BURJUVAZİNİN
PROLETARYA KARŞISINDAKİ TUTUMU
Burjuvaziden sözederken aristokrasi denen şeyi de
onun içine katıyorum, çünkü o da ayrıcalıklı bir sınıftır; aristokrasi, yalnızca
burjuvaziye kıyasla bir şey ifade eder, proletaryaya kıyasla değil. Proletarya
her ikisinde de, elinde mülk bulunduranı görür – yani her ikisini de burjuva
olarak görür. Mülkiyetin sağladığı ayrıcalık önünde, tüm öteki ayrıcalıklar
silinir. Tek fark şudur: Asıl burjuva sanayi proletaryasıyla ve bir ölçüye kadar
maden proletaryasıyla, çiftçi olarak da tarım emekçileriyle aktif bir ilişki
içindedir; buna karşılık aristokrat denen kişi, yalnızca tarım emekçisiyle
temasa gelir.[519*]
İngiliz burjuvazisi kadar derinden ahlak
bozukluğuna uğramış, bencillik yüzünden onmaz biçimde alçalmış, kendi
[sayfa 358]
içinde böylesine çürümüş, ilerleme yetisi kalmamış bir başka sınıf görmedim;
bununla, asıl burjuvaziyi, özellikle liberal burjuvaziyi, Tahıl Yasasını
kaldırmayı hedeflemiş burjuvaziyi kastediyorum. Onun için yeryüzünde her şey,
kendisi dahil para uğruna vardır, başka hiçbir şey uğruna değil.[520*]
Hızlı kazançtan başka bir mutluluk, altın yitirmekten başka bir sızıdan haberli
değildir.[521*]
Bu hırs ve kazanma şehveti karşısında, tek bir insancıl duygunun lekelenmeden
kalması kabil değildir. Doğru, bu İngiliz burjuvalar iyi birer kocadırlar, aile
babasıdırlar ve başka her türlü özel faziletleri vardır; sıradan ilişkilerinde,
tüm öteki burjuvalar gibi mazbut ve saygıdeğer kişilerdir; iş ilişkisinde bile
onlarla çalışmak Almanlarla çalışmaktan daha kolaydır; bizim madrabaz
tüccarlarımız gibi insanı canından bezdirecek kadar pazarlığa kalkışmazlar; ama
tüm bunlar neye yarar? Eninde-sonunda, onları belirleyen şey öz-çıkarı ve
özellikle parasal kazançtır. Bir seferinde, böyle bir burjuvayla birlikte
Manchester'a gittim ve onunla kötü, sağlıksız yapı yöntemini, emekçi
mahallelerinin ürkünç koşullarını konuştum; böyle kötü kurulmuş bir başka kent
görmediğimi söyledim. Adam, sonuna kadar sakin sakin dinledi ve tam
ayrılacağımız köşede şöyle dedi: "Ama gene de buradan epey para kazanıldı;[522*]
iyi günler efendim." İngiliz burjuva için, yanında çalışan adamların aç olup
olmadığı hiç farketmez, yeter ki, o para kazansın. Yaşamın her yanı parayla
ölçülür; para getirmeyen şey saçmadır, pratik değildir, idealistçe gevezeliktir.
O yüzden de ekonomi politik, zenginlik bilimi, bu tefeci yahudilerin gözdesi
olan çalışma konusudur. Her biri bir ekonomi politikçidir. Sanayicinin işçilerle
ilişkisinde insansal hiçbir şey yoktur; ilişki yalnızca [sayfa
359] ekonomiktir. Sanayici sermayedir, işçi emek. Ve eğer işçi bu
soyutlamayı kabule zorlanamazsa, eğer emek olmadığında, başka şeylerin yanısıra
emek-gücü [labour-force] özelliğine[523*]
sahip bir insan olduğunda ısrar ederse, eğer "emek" meta olarak piyasada alınıp
satılmasına izin vermemesi gerektiğini kafasına koyarsa, burjuvazinin mantığı
bir anda işlemez hale gelir. Alım-satım dışında onunla nasıl olup da başka tür
bir ilişki içinde duracağını kavrayamaz; çünkü onları insan olarak değil,
yüzlerine karşı da dediği gibi, eller olarak görür; Carlyle'ın dediği gibi, "nakit
ödeme, insanla insan arasındaki tek ilişkidir" diye ısrar eder. Karısıyla
arasındaki ilişki bile, her yüz olaydan doksandokuzunda yalnızca bir "nakit
ödeme"dir.[524*]
İnsanın değerini para belirler; falanca "onbin sterlin eder."[525*]
Parası olan "daha iyi tür insandır", "etkin"dir ve o ne yaparsa, toplumsal
çevresinde, bir anlamı olur. Satıcı ruhu, tüm diline işlemiştir; tüm ilişkileri
iş terimleriyle ekonomik kategorilerle ifade eder. İngiliz burjuvanın mantığı
tüm insan yaşamını arz ve talep formülüne göre değerlendirir. Öyleyse, gelsin
her yönüyle serbest rekabet, gelsin laissez-faire, laissez-aller regime’i[76]
yönetimde, sağlıkta, eğitimde, ve devlet kilisesi giderek çöktüğüne göre yakında
da dinde. Serbest rekabette hiçbir sınırlama olmamalıdır, hiçbir devlet gözetimi
olmamalıdır; tüm devlet, serbest rekabet için yükten başka bir şey değildir.
Hiçbir biçimde yönetilmeyen, herkesin bir başkasının ciğerini söküp aldığı
anarşik bir toplumda[526*]
serbest rekabet en mükemmel noktasına varabilir. Ama burjuvazi hükümeti de
kaldırıp atamaz; proletaryasız yapamayacağı için onu denetim altında tutmak
[sayfa 360] üzere hükümete gerek duyar; bu yüzden
hükümet gücünü proletaryaya çevirir ve olabildiği ölçüde kendi yolunun dışında
tutar.
Ama "kültürlü" İngiliz bencilliğiyle açıktan
övünmez. Tam tersine, bencilliğini alçakça bir ikiyüzlülüğün arkasına gizler.
Nasıl? Zengin İngiliz yoksulu anımsamaz mıymış? Peki ya o hiçbir ulusun
övünemeyeceği o hayırsever kurumlar, gerçekten hayırsever kurumlar ne oluyor!
Önce proleterlerin kanını emiyorsunuz sonra onlara kendinizi rahatlatırcasına,
ikiyüzlü bir insanseverlik göstererek sanki hizmet etmiş oluyorsunuz;
yağmaladığınız mağdurlara, zaten onların olan şeyin yüzde birini geri vererek
kendinizi dünyanın önünde kudretli iyilikseverler gibi gösteriyorsunuz. Sadaka,
alandan çok vereni aşağılar; ayaklar altında ezileni daha da toza toprağa
bulayan sadaka; aşağılananın, paryanın, toplumun dışına atılanın, önce kendisine
kalmış son şeyi insanlığını da teslim etmesini isteyen sadaka; sizin
merhametiniz bir zekat şeklinde onun alnına aşağılanmanın damgasını vurmadan
önce onun merhamet dilemesini isteyen sadaka, alandan çok vereni aşağılar. Ama
İngiliz burjuvazisinin kendi sözlerine bakalım. Manchester Guardian'da
çok doğal ve makul bir şey gibi hiç yorumsuz yayınlanan şimdi vereceğim mektubu
okuyalı henüz bir yıl bile olmadı:
"Bay Yazıişleri Yönetmeni – Bir zaman var ki, ana
caddelerimizi dilenci sürüleri sardı; epir epir giysilerini, hastalıklı
yerlerini, iç bulandırıcı yaralarını ya da beden bozukluklarını göstererek
utanmaz ve can sıkıcı bir tarzda, gelen-geçenin acıma duygusunu harekete
geçirmeye çalışıyorlar. Düşünüyorum da insan yalnızca yoksula yardım vergisi
ödemekle kalmayıp, hayırsever kurumlara geniş katkılarda bulunduktan sonra,
böyle münasebetsiz ve onaylanamaz rahatsız edilmeleri hiç de haketmiyor. Eğer
kente huzur içinde gelip gitmemizi sağlayacak kadar bizi koruyamıyorlarsa, polis
için bunca parayı niye ödüyoruz? Bu satırların, geniş tirajlı gazetenizde
yayınlanması, bu can sıkıcı duruma son vermeleri [sayfa 361]
için umarım yetkilileri harekete geçirir. Sadık hizmetkarınızın saygılarıyla.
