KÜTÜPHANE | Marks-Engels

ENGELS’TEN LONDRA’DAKİ MARX’A

[MANCHESTER">

KÜTÜPHANE | Marks-Engels

ENGELS’TEN LONDRA’DAKİ MARX’A

[MANCHESTER, -26 MAYIS 1853]

... Sana sözünü ettiğim Arap yazıtları hakkındaki kitabı" dün okudum. İlginç değil diyemem, ama başından sonuna, bezginlik verecek kadar rahip ve İncil savunusuyla dolup ta­şıyor. En büyük başarısı, Gibbon'un eski coğrafya konusun­da bazı gaflar yaptığını kanıtlaması; bundan Gibbon'un tanrıbiliminin de itiraz edilir türden olduğu sonucunu çıkarma­sı. Kitabı muhterem rahip Charles Forster yazmış: başlığı Arabistan'ın Tarihsel Coğrafyası. Kitabın içeriği şöyle özetle­nebilir:

1. Tekvin'de91 verilen Nuh'a, İbrahim'e vb. ilişkin soy kütük, o tarihlerdeki Bedevi kabilelerinin, derece derece lehçe akrabalıklarına göre, oldukça doğru biçimde sıralanışlarıdır Bildiğimiz gibi Bedevi kabileleri, bugüne kadar kendilerini Beni Salid, Beni Yusuf, yani falanın filanın oğlu diye adlandıra gelmişlerdir. Eski ataerkil yaşama tarzından gelen bu tür adlandırma, sonunda böyle bir soy kütüğe yol açmıştır. Tekvindeki soy kütük sıralamasını eski coğrafyacılar aşağı yukarı doğrulamışlardır; daha yakın zamanlardaki gezginler de şiveye ilişkin değişikliklerle eski adların büyük çoğunlukla süregeldiğini kanıtlamışlardır. Bundan çıkan sonuç şu: Yahudiler de yerel koşulların, tarımın vb. öteki Bedevi kabi­lelerinin karşısına koyduğu, küçük bir Bedevi kabilesinden başka bir şey değildir.

2. Daha önce konuştuğumuz büyük Arap istilasına, Bede­vilerin. Moğollar gibi, dönem dönem istila hareketlerine gi­riştikleri konusuna gelince, Asur İmparatorluğu —ve Babil imparatorluğu— daha sonraları Bağdat halifesinin ortaya çıktığı yerde kurulmuştur. Babil İmparatorluğunun kurucu­ları. Kaideliler, aynı yerde bugün bile aynı ad altında, Beni Halid adı altında yaşamaktadırlar. Nineve ve Babil gibi bü­yük kentlerin hızlıca kuruluşu, yalnızca 300 yıl kadar önce doğu Hindistan'da Afgan ve Tatar istilalarıyla Agra, Delhi, Lahor ve Mutan gibi kentlerin kurulması türündendir. De­mek ki, Muhammed'in giriştiği istilaların kendine özgü bir karakteri söz konusu değildir.

3. Öyle görünüyor ki, kurdukları yapılardan anlaşıldığı­na göre. Araplar, güneybatıda yerleştikleri bölgede, Mısırlı­lar ve Asurlular kadar uygar bir halktılar. Bu, Muham­med'in istilalarındaki birçok şeyi de kanıtlamaktadır. Dinsel yalanlarla ilgili olarak şu söylenebilir: küçük bir parçasını İbrani geleneğinin oluşturduğu eski geleneksel Arap tektanrıcılığının (Amerika'daki kızılderili kabilelerinde olduğu gibi) egemen olduğu güneydeki eski yazıtlardan anlaşıldığına göre. Muhammed'in dinsel devrimi, her dinsel hareket gibi, eski basit geleneklere dönme iddiası, biçimsel bir tepkidir.

Yahudilerin Kitab-ı Mukaddes denen kitaplarının eski Arap din ve kabile geleneğinin kaydedilmesinden başka bir şey olmadığı, aynı kökenden gelen ama göçebe olan komşula­rından erkenden ayrılan Yahudiler tarafından değiştirilmiş olduğu anlaşılıyor. Bu nokta, şimdi bana çok açık görünüyor. Yahudilerin farklı gelişmesini, Filistin'in Arabistan tarafının Bedevi toprağı olan çölle çevrilmiş olması çok iyi açıklıyor Ama eski Arap yazıtların, geleneklerin ve Kuran'ın ve bütün soy kütüklerin vb. artık kolaylıkla çözülebilmesi, esas özün Arap ya da daha çok Sami olduğunu gösteriyor. Buradaki durum, Edda ve Alman kahramanlık destanına oldukça ben­zerlik göstermektedir.

Sevgiler F.E.

