KÜTÜPHANE | LENIN | ULUSAL SORUN

Viladimir İliç Lenin Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı
 

ULUSLARIN KADERLERİNİ TAYİN HAKKI ÜZERİNE BİR TARTIŞMANIN ÖZETİ
EKİM 1916


      ZİMMERWALD solunun Vorbote adlı dergisi (n° 2">

KÜTÜPHANE | LENIN | ULUSAL SORUN

Viladimir İliç Lenin Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı
 

ULUSLARIN KADERLERİNİ TAYİN HAKKI ÜZERİNE BİR TARTIŞMANIN ÖZETİ
EKİM 1916


      ZİMMERWALD solunun Vorbote adlı dergisi (n° 2, Nisan 1916), merkezi organımız Sosyal-Demokrat'ın ve Polonyalı sosyal-demokrat muhaliflerin organı Gazeta Rabotnicza'ın yazıkurulları tarafından imzalanmış olan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından yana ve bu hakka karşı tezleri yayınlıyor. Okur, yukarda, birinci tezin tam metnini
[
27*] ve ikinci tezin de çevirisini bulacaktır.[80] Bu sorunun böylesine ayrıntılı olarak uluslararası alanda sunulması ilk kez oluyor: Konu, daha önce, yalnızca, üç ayrı görüşü temsil eden Rosa Luxemburg, Karl Kautsky ve Polanyalı "bağımsızlar" (sayfa 156) tarafından, 1896 Sosyalist Enternasyonalin Londra Kongresinden önce, Neue Zeit adlı Alman marksist dergisinin 1895-1896 yıllarında çıkan sayılarında, bundan yirmi yıl önce ele alınmıştı.[81] Bildiğimiz kadar, o zamandan beri, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sorunu, sistemli bir biçimde, ancak Hollandalılar ve Polonyalılar tarafından tartışılmıştır. Umalım ki, Herald dergisi, bugün bu kadar önem kazanmış olan bu sorunun, İngilizler, Amerikalılar, Fransızlar, Almanlar ve İtalyanlar arasında tartışılmasını sağlayabilsin. "Kendi" hükümetlerinin doğrudan doğruya destekleyicisi Plehanovlar, David'ler ve şürekâsı, ve oportünizmi el altından savunanlar, kautskiciler ( ve bunların yanında Akselrod, Martav, Çheydze ve ötekiler) tarafından temsil edilen resmi sosyalizm, bu konuda o kadar çok yalan söylemiştir ki, uzun süre, bir yandan, bu konuda susma ve konudan kaçma çabaları, öte yandan da işçilerin bu "lanetli sorunlar" hakkında "doğrudan doğruya yanıtlar" istemeleri kaçınılmaz olarak uzun zaman sürüp gidecektir. Biz, okurlarımızı, yurtdışındaki sosyalistler arasındaki akımların birbiriyle çatışmasından haberdar etmeye çalışacağız.

      Bu sorun, biz Rus sosyal-demokratlar için özel bir önem taşır; buradaki tartışma, 1903 ve 1913 yıllarında yapılmış olan tartışmanın bir devamıdır;
[82] savaş yıllarında, bu sorun, parti üyelerinin düşüncelerinde bazı dalgalanmalara neden olmuştu; Gvozdev'in bellibaşlı önderlerinin ya da şoven işçi partisinin Martov ve Çheydze gibi liderlerinin, sorunun özünden kaçma çabalarında yaptıkları düzenbazlıklar yüzünden, sorun, ivedi bir hal almıştır. Bu bakımdan, uluslararası alanda başlamış olan tartışmanın hiç değilse ilk sonuçlarını özetlemek önem taşır.

      Bu tezlerden anlaşılacağı gibi, Polanyalı yoldaşlarımız bizim ileri sürdüğümüz bazı iddialara, örneğin marksizm ve prudonculuk konusunda olduğu gibi, doğrudan yanıt veriyorlar. Ama onlar, daha çok, kendi iddialarını bizimkilere karşı (sayfa 157) ileri sürerek, doğrudan değil, dolaylı olarak bize karşılık veriyorlar. Doğrudan ve dolaylı yoldan yanıtlarını inceleyelim.
     