Bir Hanımefendi"
İşte görüyorsunuz! İngiliz burjuvazisi, kendi
çıkarı için hayırsever; öyle hiçbir şeyi çıkarıp karşılıksız vermiyor;
bağışlarını bir iş meselesi sayıyor, yoksulla pazarlık ediyor: "Hayırsever
kurumlara şu kadar para verirsem, o parayla daha fazla rahatsız edilmeme hakkını
satın almış olacağım; sen de karanlık kuytularında kalacaksın, sefilliğini
sergileyerek nazik sinirlerimi rahatsız etmeyeceksin. Umutsuz durumun eskisi
gibi sürebilir, ama senden istediğim o ki, bunu göstermeyeceksin; hastaneye
yirmi sterlin bağışlıyorsam satın almak istediğim budur." İşte hıristiyan
burjuvanın rezil hayırseverliği! Ve "Bir Hanımefendi" işte bunları yazıyor;
imzasını böyle atarak çok doğru yapmış; kendisine kadın deme cesaretini yitirmiş.
Eğer "hanımefendiler" böyleyse kimbilir "beyefendiler" nasıldır? Bu tek bir olay
denebilir; ama öyle değil; yukardaki mektup, İngiliz burjuvazisinin büyük
çoğunluğunun mizacını ortaya koyuyor; yoksa yazıişleri yönetmeni bu mektubu
kabul edip yayınlamazdı; birileri yanıt yazardı; gazetenin izleyen sayılarında
böyle bir yanıtı boşyere aradım. Bu hayırseverliğin etkinliğine gelince,
canon rahip Parkinson[527*]
yoksullara, burjuvaziden çok gene yoksulların yardım ettiğini söylüyor; aç
kalmanın ne demek olduğunu bilen dürüst bir proleterin, kıt-kanaat yiyeceğini
paylaşarak gerçekten fedakarlık yapmış olan ama bu fedakarlığı zevkle yapan
proleterin yardımı, lüks içinde yaşayan burjuvanın umursamazca fırlattığı
zekatından çok daha farklı bir ses verir.
Burjuvazi, başka bakımlardan da ikiyüzlü,
sınırsız bir insanseverlik gösterir, ama ancak çıkarları gerektirdiği zaman;
politikasında ve ekonomi politiğinde olduğu gibi. Beş yıldan beri, emekçilere,
Tahıl Yasasını, onların çıkarı için [sayfa 362]
yürürlükten kaldırtmaya çalıştığını kanıtlamak için çırpınıyor. Ama uzun sözün
kısası şudur: Tahıl Yasası ekmek fiyatını öteki ülkelerden daha pahalı tutuyor,
bu da ücretleri yükseltiyor; ama bu yüksek ücretler, ekmek fiyatının ve
dolayısıyla ücretlerin düşük olduğu öteki uluslara karşı sanayicilerin
rekabetini güçleştiriyor. Tahıl Yasası yürürlükten kaldırıldığı zaman, ekmeğin
fiyatı düşer ve ücretler adım adım Avrupa ülkelerindeki ücretler düzeyine
yaklaşır; ücretleri belirleyen ilkeler hakkında daha önceki açıklamalarımızdan,
bu yeterince anlaşılmış olmalıdır. Sanayici daha rahat rekabet edebilir, İngiliz
mallarına olan talep artar ve onunla birlikte emeğe olan talep de artar: Bu
artan talep nedeniyle, ücretler gerçekte bir ölçüde artar, işsiz işçiler yeniden
istihdam edilir; ama ne süreyle? Talep bir kat artsa bile, İngiltere'nin ve
özellikle İrlanda'nın "artı nüfusu" İngiliz sanayiciye gereksindiği miktarda
işçi vermeye yeterlidir; ve birkaç yıl içinde, Tahıl Yasasının yürürlükten
kaldırılmasıyla elde edilen küçük yarar dengelenir, yeni bir bunalım gelir çatar,
başladığımız noktaya geri döneriz; üstelik, sanayinin aldığı ilk dürtü de bu
arada nüfusu artırmış olur. Proleterler bütün bunları çok iyi anlıyorlar ve
sanayicilerin yüzüne söylüyorlar; ama buna karşın, sanayiciler, yalnızca Tahıl
Yasasının kaldırılmasının kendilerine ilk ağızda sağlayacağı yararı düşünüyorlar.
Bu önlemden kendilerine sürekli bir yarar çıkmayacağını, çünkü birbirleriyle
girişecekleri rekabetin kısa sürede bireyin kârını eski düzeyine getireceğini
göremeyecek kadar dar görüşlüler. Bu yüzden de feryat-figan ederek işçileri,
yalnızca aç milyonların yararı için zengin liberal partililerin, Tahıl Yasasına
Karşı Ligin kasasına yüzlerce-binlerce sterlin aktardıklarını anlatıyorlar; ama
herkes biliyor ki onların yaptığı yalnızca kaz gelecek yerden tavuk
esirgememektir; Tahıl Yasasının kaldırılmasından sonraki ilk on yıl içinde
hepsini geri kazanacakları hesabını yapmaktadırlar.[528*]
Ama [sayfa 363] burjuvazi, hele hele 1842
ayaklanmasından bu yana artık işçileri yanlış yola yöneltemiyor. İşçiler,
gönenmelerini istediğini söyleyen herkesten, özdenliğinin kanıtı olarak, Halk
Çartının yanında olduğunu ilan etmesini istiyorlar; böyle yaparak da dışarda
kalıp yardım vaadedenlere itirazları olduğunu ortaya koyuyorlar; çünkü Cart,
kendi kendilerine yardım edebilmeleri için bir güç istemidir. Çartı
desteklediğini belirtmeyi reddeden herkesi de düşman ilan ediyorlar; düşman ya
da sahte dost ilan ederken de tamamen haklılar. Kaldı ki Tahıl Yasasına Karşı
Lig, işçilerin desteğini kazanmak için en alçakça yalanlara ve hilelere başvurdu.
Emeğin para olarak fiyatının tahıl fiyatıyla ters orantılı olduğunu kanıtlamaya
çalıştı; yani tahıl fiyatı düşük olduğu zaman ücretlerin yüksek ve tahıl fiyatı
yüksek olduğu zaman da ücretlerin düşük olduğu savını lig en gülünç kanıtlarla
ve daha da gülüncü, bir iktisatçının ağzından kanıtlamaya çalıştı. Bu işe
yaramayınca işçilere, emeğe olan talebin artması sonucu gelecek süper mutluluk
vaadedildi; sokaklarda insanlar iki afişle dolaştırıldı; birinci afişte bir
ekmek resmi, onun üstünde çok büyük harflerle "Sekiz penilik Amerikan ekmeği,
ücretler günde dört şilin" ve ikincisinde de gene bir ekmeğin üstünde daha küçük
hallerle "Sekiz penilik İngiliz ekmeği, ücretler günde iki şilin" yazılıydı. Ama
işçiler yanıltılmalarına izin vermediler. Patronlarıyla lordlarını çok iyi
tanıyorlar.
