Ariston, üçüncü bir kadını aldı; ama buna karşılık, öncekilerden birini
boşadı. Öbür yandan; birkaç erkek kardeş bir kadına ortaklaşa sahip
olabiliyorlardı, arkadaşının karışından hoşlanan biri, onunla bu kadını
paylaşabiliyordu; karısını (Bismarck'a yaraşır bir deyimle) güçlü bir
"damızlık"ın yararlanmasına hazır bulundurmak, hatta bu damızlık yurttaş
sayılmasa bile, uygun karşılanıyordu. Plutharkos'un, içinde, Ispartalı bir
kadının, kendisine öneride bulunan âşığını kocasına gönderdiğini okuduğumuz
bir parçası, (Schömann'a göre) törelerde daha da büyük bir özgürlüğün hüküm
sürmekte olduğunu gösterir. Bundan ötürü, gerçek bir kandırma, kocasının
haberi olmadan kadının ona
(sayfa 289) sadakatsizlik
göstermesi, görülmemiş bir şeydi. Öbür yandan, evcil kölelik, Isparta'da hiç
değilse en iyi çâğında, bilinmiyordu; demirbaş köleler, beylik yerlerde,
ayrı olarak oturuyorlardı; öyleyse, Ispartalılar için
[161]
onların karılarını almak eğilimi (
tentation) çok önemsizdi. Bütün bu
koşulların zorunlu sonucu olarak, Ispartalı kadınlar, öbür Yunan
kadınlarından çok daha saygıdeğer bir duruma sahip bulunuyorlardı. Eski
Yunanlıların kendilerinden saygı ile sözedip, söyleşilerini kaydetmek
zahmetine katlandıkları kadınlar, yalnızca Ispartalı kadınlarla, Atina'nın
seçkin hafif meşrep kadınlarıdır (
hétaïres).
Atina'nın, kendilerini tipik bir örnek olarak temsil ettiği İyonlar'da
ise durum bambaşkadır. Genç kızlar, yalnızca eğirme; dokuma ve dikiş, olsa
olsa biraz da okuyup yazma öğrenirlerdi. Deyim yerindeyse, dört duvar
arasına kapatılmışlardı ve ancak öbür kadınlarla düşüp kalkarlardı. Harem
dairesi (
le gynecée) üst katta ve arkaya bakan, evden ayrı bir
kısımdı; erkekler, özellikle yabancılar, oraya kolayca giremezdi; erkek
konuklar gelince, kadınlar oraya çekilirlerdi. Yanlarında bir köle kadın
(cariye) bulunmadıkça kadınlar sokağa çıkmazlardı; evde, sıkı bir gözetim
altında yaşarlardı; Aristophanes, aşıkları korkutmaya yarayan molos'lardan,
iri kıyım bekçi köpeklerinden sözeder
[162];
ve hiç değilse Asya kentlerin de, kadınları gözetmek için harem ağaları
kullanılırdı, ki bunlar daha Herodotos zamanında Sakız adasında ticari
ereklerle iğdiş edilir ve Wachsmuth'a göre, yalnızca Barbarlar tarafından
satın alınmazlardı. Euripides'te, kadınlar
oikourema, "ev eşyası"
(sözcük nötr'dür [yani erkek ya da dişi değildir -ç.]) olarak
nitelendirilmiştir; ve çocuk doğurmak işi bir yana, kadın, Atinalı erkek
için, baş hizmetçiden başka bir şey değildi. Erkek, atletlere özgü beden
hareketleri yapar, genel siyaset tartışmalarına katılırdı; kadın bunların
dışında tutulurdu. Üstelik, çoğunlukla erkeğin emrinde köle kadınlar
bulunurdu, ve Atina'nın en parlak çağında, her şeyden önce devlet tarafından
kolaylaştırılan çok yaygın bir fuhuş vardı. İşte, bu fuhuş temeli
üzerindedir ki, Isparta kadınlarının karakter bakımından egemen oldukları
antikçağ kadın dünyasının
(sayfa 290) genel düzeyine,
zeka ve sanatsal beğeninin eğitimiyle, o kadar yüksekten egemen olan Yunan
kadınlarına özgü nitelikler gelişmiştir. Ama, kadın olmak için, önce
hafifmeşrepliğin (
hétaïrisme) gerekmesi, Atina ailesinin ocağına
incir diker.
Bu Atina ailesi, zaman boyunca, yalnız öbür İyonların değil, gitgide
artan ölçüde kıtadaki ve kolonilerdeki bütün Yunanlıların, ev ilişkilerinde
kendilerine örnek aldıkları bir tip oldu. Hapisliğe ve gözetime karşın,
Yunan kadınları, gene de, kocalarını aldatma fırsatını çoğunlukla
buluyorlardı. Karılarına karşı sevgi göstermekten utanan kocalar,
hafifmeşrep kadınlarla her türlü aşkdaşlık macerasıyla günlerini gün
ediyorlardı; nedir ki, kadınların alçalmasının öcü, erkeklerin de
alçalmasıyla alınmış oldu; erkekler, iğrenç oğlancılık pratiğine düşecek ve
Ganymedes mitosuyla tanrılarını onurdan düşürerek, bizzat kendi onurlarını
da yitirecek kadar alçaldılar.
İlkçağın en uygar ve en geniş gelişmiş halkı içinde inceleyebildiğimiz
kadarıyla, tek-eşliliğin başlangıcı böyle oldu. Tek-eşlilik, hiç bir
şekilde, bireysel cinsel aşkın meyvesi olmadı; evlilikler, geçmişte olduğu
gibi, gene büyükler tarafından kararlaştırıldıklarına göre, tek-eşlilikle
bireysel cinsel aşkın hiçbir ilişkisi yoktu. Bu doğal koşullar üzerine
değil, iktisadi koşullar [yani, özel mülkiyetin, ilkel ve kendiliğinden
ortaklaşa mülkiyet üzerindeki yengisi] üzerine kurulmuş ilk aile biçimi
oldu. Aile içinde erkeğin egemenliği ve yalınızca ondan olabilecek ve
babanın serveti kendilerine kalacak çocukların doğması, -karı-koca
evliliğinin (
mariage conjugal), Yunanlılar tarafından
içtenlikle açıklanmamış gerçek erekleri işte bunlardı. Bununla birlikte, bu
evlilik onlar için bir yük, tanrılara, devlete ve atalarına karşı, yerine
getirmeleri gereken bir görevdi. [Atina'da yasa yalnızca evliliği zorunlu
hale getirmekle kalmıyor, ayrıca koca tarafından, evlilik görevleri adını
verdiği şeyin de asgari ölçüde yerine getirilmesini zorunlu kılıyordu.]
Öyleyse, karı-koca evliliği tarihe asla erkekle kadının karşılıklı
uzlaşması olarak girmez ve hele en yüksek evlenme biçimi olarak asla kabul
edilemez. Tersine: bir cinsin öbürü tarafından uyruk altına alınması olarak
bütün
(sayfa 291) tarih-öncesinin o zamana kadar
bilmediği, iki cins arasındaki bir çatışmanın açığa vurulması olarak ortaya
çıkar. 1846'da, Marx ve benim tarafımdan meydana getirilmiş, yayımlanmamış
eski bir el yazmasında şu satırları buluyorum: "İlk işbölümü, erkekle kadın
arasında, döl verme bakımından yapılan iş bölümüdür."
[9]
Ve şimdi ekleyebilirim: Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması,
erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki
gelişmesiyle; ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından
baskı altına alınmasıyla düşümdeştir. Karı-koca evliliği, büyük bir tarihsel
ilerlemedir; ama aynı zamanda, kölelik ve özel mülkiyetin yanısıra, günümüze
kadar uzanan ve bazılarının gönenç ve gelişmesi, bazılarının da acı ve
gerilemesiyle elde edildiğine göre, o her ilerlemenin aynı zamanda görece
bir gerileme olduğu çağı açar. Karı-koca evliliği, uygarlaşmış toplumun
hücre-biçimidir; biz, bu biçim üzerinde, doludizgin gelişen uzlaşmaz
karşıtlık ve çelişkilerin içyüzünü inceleyebiliriz.
İki-başlı-evliliğin yengisiyle olsun, hatta karı-koca evliliğinin
yengisiyle olsun, cinsel ilişkilerdeki eski görece özgürlük asla ortadan
kalkmadı. "Pünalüen (ortaklaşa) grupların yavaş yavaş ortadan kalkmasıyla en
dar sınırlarına çekilmiş bulunan eski evlilik sistemi, gelişmekte bulunan
aileye hala bir ortam hizmeti görüyordu ve uygarlığın başlangıç çağına kadar
ona bağlı kaldı. Sonunda, bu eski evlilik sistemi, aile üzerine çöken
karanlık bir bölge gibi, insanlığa uygarlık dönemi içine kadar yapışıp kalan
hétaïrisme'in yeni biçimi içinde kayboldu."