I. SOSYALİZM VE ULUSLARIN KADERLERİNİ TAYİN HAKKI


      Biz, sosyalist düzende ulusların kendi kaderlerini tayini hakkını uygulamamanın sosyalizme ihanet olacağını ileri sürdük. Bize yanıt olarak, "ulusların kaderlerini tayin hakkı, sosyalist topluma uygulanamaz" dendi. Bu, temelde bir görüş ayrılığıdır. Bu ayrılık nereden gelmektedir? Karşı-tezi savunanlar, "sosyalizm, ulusal baskıya neden olan sınıf çıkarlarını ortadan kaldırdığına göre, bu baskının her türünü de ortadan kaldıracaktır..." diyorlar. Siyasal baskının biçimlerinden biri, yani bir ulusun zorla bir başka ulusun sınırları içinde tutulması üzerine bir tartışmada, ulusal baskının ortadan kalkmasının, iktisadi önkoşulları ile ilgili pek iyi bilinen ve tartışma götürmez bir iddianın yeri var mı? ,Bu, siyasal sorundan kaçma çabasından başka bir şey değildir. Ve bunu izleyen iddialar da, bizim görüşümüzü doğrulamaktan başka bir şey yapmıyor: "Sosyalist bir toplumda ulusun bir iktisadi ve siyasal birim niteliği taşımasına inanmamız için hiç bir neden yoktur. Pek olası olarak ulus, ancak bir kültür ve dil birliği niteliği taşıyacaktır, çünkü bir bölgesel sosyalist kültürel grup olarak bölünmesi, eğer olacaksa, ancak üretimin gerekleri sonucu olacaktır ve üstelik böyle, bir bölünme sorunu ["ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı"nın emrettiği gibi] birey olarak ve tam egemenliklerine sahip durumda uluslar tarafından değil, tüm ilgili yurttaşlar tarafından ortaklaşa çözüme bağlanacaktır. ..."

      Polonyalı yoldaşlarımız ulusların kendi kaderlerini tayin yerine ortaklaşa tayin iddiasını o kadar beğeniyorlar ki, tezlerinde bunu üç kez yineliyorlar! Ama ne yazık ki sık sık yinelemek, bu oktobrist ve gerici iddiayı bir sosyal-demokrat iddia haline getirmiyor. Bütün gericiler ve burjuvalar, (sayfa 158) belirli bir devletin sınırları içinde zorla tuttukları uluslara ortak bir parlamentoda, kaderlerini "ortaklaşa tayin etme" hakkını tanırlar. Wilhelm II de, Belçikalılara, Alman İmparatorluğunun kaderini, bir ortaklaşa Alman parlamentosunda "ortaklaşa tayin etme" hakkını tanıyor.

      Karşı-görüşü savunanlar, asıl sözkonusu olan ve burada tartışılan tek konu bulunan sorundan, ayrılma hakkından kaçıyorlar. Eğer bu, bu kadar yürekler acısı olmasaydı gülünç olabilirdi!

      Biz ilk tezimizde ezilen ulusların kurtuluşunun siyasal alanında çifte biçim değiştirmeyi içerdiğini ileri sürdük: (1) Ulusların tam eşitliği. Bu, tartışılmıyor ve devlet içinde olup bitenlere uygulanıyor. (2) Siyasal ayrılma özgürlüğü.
[
28*] Bu da devlet sınırlarının çizilmesiyle ilgilidir. Tartışma yalnızca bu nokta üzerinedir. Ama karşı-görüşü savunanların sustukları nokta da budur. Onlar, devlet sınırları üzerine, hatta devletin kendisi üzerine düşünmek istemiyorlar. Bu, 1894-1902 döneminin eski ekonomizmi gibi, bir tür "emperyalist ekonomizm"dir. Eski ekonomizm şunu iddia ediyordu: Kapitalizm muzafferdir, onun için siyasal sorunlarla uğraşmak, zaman yitirmek demektir! Emperyalizm muzafferdir, onun için siyasal sorunla uğraşmak zaman yitirmek demektir! Böyle bir siyaset-dışı görüş, marksizm için son derece zararlıdır.