Ama bu vaadlerin ikiyüzlülüğünü ölçmek için en
doğrusu, burjuvazinin pratiğini hesaba katmaktır. Bu çalışmamız boyunca,
burjuvazinin, kendi çıkarı için proletaryayı nasıl akla gelebilecek her yolla
sömürdüğünü görmüştük. Ama şimdiye kadar nasıl tek burjuvanın proletaryaya kendi
hesabına kötü davrandığını gördük. Şimdi, burjuvazinin bir parti olarak, devlet
gücü olarak proletaryaya karşı nasıl davrandığını görelim.[529*]
Yasalar bir nedenle gereklidir; o da hiçbir şeye sahip olmayan insanların
varlığıdır; gerçi bu durum, pek az [sayfa 364] yasada
örneğin serserilerle avarelere karşı yasalarda doğrudan ifade edilmiştir ve bu
tür proletarya yasadışı sayılmıştır, ama gene de proletaryaya karşı duyulan
düşmanlık yasaların öylesine kuvvetle vurgulanan temelidir ki, yargıçlar ve
özellikle kendileri de burjuva olan ve proleterlerin en sık temasa geldiği sulh
yargıçları, yasalardaki bu anlamı fazla araştırmaya gerek olmaksızın hemen
bulurlar. Eğer zengin biri mahkemeye getirilmişse ya da daha doğrusu gelmesi
emredilmişse, yargıç onca zahmet vermek zorunda kaldığı için çok esef ettiğini
belirtir; davayı olabildiği ölçüde o kişiden yana değerlendirir; sanığı mahkum
etmek zorunda kalırsa bunu çok üzülerek vb., vb. yapar, sonunda verilen ceza da
pek zavallıca bir para cezasıdır; burjuva parayı aşağısıyarak masanın üstüne
fırlatır ve çıkar gider. Ama eğer zavallının biri aynı duruma düşerse, sulh
yargıcının önüne çıkması gerekirse, –hemen her seferinde, geceyi kendi
emsalleriyle birlikte karakolun nezarethanesinde geçirir– daha başından itibaren
suçluymuş gibi davranılır; savunması, "ooo, tabii tabii, mazereti biliyoruz"
türünden küçümsemelerle bir yana itilir ve para cezasına çarptırılır; tabii
ödeyemediği için de aylarca ıslahevinde çalışmaya gönderilir. Eğer ona karşı
hiçbir şey kanıtlanamazsa bu kez de "derbeder ve serseri"[530*]
diye gene ıslahevine çalışmaya gönderilir. Sulh yargıçlarının partizanlığı,
özellikle kırsal alanda, her türlü tarifin ötesindedir; bu artık o kadar sıradan
bir şey olmuştur ki, çok göze çarpıcı olmayan davalar, gazeteler tarafından,
yorum yapılmaksızın, sakin bir biçimde kısaca haber veriliyor o kadar. Başka bir
şey de zaten beklenmemelidir. Çünkü bir yandan bu Kızılcıklar yasayı,
çiftçilerin niyetine göre[531*]
yorumlamaktan başka bir şey yapıyor değildirler; öte yandan kendileri de gerçek
düzenin temelini kendi sınıflarının çıkarında gören burjuvalardır. Polisin
davranışı da sulh yargıcının davranışına uygun düşer. Burjuva dilediğini yapar,
polis yasaya harfi [sayfa 365] harfine uyarak çok
nazik davranır; ama proleter kabaca, vahşice muamele görür; yoksulluğu bir
yandan her türlü suç şüphesini onun üzerine çeker, bir yandan da yasayı
uygulayanların kaprislerine karşı yasal olarak hakkın yerine getirilmesinden
uzak tutar; bu nedenle, yasanın koruyuculuğu, onun açısından sözkonusu değildir,
polis dilediği zaman onun evine zorla girer tutuklar ve hakaret eder ve ancak
bir emekçiler örgütü, örneğin maden işçilerinin örgütü, bir Roberts'ı
görevlendirdiği zaman, emekçiler için yasanın koruyucu yanının ne kadar hafif
kaldığı, yasanın yararlarını hiç görmeksizin hep yükünü nasıl sık sık onun
taşıdığı açıkça ortaya çıkar.
Parlamentodaki mülk sahibi sınıf, bencilliğin
tuzağına henüz düşmemiş daha iyi duygulara karşı hâlâ savaşmaktadırlar;
proletaryaya daha da fazla boyun eğdirmenin yollarını aramaktadırlar. Orta-malı
topraklara birbiri ardından el konmakta ve tarıma açılmaktadır; bu süreçte tarım
daha ileri götürülmekte, ama proletarya büyük ölçüde zarar görmektedir.
Orta-malı toprakların bulunduğu yerlerde yoksul, eşeğini, domuzunu, kazını
otlağa götürebilir; çocuklar ve gençler oynayabilecekleri,
gezip-dolaşabilecekleri bir kıra sahip olurlar; ama bu yavaş yavaş sona eriyor.
İşçinin gelirleri böylece azalıyor, gezip-dolaştıkları oyun yerlerinden yoksun
kalan gençler de birahanelere gidiyorlar. Parlamentonun her yasama döneminde,
orta-malı toprakları halka kapatan ve tarım alanı haline dönüştüren bir sürü
yasa kabul ediliyor. 1844 yılı yasama döneminde, hükümet, işçilerin, kendi
keselerine uygun fiyatlarla, bir mil için bir peni[532*]
hesabıyla, yolculuk edebilmesi için tüm tekelci demiryollarını zorlamaya karar
verip, her gün her demiryolu hattında üçüncü sınıf bir tren seferi konmasını
önerdiği zaman "tanrı nezdindeki saygıdeğer peder", Londra piskoposu, pazar
günlerinin, yani çalışan insanların ancak yolculuk yapabilecekleri tek
günün, bu kuralın dışında olmasını, böylece o günlerde yolculuğun zengine açık,
[sayfa 366] yoksula kapalı tutulmasını önerdi. Ama bu
öneri parlamentodan geçirilemeyecek kadar çok açık ve çok belirgindi, o nedenle
düşürüldü. Proletaryaya yöneltilmiş gizli saldırıların tek bir oturumdakilerini
bile sıralayacak yerim yok. 1844'ten bir örnek yeterlidir sanıyorum.
Parlamentonun pek bilinmeyen üyelerinden biri, bay Miles adında biri, efendi ile
hizmetkarı arasındaki ilişkileri düzenleyen, görünüşe göre itiraz edilmesi
gereksiz bir yasa önerisi verdi. Öneriyle hükümet de ilgilenince yasa taslağı
komisyona gönderildi. Bu arada kuzeyde maden işçileri grevi patlak verdi ve
Roberts, İngiltere'nin bir ucundan öteki ucuna, işçileri aklattırarak, bilinen
utkunluğu kazandı. Komisyon yasa önerisi üzerindeki raporunu hazırlayınca,
görüldü ki yasa önerisine, çok despotça maddeler konmuştu; özellikle bir madde,
işverenle arasında sözlü ya da yazılı bir anlaşma yaparak bir işi kabul eden
işçinin çalışmayı reddetmesi ya da başka fena bir harekette[533*]
bulunması halinde, işverenin, işçiyi herhangi[533*]
bir sulh yargıcı önünde dava edebilme yetkisini veriyordu; maddeye göre böyle
davranan işçi iki ay hapis cezasıyla cezalandırılarak çalışma kampına
gönderilecekti; bunun için de işverenin ya da temsilcisinin ya da nezaretçinin
yemini, yani suçlayanın yemini yeterli ve geçerli olacaktı. Bu yasa önerisi,
üstelik tam da on saatlik işgünü yasa taslağının parlamentoda olduğu bir sırada
gelen bu yasa önerisi, emekçilerde müthiş bir öfke yarattı ve bir sürü
ajitasyona yolaçtı. Yüzlerce toplantı düzenlendi, işçilerin imzaladığı yüzlerce
dilekçe, Londra'da proletarya çıkarlarının temsilcisi Thomas Duncombe'a iletildi.
Ferrand'ın yanısıra Duncombe da "Genç İngiltere"nin[77]
temsilcisiydi ve sözkonusu yasa önerisinin tek etkin muhalifiydi. Ama öteki
radikaller, halkın yasa önerisine cephe aldığını görünce birbiri ardından öne
çıktılar ve Duncombe'un yanında yeraldılar; liberal burjuvazi, emekçi sınıfların
heyecanı karşısında[534*]
yasa önerisini [sayfa 367] destekleme cesaretini
gösteremedi, öneri böylece hasıraltı edildi.