Morgan,
hétaïrisme adı altında, erkeklerin,
karı-koca
evliliği dışında, evli olmayan kadınlarla evlilik-dışı
ilişkilerini anlar; bu ilişkiler bilindiği gibi, bütün uygarlık dönemi
süresince çok değişik biçimler altında varlıklarını sürdürerek, gitgide açık
fuhuş biçimine dönerler. Bu
hétaïrisme, doğrudan doğruya grup halinde
evlenmeden, kadınların, iffet haklarını elde etmek için, kendilerini
vermesinden gelir. Para için kendini vermek, önce bir dinsel eylem oldu; bu
iş, Aşk tanrıçasının tapınağında yapılıyor ve para, başlangıçta
(sayfa 292) tapınak hazinesine gidiyordu.
Ermenistan'daki Anaitis, Korent'teki Afrodit tapınaklarının köleleri
[163],
tıpkı Hindistan tapınaklarına bağlı ve bayader adı verilen (bu sözcük
Portekiz dilindeki
bailadeira'nın, "dansöz"ün bozulmuş bir biçimidir)
kutsal dansözler gibi, ilk fahişeler oldular. Başlangıçta bütün kadınlar
için bir görev olan bu kendini verme, sonraları bütün öbür kadınlar yerine,
yalnızca rahibeler tarafından uygulanır oldu. Başka halklarda,
hétaïrisme,
kızlara evlilikten önce tanınan cinsel özgürlükten çıkar; — öyleyse, bize
başka bir yoldan ulaşmış bulunan
hétaïrisme, bu durumda da, grup
halinde evliliğin ilk kalıntısıdır. Maddi mallardaki eşitsizliğin ortaya
çıkmasından sonra, yani barbarlığın yukarı aşamasından itibaren, köle
emeğinin yanısıra, ücretlilik de kendiliğinden ortaya çıktı; ve aynı
zamanda, bununla zorunlu bir biçimde bağlı olarak; köle kadının kendini
verme zorunluluğunun yanısıra, özgür kadınların profesyonel fuhşu da
görüldü. Böylece, grup halinde evliliğin uygarlığa bıraktığı miras, iki
yanlıdır; tıpkı uygarlığın yarattığı her şeyin iki yanlı, ikircil, iki yanı
kesen, çelişik olması gibi: burada tek eşlilik, şurada, en aşırı biçimi
fuhuş dahil,
hétaïrisme. Bu
hétaïrisme, tıpkı herhangi bir
başka toplumsal kurum gibi, toplumsal bir kurumdur; eski cinsel özgürlüğü
korumaya yarar — ama erkekler yararına. Gerçekte yalnızca hoşgörüyle
karşılanmakla kalmaz, özellikle yönetici sınıflar tarafından, güle oynaya
uygulanır; ama sözle suçlanır. Bununla birlikte, aslında
hétaïrisme'in
kınanması erkekler için değil; yalnızca kadınlar içindir; böylece, erkeğin
kadın üzerindeki kayıtsız şartsız üstünlüğünü, toplumun temel yasası olarak
bir kez daha açıklamak için, kadınlar toplum dışına sürülüp atılır.
Ama bundan, bizzat tek-eşlilik içinde, ikinci bir çatışkı (
antinomie)
doğar.
hétaïrisme sayesinde yaşamın tadını çıkaran kocanın yanısıra,
yüzüstü bırakılmış karı vardır. Ve çatışkının iki teriminden yalnızca biri
varolamaz [ancak ikisi birden varolabilir -ç.]; tıpkı, yarısı yendikten
sonra, elde bütün bir elmanın kalamayacağı gibi. Bununla birlikte, kadınlar
tarafından gözleri açılıncaya kadar, erkekler; elmanın yarısını yedikten
sonra da, onun bütününe sahip olacakları kanısındaydılar gibi görünür.
Karı-koca evliliğiyle birlikte, ortaya, o zamana kadar bilinmeyen sürekli
iki
(sayfa 293) toplumsal tip çıkar: kadının ödevine
bağlı aşığı ve aldatılmış koca. Erkekler, kadınlar üzerinde zafer
kazanmışlardı; ama mağluplar galipleri [boynuzla -ç ] taçlandırma işini,
mertçe üzerlerine aldılar. Karı-koca evliliği ve
hétaïrisme'in
yanısıra, eşaldatma, kaçınılmaz bir toplumsal kurum haline geldi, —
yasaklanmış, şiddetle cezalandırılan, ama yok edilmesi olanaksız bir
toplumsal kurum. Babalığın gerçekliği, geçmişte olduğu gibi, gene meşru bir
kanıya dayanır kaldı; ve çözümlenmez çelişkiyi çözümlemek için,
Code
Napoléon şöyle buyurdu: "Madde 213.- Evlilik sırasında gebe kalınan
çocuğun babası, kocadır."
Üçbin yıllık karı-koca evliliğinin vardığı yüce sonuç, işte budur.
Öyleyse, karı-koca ailesinde, — tarihsel kökeninin iznini koruduğu ve
erkek ile kadın arasındaki çatışmayı, erkeğin salt egemenliği aracıyla
kendini gösterdiği biçimde açıkça ortaya çıkardığı durumlarda, — sınıflara
bölünmüş toplumun, uygarlığın başlarından beri, çözebilme, ya da üstesinden
gelebilme başarısını gösteremeden içinde devinip durduğu karşıtlık ve
çelişkilerin [aile çapına -ç.] indirgenmiş bir imgesine sahip bulunuyoruz.
Anlaşılması kolaydır ki, burada yalnızca, evlilik yaşamının, bütün bu
kurumun başlangıçtan gelen nitelik düzenine gerçekten uyduğu, ama bu düzen
içinde, kadının erkek egemenliğine karşı başkaldırdığı o karı-koca evliliği
durumlarından söz ediyorum. Aslında bütün evliliklerin böyle olmadığını da,
hiç kimse, devletler arasında olduğu kadar, evde de üstünlüğünü sağlamakta
yeteneksiz kalan ve bunun sonucu, elde tutmaya layık olmadığı egemenliği
karısına kaptıran darkafalı Alman burjuvasından daha iyi bilemez. Ama buna
karşılık, o kendisinin, çoğunlukla başından çok daha can sıkıcı serüvenler
geçen talihsiz Fransız yoldaşından daha üstün olduğuna iyice inanır.
Zaten karı-koca ailesi; her yerde ve her zaman, Yunanlılardaki gibi,
klasik ve kesin şekline bürünmemiştir. Dünyanın gelecekteki fatihleri
olarak, Yunanlılara göre daha az ince de olsa, daha geniş görüşlere sahip
bulunan Romalılarda, kadın daha özgürdü ve daha büyük bir saygı görüyordu.
Romalı erkek, evlilik sadakatinin, karısı üzerinde sahip
(sayfa 294) olduğu ölüm-dirim hakkıyla, yeteri kadar sağlama
bağlandığına inanıyordu. Zaten, kadın da, tıpkı kocası gibi, evliliğe
istediği zaman son verebilirdi. Ama karı-koca evliliğinin gelişmesindeki en
büyük ilerleme, elle tutulur biçimde, Almanların tarihe girişiyle meydana
geldi; bu da, kuşkusuz yokluk içinde bulunmaları nedeniyle, o çağda,
tek-eşliliğin onlarda iki-başlı evlilikten henüz tamamen kurtulmamış
olmasındandır. Bu sonucu, Tacitus tarafından anılmış bulunan üç durumdan
çıkartıyoruz: Önce, evliliğin kutsal sayılmış olmasına karşın —"Alman
erkekleri bir tek kadınla yetinirler: kadınlar iffetlerini kuşanmış olarak
yaşarlar"—, büyükler ve aşiret başkanları için, çok-karılılık gene de
yürürlükteydi: içlerinde iki-başlı-evliliğin varolduğu, Amerikalılardaki
duruma benzer bir durum. İkinci olarak, analık hukukundan babalık hukukuna
geçiş, henüz pek yeni olmalıydı; çünkü ananın erkek kardeşi —analık hukukuna
göre en yakın
gentilice erkek akraba— babadan daha yakın bir akraba
olarak sayılıyordu; ki bu durum aynı zamanda Marx'ın, çoğunlukla söylediği
gibi, içlerinde kendi öz ilkel zamanlarımızı anlamayı sağlayan anahtarı
bulmuş olduğu Amerikan yerlilerinin görüşüne de uyuyordu. Ve üçüncü olarak,
Almanlar arasında kadınlar büyük saygı görüyorlardı ve hatta kamu işleri
üzerinde bile etkili oluyorlardı, ki bu tek-eşliliğe özgü erkek üstünlüğü
ile çelişki halindedir. Hemen bütün bu noktalar üzerinde, Almanlar, görmüş
olduğumuz gibi, aralarında iki-başlı evliliğin de büsbütün yitip gitmemiş
olduğu Ispartalılarla uygunluk halinde bulunuyorlar. Bu bakımdan da,
Almanlarla, dünyaya yepyeni bir öğe giriyordu. Halkların birbiriyle
karışması sonucu, zamanla Roma dünyasının yıkıntıları üzerinde kurulan yeni
tek-eşlilik, erkek üstünlüğünü daha yumuşak biçimlere büründürdü ve
kadınlara, hiç değilse görünüşte, klasik antikçağda asla görmedikleri çok
daha saygın ve çok daha özgür bir yer verdi. Böylece, ilk kez olarak,
tek-eşlilikten itibaren —duruma göre, tek-eşlilikte, tek-eşliliğin yanısıra,
ya da tek-eşliliğe karşı— üzerinde tek-eşliliğe borçlu bulunduğumuz en büyük
meşru ilerlemenin: o zamana kadar dünyada bilinmeyen, iki cins arasındaki
modern bireysel aşkın gelişebileceği temel, doğmuş oluyordu.