      Gotha Programının Eleştirisi'nde,
Marx şöyle yazar: "Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna, bir siyasal geçiş dönemi de tekabül eder ki, burada, devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz."
[83] Şimdiye kadar, bu gerçek, sosyalistler için tartışma götürmezdi ve bu gerçek, muzaffer sosyalizmin gelişerek tam komünizme varmasına kadar devletin var olacağı olgusunun kabul edilmesini de içerir. Engels'in, devletin
tedricen yok (sayfa 159) oluşu konusunda söyledikleri bilinir. Biz, ilk tezimizde, demokrasinin, devletin yok olmasıyla demokrasinin de tedricen ortadan kalkacak olan bir devlet biçimi olduğunu özellikle vurguladık. Ve hasımlarımız, marksizmin yerine "devleti yadsıyan" bir görüşü koymalarına dek, onların iddiaları, büyük bir yanılgı oluşturacaktır.

      Onlar, devletten (ve dolayısıyla devletin sınırlarının saptanmasından) sözedeceklerine, bir "sosyalist kültürel grup"tan sözediyorlar, yani kasıtlı olarak muğlak bir deyim seçiyorlar; amaçları devletle ilgili bütün sorunlardan kaçabilmektir! Bu, gereksiz sözleri yineleme gülünçlüğüne düşmektir: eğer devlet yoksa, elbette ki, devletin, sınırları söz konusu olamaz. Bu durumda, demokratik siyasal programın tümü gereksiz hale gelmektedir. Devlet "sönüp yok olduğu zaman" cumhuriyet de olmayacaktır.

      5. tezin notlarında sözünü ettiğimiz yazılarda
[29*] Alman şoveni Lensch, Engels'in Po ve Ren başlıklı yapıtından ilginç bir pasaj aktarıyor. Engels, burada, özetle, bir dizi küçük ve canlılığı olmayan ulusları, tarihsel gelişmeleri sırasında yutmuş olan "Avrupa'nın canlılığı olan büyük uluslarının" sınırlarının, gittikçe daha çok "halkın dili ve sempatileri"ne uygun olarak saptandığını söylemektedir. Engels, bu sınırları "doğal" olarak nitelendiriyor.[84] Avrupa'da ilerici kapitalizm döneminde, yaklaşık olarak 1848'den 1871'e kadar durum böyleydi. Bugün, bu demokratik biçimde saptanmış olan sınırlar, gün geçtikçe daha çok gerici, emperyalist kapitalizm tarafından yıkılmaktadır. Bütün belirtiler şunu gösteriyor ki, emperyalizm, mirasçısı olan sosyalizme, miras olarak, Avrupa'da ve dünyanın öteki bölgelerinde daha az demokratik sınırlar ve bir dizi ilhaklar bırakacaktır. Muzaffer sosyalizmin, bütün alanlarda tam demokrasiyi kurup uygularken, devlet sınırlarını demokratik biçimde saptamaktan çekineceği ve halkların "sempatilerini" görmezlikten geleceği (sayfa 160) düşünülebilir mi? Polanyalı meslektaşlarımızın marksizmden emperyalist ekonomizme kaymakta olduklarını anlamak için bu soruları sormak yeter.

      Marksizmin karikatürünü çıkaran eski ekonomistler, işçilere, marksistler için "yalnızca iktisadi olanın" önemli olduğunu söylerlerdi. Yeni "ekonomistler", ya muzaffer sosyalizmin demokratik devletinin (maddesi olmayan bir "duyular bileşimi" gibi) sınırsız olarak varlığını sürdürebileceğini düşünüyorlar, ya da sınırların "yalnızca" üretimin gerekleri sonucu çizileceğine inanıyorlar. Gerçekte bu sınırlar, demokratik bir biçimde, yani nüfusun istek ve "sempatilerine" uygun olarak saptanacaktır. Kapitalizm, bu sempatileri, ayaklar altında çiğniyor ve böylelikle ulusların birbirine yaklaşması önünde yeni güçlükler yaratıyor. Sosyalizm, sınıf baskısı olmaksızın üretimi örgütlendirerek, devletin bütün üyelerinin mutluluğunu gerçekleştirerek, halkın "sempatilerinin" serbestçe açılıp gelişmesine olanak sağlıyor ve böylelikle ulusların birbirine yaklaşmasını, birbiriyle kaynaşmasını kolaylaştırıyor ve pek büyük ölçüde hızlandırıyor.