Burjuvazinin proletaryaya karşı en açık savaş
ilanı Malthus'un Nüfus Yasası ve onunla uyarlı olarak hazırlanan Yeni Yoksullar
Yasasıydı. Malthus'un kuramına daha önce birçok kez değindik; son vargısını
birkaç sözcükle şöyle özetleyebiliriz: dünya nüfusu her zaman aşırı boyuttadır;
o nedenle yoksulluk, sefalet, güçlük ve ahlaksızlık egemendir; insanlığın kaderi,
önsüz-sonsuz kaderi çok sayıda, o nedenle de kimi zengin, eğitimli, ahlaklı,
kimi azçok yoksul, sıkıntıda, cahil ve ahlaksız farklı sınıflar halinde
varolmaktır. Bundan pratikte çıkan sonuç –ki Malthus da zaten bu sonucu
çıkarmıştır– yapılan yardımlar ve alman yoksullara yardım vergisinin tam
anlamıyla saçma olduğudur; çünkü bunlar yalnızca yarattığı rekabetle çalışanın
ücretini aşağı çeken artı nüfusun korunmasına ve artmasını teşvik etmeye yarar;
Yoksullara Yardım Kurumunun yoksulu çalıştırması da aynı biçimde mantıksızdır;
çünkü emeğin ancak belli bir miktardaki ürünü tüketildiği için, işe böylece
alman her işsiz, o ana kadar işi olan bir işçiyi zorunlu avareliğe iter; bundan
da Yoksullar Yasasınca yaratılması öngörülen sanayi yararına, özel girişimler
zarar görür; başka deyişle sorun artı nüfusun nasıl destekleneceği değil, ama
olabildiği ölçüde nasıl engelleneceğidir. Malthus açık bir dille, yaşama
hakkının, daha önce dünyadaki her insan için varolduğu vurgulanan yaşama
hakkının saçma olduğunu ilan etmektedir. Malthus bir ozanın dizelerini
alıntılayarak, yoksulun, doğanın verdiği ziyafete geldiğini, ama başını sokacak
yer bulamadığını söyler ve ekler: "doğa ona karşısından yıkılmasını emreder",[535*]
Çünkü o, doğmadan önce topluma, kendisinin iyi karşılanıp karşılanmayacağını
sormamıştır.[536*]
İşte, tüm gerçek İngiliz burjuvaların çok doğal olarak pek sevdiği kuram budur;
çünkü çok göz boyayıcı bir mazerettir, üstelik bugünkü koşullarda
[sayfa 368] içinde epey de doğru vardır. O zaman,
eğer sorun "artı nüfusu" yararlı hale getirmemek, onu kullanışlı nüfus haline
getirmek değil de en az itiraz edilecek bir biçimde açlıktan ölmeye terketmek ve
çok çocuk yapmasını önlemek ise, tamam bu yeterince basit ve açık, ama artı
nüfusun da kendisinin gereksizliğini görmesi ve lütfedip açlıktan ölmeyi kabul
etmesi koşuluyla. Ne var ki, insani burjuvazinin tüm ateşli çabalarına karşın,
işçiler arasında böyle bir eğilim yaratmayı başarması şu anda olabilir gibi
görünmüyor. İşçiler kafalarına koymuşlar ki, iş yapan elleriyle asıl gerekli
nüfus onlardır, artı nüfus ise hiçbir şey yapmayan zengin kapitalistlerdir.
Ama tüm gücü zenginler elde tuttuğuna göre,
proleterler fuzuli olduklarını kuzu kuzu kabul etmek zorundadırlar; yoksa
yasanın kendilerini fuzuli ilan etmesine zorla boyun eğeceklerdir. Yeni
Yoksullar Yasası da zaten bunu yapmıştır. Eski Yoksullar Yasası, 1601 tarihli
bir fermana (Elizabeth'in 43'üncü fermanına) dayanıyordu ve yoksula yardımın,
cemaatin görevi olduğu gibi safça bir düşünceden yola çıkıyordu. İşi olmayan
kişi yardım alıyordu ve yoksul, cemaati, kendisini açlıktan koruma sözü vermiş
bir topluluk olarak görüyordu. Yoksul, haftalık yardımı bir ihsan olarak değil,
bir hak olarak istiyordu ve sonunda burjuvazi buna dayanamaz hale geldi.
1833'te, Reform Yasası sayesinde burjuvazi iktidara geldiği ve yoksulluğun
kırsal yörelerde tam gelişme aşamasına ulaştığı sıralarda, burjuvazi, Yoksullar
Yasasını kendi görüşü doğrultusunda yeniden biçimlendirmeye girişti. Yoksullar
Yasasının uygulanışını incelemek üzere kurulan bir komisyon, yasanın yolsuz
uygulanışına ilişkin birçok olayı ortaya çıkardı. Ülkedeki tüm işçi sınıfının,
yoksullaştırıldığı ve ücretler düşük olduğu zaman, beldesel emlak vergisi
kaynaklarından aldığı yardıma dayandığı keşfedildi; işsizi destekleyen bu
sistemin, düşük ücretlilere, büyük ailelerinin ana-babalarına, gayrımeşru çocuk
babalarının ödemesi gereken nafakanın karşılanmasına harcandığı görüldü; genel
olarak yoksulluğun, korumayı
[sayfa 369] gerektiren bir durum olarak kabul
edildiği görüldü; sistemin ulusu çökertmekte olduğu anlaşıldı:
"Sanayi için bir engel oluşturuyordu,
ihtiyatsızca yapılan evlilikler için bir ödüldü; nüfusun kamçısıydı ve ücretler
üzerinde nüfusun yaptığı etkiyi saklayan bir perdeydi; çalışkanı ve dürüstü
enayi yerine koyan, tembeli, basiretsizi ve kötüyü koruyan ulusal bir sistemdi;
'aile bağlarını' tahrip ediyordu; sermaye birikimini önlüyordu, varolan
sermayeyi çökertiyordu ve emlak vergisi yükümlüsünü yoksulluğa sürüklüyordu;
gayrımeşru çocuklara gıda sağlamak için ödenen bir primdi." (Yoksullara Yardım
Komisyonu raporunun ifadesi)[537*]
Eski Yoksullar Yasasının işleyişine ilişkin bu
tanımlama kesinlikle doğrudur; yardım tembelliği ve "artı nüfus"un çoğalmasını
besler. Varolan toplumsal koşullarda, apaçık ortadadır ki, yoksul, bencilliğe
zorlanmaktadır ve çalışmakla çalışmamak, yaşamı açısından bir fark yapmıyorsa,
seçme olanağı olduğu zaman çalışmamayı yeğler. Ama bundan ne çıkar? Varolan
toplumsal koşullarımızın bir işe yaramadığı çıkar; maltusçu komisyon üyelerinin
vargısı gibi, yoksulluğun bir suç olduğu ve başkalarına ibret olacak pis
cezalarla cezalandırılması gerektiği sonucu çıkmaz.[538*]
Ama bu bilge maltusçular kendi kuramlarının
hatasızlığına öylesine yürekten inanmışlardır ki, yoksulu, kendi ekonomik
inançlarının Procrustes
yatağına[539*]
yatırıp en isyan ettirici hoyratlıkla tedavi etmeye kalkışmakta bir an için
ikirciklenmediler. Malthus'a ve serbest rekabet yanlılarının, en iyisi herkesin
kendi çıkarını düşünmesine izin vermektir[540*]
yaklaşımına o kadar inanmışlardı ki olabilse, Yoksullar Yasasını bütünüyle
yürürlükten kaldırmayı yeğlerlerdi. [sayfa 370] Ama
bunu yapmaya ne yürekleri ne otoriteleri yeterliydi; o yüzden, Yoksullar
Yasasının olabildiği ölçüde, Malthus kuramıyla uyumlu bir biçimde düzenlenmesini
önerdiler; oysa bu kuram, laissez-faire kuramından çok daha barbarcaydı,
çünkü onun yetmediği yerde aktif olarak müdahaleyi öngörüyordu. Malthus'un,
yoksulluğu, daha doğrusu istihdam eksikliğini, "gereksizlik" başlığı altında
nasıl bir suç biçiminde karakterize ettiğini ve açlıkla cezalandırılmasını salık
verdiğini görmüştük. Komisyon üyeleriyse bu kadar barbar değillerdi; açıkça
açlıktan ölüm, bir Yoksullara Yardım Komisyonu üyesi için bile korkunç bir şeydi.