(sayfa 295)
Ama bu ilerleme, aslında Cermenlerin hala iki-başlı-aile rejiminde
yaşamaları, ve kadının kendi öz aile rejimleri içindeki durumunu, elden
geldiğince, tek-eşlilikte de korumaları sonucuydu; yoksa Cermen törelerinin,
iki-başlı-evliliğin, tek-eşliliğe özgü, zorlu çelişkiler içinde devinmediği
yalınç olgusuna indirgenen o hayranlığa değer ve efsanemsi temizliği sonucu
değildi. Tam tersine: özellikle güney-doğuya doğru yaptıkları göçlerde,
Karadeniz kıyılarına kadar uzanan steplerdeki göçebeler arasında Cermenlerin
ahlâkı adamakıllı bozulmuştu; bu halklardan, binicilikteki becerilerinin
yanısıra, Ammianus'un Taifallar ve Prokopios'un Herüller konusundaki
kesinlikle tanıklık etmiş oldukları gibi, onların doğaya aykırı kusurlarını
da almışlardı.
Ama her ne kadar, bilinen bütün aile biçimleri arasında, yalnızca
tek-eşlilik, içinde modern cinsel aşkın gelişebildiği aile biçimi olduysa
da, bu asla modern cinsel aşkın, eşlerin karşılıklı aşkı biçimiyle,
yalnızca, hatta başlıca tek-eşlilik içinde geliştiği anlamına gelmez.
Durmuş-oturmuş ve erkek egemenliği altındaki karı-koca evliliği, özlüğü
gereği, bunun böyle olmasına aykırıydı. Bütün tarihsel bakımdan etkin
sınıflarda, yani bütün yönetici sınıflarda, evlenme akdi, iki-başlı-aileden
beri, ne idi ise o kaldı, büyüklerin düzene koyduğu bir uzlaşma işi. Cinsel
aşk tarihsel bakımdan ilk kez olarak bir tutku, (hiç değilse yönetici
sınıftan) tüm insanlara özgü bir tutku ve cinsel içgüdünün en yüksek biçimi
-ona özgü niteliğini kazandıran da budur- olarak ortaya çıktığı zaman, bu
ilk biçim, yani ortaçağın şövalye aşkı, hiç de bir karı-koca aşkı değildir.
Tersine. Klasik biçimiyle, ozanlarının göklere çıkardığı Provence'lilerde,
bu aşkın gemisi yelkenlerini eş aldatmaya doğru şişirir. Provençale aşk
şiirinin çiçeği
alba'dır (aubade'lar); Almanlar buna
Tagelieder
derler. Bu şiirler, görülmeden kaçabilmesi için, tan yerinin ilk ışıkları
belirir belirmez kendisini çağıracak erketeci dışarda ortalığı gözetlerken,
şövalyenin, sevgilisiyle —bir başkasının karısı— nasıl yattığını, ateşli
renklerle anlatır; şiirin en yüksek noktasını da, ayrılık sahnesi oluşturur.
Kuzey Fransızları, ve hatta namuslu Almanlar bile, bu şiir türünü, kendisine
uygun düşen şövalye aşkı özentileriyle birlikte benimsediler; ve bizim
Wolfram von Eschenbach,
(sayfa 296) bu dikenli
konuda, onun üç uzun kahramanlık şiirinden yeğ tuttuğum, üç nefis
Tagelieder bıraktı.
Günümüzde, bir burjuva evlenmesi iki biçimde yapılır. Katolik
ülkelerde, eskiden olduğu gibi, burjuva delikanlısına gerekli kadını
bulanlar, onun büyükleridir; ve bunun doğal sonucu, tek-eşliliğin kapsadığı
çelişkilerin en tam bir şekilde gelişmesidir: erkek tarafında, dört başı
mamur
hétaïrisme; kadın tarafında, dört başı mamur eşaldatma. Eğer
katolik kilisesi boşanmayı yasaklamışsa, bunun tek nedeni, hiç kuşkusuz,
ölüme olduğu kadar, eşaldatmaya da bir çarenin bulunmadığını kabul etmiş
olmasıdır. Buna karşılık, protestan ülkelerde, burjuva oğlunun, kendi
sınıfının kadınları arasından, azçok özgürlükle seçme hakkına sahip
bulunması kuraldandır; öyle ki, evliliğin temelinde bir dereceye kadar aşk
bulunabilir, ve protestan iki yüzlülüğüne uygun düştüğünden, evliliğin
temelinde her zaman aşkın bulunduğu varsayılır. Burada, erkeğin
hétaïrisme'i daha gevşek, kadının eşaldatması daha seyrek bir halalır.
Ne var ki, her türlü evlilik içinde, insanlar evlenmeden önce ne iseler,
gene o kaldıklarından, ve protestan ülkelerdeki burjuvalar da çoğunlukla
darkafalı olduklarından, bu protestan tek-eşlilik, en iyi durumların
ortalamasında, evlilik birliğine, aile mutluluğu adı takılan ağır bir
cansıkıntısından başka bir şey getirmez. Bu iki evlilik yönteminin en iyi
aynası romandır: katolik biçimi için Fransız romanı; protestan biçimi için
Alman romanı. Bu iki roman dan herbirinde, "erkek kendine uygun düşeni
bulacak": Alman romanında, delikanlı, genç kızı; Fransız romanında, koca,
boynuzları. Bu ikisinden hangisinin en kötü payı aldığını söylemek de, her
zaman kolay değildir. Bu yüzden, Alman romanındaki cansıkıntısı, Fransız
burjuvasında, Fransız romanındaki "
immoralité"nin (ahlâksızlığın)
darkafalı Almanda uyandırdığına eşit bir tiksinti uyandırır. Ama şu son
zamanlarda, "Berlin bir dünya başkenti haline geldiğinden" bu yana, Alman
romanı da, orada çoktan beri iyice tanınmakta olan
hétaïrisme ve
eşaldatma bakımından, utangaçlığı bırakarak, takviye almaya başlamış
bulunuyor.
Ama her iki durumda da, evlilik, eşlerin sınıf durumu üzerine
kurulmuştur; bu bakımdan her zaman kendi dışlarında kararlaştırılan bir
evlilik demektir. Gene her iki durumda
(sayfa 297)
da, durumun gereklerine göre yapılan bu evlilik, çoğunlukla en pis fuhuş
haline dönüşür — bazan her iki tarafın, ama daha çok kadının fuhşu haline;
eğer kadın alelade orospudan ayrılıyorsa, bunun tek nedeni, vücudunu, bir
ücreti gibi, parça başına kiralamayıp, bir köle gibi, bir seferde tamamen
satmasıdır. Fourier'nin sözü, durumun gereklerine göre yapılmış bütün
evlenmelere uygun düşer:
"Nasıl dilbiliminde, iki olumsuz sözcükten bir olumlama çıkarsa, tıpkı
onun gibi, evlilik ahlâkında da, iki fuhuştan bir iffet çıkar."
Cinsel aşk, ancak ezilen sınıflar içinde, yani günümüzde, proletarya
içinde, kadınla kurulan ilişkilerin gerçek kuralı olabilir ve ancak
proletarya içinde durum böyledir; bu ilişkiler toplum tarafından ister
onaylansın, ister onaylanmasın. Ama burada, klasik tek-eşliliğin bütün
temelleri yıkılmıştır. Proletaryada, tek-eşlilik ve erkek üstünlüğünün,
kendisinin korunması ve mirasçılara geçmesi için kurulmuş olduğu hiçbir
mülkiyet bulunmaz; öyleyse, bu sınıfta, erkek üstünlüğünü yararlı hale
getirmek için hiçbir uyarıcı yoktur. Üstelik, hatta bunu sağlamak için
gerekli araçlar bile eksiktir bu üstünlüğü koruyan burjuva hukuku, yalnızca
mülk sahipleri ve onların proleterlerle olan ilişkileri için mevcuttur;
tuzluya oturur; öyleyse, para yokluğundan, işçinin karısı karşısındaki
durumunda hiçbir geçerliliğe sahip değildir. İşçinin, karısı karşısındaki
durumunda, koşullara göre, bambaşka kişisel ve toplumsal ilişkiler hüküm
sürer. Ve üstelik, büyük sanayi, kadını evden kopararak emek pazarına ve
fabrikaya gönderdiği, ve onu çoğunlukla ailenin desteği durumuna
getirdiğinden beri, proleterin evinde, erkek üstünlüğünün son kalıntısı da
temelini yitirmiş oldu - belki, tek-eşlilikle birlikte töreye girmiş
bulunan, kadınlara karşı bir kabalık artığı hariç. Böylece, Tanrının dünyevi
ve uhrevi tüm kayrasına karşın ve hatta eşler arasında en tutkulu aşk ve en
kesin bağlılık da olsa, proleter ailesi, artık terimin gerçek anlamında
tek-eşli biçiminde bir aile değildir. Bundan ötürü tek-eşliliğin ayrılmaz
yoldaşları:
hétaïrisme ve eşaldatma, proleter aile içinde ancak ve
her zaman çok silik bir rol oynar; kadın, boşanma hakkını gerçekte yeniden
elde etmiştir; eğer birbirine dayanamaz bir duruma gelinirse,
(sayfa 298) ayrılmak yeğ tutulur. Sözün kısası,
proletarya evliliği, sözcüğün etimolojik (kaynağa değgin) anlamında tek-eşli
biçimindedir, ama tarihsel anlamında, asla tek-eşli biçiminde değildir.