MARX'TAN MANCHESTER'DEKİ ENGELS' E

[LONDRA] 2 HAZİRAN 1853

... İbranilerle Araplara ilişkin mektubun bana çok ilginç geldi. Konuyla ilgili olarak: 1) Tüm doğu kabileleri arasında, kabilelerin bir kısmının yerleşik konuma geçmesiyle, bu sü­recin başlamasından sonra, bunlarla göçebe yaşamını sürdü­renler arasında genel bir ilişki olduğu kanıtlanabilir. 2) Muhammed zamanında Avrupa'dan Asya'ya uzanan ticaret yolu önemli ölçüde değiştirilmiştir; Hindistan'la ticaretteki payı önemli olan Arap kentleri ticari bir çöküntü içindeydi, bu da değişimi hızlandırmıştır. 3) Dine gelince, soru, genel ve dola­yısıyla kolaylıkla yanıtlanan bir noktada odaklaşıyor: doğu­nun tarihi neden dinler tarihi olarak görünüyor?

Doğu kentlerinin kuruluşuna gelince, (Aurung-Zebe'de dokuz yıl doktorluk yapan) François Bernier'nin Büyük Mo­ğol'un Dominyonlarının Tanımını İçeren Geziler, vb. den" daha parlak, daha canlı, daha çarpıcı olanını bulmak zordur. Askeri sistemi, bu büyük orduların beslenmesini vb. çok iyi anlatır. Bu iki noktada şöyle yazar:

"Süvari ordunun ana bölümüdür; hizmetkârlar ve pazar­dan ya da çarşıdan orduyu izleyen halkla askerler birbirine karıştırılmazsa, piyade, genel olarak söylenenin tersine, sü­vari kadar büyük değildir. Örneğin hükümdarın, başkentten uzun bir süre uzak kalacağının kesin olduğu durumlarda, ona eşlik eden ordunun 200.000 ya da 300.000 kişiden ve bazen daha çoğundan oluştuğunu belirtenlerin haklı olduğu, ancak ordu ve eşlik edenler birlikte düşünülünce kabul edile­bilir. Çadırlar, mutfaklar, giysiler, mobilya ve çoğu zaman kadınlar ve kuşkusuz bu kadar yükün doğal sonucu olarak filler, develer, öküzler, atlar, hayvan yemi tedarikçileri, leva­zımcılar, her türden tüccar hizmetkârlar — işte ordunun ar­dından götürdüğü bütün bu yükü ve insanları bilenler için, orduların büyüklüğüne ilişkin rakamlar şaşırtıcı değildir. Bir ülkede tüm toprağın tek sahibi hükümdar ise, bunun zo­runlu sonucu olarak Delhi ya da Agra gibi bir başkent, neredeyse tümüyle yaşamını orduya borçluysa ve bu yüzden de hükümdar uzunca bir süre savaş alanlarına gittiği zaman onu izlemek zorundaysa, böyle bir ülkenin koşullarını ve yö­netimini bilenler için, ordunun asker sayısına ilişkin yüksek rakamlar şaşırtıcı değildir. Bu kentler, açık arazide kurulan­lardan biraz daha iyi ve rahat olmaları dışında, gerçekte as­keri kamplardan başka bir şey olmadıkları için Paris vb. gibi birer kent değildirler ve öyle de olamazlar."

Büyük Moğol'un 400.000 kişilik bir orduyla Keşmir'e yürüyüşü üzerine de Bernier şöyle diyor:

"Güçlük, böyle büyük bir ordunun, böyle çok sayıda insa­nın ve hayvanın arazide nasıl ve nereden beslenebileceğidir. Doğru olan şudur: Hintliler gıda yönünden azla yetinebilen insanlardır. Bunların çoğu süvaridir; yirmidebiri bile yürü­yüş sırasında etyemez. Gıdaları pirinç ve sebze karışımıdır. Pişirildiği zaman üstüne eritilmiş tereyağı dökerler. Bunun­la yetinirler. Ayrıca develerin büyük bir dayanma gücü var­dır: açlığa ve susuzluğa direnebilirler; çok az gıdayla yaşaya­bilirler ve her şeyi yiyebilirler. Ordu menziline varınca deve sürücüleri, hayvanları çayırlara salarlar; hayvanlar bulabil­diği her şeyi yer. Ayrıca, Delhi'deki pazarda iş yapan ticaret erbabı, harekât sırasında da ordunun yanında aynı işi yapmak zorundadır. Hayvan yemine gelince, tüm bu yoksul in­sanlar ülkenin her yanını dolaşıp ne bulurlarsa satın alırlar ve böylece az bir kazanç sağlarlar. Ama daha çok yaptıkları şey, ellerinde malaya benzeyen ufak küreklerle araziyi dolaş­mak, buldukları yenebilir bitkileri toplamak, yıkayıp temiz­leyerek orduya satmaktır..."

Bernier haklı olarak, doğudaki tüm fenomenlerin teme­linde toprakta özel mülkiyet olmayışını görür ve Türkiye. İran ve Hindistan'a atıfta bulunur. Gerçek anahtar, hatta doğu cennetinin anahtarı da budur.