      Okuru, "ekonomizmin" kaba-saba ve beceriksizce iddialarından dinlendirmek için, bizim tartışmamızın dışında kalan bir yabancı sosyalist yazarın tahlilinden aktarma yapalım. Bu yazar, "ulusal kültür özerkliği" diye "okşamadan edemediği bir sevimli hayvanı" olan, ama bununla birlikte birçok temel sorunlarda çok doğru bir uslamlama yürütebilen Otto Bauer'dir. Örneğin, Ulusal Sorun ve Sosyal-Demokrasi adlı kitabının 29. bölümünde, o, emperyalist siyaseti, ulusal ideoloji maskesi altında gizlemekten başka bir şey olmayan hileyi pek haklı olarak suçluyor. "Sosyalizm ve Milliyet ilkesi" başlıklı 30. bölümde şöyle diyor:

      "Sosyalist toplum, koca ulusları zora başvurarak kendi yapısı içine hiç bir zaman alamayacaktır. Ulusal kültürün bütün nimetlerinden yararlanan, yasamaya ve hükümete tam ve etkin olarak katılan ve ensonu, silahlanan halk yığınlarını (sayfa 161) gözünüzün önüne getiriniz - böyle bir ulusu, bir yabancı toplumsal organizmaya zorla bağımlı kılmak mümkün olabilir mi? Her türlü devlet iktidarı silah kuvvetine dayanır. Bütün halkın katıldığı bugünün orduları, ince bir mekanizma sayesinde, hala belirli bir kişinin, bir ailenin ya da sınıfın elinde tuttuğu bir alettir, tıpkı geçmişteki feodallerin paralı askerlerden oluşan orduları gibi. Bir sosyalist toplumun demokratik topluluğunun ordusu da, baskı olmaksızın sosyalist işyerlerinde çalışan ve siyasal yaşamın bütün alanlarına katılan yüksek kültürlü kimselerden oluştuğuna göre, silahlanmış halktan başka bir şey değildir. Bu koşullarda, herhangi bir yabancı yönetim olanağı ortadan kalkar."

      Bu doğrudur. Kapitalist düzende ulusal (ya da herhangi bir diğer siyasal) baskıyı ortadan kaldırmak olanaksızdır, çünkü bunun için sınıfların ortadan kaldırılması, yani sosyalizmin kabul edilmesi gereklidir. Ama ekonomiye dayanmakla birlikte, sosyalizmi, yalnızca ekonomiden ibaret sayamayız. Ulusal baskıyı ortadan kaldırabilmek için bir temel (sosyalist üretim) şarttır, ama bu temel, aynı zamanda, demokratik biçimde örgütlendirilmiş bir devleti, demokratik bir orduyu vb. taşımalıdır. Kapitalizmi sosyalizm biçimine sokmakla proletarya, ulusal baskıyı ortadan kaldırmanın olanağını yaratır; "ancak" -"ancak"!- halkın "sempatilerine" uygun olarak devlet sınırlarının çizilmesi dahil, tam ayrılma özgürlüğü dahil, tam demokrasinin bütün alanlarda gerçekleştirilmesiyledir ki, bu olanak, gerçek olur. Ve bu da, devlet tedricen yokolduğu zaman tamamlanacak olan en küçük ulusal sürtüşmenin bile, en küçük ulusal güvensizliğin bile pratikte ortadan kaldırılması için, ulusların gittikçe daha büyük bir hızla birbirine yaklaşması, birbiriyle kaynaşması için bir temel görevini yerine getirecektir. Marksist teori işte budur; ve Polonyalı meslektaşlarımız yanılgıya düşerek bu teoriden uzaklaşmışlardır. (sayfa 162)
     

II. EMPERYALİZM ÇAĞINDA DEMOKRASİNİN "GERÇEKLEŞMESİ OLANAĞI" VAR MIDIR?


      Polonyalı sosyal-demokratların, ulusların kaderlerini tayin ilkesine karşı sürdürdükleri polemik, tamamıyla, bunun kapitalist düzende "gerçekleşemeyeceği" iddiasına dayanır. Daha 1903'te, biz, İskra yanlıları, RSDİP İkinci Kongresinin, program komisyonunun iddialarına, gülmüş ve bunların (kötü şöhretli) ekonomistler tarafından savunulan marksizmin çarpıtılması niteliğindeki görüşün bir yinelenmesi olduğunu söylemiştik. Tezlerimizde bu yanılgı üzerinde özellikle durduk; oysa bütün tartışmanın teorik temeli olan asıl bu noktadaki iddialarımızdan hiç birine Polanyalı yoldaşlar yanıt vermemiştir (ya da verememiştir?).