Hukukçularımıza göre, yasalardaki ilerleme, kadınların bütün yakınma
nedenlerini, gitgide artan bir ölçüde, ortadan kaldırıyor. Modern uygarlığın
yasama sistemleri, ilk olarak, evliliğin geçerli olabilmesi için, eşlerin
özgürce onadıkları bir sözleşme olması gerektiğini, ikinci olarak da,
evlilik süresince, eşlerin birbirine karşı aynı hak ve görevlere sahip
olmaları gerektiğini kabul etmektedirler. Eğer bu iki koşul, mantıksal bir
biçimde gerçekleşmiş olaydı, kadınlar bütün istediklerine sahip
olabilirlerdi.
Özgül bir şekilde hukuksal bir nitelik taşıyan bu kanıtlama,
cumhuriyetçi burjuvanın proleter hakkını reddetmek ve onun ağzını kapamak
için kullandığı kanıtlamanın ta kendisidir. İş sözleşmesi de taraflar
arasında özgürce yapılmış sayılır. Ama bu özgürlük, taraflar arasındaki
eşitliğin, yasa tarafından
kağıt üzerinde kurulmasına dayanır.
Sınıf durumları arasındaki ayrılığın taraflardan birine verdiği güç, bu
güçlü tarafın öbürü üzerindeki baskısı —iki tarafın gerçek iktisadi durumu—,
bütün bunlar yasayı hiç ilgilendirmez ve iş sözleşmesi süresi boyunca, biri
ya da öbürü açıkça vazgeçmedikçe, iki taraf da aynı haklardan yararlanıyor
sayılır. Ama iktisadi koşullar, işçiyi, sözümona hak eşitliğinin hatta son
kırıntılarından da vazgeçmeye zorlarmış, bu, yasanın umurunda değildir.
Evlenmeye gelince, eşler, kurallara uygun olarak, nikah tutanağını
serbestçe imzalar imzalamaz, yasa, hatta en liberali bile, tamamen yerine
getirilmiş olur. Gerçek yaşamın oynandığı hukuk kulislerinin ardında olup
bitenler ve bu özgür onamanın ne biçimde sağlandığı, yasayı da, hukukçuları
da, hiç kaygılandırmaz. Bununla birlikte, karşılaştırmalı hukuka şöyle bir
gözatmak, hukukçulara, bu onama özgürlüğünün ne değer taşıdığını
gösterebilirdi. Ana-baba servetinden zorunlu bir parçanın çocuklara yasa
tarafından sağlandığı, öyleyse çocukların mirastan yoksun bırakılamadığı
ülkelerde —Almanya'da, Fransız hukukunun yürürlükte bulunduğu ülkelerde, vb.
...— çocuklar, evlenebilmek için,
(sayfa 299)
ana-babalarının onamasını elde etmek zorundadırlar. Evlenebilmek için
ana-baba onamasının yasal bir koşul olmadığı İngiliz hukukuna bağlı
ülkelerde ise, ana-babaların tam bir vasiyet özgürlüğü vardır ve
çocuklarını, istedikleri gibi mirastan yoksun bırakabilirler. Ama buna
karşın, daha doğrusu bu yüzden, açıktır ki, miras kalacak bir şeyleri
bulunan sınıflar içinde, evlenme özgürlüğü, İngiltere ve Amerika'da, Fransa
ve Almanya'da olduğundan kıl kadar fazla değildir.
Evlilik içinde, erkekle kadının hukuksal eşitliğinde de durum bundan
daha iyi değildir. Kadın-erkek arasında, daha önceki toplumsal durumlardan
bize miras kalmış bulunan eşitsizlik, hiçbir zaman, kadının iktisadi baskı
altında oluşunun nedeni değil, sonucudur. Çocuklarıyla birlikte birçok evli
çifti kapsayan eski komünist ev ekonomisinde, kadınlara bırakılan ev
yönetimi, tıpkı erkekler tarafından yiyecek sağlanması gibi, toplumsal
zorunluluk taşıyan bir kamu işiydi. Ataerkil aile, ve ondan da çok tek-eşli
olan bireysel aileyle birlikte, her şey değişti. Ev yönetimi, kamusal
niteliğini yitirdi. Bu iş artık toplumu ilgilendirmiyor: bir özel hizmet
haline geldi; toplumsal üretime katılmaktan uzaklaştırılan kadın, bir
başhizmetçi oldu. Toplumsal üretim yolunu -ama yalnız proleter kadına-
yeniden açan, günümüzün büyük sanayidir; ama bu yol, öylesine koşullar
içinde açılmıştır ki, kadın, eğer ailenin özel hizmetiyle ilgili görevlerini
yerine getirmek isterse, toplumsal üretimin dışında kalır ve bir şey
kazanamaz; buna karşılık, eğer toplumsal üretime katılmak ve kendi hesabına
kazanmak isterse, ailesel görevlerini yerine getirmekten uzak kalır. Kadın
için bütün çalışım kollarında, fabrikadaki gibi, doktorluk ve hukukçulukta
da, durum budur. Modern karı-koca ailesi, açık ya da gizli, kadının evsel
köleliliği üzerine kurulmuştur; ve modern toplum, salt karı-koca
ailelerinden —moleküller gibi— meydana gelen bir kütledir. Günümüzde, erkek,
çoğunlukla, hiç değilse varlıklı sınıflarda, ailenin dayanağı olmak ve onu
beslemek zorundadır; bu durum, ona hiçbir hukuksal ayrıcalıkla desteklenmeyi
gereksinmeyen, egemen bir otorite kazandırır. Aile içinde, erkek,
burjuvadır; kadın, proletarya rolünü oynar. Ama sanayi dünyasında
proletaryayı ezen iktisadi
(sayfa 300) baskının özgül
niteliği, kendini bütün sertliğiyle, ancak kapitalist sınıfın bütün yasal
ayrıcalıkları kaldırıldıktan ve iki sınıf arasında tam bir hukuksal eşitlik
kurulduktan sonra gösterir; demokratik cumhuriyet, iki sınıf arasındaki
uzlaşmaz karşıtlığı yoketmez; tersine, bunlar arasındaki savaşımın, üzerinde
yapılacağı alanı ilk hazırlayan odur. Aynı biçimde, erkeğin kadın üzerindeki
egemenliğinin özel niteliği, bu iki cins arasında gerçek bir toplumsal
eşitlik kurma zorunluluğu ve bunun yolu, bütün bunlar, kendilerini ancak,
erkekle kadın tamamen eşit hukuksal haklara sahip oldukları zaman apaçık
göstereceklerdir O zaman görülecektir ki kadını kurtuluşunun ilk koşulu
bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesidir ve bu koşul
karı-koca ailesinin, -toplumun iktisadi birimi olarak ortadan kaldırılmasını
gerektirir.
*
Demek ki, kaba çizgilerle, insanlığın gelişmesindeki bellibaşlı üç
aşamaya uygun düşen, bellibaşlı üç evlilik biçimi var. Yabanıllığa, grup
halinde evlilik; barbarlığa, iki-başlı-evlilik; uygarlığa [da -ç.],
eşaldatma ve fuhuşla tamamlanan tek-eşlilik [karşılık düşüyor -ç.].
Barbarlığın yukarı aşamasında, iki-başlı-evlilikle tek eşlilik arasında,
köle kadınların erkeklere uyrukluğu ve çok-karılılık sıkışıverir.
Bütün açıklamamızın göstermiş olduğu gibi, bu kronolojik ardarda geliş
içinde kendini gösteren ilerlemenin bağlı bulunduğu özellik, kadınlar
giderek grup halinde evliliğin cinsel özgürlüğünden yoksunlaştırıldıkları
halde, erkeklerin bu özgürlüğü yitirmemeleridir. Gerçekte, grup halinde
evlilik, günümüze kadar; varlığını erkekler için fiilen sürdürmüştür. Kadın
için bir suç olan ve ağır yasal ve toplumsal sonuçlar getiren şey, erkek
için yüz ağartıcı bir şey, ya da, en kötü durumda, zevkle taşınan hafif bir
ahlâki leke olarak kabul edilir. Ama geleneksel
hétaïrisme,
çağımızda, kapitalist üretim tarafından değiştirilip, kendini bu üretim
biçimine uydurdukça, gitgide daha açık olarak fuhuş haline dönüşür ve
gitgide daha ahlâk bozucu bir duruma gelir. Bu durum kadınlardan da çok,
asıl erkekler için ahlâk bozucudur. Fuhuş, kadınlar içinde, yalnızca kendini
buna kaptıran
(sayfa 301) mutsuzları alçaltır; ve
bunların sayısı, genellikle sanıldığından çok daha küçüktür. Buna karşılık,
o, bütün erkek dünyasının niteliğini değerden düşürmekte, alçaltmaktadır.