"Pekala" dediler, "biz, siz yoksullara varolma hakkını bahşediyoruz, ama
yalnızca varolma; çoğalma hakkınız yok, insana yaraşır bir yaşama hakkınız da
yok. Siz haşaratsınız; sizi, başka haşaratı yok ettiğimiz gibi yok edemiyorsak
da en azından haşarat olduğunuzu bileceksiniz; dünyaya ya doğrudan doğruya, ya
başkalarını tembelliğe ve işsizliğe yönelterek dolaylı biçimde başka "fazla"lık
yaratmamanız için en azından denetim altında tutulacaksınız. Yaşayacaksınız, ama
"fazlalık" olmaya heveslenebilecek olanlar için korkunç bir uyarı olarak
yaşayacaksınız."
Böylece Yeni Yoksullar Yasasını yaptılar; 1834'te
parlamento tarafından onaylandı, günümüzde de yürürlükte kalmaya devam ediyor.
Para ve gıda yardımlarının tümü kaldırıldı; tek yardım, kurulan Yoksullar
Çalışma Yurduna kabul edilmekti. Bu Yoksullar Çalışma Yurdunun ya da halkın
deyişiyle Yoksullara Yardım Bastille'inin[541*]
kuralları öyle ki, bu tür bir kamu yardımı almadan yaşayabileceğinden en ufak
umudu olanı dehşete düşürür. Yardım başvurusunda bulunacak kişilerin çok aşırı
yoksul olan ve her yolu denediği halde başka türlü çare bulamayanlar olmasını
güvenceye almak için, Yoksullar Çalışma Yurdu, ancak bir maltusçunun ince
dehasının icat edebileceği kadar itici bir yer olarak düşünülmüştür. Yiyecek, en
düşük ücretle çalışanın bile çalıştığı [sayfa 371]
sürece elde edebileceğinden daha berbattır, yaptırdıkları iş de daha güç; çünkü
aksi halde, Yoksullar Çalışma Yurdunu dışardaki sefil yaşama yeğ tutabilirler.
Et, hele hele taze et pek verilmez; daha çok patates, olabilecek en kötü ekmek
ve yulaf lapası, pek az ya da hiç bira. Cürüm işlemiş bir hükümlünün
cezaevindeki yiyeceği bile, kural olarak bundan daha iyidir; o yüzden de bazı
yoksullar, cezaevine girebilmek için sık sık suç işlerler. Çünkü Yoksullar
Çalışma Yurdu da bir tür cezaevidir; kendisine verilen ödevi tamamlamamış olan
yiyecek alamaz; dışarı çıkmak isteyenin izin alması gerekir; bu izin onun
davranışlarına ve denetmenin keyfine bağlıdır; tütün yasaktır, Yoksullar Çalışma
Yurdunun dışında akraba ve dostlardan armağan kabul edilmesi de yasak; yoksullar,
bir Yoksullar Yurdu giysisi giyerler; denetmenin keyfine tabidirler ve onun
kararlarını düzelttirebilecekleri bir yer yoktur. Onların emeğinin,
dışardakilerin emeğiyle rekabet etmesini önlemek için, oldukça yararsız işlere
koşturulurlar: Erkekler, "güçlü bir erkeğin bir gün içinde büyük çaba göstererek
kırabileceği miktarda" taş kırarlar; kadınlar, çocuklar ve yaşlı erkekler,
kimbilir hangi önemsiz iş için üstüpü toplarlar. "Fazla"nın çoğalmasını ve
"demoralize" ana-babanın çocuklarını etkilemesini önlemek için aileler
parçalanmıştır; koca bir kanatta kalır, kadın bir başka kanatta, çocuklar bir
üçüncü kanatta; birbirlerini, ancak iyi davranış gösterirlerse, uzun aralıklarla,
yalnızca belirtilen zamanlarda görebilirler; ve bu Bastille'lerin içindeki
yoksulluğun dış dünyayı kirletmesini önlemek için, oralarda kalanlar ancak
yetkililerin izniyle ziyaretçi kabul edebilirler ve yalnızca ziyaret odasında
kabul edebilirler; dış dünyayla genel olarak ancak izinle ve gözetim altında
haberleşebilirler.
Yine de tüm bu duruma karşın, yiyeceklerin
sağlıklı, davranışın insanca olduğu varsayılır. Ama yasanın niyeti, böyle bir
şeyi öngörmeyecek kadar açıkça ortaya konmuştur. Yoksullara Yardım Komisyonu
üyeleri ve tüm İngiliz burjuvazisi, sözkonusu sonuçlara yolaçmaksızın da yasanın
uygulanabileceğine inanıyorlarsa kendilerini aldatıyorlar. Yasa
[sayfa 372]
maddelerinin öngördüğü muamele, yasanın ruhuyla taban tabana zıttır. Eğer yasa,
özünde, yoksulları suçlu, Yoksullar Çalışma Yurdunu cezaevi, oralarda kalanları
yasaların koruması dışında, insanlığını sınırları dışında, nefret ve tiksinme
konusu kişiler olarak ilan ediyorsa, o zaman bunun tersini öngören her şey
boşuna gayrettir. Pratikte, yoksula davranışta, şu birkaç örnekten de görüleceği
gibi, yasanın sözü değil ruhu uygulanmaktadır:[78]
Greenwich Yoksullar Çalışma Yurdunda 1843 yazında,
beş yaşında bir oğlan çocuk,[542*]
morga kapatılarak cezalandırıldı; çocuk tabutların kapakları üzerinde uyumak
zorunda kaldı. Herne'deki Yoksullar Çalışma Yurdunda küçük bir kız çocuğa, gece
yatağını ıslattığı için aynı ceza verildi. Bu cezalandırma yönteminin çok
revaçta olduğu görülüyor. Kentin en güzel yörelerinden birinde bulunan bu
Yoksullar Çalışma Yurdu çok gariptir, pencereleri avluya bakar ve yalnızca yeni
olan ikisi oralarda kalanların dış dünyaya bir göz atmalarına elverişlidir. Bunu
Illuminated Magazine'de anlatan yazar,[543*]
sözünü şöyle tamamlıyor:
"Allah, suçlu insanı, insanın insanı yoksulluk
için cezalandırdığı ölçüde cezalandırsa eyvanlar olsun ademoğullarına!"[79]
Kasım 1843'te Leicester'de adamın biri öldü;
Coventry'deki Yoksullar Çalışma Yurdundan iki gün önce çıkarılmıştı. Oradaki
yoksula yapılan muamelenin ayrıntıları isyan ettiricidir. George Robson adlı bu
kişinin omzunda bir yara vardı; tedavisi bütün bütün ihmal edilmişti; sağlam
kolunu kullanarak pompada çalıştırılıyordu; normal Yoksullar Çalışma yemeği
veriliyordu, ama genel bünye zayıflığı ve omzundaki yaranın etkisiyle o
yemekleri hazmedemiyordu; o yüzden gittikçe zayıf düştü ve ne kadar daha çok
yakınırsa, o kadar daha sert bir muamele görmeye başladı. Karısı[544*]
bir damla birasını kocasına getirmek isteyince azarlandı ve
[sayfa 373] kadın gardiyanın önünde o birayı içmeye zorlandı. Adam
hastalandı, ama daha iyi bir tedavi görmedi. Sonunda, kendi isteğiyle ve birçok
hakaret edici söz arasında, karısının eşliğinde salıverildi. Adam adli tabibin
raporuna göre, ihmal edilen yara ve onun durumunda hazmı olanaklı olanaklı
olmayan gıda verilmiş olması nedeniyle, iki gün sonra Leicester'de öldü.