      Ulusların kendi kaderlerini tayin ilkesinin iktisadi bakımdan olanaksızlığı, tıpkı bizim, makineleri yasaklamanın ya da emek parasının vb. kabulünün pratikte uygulanamaz olduğunu tanıtladığımız gibi bir iktisadi tahlil ile tanıtlanmalıydı. Kimse böyle bir tahlile yanaşmıyor. Emperyalizmin en saldırgan olduğu bir çağda, bir küçük ülkenin, hatta savaş ya da devrime başvurmaksızın, "istisnai olarak" pratikte uygulanmayan ulusların kaderlerini tayin ilkesini gerçekleştirebildiğinin tanıtlanabildiği(Norveç 1905 gibi) kapitalist düzende, "emek parasının dünyanın tek bir ülkesinde bile "istisnai olarak" da kabul ettirmede başarı' sağlandığını kimse iddia edemez.

      Genel olarak, siyasal demokrasi ("saf" kapitalizm için teorik olarak normal üstyapı olmakla birlikte) kapitalizm üzerinde yükselmesi olanaklı olan üstyapı biçimlerinden ancak biridir. Gerçekler, hem kapitalizmin, hem emperyalizmin herhangi bir siyasal biçiminin çerçevesi içinde geliştiğini ve bunların tümünü kendisine bağımlı kıldığını gösterir. Bu bakımdan demokrasinin biçimlerinden birinin, onun istemlerinden birinin "gerçekleştirilemez" olduğunu iddia etmek (sayfa 163) temel teorik yanılgıdır.

      Polonyalı meslektaşlarımızdan bu iddialarımıza yanıt niteliğinde herhangi bir şey gelmediğinden, biz, tartışmayı bu noktada kapanmış sayıyoruz. İddiamızı tanıtlama yolunda, biz, içinde bulunduğumuz savaşın stratejik ve öteki yönlerine bağlı bulunan Polanya devletinin yeniden kurulmasının "pratikte olanaklı" olduğunu yadsımanın "gülünç" olduğu yolunda son derece somut bir iddia ileri sürdük. Herhangi bir yanıt gelmedi!

      Polonyalı yoldaşlar, "yabancı toprakların ilhakı konusunda siyasal demokrasinin biçimleri bir yana itilir, burada zora başvurma belirleyici roloynar. ... Sermaye, halkların devlet sınırları sorununu kendilerinin belirlemerine hiç bir zaman izin vermeyecektir. ..." diyerek (II'nci bölüm, l'inci paragraf) yalnızca, açıkça yanlış olan bir iddiayı yinelemişlerdir. Sanki "sermaye" emperyalizminin hizmetkarı olan kendi devlet memurlarını "halkın seçmesine" izin verirmiş gibi! Ya da, sanki, krallık yerine bir cumhuriyetin kurulması gibi, ya da düzenli ordu yerine milis kuvvetlerinin getirilmesi gibi, önemli demokratik sorunlar üzerine kararlar genel olarak "zora başvurulmadan" düşünülebilirmiş gibi. Öznel olarak,Polonyalı yoldaşlar, marksizmi "derinleştirmek" istiyorlar. Ama bunu başaramadıkları ortada. Nesnel olarak, onların pratikte uygulanamama üzerine sözleri oportünizmdir" çünkü onların üstü örtülü varsayımı, bunun, bir dizi devrimler olmaksızın "pratikte uygulanamayacağı"dır, tıpkı bir tüm olarak demokrasinin bütün istemleriyle birlikte emperyalist çağda pratikte uygulanamayacağı gibi.

      Yalnızca bir yerde, II'nci bölümün l'inci paragrafının sonunda, Alsace sorununu tartışırken, Polonyalı meslektaşlarımız, emperyalist ekonomizm tutumunu bıraktılar ve sorunu demokrasinJn biçimlerinden biri, olarak ele alarak ona, "ekonomiye" genel atıfta bulunmadan somut bir yanıt getirmeye çalıştılar. Burada da temel yanlış, böyle bir yaklaşımdı! (sayfa 164) Alsalsıların o tek başlarına, Fransızlara danışmadan, Alsace ülkesinin bir parçası Almanlara eğilim duyarken ye bunun bir savaş tehlikesi yaratacağı sözkönusuyken, Fransızlara Alsace'ın Fransa ile birleşmesini olup bittiye getirerek kabul ettirmeleri "bölgeci (particularist) ve demokratik olmayan" bir tutum olur!!! Buradaki kafa karışıklığı gerçekten eğlendirici: ulusların kendi kaderlerini tayin ilkesi, ezen bir devletten ayrılma özgürlüğünü varsayar (bu besbellidir ve bunu tezlerimizde özellikle belirttik); ama bir devletle birleşmenin, o devletin rızasını gerektiren bir şey olduğunu siyasette söylemek "adet değildir", nasıl ki, bir kapitalistin kâr alması için ya da bir işçinin ücreti kabul etmesi için "rızasının" gerektiği iktisatta söylenemezse.