Böylece, özellikle uzun süren on nişanlılık durumundan dokuzu, evlilikte
sadakatsizlik için gerçek bir hazırlık okuludur.
Şimdi, tamamlayıcısının, yani fuhşun olduğu kadar, tek eşliliğin de
güncel iktisadi temellerini kökten değiştirecek bir toplumsal devrime
gidiyoruz. Tek-eşlilik, önemli servetlerin bir elde —bir erkek elinde—
toplanmasından, ve bu servetlerin, başka hiç kimseye değil, bu adamın
çocuklarına kalması isteğinden doğdu. Bunun için, erkeğin değil, kadının
tek-eşliliği gerekliydi; öyle ki, kadının bu tek-eşliliği erkeğin açık ya da
saklı çok-karılılığına hiç de engel olmuyordu. Ama eli kulağında bulunan
toplumsal devrim, vasiyetle bırakılabilecek en önemli sürekli servetlerin:
üretim araçlarının hiç olmazsa büyük bölümünü toplumsal mülkiyete
dönüştürerek, bütün bu çoluk-çocuk kaygılarını en aza indirecektir. İktisadi
nedenlerden doğmuş bulunan tek-eşlilik, bu nedenler ortadan kalkınca
yokolacak mı?
Buna, hiç de haksız olmayarak, şu yanıt verilebilir: Yok olması bir
yana, tek-eşlilik, asıl bu andan sonra tam anlamıyla gerçekleşecektir.
Gerçekten, üretim araçlarının toplumsal mülkiyete dönüşümüyle birlikte,
ücretli emek de, proletarya da ortadan kalkacaktır; öyleyse, aynı zamanda,
belirli bir sayıda kadın için (bu sayı istatistiklerden hesaplanabilir),
para karşılığı kendini satma zorunluluğu da ortadan kalkacak demektir. Fuhuş
ortadan kalkınca, tek-eşlilik tehlikeye düşmek bir yana, sonunda bir gerçek
haline gelir, — hatta erkekler için bile.
Öyleyse erkeklerin durumu, herhalde, adamakıllı değişmiş olacaktır.
Ama kadınların, bütün kadınların durumu da, büyük bir değişikliğe
uğrayacaktır. Üretim araçları toplumsal mülkiyete geçtikten sonra, karı-koca
ailesi, toplumun iktisadi birimi olmaktan çıkar. Özel ev ekonomisi,
toplumsal bir sanayi haline dönüşür. Çocukların bakım ve eğitimi bir kamu
işi olur; toplum, meşru ya da gayrimeşru, bütün çocukların bakımını üzerine
alır. Kendini sevdiği erkeğe kayıtsız-şartsız vermekten bir genç kızı
alıkoyan —ahlâki olduğu kadar da iktisadi— başlıca toplumsal neden, "sonra
ne
(sayfa 302) olacak?" kaygısı da, aynı biçimde,
ortadan kalkar. Bu, cinsel ilişkilerde yavaş yavaş daha büyük bir özgürlüğün
yerleşmesi ve aynı zamanda, bakire kızların onuru ve bakire olmayanların
onursuzluğu konusunda uzlaşmazlıktan daha uzak bir kamuoyunun oluşması için,
yeterli bir neden değil midir? Son olarak modern dünyada, tek-eşlilik ile
fuhşun birbirine karşıt şeyler, ama birbirinden ayrılmaz karşıt şeyler, aynı
toplumsal durumun iki kutbu olduklarını görmedik mi? Fuhuş, kendisiyle
birlikte tek-eşliliği de uçuruma sürüklemeksizin, ortadan kalkabilir mi?
Burada yeni bir öğe işe karışır, tek-eşlilik meydana çıktığı çağda,
hiç değilse tohum halinde varolan bir öğe: bireysel cinsel aşk.
Bireysel cinsel aşk, ortaçağdan önce sözkonusu edilemezdi. Söylemek
gereksizdir ki, kişisel güzellik, içtenlik, benzer beğeniler vb., ayrı
cinsten kimseler arasında daima cinsel ilişkiler isteği uyandırmış ve hiç
kimse, ilişkilerin en içtenine giriştiği kimsenin, şu ya da bu olması
konusunda kayıtsız kalmamıştır. Ama bununla, bizim bildiğimiz biçimiyle
cinsel aşk arasında dağlar var. Bütün antikçağda, evlilikler büyüklerce
kararlaştırılır ve ilgililer de buna sessiz sedasız uyarlar. Antikçağ
dünyasının tanımış olduğu karı-koca aşkıysa, öznel bir eğilim değil, nesnel
bir ödevdir; evliliğin nedeni değil müttefikidir. Deyimin modern anlamıyla
aşıkhane ilişkiler, antikçağda, ancak resmi toplum dışında kurulurlar.
Theokrit ve Moşüş'un aşk sevinçlerini ve aşk acılarını şarkılaştırdıkları
çobanlar, Longus'un Daphnis ve Chloé'si, hep, özgür yurttaşın yaşama ortamı
olan devlette hiçbir yeri bulunmayan kölelerdir. Ama kölelerin dışında, aşk
maceralarına, yalnızca batış halindeki antikçağ dünyasının bir bozuluş ürünü
olarak rastlarız ve bu aşk maceraları da Atina'da, Atina'nın batışı
öngününde; Roma'da, imparatorlar zamanında, resmi toplum dışında yaşayan
kadınlarla:
hétaïre'lerle, yani yabancı ya da kölelikten kurtulmuş
(azatlı) kadınlarla yaşanır. Özgür kadın ve erkek yurttaş arasında gerçekten
bir aşk macerasına raslanırsa, bu hep eşaldatma zevki için yaşanan bir
şeydi. Ve antikçağdaki klasik aşk şairi ihtiyar Anakreon, bizim bugün
anladığımız biçimdeki cinsel aşkı öylesine umursamıyordu ki, sevilen
(sayfa 303) nesnenin cinsiyeti bile onun için çok az
önem taşıyordu.
Bizim anladığımız biçimdeki cinsel aşk, basit cinsel istekten,
Yunanlıların
Eros'undan adamakıllı ayrılır. Bir yandan, cinsel aşk,
sevilen kimsenin de sevmesini gerektirir; bir bakıma, cinsel aşkta kadın
erkeğe eşittir; oysa antik
Eros'ta, kadının düşüncesi hiç sorulmazdı.
Öte yandan, cinsel aşkın, sevişenlere, birbirine sahip olamama ve
birbirinden ayrılmayı, ağır yıkımların en büyüğü değilse, büyük bir yıkım
gibi gösteren bir yeğinlik ve bir süresi vardır; birbirine sahip olabilmek
için, sevişenler her şeyi yapar, hatta ölüme kadar giderler ki bu durum
antikçağda, ancak eşaldatma durumunda görülürdü. Son olarak, cinsel
ilişkinin değerlendirilmesinde yeni bir ahlâk kuralı uygulanır; yalnızca bu
ilişkinin evlilik içi mi, evlilik dışı mı olduğuna bakılmaz; ayrıca şu da
aranır: Bu ilişki aşka, karşılıklı aşka dayanıyor mu? Feodal ya da burjuva
yaşayışında, bütün öbür ahlâk kurallarına ne kadar kulak asılırsa, bu yeni
kurala da o kadar kulak asılacağı meydandadır — herkes bildiğini yapar. Ama
bu yeni ahlâk kuralı, öbürlerinden daha kötü bir davranış da görmez. Bu da,
tıpkı öbürleri gibi ... teoride, kağıt üstünde kabul edilir. Ve şimdilik bu
yeni ahlâk kuralının bütün görüp göreceği de budur.
Antik çağın, cinsel aşka doğru yaptığı atılışlarda durmuş bulunduğu
nokta, orta çağın hareket noktasıdır: eş aldatma.
Tagelieder'leri (
aubade'ları)
icat eden şövalye aşkını daha önce anlatmıştık. Evliliği bozmak isteyen bu
aşkla, evliliği kurması gereken aşk arasında, aşılacak uzun bir yol var; ve
şövalyelik bu yolu asla tamamen aşamadı. Hatta uçarı Latinlerden erdemli
Almanlara da geçsek,
Nibelungen'ler şiirinde görürüz ki, Siegfried'in
kendisine aşık olduğu kadar gizlice Siegfried'e aşık olan Kriemhild bile,
Gunther, onu, adını söylemediği bir şövalyeye vaadettiğini haber verince,
yalnızca şöyle der: "Bana sormanıza hiç gerek yok; siz ne emrederseniz,
daima öyle olmak isterim; bana koca olarak verdiğiniz kim ise, Senyör, benim
de nişanlanmak istediğim odur."