Yoksullar Çalışma Yurdundan çıkmadan önce, kurumun kurallarına göre, denetmenin
önünde açılan mektupları kendisine verildi; altı hafta boyunca orada tutulmuş
olan mektupların içinde, ona gönderilmiş paralar vardı. Birmingham'da bu tür
skandallar birbirini izleyince, sonunda 1843'te,[545*]
durumu soruşturmak üzere bir resmî görevli gönderildi. Bu görevli, dört derbeder
kişinin,[546*]
yılın en sert kış aylarında sekiz-on gün süreyle, çırılçıplak merdiven altındaki
ceza hücresine kapatıldığını ve kendilerine öğleye kadar yiyecek verilmediğini
tespit etti. Küçük bir oğlan çocuk, kurumun bildiği tüm cezaların hepsine
sırayla çarptırılmıştı; ilkin rutubetli, dar, kemerli bir depo odasına
hapsedilmişti; sonra iki kez köpek kovuğuna hapsedilmişti, ikincisinde üç gün üç
gece olmak üzere; sonra gene aynı süreyle ama daha kötü bir köpek kovuğunda
hapis; sonra serseriler odası denen, kötü kokulu, mide bulandırıcı, pis, tahta
kerevetler üzerinde uyunan, resmî görevlinin denetimi sırasında üç günden beri
orada tutulduklarını belirlediği ve çul-çaput içinde soğuktan tirtir
titrediklerini gördüğü üç çocuğu bulduğu yerde hapis cezası. Köpek kovuğunda
çoğu zaman yedi, serseriler odasında da yirmi kişi balık istifi tutuluyordu.
Köpek kovuğuna, kiliseye gitmeyi reddettiği için kapatılan kadınlar da vardı ve
hasta olan, ilaç almaya devam eden bir kadın dört gün süreyle serseriler odası
denen yere kapatılmıştı, oda arkadaşlarının kimler olduğunu tanrı bilir. Bir
başka kadın, akıl melekeleri yerinde olduğu halde, sırf cezalandırmak
[sayfa 374] için, deliler koğuşuna atılmıştı.
Suffolk'daki Bacton Yoksullar Çalışma Yurdunda Ocak 1844'te yapılan benzer bir
soruşturma, geri zekalı bir kadının hemşire olarak çalıştırıldığını ve hastalara
da tabii[547*]
öylesine baktığını ortaya çıkardı; geceleri rahatsızlık geçiren ya da yatağından
kalkmak isteyen hastalar –hemşireler bütün gece uyanık kalmasın diye– yorganın
üstünden ve karyolanın altından dolaştırılan kordonlarla sıkı sıkıya
bağlanıyordu. Böylece bağlanmış bir hasta ölü bulundu. Londra'daki St. Pancras
Yoksullar Çalışma Yurdunda bir sara hastası (daha önce anılan ucuz gömleklerin
yapıldığı yer[548*])
yataktayken gelen biri sara nöbeti sonucu boğularak öldü, çünkü kimse yardımına
gitmemişti; aynı yerde dört, altı, hatta bazan sekiz çocuk aynı yatakta
yatıyordu. Shoreditch Yoksullar Çalışma Yurdunda adamın biri, çok ciddi bir
ateşli hastalık geçiren bir başkasıyla birlikte, içinde farelerin cirit attığı
aynı yatağa yatırılmıştı. Londra'da Bethnal Green Yoksullar Çalışma Yurdunda
altı aylık hamile bir kadın iki yıllık oğluyla birlikte 28 Şubat-19 Mart
arasında kuruma alınmaksızın kabul odasında tutuldu; odada ne bir yatak vardı,
ne insanın en doğal ihtiyaçlarını giderebileceği bir tuvalet. Yoksullar Çalışma
Yurduna getirilen kocası, karısının bu tutukluluğuna son verilmesi için ricada
bulundu diye, yirmidört saat katıksız hapis cezası aldı; suçu küstahlıktı;
kendisine yalnızca ekmek ve su verildi. Windsor yakınındaki Slough Yoksullar
Çalışma Yurdunda Eylül 1844'te adamın biri ölüm yatağındaydı. Karısı oraya gitti,
ancak geceyarısı varabildi; acele Yoksullar Çalışma Yurduna koştuysa da içeri
alınmadı. Ertesi sabaha kadar kocasını görmesine izin verilmedi; ertesi sabah,
da ancak bir kadın gardiyanın gözetimi altında görebildi.[549*]
Her ziyaretinde bu gardiyan yanında bulunuyor ve yarım saatlik görüşmeden
[sayfa 375] sonra kadını gönderiyordu.
Lancashire'daki Middleton Yoksullar Çalışma Yurdunda her iki cinsten oniki,
bazan onsekiz kişi aynı odada uyuyordu. Bu kurum, Yeni Yoksullar Yasası
çerçevesine girmiyor; eski özel bir yasaya göre (Gilbert Yasası)[80]
yönetiliyor. Denetmen, bu Yoksullar Çalışma Yurdunda, kendisi için bira
yapabileceği bir yer kurmuştu. Stockport'da 31 Temmuz 1844'te yetmişiki yaşında
bir adam, taş kırmayı reddettiği için sulh yargıcının önüne çıkarıldı; yaşı ve
dizindeki rahatsızlık nedeniyle bu işi yapamayacağında ısrar etti. Kendi fizik
gücüne uygun başka bir işi yapmaya hazır olduğunu boş yere anlatmaya çalıştı
durdu; ıslahevinde iki hafta çalışma cezasına çarptırıldı. Basford Yoksullar
Çalışma Yurdunda,[550*]
denetimle görevli bir memur, onüç haftadır yatak çarşaflarının, dört haftadır
gömleklerin, iki aydan on aya kadar uzayan süredir çorapların değiştirilmediğini,
o yüzden kırkbeş erkek çocuktan yalnızca üçünün ayağında çorap olduğunu, ve
tümünün sırtındaki gömleğin parça parça olduğunu belirledi. Yataklarda fareler
cirit atıyordu ve tabak-çanak gibi şeyler çöp kovasında yıkanıyordu. Londra'nın
batısındaki bir Yoksullar Çalışma Yurdunda dört kıza frengi aşılayan kapıcı
işinden çıkarılmadı; sağır ve dilsiz bir kızı dört gün dört gece yatağında
saklayan bir başkası da görevini sürdürdü.
Yaşarken nasılsa, ölünce de öyle. Yoksul toprağa,
hastalıklı bir sığır gibi gömülür. Londra'daki St. Brides Yoksul Mezarlığı
çıplak bir batak arazidir; Charles II zamanından beri mezarlık olarak kullanılır;
kemik yığınlarıyla doludur; her Çarşamba günü yoksulların cesetleri ondört fit[551*]
derinliğinde kazılmış bir çukura atılır, bir papaz var hızıyla bir dua
takırdatır; sonra çukur, gelecek Çarşamba günü kolayca açılsın diye toprakla
hafifçe örtülüp bırakılır ve en sonuncu ölüyü de alıncaya dek tıka-basa
doldurulur. Böylece başlayan çürüme ve kokuşma tüm çevreyi zehirler.
Manchester'da yoksul mezarlığı Old Town'ın karşısındadır, Irk boyunca
[sayfa 376] uzanır; bu da engebeli boş bir yerdir,
iki yıl kadar önce içinden bir demiryolu geçirildi. Eğer saygın bir mezarlık
olsaydı, burjuvazi ve din adamları takımı, kutsal şeylere saygısızlık ediliyor
diye kıyameti koparırlardı. Ama orası yoksulların gömüldüğü, toplumdan dışlanmış
fuzuli insanların ebedi istirahatgahıydı; o yüzden de kimse ilgilenmedi. Bedeni
henüz tam çürüyüp dağılmamış cesetleri mezarlığın öteki kısmına aktarmayı bile
gerekli bulmadılar; cesetler birbiri üstüne yığıldı ve o ceset yığınları, yeni
kazılmış mezarlara dolduruldu; bataklıktan sızan, çürümekte olan öğelerle yüklü
su da bütün çevrenin havasını zararlı, tiksindirici bir gaz kokusuyla doldurdu.
Bu çalışma sırasındaki iğrenç gaddarlığı daha ayrıntılı olarak anlatamam.