      Eğer bir kimse marksist siyaset adamı olmak istiyorsa, Alsace'tan sözederken, Alsace'ın ayrılma özgürlüğü uğruna savaşım vermedikleri için Alman sosyalist alçaklafına saldırmahdır ve bütün Alsace'ı zorla ilhak etmek isteyen Fransız burjuvazisiyle uzlaştıkları ıçin, Fransız sosyalist alçaklarına da saldırmalıdır ve hem Alman, hem Fransız sosyalistlerine "kendi" ülkelerinin emperyalizmine hizmet ettikleri ve küçük de olsa ayrı bir devletten korktukları için saldırmalıdır- sorun, ulusların kaderlerini tayin ilkesini tanıyan sosyalistlerin, sorunu Alsaslıların iradesine karşı gelmeden nasıl birkaç hafta, içinde çözüme bağlayabileceklerini gösterebilmektir.

      Bunun yerine Fransız Alsaslıların kendilerini Fransa ya "zorla" kabul ettirmelerinin oluşturduğu korkunç tehlike üzerine tartışmak gerçekten inci yumurtlamaktır.
     

III. İLHAK NEDİR?


      Biz bu sorunu en açık biçimde tezlerimizde ele aldık (paragraf 7).
[
30*] Polonyalı yoldaşlar buna yanıt vermediler: onlar, (sayfa 165) ısrarla (1) ilhaklara karşı olduklarını belirterek, (2) ilhaklara niye karşı olduklarını açıklayarak asıl konuyu tartışmaya yanaşmadılar. Kuşkusuz, bunlar çok önemli sorunlardır. Ama bunlar, başka tür sorunlardır. Eğer ilkelerimizin teoride sağlam bir temele dayanmasını istiyorsak, eğer bu ilkelerin açıkça ve tam olarak ifade edilmesini istiyorsak, ilhakın ne olduğu sorununa yanaşmamazlık edemeyiz çünkü biz bu kavramı, siyasal propaganda ve ajitasyonumuzda kullanmaktayız. Yoldaşlar arası bir tartışmada bu sorundan kaçılması, ancak, kendi tutumumuzu terkettiğimiz biçiminde yorumlanabilir.

      Niçin bu sorun üzerinde durtıyoruz? Konuyu ele alırken bunu açıkladık. Çünkü "ilhaka karşı çıkmak, ulusların kaderlerini tayin hakkını tanımaktan başka bir şey değildir". İlhak kavramı genellikle şunları içerir: (1) Zor kavramını (zorla kendine bağlama); (2) başka bir ulus tarafından ezilme kavramını ("yabancı" bölgelerin ülke topraklarına katılması vb.), ve, bazan da (3) statükonun bözulması kavramını. Biz tezlerde bunu belirttik ve herhangi bir eleştiriyle de karşılaşmadık.

      Sosyal-demokratlar genel olarak zorun kullanılmasına karşı olabilirler mi diye sorulabilir. Besbelli ki, olamazlar. Bu demektir ki, biz, ilhaklara, zorla gerçekleştirildiği için değil, başka nedenlerle karşıyız. Sosyal-demokratlar statükodan yana da olamazlar. Ne kadar evirip çevirirseniz, gene de ilhak, bir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkının çiğnenmesidir, halkın iradesine karşı olarak devlet sınırlarının saptanmasıdır.