[8]
Her şeyden sonra aşkının da hesaba katılabilmesi, Kriemhild'in aklına
bile gelmez. Birbirlerini hiç görmeden,
(sayfa 304)
Gunther, Brunhild'le, Etzel, Kriemhild'le evlenmek ister;
Gutrun'da
[164]
da böyle: İrlandalı Sigebant, Norveçli Ute ile; Hetel von Hegelingen,
İrlandalı Hilde ile evlenmek ister; sonunda Siegfried von Morland, Hartmut
von Ormanien ve Herwig von Zélande, Gutrun ile evlenmek isterler. Ve
yalnızca bu son durumda, kadın, tamamen kendi isteğiyle, üçüncü talip için
karar verir. Genel olarak, genç prensin nişanlısı, eğer hayattaysalar,
prensin büyükleri tarafından, prensin büyükleri hayatta değilse, bu konuda
büyük bir söz sahibi olan büyük feodallerin onayıyla, prens tarafından
seçilir. Zaten bu iş, başka türlü olamazdı. Tıpkı prens için olduğu gibi,
şövalye ya da baron için de, evlenme siyasal bir iştir, yeni ittifaklarla
gücünü artırmak için bir olanaktır; bu konuda bireyin yeğlemelerine göre
değil,
evin çıkarına göre karar vermek gerekir. Bu koşullar içinde,
evlenme kararlaştırılırken, son sözü nasıl olur da aşk söyleyebilir?
Ortaçağ kentlerindeki korporasyonlar (loncalar) burjuvası için de
durum başka türlü değildi. Korporasyon burjuvasını koruyan ayrıcalıklar,
korporasyonların sınırlayıcı tüzükleri, onu, bazan öbür korporasyonlardan;
bazan kendi meslektaşlarından, bazan da kalfa ve çıraklarından yasal olarak
ayıran yapay sınırlar, kendine uygun bir kan arayabileceği çevreyi
adamakıllı daraltıyordu. Ve bu karmakarışık sistem içinde, ona hangi kadının
en uygun düştüğünü asla bireysel yeğlemeler değil, aile çıkarı
kararlaştırıyordu.
Demek ki, büyük bir çoğunlukla, evlenme ortaçağın sonuna kadar,
başlangıçtan beri ne idiyse öyle kaldı: asla ilgililerce sonuçlandırılmayan
bir iş. Başlangıçta, dünyaya evli gelinirdi — karşı cinsten bütün bir grupla
evli. Grup halinde evliliğin daha sonraki biçimlerinde de, benzer koşullar,
herhalde vardı; ama grup gitgide daralıyordu. İki-başlı-ailede kural,
çocuklarının evlenmelerini, annelerin kendi aralarında konuşup
kararlaştırmalarıdır; burada da, genç çiftin gens ve aşiret içindeki
durumunu sağlamlaştıracak yeni akrabalık ilişkileri üzerindeki düşünceler,
kesin bir biçimde işe karışıyorlar. Ve özel mülkiyetin kolektif mülkiyete
üstünlüğü ve mirasın soydan geçmesi dolayısıyla babalık hukuku ve
tek-eşliliğin egemenliği başlayınca, evlilik
(sayfa 305)
de her zamandan çok iktisadi düşüncelere bağlı bir duruma geldi. Satın alma
yoluyla evliliğin
biçimi ortadan kalkar, ama kendisi durmadan artan
bir ölçüde uygulanır; öyle ki, yalnızca kadın değil, erkek de kendi fiyatına
gider — kişisel niteliklerine göre değil, servetine göre [belirlenen
fiyatına -ç.]. Evlenmenin her şeyin üstündeki nedeni, ilgililerin birbirine
karşı duydukları karşılıklı aşk olmalıydı; ama bu, egemen sınıfların
yaşayışında hiç görülmemiş bir şey olarak kalmış, olsa olsa yalnızca
romanlarda, ya da — hiç hesaba katılmayan ezilmiş sınıflar içinde
görülmüştür.
Coğrafi bulgulamalardan sonra, dünya ticareti ve manüfaktür imalatıyla
dünyaya egemen olmak için hazırlandığı zaman, kapitalist üretimin bulduğu
durum buydu. Bu evlilik biçiminin, kapitalist üretime çok uygun düştüğüne
inanılabilirdi; gerçekten de öyle oldu. Ama —evrensel tarihin hilesine akıl
ermez— bu evlenme biçiminde öldürücü bir yara açmak zorunda kalan da
kapitalist üretim oldu. Her şeyi metaya dönüştürerek, kapitalist üretim,
geçmişe ait bütün geleneksel ilişkileri paramparça etti: soydan geçme
törelerin, tarihsel hukukun yerine, alım-satımı, "özgür" sözleşmeyi koydu;
işte bu noktada, İngiliz hukukçusu H. S. Maine, önceki çağlara göre bizim
bütün ilerlememizin,
from status to contract'a,
yani soydan soya aktarılan koşullardan, özgürce onanan koşullara geçmemizden
ibaret olduğunu söyleyerek, büyük bir bulgulamada bulunduğuna inanıyordu;
oysa bu, aslında doğru olduğu ölçüde, daha önce
Komünist Manifesto'da
dile getirilmişti.
Ama bir sözleşme yapmak için, kişiliklerine, eylemlerine ve mallarına
özgürce sahip olabilen kimselerin, eşit bir şekilde karşılaşmaları gerekir.
İşte, bu ``özgür" ve "eşit" bireyleri yaratmak, kapitalist üretimin
bellibaşlı eserlerinden biri oldu. Bu iş, önceleri, yarı-bilinçli
yarı-bilinçsiz ve dinsel görünüşler altında gerçekleştirildiyse de, lüterci
ve kalvenci Reformdan sonra, insanın ancak tam bir özgürlük içinde yaptığı
işlerden tamamen sorumlu bulunduğu ve insanı ahlâk-dışı bir eyleme zorlayan
bütün baskılara karşı koymanın, ahlâki bir görev olduğu ilkesi yerleşmiştir.
Ama bu ilke, evlenme akdinde o zamana kadar yürürlükte bulunan
(sayfa 306) pratikle nasıl uzlaştırılabilirdi?
Burjuva anlayışına göre, evlilik bir sözleşmeydi, hukuksal bir işti; ve
hatta, iki insanın bedenini ve ruhunu yaşam boyunca birbirine bağladığına
göre, bütün hukuksal işlerin en önemlisiydi. Evet artık bu hukuksal iş,
biçim bakımından özgürce sonuçlandırılıyordu: İlgililer "evet" demedikçe, bu
iş tamamlanamazdı. Ama bu "evet"in nasıl sağlandığı ve evliliğin gerçek
yapıcılarının neler olduğu da çok iyi biliniyordu. Bununla birlikte, eğer
bütün öbür sözleşmeler için gerçek karar özgürlüğü isteniyorduysa, neden bu
sözleşme için istenmesindi? Bir çift meydana getirecek olan iki genç kişi,
kendilerine, kendi beden ve organlarına, özgürce sahip olmak hakkından
yoksun muydular? Cinsel aşk; şövalyelik tarafından moda haline getirilmemiş
miydi, ve eşaldatıcı şövalye aşkı karşısında, karı-koca aşkı, cinsel aşkın
gerçek burjuva biçimi değil miydi? Ama eğer, karı-kocanın görevi birbirini
sevmekse, aynı biçimde aşıkların görevi de birbiriyle evlenmek ve başka hiç
kimseyle evlenmemek değil midir? Birbirini sevenlerin hakkı, ana-baba
hakkından, akrabalık ya da herhangi öbür geleneksel evlilik aracısı ya da
simsarı hakkından üstün değil miydi? Kutsal kitapları kendi başına yorumlama
özgürlüğü, kiliseye ve dine elini kolunu sallaya salaya girdikten sonra,
genç kuşağın bedeni, ruhu, serveti, mutluluğu ve mutsuzluğu üzerinde egemen
olmak isteyen eski kuşağın çekilmez kendini beğenmişliği karşısında nasıl
durulabilirdi?
Bu sorular, toplumun bütün eski ilişkilerini gevşeten ve bütün
geleneksel kavramları sarsan bir çağda, zorunlu olarak ortaya çıkmak
durumundaydılar. Birdenbire, dünya, eskisinden hemen hemen on kez daha büyük
bir duruma gelmişti; bir yarıkürenin dörtte-biri yerine, şimdi Batı
Avrupalıların gözleri önünde, öbür yedi çeyreğine de sahip olmak istedikleri
bütün bir dünya küresi uzanıyordu. Ülkeleri ayıran eski dar engellerle
birlikte, ortaçağ düşüncesinin bin yıllık, günü geçmiş engelleri de
yıkılıyordu. İnsanın gözü ve kafası önünde, sonsuz derecede geniş bir ufuk
açılıyordu. Hindistan'ın zenginlikleri, Meksika ve Potosi'nin altın ve gümüş
madenleri tarafından çekilen genç adam için, namusluluk ününün, kuşaktan
kuşağa geçen onurlu lonca
(sayfa 307) ayrıcalığının
ne önemi olabilirdi? Bu çağ, burjuvazinin gezici şövalyelik çağı oldu. Onun
da romantizmi ve aşıkane cezbeleri vardı; ama burjuva bir temel üzerinde, ve
son tahlilde, gene burjuva ereklerle.