Yoksulun bu koşullarda kamu yardımını kabule
neden yanaşmadığına şaşan olur mu? Bu Bastille'lere girmektense açlıktan ölmeyi
yeğlemelerine şaşan olur mu? Elimde beş olaya ait haberler var; gerçekten
açlıktan ölmekte olan insanlar, kendilerine Yoksullar Çalışma Yurdunun dışında
yardım yapmayı, gardiyanların kabul etmemesi üzerine, bu cehenneme girmektense
sefil evlerine döndüler ve oralarda öldüler. Şu ana kadar Yoksullara Yardım
yetkilileri amaçlarına ulaştılar. Ama aynı zamanda, bu Yoksullar Çalışma Yurdu
sorunu, işçi sınıfının, genelde Yeni Yoksullar Yasasına hayranlık duyan mülk
sahiplerine beslediği nefreti, iktidardaki partinin herhangi bir önleminin
yaratabileceğinden kat kat fazlasıyla yoğunlaştırdı.
Newcastle'dan Dover'a, işçiler arasında tek ses
duyuluyor – yeni yasaya karşı beslenen nefretin sesi. Bu yasada burjuvazi,
proletaryaya karşı görevlerini nasıl algıladığını o kadar açıkça formüle etti ki,
bunu en kalın kafalılar bile anladı. Varlıksız sınıfın yalnızca sömürülmek için
ve mülk sahipleri ondan daha fazla yararlanamadığı zaman açlıktan ölmek üzere
varolduğu fikri, şimdiye dek hiç böylesine cesaretle ve böylesine açıkça formüle
edilmemişti. İşte o yüzdendir ki, bu Yeni Yoksullar Yasası işçi hareketini
hızlandırmaya ve özellikle çartizmi yaymaya büyük ölçüde katkıda bulundu;
[sayfa 377] ve bu yasa en geniş ölçüde kırsal kesimde
uygulamaya geçirildiği için, tarımsal yörelerde ortaya çıkan proletarya
hareketinin gelişimini de kolaylaştırıyor.
Eklemeliyim ki, 1838'den beri İrlanda'da
seksenbin yoksul, yürürlükte olan benzer bir yasa çerçevesinde muamele görüyor.
Orada da bu yasadan hoşlanılmıyor; yasa İngiltere'deki boyutlarda önem
kazansaydı, aynı biçimde yoğun bir nefret uyandırırdı. Ama seksenbin proletere
kötü muamele edilen bir ülkede onlardan iki-buçuk milyon varsa, ne farkeder?
İskoçya'da yerel ayrıksınlıklar dışında, Yoksullar Yasası diye bir şey yok.
Yeni Yoksullar Yasası ve sonuçlarının bu görünümü
karşısında, İngiliz burjuvazisi hakkında söylediğim sözlerden hiçbirinin çok
sert bulunmayacağını umuyorum. Bu kamusal tedbirinde burjuvazi, egemen sınıf
olarak in corpore[552*]
davranıyor; gerçek niyetlerini formüllere döküyor, proletaryayla yaptığı, günahı
bireylerin sırtında bulunan küçük alışverişlerin iç yüzünü ortaya koyuyor. Bu
tedbirin, burjuvazinin herhangi bir bölümünden kaynaklanmış olmadığı, tümünün
onayını taşıdığı da 1844 parlamento görüşmeleriyle kanıtlanmıştır. Yeni
Yoksullar Yasasını liberal parti çıkarmıştır; başında başbakan Peel olmak üzere
muhafazakar parti bu yasayı savunuyor, yalnızca 1844 tarihli yasa tasarısıyla,
Yoksullar Yasasının ufak tefek, önemsiz birkaç noktasını değiştiriyor. Yasayı
liberal bir çoğunluk getirdi, muhafazakar çoğunluk onayladı ve "soylu lordlar"
da her seferinde onaylarını verdiler. İşte bu, proletaryanın devletten ve
toplumdan açıktan açığa çıkarılıp atılmasıdır; işte bu, proleterlerin insan
olmadığının ve insan gibi muameleyi hak etmediğinin açıktan ilanıdır. Britanya
İmparatorluğu proleterlerinin, kendi insan haklarını yeniden fethetmelerini
proleterlere bırakalım.[553*]
[sayfa 378]
Yirmibir aylık süre içinde, kendi gözlerimle
gördüğüm ve resmî ve başka güvenilir raporlardan öğrendiğim kadarıyla Britanya
işçi sınıfının durumu işte böyle. Ve önceki sayfalarda yeterince yaptığım gibi
bu durumu azami ölçüde dayanılmaz bir durum diye tanımlarken, böyle yapan tek
kişi ben değilim. Daha 1833'te Gaskell barışçı bir sonuçtan umudunu kestiğini ve
bir devrimin kaçınılmaz olarak bu durumu izleyeceğini ilan etmişti. 1838'de
Cariyle çartizmi ve emekçilerin devrimci eylemlerini, içinde yaşadıkları
sefaletten kaynaklanan eylemler olarak izah etmiş ve Barmecide ziyafet
sofrasında[81]
sekiz yıl boyunca çok sakin oturmalarını ve liberal burjuvazinin boş vaatleriyle
oyalanmalarını hayretle karşılamıştı. 1844'te de "Eğer Avrupa ve eğer bir
biçimde İngiltere, daha uzun süre oturulabilir bir yer olacaksa"[554*]
emeği örgütleme çalışmasının artık derhal başlaması gerektiğini ilan etmişti.
Ve Times gazetesi, "Avrupa'nın ilk
gazetesi", 1844
[sayfa 379] Haziranında şöyle yazıyordu:
"Saraylara savaş, kulübelere barış – bu bir terör
parolasıdır; bu topraklarda bir uçtan ötekine yankı yapabilir. Zenginler, dikkat!"[82]
Tam bu noktada, İngiliz burjuvazisinin şansını
bir kez daha gözden geçirelim.[555*]
En kötü halde, yabancı sanayi, özellikle Amerika'nınki, birkaç yıl içinde
tutulması gereken kaçınılmaz bir yol olarak Tahıl Yasasının kaldırılmasından
sonra bile, İngiliz rekabetine dayanmayı başarabilir. Alman sanayisi halen büyük
çaba harcıyor ve Amerikan sanayisi de dev adımlarla ilerliyor. Amerika, tükenmez
kaynaklarıyla, ölçülemeyecek genişlikteki kömür ve demir madenleriyle, eşi
görülmedik su gücü zenginliğiyle ve seferlere elverişli nehirleriyle, ama
özellikle ağırkanlı İngilizlere bakışla enerjik aktif nüfusuyla Amerika, on
yıldan az bir süre içinde öyle bir manüfaktür yarattı ki,[556*]
daha kalın pamuklu mallarda İngiltere'yle zaten rekabete başlamış durumda,
İngiltere'yi Kuzey ve Güney Amerika pazarlarından dışladı, Çin'de İngiltere'nin
yanıbaşında kendi pazarını elde etti.[557*]
Eğer sanayi tekeli kurmaya uygun bir ülke varsa o Amerika'dır. Eğer İngiliz
sanayisi böylece yenik düşerse –ki bugünkü koşullar aynı kalırsa, yirmi yıl
içinde bu sonuç kaçınılmaz görünüyor– proletaryanın çoğunluğu fuzuli hale
gelecektir ve, ya açlıktan ölecek ya isyan edecektir, başka seçeneği yoktur.
İngiliz burjuvazisi böyle bir durumu dikkate alıyor mu? Tam tersine, onların
gözde iktisatçısı McCulloch, kendi öğrencisinin sırasından verdiği derslerde
doğru dürüst nüfusu bile olmayan Amerika gibi genç bir ülkenin İngiltere gibi
köklü bir sanayi ülkesiyle başarılı bir biçimde yanşamayacağını ve sürekli bir
sanayi yürütemeyeceğini söylüyor. Böyle bir şeye [sayfa 380]
kalkışmaları bile, ona göre, delilik olur, çünkü yalnızca kaybederler; onlar
için en iyisi tarıma sarılmaktır; bütün ülkeyi sabanın altına yatırdıkları zaman,
bir gün gelir ki, kârlı bir sanayi de olanaklı olur. Böyle diyor bilge iktisatçı
ve tüm burjuvazi ona tapıyor; bu arada Amerikalılar da birbiri ardından
pazarları elegeçiriyorlar; öyle ki geçenlerde cüretkar bir Amerikalı spekülatör
İngiltere'ye bir vapur dolusu Amerikan pamuklu ürünü gönderdi; mallar yeniden
ihraç edilmek üzere satıldı!