      İlhaklara karşı olmak, ulusların kaderlerini tayin etme hakkından yana olmak demektir. "Herhangi bir ulusun belli bir devletin sınırları içinde zorla tutulmasına karşı" olmak, ulusların kaderlerini tayin ilkesinden yana olmakla birdir (biz, tezlerimizin IV. kesiminde
[31*] aynı fikrin bu biraz değişik (sayfa 166) ifadesini özellikle kullandık, ve Polonyalı yoldaşlar, I'inci bölümün, 4'üncü paragrafının başlangıcında, bize tam açıklıkla yanıt vererek "ezilen ulusların ilhakçı devletin sınırları içinde zorla tutulmasına karşı olduklarını" belirttiler). Biz, sözcüklerin anlamı üzerine tartışmaya girişmek istemiyoruz. Eğer programında (ya da herkesi bağlayanbir kararında, biçim önemli değildir) ilhaklara karşı olduğunu,[32*] ezilen ulusların kendi devletinin sınırları içinde zorla tutulmasına karşı olduğunu ilân etmeye hazır bir parti varsa, biz bu parti ile tam bir ilke birliği halinde olduğumuzu söylemeye hazırız. "Ulusların kaderlerini tayin hakkı" deyimine sarılmak, saçma birşeyolur. Ve eğer bizim partimizde, programın 9. paragrafının sözcüklerini ve formüle ediliş biçimini, bu zihniyetle değiştirmek isteyen kimseler varsa, biz, bu yoldaşlarla görüş ayrılığını bir ilke ayrılığı saymayız!

      Burada önemli, olan tek şey siyasal açıklıktır ve sloganlarımızın teorik bakımdan olgunluğudur.

      Bu sorun üzerindeki sözlü tartışmalar sırasında (ve sorunun özellikle şimdi, savaş koşulları içinde önemi kimse tarafından tartışılmamaktadır) şu iddia ileri sürüldü (buna basında raslamadık): Belirli bir kötülüğe karşı çıkmak, mutlaka bu kötülüğü ortadan kaldıran olumlu bir kavramın benimsendiği anlamını taşımaz. Bu iddianın sakat olduğu açıktır, ve herhalde bundan ötürüdür ki, basında hiç bir yerde yinelenmedi. Eğer bir 'sosyalist' parti, "ezilen bir ulusun onu ilhak etmiş olan devletin sınırları içinde zorla tutulmasına karşı" olduğunu ilan ediyorsa, bu parti, iktidara geldiğinde aynı şeyi zorla yapmama taahhüdüne giriyor demektir.

      Kuşkusuz, eğer yarın Hindenburg Rusya'ya karşı bir yarı-zafer elde ederse, ve bunun sonucunda (İngiltere'nin ve Fransa'nın, çarlığı bir ölçüde zayıf düşürme özlemlerine karşılık olarak) bir yeni Polonya devleti kurulursa (ki bu, kapitalizmin (sayfa 167) ve emperyalizmin iktisadi yasaları bakımından pekâlâ "gerçekleşebilir" bir şeydir), ve sonra da, ertesi gün, sosyalist-devrim, Petrograd'da, Berlin'de ve Varşova'da muzaffer olursa, Polonya sosyalist hükümeti de, Rus ve Alman sosyalist hükümetleri gibi, örneğin Ukraynalıların "Polonya devletinin sınırları içinde", "zorla tutulmasına" karşı çıkacak, buna son verecektir. Ve eğer, Gazete Robotnicza'nın yazıkurulu üyeleri bu hükümete katılmış bulunurlarsa, kuşkusuz, bunlar, "tezlerinden" vazgeçecekler ve böylelikle "ulusların kaderlerini tayin hakkının sosyalist bir toplumda uygulanamayacağı" yolundaki "teorilerini" reddedeceklerdir. Eğer biz böyle düşünmeseydik, gündemimize Polonyalı sosyal-demokratlarla yoldaşça tartışma diye bir şey yazmazdık, onları şovenler sayarak kendilerine karşı amansız bir savaşa girişirdik.