Ve işte böylece, yükselmekte olan burjuvazi, özellikle kurulu düzenin
her yerden çok sarsılmış bulunduğu protestan ülkelerin yükselmekte olan
burjuvazisi, evlenme konusunda da, sözleşme yapanlar arasındaki özgürlüğü
giderek kabul etti ve bunu, yukarda anlatılan biçimde, uyguladı. Evlenme,
gene sınıf evlenmesi olarak kaldı; ama, ilgililere, kendi sınıfları içinde,
belirli bir seçme özgürlüğü tanındı. Ve karşılıklı bir cinsel aşka ve
çiftlerin gerçekten özgürce bir anlaşmasına dayanmayan bütün evliliklerin
ahlâksızca bir şey olduğu, kağıt üzerinde, şiirlerde olduğu gibi ahlâk
teorisinde de, sarsılmaz bir kural haline geldi. Uzun sözün kısası, aşk
evliliği [bir -ç.] insan hakkı [olarak -ç.] ilan edildi; ve yalnızca
droit de l'homme[7]
olarak değil, ayrıca istisnai bir biçimde,
droit de la
femme[7] olarak.
Ama bu insan hakkı, bir noktada, bütün öbür sözüm ona İnsan
Haklarından ayrılıyordu. Bu İnsan Hakları, pratikte, egemen sınıfa,
burjuvaziye özgü bir hak olarak kalıyor, ezilen sınıf, proletarya için hiç
de söz konusu olmuyorken, tarihin hilesi, burada kendini bir kez daha
gösteriyor. Egemen sınıf, bilinen iktisadi etkilerin egemenliği altındadır;
bunun sonucu, ezilen sınıf içinde bu gerçekten özgür evlilikler, görmüş
bulunduğumuz gibi, kural olduğu halde, egemen sınıf içinde istisnai bir
durum gösterir.
Demek ki evlilik akdinde özgürlüğün tam ve genel bir biçimde
gerçekleşmesi için, kapitalist üretim ile bu üretimin kurduğu mülkiyet
koşullarının ortadan kaldırılmasının, bugün bile eşlerin seçimi üzerinde o
kadar büyük bir etkisi bulunan bütün ikincil iktisadi düşünceleri bir yana
attırması gerekir. O zaman, karşılıklı aşktan başka hiçbir neden
kalmayacaktır.
Ama, cinsel aşk, özü gereği tekelci olduğundan, —bu
(sayfa 308) tekelciliğin, günümüzde, yalnızca kadında tamamen
gerçekleşmesine karşın—, cinsel aşk üzerine kurulu evlilik de, özü gereği,
karı-koca evliliğidir. Bachofen'in, grup halinde evlilikten karı-koca
evliliğine doğru gerçekleşen ilerlemeyi, özünde kadınların eseri olarak
kabul etmekte ne kadar haklı olduğunu görmüştük; yalnızca, iki-başlı
evliliğin tek-eşlilik yararına bırakılması; erkeklerin hesabına
kaydedilmelidir. Ve tarihte, bunun etkisi, özellikle kadınların durumunu
daha da kötüleştirmek ve erkeklerin sadakatsizliğini kolaylaştırmak
olmuştur. Şimdi, erkeğin bu adet hükmündeki sadakatsizliğine, kadınların
(kendi varlıkları ve daha da çok çocuklarının geleceği kaygısıyla) katlanma
nedeni olan iktisadi koşullar ortadan kaldırılsın, böylece kadının elde
edeceği eşitlik, daha önceki bütün deneylere göre, erkeklerin, kadınların
çok-kocalı olacaklarından daha çok tek-eşli olmaları sonucunu verecektir.
Ama tek-eşliliğin kesinlikle yitirecek olduğu şey, doğuşunu borçlu
bulunduğu mülkiyet koşullarından kendisine geçen belirleyici niteliklerin
tümüdür; ve bu nitelikler, bir yandan erkeğin üstünlüğü, bir yandan da,
evliliğin bozulmazlığıdır. Evlilik içinde erkeğin üstünlüğü; onun iktisadi
üstünlüğünün yalın bir sonucudur ve bununla birlikte kaybolacaktır.
Evliliğin bozulmazlığı ise, kısmen tek-eşliliğin içinde kurulduğu iktisadi
durumun, kısmen de, bu iktisadi durumla tek-eşlilik arasındaki bağlantının
henüz açıkça anlaşılmayarak dinsel bir reformasyona uğradığı bir çağ
geleneğinin sonucudur. Bu bozulmazlık, bugün bir yönünden yaralanmış
bulunuyor. Eğer yalnızca aşk üzerine kurulu evlilik ahlâki ise, yalnızca
aşkın devam ettiği evlilik ahlâki demektir. Ama bireysel cinsel aşk
nöbetinin süresi, kişiden kişiye çok değişir; özellikle erkekler de; ve
aşkın tamamen tükenmesi, ya da yeni bir aşk tutkusuyla yitirilmesi,
boşanmayı, toplum için olduğu gibi, iki taraf için de iyi bir iş haline
getirir. Yalnızca, insanların, bir boşanma davasının yararsız çamurları
içinde çabalamasından sakınılacaktır.
Öyleyse, süpürülmesi yakın görünen kapitalist üretimden sonra, cinsel
ilişkilerin düzenlenme biçimi üzerine bugünden düşünülebilecek şey,
özellikle olumsuz bir nitelik
(sayfa 309) taşır, ve
öz bakımından, ortadan kalkacak olanla yetinir. Ama bu işe hangi yeni öğeler
katılacak? Bu, yeni bir kuşak yetişince belli olacak: yaşamlarında, bir
kadını asla parayla ya da başka bir toplumsal güç aracıyla satın almamış
olacak yeni bir erkekler kuşağı; kendini gerçek aşktan başka hiçbir nedenle
bir erkeğe vermeyecek, ya da bunun iktisadi sonuçlarından korkarak kendini
sevdiği kimseye vermekten vazgeçmeyecek olan yeni bir kadınlar kuşağı. İşte
bu insanlar dünyaya geldiği zaman, bugün onların nasıl davranmaları
gerektiği üzerine düşünülen şeylere hiç kulak asmayacaklar; kendi
pratiklerini ve herkesin davranışını yargılayacakları kamuoyunu kendileri
yaratacaklardır — bir nokta, işte bu kadar.
Şimdi gene, bir hayli uzaklaşmış bulunduğumuz Morgan'a dönelim.
Uygarlık dönemi boyunca gelişen toplumsal kurumların tarihsel irdelenmesi,
onun kitabının çerçevesini aşar. Bu yüzden, bu dönem boyunca tek-eşliliğin
geleceği üzerinde pek az durur. Nedir ki, o da, bu ereğe erişilmiş olduğuna
inanmamakla birlikte, tek-eşli ailenin gelişimi içinde, iki cins arasındaki
tam bir hak eşitliğine doğru bir ilerleme görür. Ama, der ki:
"Eğer ailenin ardarda dört biçimden geçmiş ve şimdi bir beşinci biçime
bürünmüş olduğu olgusu kabul edilirse, ortaya bu [son -ç.] biçimin, gelecek
için sürekli olup olamayacağını bilmek sorunu çıkar. Buna verilmesi olanaklı
tek yanıt, tıpkı şimdiye kadar olduğu gibi, toplum geliştikçe, aile
biçiminin de gelişmek, toplum değiştiği ölçüde, aile biçiminin de değişmek
zorunda bulunduğudur. Aile biçimi, toplumsal sistemin ürünüdür ve onun
kültür durumunu yansıtacaktır. Tek-eşli aile uygarlığın başlangıcından bu
yana, hele modern zamanlarda çok belirli bir iyileşme gösterdiğine göre, en
azından, onun; iki cins arasındaki eşitliğe ulaşılana kadar, yeni
olgunlaşmalara yetenekli olduğu düşünülebilir. Eğer uzak bir gelecekte,
tek-eşli aile, toplumun gereksinmelerini karşılayamaz bir duruma gelirse,
onun yerini alacak olan ailenin nasıl bir öz taşıyacağını şimdiden söylemek
olanaksızdır."
(sayfa 310)
Dipnotlar
[4] Baehofen, bu ilkel durumu "
hétaïrisme"
terimiyle adlandırılarak, bulmuş olduğu, daha doğrusu kestirmiş olduğu şeyi
ne kadar az anlamış bulunduğunu ortaya koyar. Bu sözcüğü türettikleri zaman,
hétaïrisme, Yunanlılar için bekâr ya da karı-koca evliliği halinde
yaşayan erkeklerin, evli olmayan kadınlarla ilişkisini belirtiyordu; bu
terim, hep, adı geçen ilişkinin, kendi dışında kurulduğu belirli bir evlilik
biçimini, ve hiç değilse bir olanak şeklinde, daha şimdiden, fuhuşu içerir.