ENGELSTEN LONDRA'DAKİ MARX'A

MANCHESTER, 6 HAZİRAN [1853]

... Toprak mülkiyetinin olmayışı, gerçekten de Doğunun tümü için anahtar. Doğunun siyasal ve dinsel tarihi de bu noktaya dayanıyor. Ama nasıl oldu da doğulular, feodal biçi­minde de olsa toprak mülkiyetine varmadılar? Bu. sanırım iklimle ve onunla bağlantılı olarak, özellikle Sahra'dan Ara­bistan'ı, İran'ı, Hindistan'ı ve Tatarya'yı [Orta Asya ve Tür­kistan'ın bazı bölümleri, Tatari] geçerek yüksek Asya plato­suna ulaşan büyük çöl parçalarıyla kaplı toprağın yapısıyla ilgili. Burada yapay sulama tarımın ilk koşulu; bu da ya ko­münlerin, illerin ya da merkezi hükümetin işi. Bir doğu hü­kümetinin hiçbir zaman üçten fazla dairesi olmadı: maliye (ülke içi yağma), savaş (ülke içi ve dışı yağma) ve bayındırlık (yeniden üretim için hazırlık). İngiltere hükümeti Hindis­tan'da 1 ve 2 numaralı işleri çok dar kafalı bir biçimde yürüt­tü, 3 numaralı işi ise tümden bir kıyıya koydu. Hindistan ta­rımı da bu yüzden haraboluyor. Serbest rekabet, orada kendi kendini tamamen itibardan düşürüyor. Sulama sistemi çürümeye terkedilince toprağın gübrelenmesinden hemen vazgeçilmesi, başka türlü çok garip görünen bir gerçeği, bir zamanlar, şahane biçimde ekilip biçilen bölgelerin şimdi nasıl birer çorak arazi parçası (Paimira. Petra. Yemen deki harap yerler. Mısır, İran ve Hindistan'daki sayısız topraklar) duru­muna geldiğini açıklıyor. Yıkıcı tek savaşın, bir ülkenin nü­fusunu boşaltabileceğim ve uygarlıktan yüzyıllarca yoksunlaştırabileceğini gösteriyor. Sanırım senin çok doğru olarak Muhammed devriminin temel öğelerinden biri olarak gördü­ğün bir gerçeği, Muhammed'den önce güney Arabistan tica­retinin mahvoluşu gerçeğini de belirttiğim bağlamda düşün­mek gerekiyor. İsa'dan sonraki altı yüzyılın ticaret tarihini iyi bilmiyorum. Bu nedenle de İran'dan Karadeniz’e ve İran körfezinden Suriye ve Küçük Asya'ya uzanan ticaret yolu­nun. Kızıl Deniz yoluyla yapılan ticarete yeğ tutulmasına ne­den olan genel maddi durumu değerlendirecek durumda de­ğilim. Ama, Sasaniler döneminde asayişi iyi olan İran İmpa­ratorluğunda göreceli bir kervan güvenliği oluşunun etkileri herhalde yabana atılır gibi değildir. Buna karşılık İS 200-600 yuları arasında Habeşler tarafından sürekli işgal edil­miş, yağmalanmış, boyun eğdirilmiştir. Romalılar zamanın­da gelişip serpilen güney Arabistan kentleri, yedinci yüzyıl­da çoraklaşmış ve harabeye dönüşmüştü: beşyüz yılın içinde komşu Bedeviler tamamen efsanevi, pek güzel gelenekler be­nimsediler (Kuran'a ve Arap tarihçi Novairi'ye bak), o bölge­deki yazıtların yazıldığı abeceyi bilmiyorlardı; gerçekte baş­ka abece de yoktu ve yazı tamamen unutulmuştu. Genel tica­ri durumun neden olduğu bu çöküntünün yanısıra, doğrudan ve şiddetli ölçüde yıkıcı bir başka hareketin daha bulunmuş olması gerekir ki, bunun da ancak Etyopyalılar tarafından girişilen istila hareketleri olduğu düşünülebilir. Habeşlerin yöreden çıkarılıp atılması Muhammed'den kırk yıl önce ol­muştur: anlaşılıyor ki, Arap ulusal bilincinin uyanışının ilk eylemi budur. Arap ulusal bilincini, kuzeyden gelen ve nere­deyse Mekke'ye kadar uzanan Pers istilası da kamçılamıştır. Bizzat Muhammed'in yaşamıyla ilgili tarihi, gelecek birkaç gün içinde okuyacağım. Ama şimdiye değin okuduklarımdan çıkan sonuca göre, olay, bozuk bir judaizm ve bozuk bir hıristıyanlık anlayışı ile bozuk bir doğaya tapınma yaklaşımının karması olan dinleri de çözülme çığrına girmiş olan, ahlaken iflas etmiş kentli fellahlara karşı bir Bedevi tepkisi niteliğini taşımaktadır.

Bernier'nin materyali gerçekten çok iyi. Uyanık, açık kafalı, çekici her zaman çivinin tam başına isabet ettiren, ama bundan haberdar değilmiş gibi görünen bir Fransızdan bir şeyler okumak büyük zevk.