Ama İngiltere'nin manüfaktür sanayisindeki
tekelini koruduğunu, fabrikalarının sürekli çoğaldığını varsaysak sonuç ne olur?
Sanayideki genişleme ve proletaryanın artmasıyla, ticaret bunalımı sürer, ve
daha şiddetli, daha korkutucu hale gelir. Alt orta-sınıfın sürekli olarak
çökmesi ve sermayenin daha az elde yoğunlaşma sürecindeki dev adımları sonucu
proletarya geometrik dizi halinde büyür; kısa sürede birkaç milyoner dışında tüm
ulus proletarya haline gelir. Ama bu gelişme sürecinde bir aşamaya ulaşılır ki,
o aşamada proletarya, varolan gücün ne kadar kolaylıkla devrilebileceğini kavrar
ve o zaman devrim gelir.
Ancak bu varsayımların hiçbirinin ortaya çıkması
beklenmeyebilir. Ticaret bunalımları, proletaryanın bağımsız gelişiminin güçlü
kaldıraçları, dış rekabetle ve alt orta-sınıfın giderek derinleşen çöküşüyle
uyuşumlu davranarak, bir olasılıkla bu süreci kısaltacaktır. Sanırım, halk bir
bunalımdan daha geçecek, fazlasını çekmek zorunda kalmayacak. 1846 ya da
1847'deki gelecek bunalım, bir olasılıkla, Tahıl Yasasının yürürlükten
kaldırılmasını da beraberinde getirecek[558*]
ve Çartın önerileri de yasalaşacak. Cart ne tür devrimci hareketlere yol verir,
bunu ilerde göreceğiz. Ama bunu izleyecek öteki bunalıma ulaşıldığı zaman –ki,
Tahıl Yasasının kaldırılması sonucu gecikmezse, ya da dış rekabet gibi başka
nedenlerle hızlandırılmazsa– öncekilere benzeştirirsek 1852 ya da 1853'te
patlaması gereken bir sonraki bunalıma gelindiği [sayfa 381]
zaman, kapitalistlerce yeterince sömürülmüş ve hizmetlerine artık gerek
kalmadığı için açlığa terkedilmiş olmak, İngiliz halkının canına yetecek. Eğer
İngiliz burjuvazisi, o zamana kadar şöyle durup da bir düşünmezse –ve görünüşe
bakılırsa da böyle yapacağa pek benzemiyor– şimdiye kadarkilerin hiçbiriyle
karşılaştırılamayacak bir devrim gelecektir. Umutsuzluğa itilmiş olan
proleterler, Stephens'in kendilerine öğütlediğini yaparak meşaleyi kapacaklar;
1793 kızgınlığının tam anlatmaya yetmeyeceği bir öfkeyle birleşen intikam
duygusu açığa çıkacak. Yoksulun zengine karşı vereceği savaş, şimdiye
kadarkilerin en kanlısı olacak. Burjuvazinin bir kesiminin proletaryayla birliği,
hatta burjuvazinin kendini yeniden haleyola koyması, işe yaramayacak. Kaldı ki
burjuvazinin imana gelmesi, ancak en fazlasından bir noktaya kadar, ılımlı bir
juste-milieu[559*]
noktasına kadar gider; daha kararlı olanları, işçilerle birleşeni, yalnızca yeni
bir Gironde oluşturabilir ve güçlü gelişmeler sırasında yenilir gider. Tüm bir
sınıfın önyargıları, eski bir palto gibi bir yana konamaz; hele hele sabit, dar
ve bencil İngiliz burjuvazisinin önyargıları hiç konamaz. Bütün bunlar, en
güvenle yapılabilecek çıkarsamalardır: Dayanakları bir ölçüde tarihsel
gelişmenin yadsınamaz gerçeklerinde, bir ölçüde insan doğasında saklı
gerçeklerde bulunan sonuçlardır. Kehanet, hiçbir yerde, toplumu oluşturan
öğelerin açıkça tanımlandığı ve keskince ayrıştığı İngiltere gibi bir yerde
olduğu kadar kolay değildir. Devrim mutlaka gelecek; barışçıl bir çözüm için
vakit artık çok geç; ama önceki sayfalarda öngörülenden daha yumuşak biçimde
yapılabilir. Ama bu da burjuvazinin gelişiminden çok proletaryanın gelişimine
bağlıdır. Proletaryanın sosyalist ve komünist öğeleri emmesi ölçüsünde, devrimin
kanı, intikamı ve vahşeti azalacaktır. Komünizm ilke olarak, burjuvaziyle
proletarya arasındaki ayrıklığın üstünde ve ötesindedir; yalnızca bu ayrıklığın,
o andaki tarihsel önemini kabul eder, ama gelecek için haklı görmez; gerçekte,
bu ara açıklığını kapatmak, tüm sınıf karşıtlıklarını ortadan
[sayfa 382] kaldırmak ister.[560*]
Bu nedenledir ki, savaşım sürdükçe, kendisine zulmedenlere proletaryanın
ister-istemez öfke duymasını, bir işçi hareketinin başlayışında en önemli
kaldıraç olarak haklı görür; ama komünizm bu öfkenin ötesine geçer, çünkü
komünizm yalnızca işçilerin sorunu değildir, bir insanlık sorunudur. Üstelik
komünist, bireylerden intikam almayı düşünmez; tek tek burjuvaların da, varolan
koşullardaki davranışlarından başka türlü davranabilecek olduklarına inanmaz.
İngiliz sosyalizmi yani komünizmi, tamamen bireyin sorumsuzluğu düşüncesine
dayalıdır. İşte bu çerçevede, İngiliz işçiler komünist fikirleri daha çok
özümsedikçe, şimdi duydukları kızgınlık, şimdiki gibi şiddetle sürerse hiçbir
şey başaramayacak olan kızgınlık daha da gereksizleşecektir; burjuvaziye karşı
girişeceği eylem yabansı kabalığını daha çok yitirecektir. Gerçekte, savaş
patlamadan önce proletaryanın tümünü komünist yapmak olanaklı olabilseydi, sonuç
çok barışçıl biterdi; ama bu artık olası değil, zamanı geçti. Bu arada yoksulun
zengine karşı açık, ilan edilmiş savaşı başlamadan önce,[561*]
komünist tarafın, olayların da yardımıyla, devrimin yabansı öğesini zaptetmesini
ve yeni bir "9 Thermidor"u önlemesini sağlayacak biçimde proletarya içinde
toplumsal sorun yeter açıklıkla kavranacaktır sanırım. Her durumda, Fransız
deneyimi boşuna gerçekleştirilmiş bir deneyim olmayacak; üstelik çartist
önderlerin çoğu şimdiden komünist. Ve komünizm burjuvaziyle proletarya
arasındaki çekişmenin üzerinde kaldıkça, burjuvazinin daha iyi öğelerinin (ne
yazık ki çok azlar ve ancak yeni yetişen kuşaktan yandaş çekebilirler)
komünizmle birleşmesi saf proleter çartizmiyle birleşmesinden daha kolay
olacaktır.
Eğer bu sonuçlar, şimdiki bu çalışma çerçevesinde
yeterince ortaya konup belirginleştirilemediyse, bunların İngiltere'nin tarihsel
gelişiminin zorunlu sonuçları olduğunu ortaya koyacak başka vesileler olabilir.
Ama şuna inanıyorum,
[sayfa 383] şimdi yoksulun zengine karşı ayrıntıda ve
dolaylı olarak sürdürdüğü savaş, doğrudan ve genel hale gelecek. Barışçıl bir
çözüm için çok geç. Sınıflar giderek daha keskince bölündü, direniş ruhu
işçilere işliyor, kızgınlık kabarıyor, daha önemli çatışmalarda gerilla
kavgaları yoğunluk kazanıyor ve yakında çok küçük bir itme, çığı yuvarlamaya
yetecek. İşte o zaman, tüm ülkede şu savaş narası yankılanacak: "Saraylara savaş,
kulübelere barış!" – ama o zaman da zenginin sakınması için çok geç olacak.
[sayfa 384]