Sözcük zaten hiçbir zaman başka bir anlamda kullanılmamıştır ve Morgan'la
birlikte ben de bu ânlamda kollanıyorum. Bachofen'in son derece önemli
bulguları, erkekler ile kadınlar arasındaki tarihsel ilişkilerin kaynağını
onların gerçek varlık koşullarında değil, insanlığın çeşitli çağlardaki
dinsel düşüncelerinde sandığı için, her yerde gerçeklerden uzaklaşacak kadar
bozulmuşlardır. [
Engels'in notu.]
[5] 1882 yılının başlarında yazdıgı bir
mektupta Marx
[148],
Wagner'in ilkel çağları tamamen değiştiren
Nibelungen'in metni
konuşundaki düşüncelerini çok sert sözlerle dile getirir. "İnsanın kız
kardeşini karısı gibi kucaklaması hiç duyulmuş mudur?"
[149]
Aralarındaki aşk entrikalarını, tamamen modern bir biçimde, bir zina çeşnisi
katarak daha da dokunaklı bir hale getiren bu Wagnerci sefahat tanrılarına,
Marx şu yanıtı verir: "İlkel çağlarda, kız kardeş
karı idi ve
bu durum
ahlâka uygun idi." [
Engels'in 1884
baskısına notu.]
Wagner hayranı Fransız dostlarımdan biri, bu notta oydaş değil; ve daha
Wagner'in dayandığı eski
Edda[150]
içinde,
Oegisdrecka'da, Loki'nin Freia'yı: "Tanrıların önünde kendi
öz ağabeyini kucakladın" diye kınamasına dikkat edilmesini istiyor. Demek ki,
daha bu dönemde, kardeşler arasında evlilik yasaklanmış bulunuyordu.
Oegisdrecka, eski mitoslara olan inancın tamamen yıkıldığı bir dönemin
ifadesidir; Lucien [Samsatlı Lukianos -ç.] tanrıda, tanrılara karşı düpedüz
bir yergidir. Eğer bir Mefistofales rolü oynayan Loki, bu yapıtta Freia'ya
böylesine bir kınamada bulunuyorsa, bu daha çok Wagner'e karşı bir kanıt
olur. Birkaç dize sonra, Niördhr'e hitap eden Loki, şöyle diyor: "Sen kız
kardeşinle birlikte, (böyle) bir oğul getirdin dünyaya" (
vidh
systur thinni gaztuslikan mog), Niördhr, bir
Az
değil, bir
Van'dır (
Vane); ve
Ynglings Sagog'da,
[151]
kardeşler arasında evlenmenin, Vanaland'da töre olduğu söylenir. Azlar
ülkesinde durum böyle değildi. Bu durum, Vanların Azlardan daha eski
tanrılar olduklarını gösterir. Herhalde, Niördhr, Azlar'ın arasında, onlara
eşit durumda yaşadı ve
Oegisdrecka, daha çok tanrılar üzerindeki
Norveç efsanelerinin oluşması çağında, kardeşler arasındaki evlenmenin, hiç
değilse tanrılar arasında henüz hiçbir tiksinti uyandırmadığını gösteren bir
kanıttır. Eğer Wagner özürlü görülmek isteniyorsa, belki
Edda'ya
değil,
Tanrı ve Bayader baladında, kadının dinsel
teslimiyetini modern fuhuşa çok yaklaştırma yanılgısını işleyen Gœthe'ye
başvurmak, daha doğru olur. [
Engels'in 1891 dördüncü
baskıya notu.]
[6] Bachofen'in "sefahatla döllenme" adını
verdiği ve bulgulamış olduğunu sandığı engelsiz cinsel ilişki izleri, artık
kuşkuya hiç yer kalmadığı gibi, grup halinde evlenmeye bağlıdır. "Eğer
Bachofen bu ortaklaşa (
punaluenne) evlenmeleri "kuralsız" buluyorsa,
o çağda yaşayan biri de, bizim baba ya da ana tarafından yakın ya da uzak
kuzenler arasındaki evlenmelerimizi zina gibi görürdü; bu işte, kandaş
kardeşler arasında yapılmış bir evlenme bulurdu" (Marx). [
Engels'in
notu.]
[7] Engels,
droit de l'homme
ve
droit de la femme sözcüklerini asıl metinde
de Fransızca olarak yazmıştır.
Droit de l'homme, hem
"insan hakkı" hem "erkek hakkı" anlamına gelir; burada ünlü burjuva "İnsan
Hakları Bildirisi"ne anıştırmada bulunarak, "erkek hakkı" anlamında
kullanılmaktadır.
Droit de la femme, "kadın
hakkı" demektir.
[8] Bkz.
Nibelungenlied, Song X. -Ed.
[9] Bkz. K. Marx, F. Engels,
Alman
İdeolojisi [
Feuerbach], Sol Yayınları, Ankara 1976; Marx-Engels,
Seçme Yapıtlar, 1, s. 37. -Ed.
[148] Marx'ın bu mektubu saklanmamıştır.
Engels, Kautsky'e gönderdiği 11 Nisan 1884 tarihli mektubunda bu mektubu
anmaktadır. -263.
[149] Gönderme Richard Wagner'in yazdığı
operatik dörtlü
Ring of the Nibelungs'un
metninedir. Bu dörtlünün konusu İskandinav destanı
Edda ile Germen
destanı
Nibelungenslied'den alınmıştır. -263.
[150] Edda ve Oegisdrecka. —
İskandinav halkının eski mitalojik öykülerinin ve yiğitlik türkülerinin bir
derlemesi. -263.
[151] Az ve Van. — İskandinav
mitalojisinde iki grup tanrı. Ynglinga saga'sı, bir İzlanda şairi ve
vakanüvisi olan Snorri Sturluson'ın, eskiçağlardan 12. yüzyıla kadarki
Norveç kralları üzerine yazdığı saga olup kitaptaki ilk sagadır. -263.
[152] Gönderme, Avusturyalı yerli kabilelerin
pek çoğu arasındaki özel gruplaradır. Her grubun erkekleri belirli bir başka
bir gruptan olan kadınlarla evlenebilirdi. Her kabilede 4-8 grup vardı.
-267.
[153] Devirli cinsel eğlenceler (
Sturnalia).
— Eski Roma'da, hasat kutlanırken, Aralık ayı ortasındaki Satürn şenliği.
Sözcük şimdi bir orgy'i, yabanıl, dizginsiz bir kutlamayı belirtmek için
kullanılıyor. -276.
[154] Bkz. L. H. Morgan,
Ancient Society,
London, 1877, s. 465-66. -283.
[155] Aynı yapıt, s. 470. -284.
[156] Gönderme, M. M. Kovalevski'nin
yapıtınadır:
Primitive Law, Book I, The
Gens, Moscow, 1886. Yazar Rusya'daki aile topluluğu üzerine
Orşanski'nin 1875'te ve Yefimenko'nun 1878'de derlediği verilere işaret
ediyor. -285.
[157] Yaroslav Pravda'sı,
Rus
Pravda'nın, 11. ve 12. yüzyıllarda geleneksel yasalara dayalı olarak
ortaya çıkmış olup o tıplumun toplumsal-ekonomik ilişkilerini yansıtan eski
Rus yasalarının kod (
Code)u olan
Rus Pravda'nın eski
versiyonunun birinci bölümü.
Dalmaçya Yasaları, 15-17. yüzyıllarda Politz'te (Dalmaçya'nın bir
kesimi) yürürlükteydi. Politz Statüsü diye bilinirler. -285.
[158] Calpulli. — Mexico'da İspanyol
fethi sırasında Meksikalı kızılderili aile topluluğu. Üyelerinin ataları
ortak olan her aile topluluğunun kalıtçılar arasında bölünemeyen veya zorla
elkonamayan ortak bir arazi parseli vardı. -286.
[159] Das Auslan ("Yabancı Ülkeler").
— Coğrafya, etnografya ve doğal bilimle ilgilenmiş, 1828-93 yıllarında
yayımlanmış bir Alman dergisi. 1873'ten sonra Stuttgart'ta çıkmıştır. -286.
[160] Gönderme
Civil Code'un
(Yurttaşlık Yasasının) 200. maddesinedir. -288.
[161] Ispartalılar (
Spartiatlar).
— Eski Isparta'da bütün yurttaşlık haklarından yararlanan yurttaşların
sınıfı.
Helotlar. — Eski Isparta'da toprağa bağlı ve Ispartalı toprak
sahiplerine vergi ödemekle yükümlü, olanakları kıt kişilerin sınıfı. -290.
[162] Aristofanes —
Thesmophoriazusae.
-290.
[163] Afrodit Tapınakları Köleleri (
Hierodular).
— Eski Yunanda ve Yunan sömürgelerinde her iki seksten tapınak köleleri.
Küçük Asya'yı ve Korenti de içeren birçok yerde, kadın tapınak köleleri
orospuluk da yapardı. -293.
[164] Gutrun. — Bir 13. yüzyıl German
destan şiiri. -305.