      Diyelim ki, ben, herhangi bir Avrupa kentinin sokaklarına çıkarak, kendime bir köle satın almama izin verilmediği için açıkça protestoda bulunsaydım ve bunu basında da yayınlasaydım; hiç kuşkusuz herkes, beni, bir köle sahibi, kölelik ilkesinin ya da sisteminin bir savunucusu saymakta haklı olurdu. Ve kimse, benim kölelikten yana olan sempatilerimin, ("ben kölelikten yanayım" gibi) olumlu bir biçimde değil de, bir protestonun olumsuz biçimde ifade edilmesi nedeniyle aldanmış olmazdı. Bir siyasal "protesto", bir siyasal programın mutlak karşılığıdır; bu, o kadar belli bir şeydir ki, bunu açıklamak zorunda kalmak, insanı rahatsız ediyor. Durum ne olursa olsun, biz, hiç değilse Zimmerwald solunda (Zimmerwald grubundan bir bütün olarak sözetmiyoruz, çünkü Martov ve öteki kautskiciler de bu gruptadırlar), bir siyasal protestoyu siyasal programdan ayıracak, birini ötekinin karşıtı gibi gösterecek vb. kimselere III. Enternasyonalde yer olmayacaktır dediğimizde, herhangi bir "protesto" ile karşılaşmayacağımıza kesin olarak inanıyoruz.
      Sözcükler üzerinde pazarlığa girişecek değiliz, Polonyalı (sayfa 168) sosyal-demokratların, bir yandan partimiz programının, 9. maddesinin (kendi programlarının ilgili maddesini de), ve aynı biçimde Enternasyonalin programının ilgili maddesini (1896 Londra Kongresi kararı) kaldırma yolundaki önerilerini ve öte yandan da "eski ve yeni ilhaklar", konusunda olduğu gibi "ezilen bir ulusun onu ilhak etmiş olan devletin sınırları içinde zorla tutulması" konusunda da kendi siyasal görüşlerini pek yakında resmen formüle etme yolunda çaba harcayacaklarını kuvvetle umuyoruz. -Bundan sonraki soruna geçelim.
     

IV. İLHAKLARDAN YANA MI, YOKSA İLHAKLARA KARŞI MI?


      Tezlerinin I'inci bölümünün 3'üncü paragrafında, Pölonyalı yoldaşlar, her türlü ilhaka karşı olduklarını kesinlikle ilân ediyorlar. Ama ne yazık ki, aynı bölümün 4'üncü paragrafında, ilhakçı diye nitelendirmek zorunda olduğumuz ifadelere raslıyoruz. Bu paragraf, (en ılımlı bir ifadeyle) şu garip tümce ile başlıyor:

      "Sosyal-demokrasinin ilhaklara karşı, ezilen ulusların onları ilhak etmiş olan devletin sınırları içinde zorla tutulmasına karşı savaşının hareket noktası, her türlü yurt savunmasının reddidir [italikler yazarların]; ki bu, emperyalizm çağında, kendi burjuvazisinin yabancı halkları ezme ve talan etme haklarının savunmasından başka şey değildir. ..."

      Bu, ne demektir? Burada söylenen nedir?

      "İlhaklara karşı savaşın hareket noktası, her türlü yurt savunmasının reddidir..." Ama her ulusal savaşı, her ulusal ayaklanmayı "yurt savunması" diye adlandırabiliriz, ve bugüne dek, bunlar, genellikle böyle adlandırılmıştır! Biz, ilhaklara karşıyız, ama... biz bununla, ilhak edilmiş olanların, kendilerini ilhak etmiş olanlardan kurtulmak için savaş açmasına karşı olduğumuzu kastediyoruz, ilhak edilmiş olanların, kendilerini ilhak edenlerden kurtarmak için ayaklanmalarına (sayfa 169) karşı olduğumuzu kastediyoruz! Bu, ilhakçı bir beyan değil midir?

      Tezleri yazanlar, bu tuhaf beyanlarını haklı göstermek için, "emperyalizm çağında yurt savunmasının, kendi burjuvazisinin yabancı halkları ezme hakkını savunmak olduğunu ileri sürüyorlar. Ama bu, yalnızca emperyalist savaş için doğrudur, yani emperyalist devletler ya da emperyalist devletler grupları arasındaki savaş için, savaşan iki tarafın "yabancı halkları" ezmekle yetinmeyerek, kim daha çok halkı ezecek diye birbirlerine karşı savaş açtıkları durumlar içindoğrudur.

      Besbelli ki, bu tezlerin yazarları, "yurt savunması" sorununu, partimizden çok farklı olarak koymaktadırlar. Biz, emperyalist savaşta, "yurt savunmasını" reddediyoruz. Bu, partimizin merkez komitesi bildirisinde olsun, Fransızca ve Almanca olarak yayınlanan Sosyalizm ve Savaş broşürüne alınan Bern kararlarında olsun
[
33*] tam bir açıklıkla belirtilmiştir. Biz, bunu, ayrıca, tezlerimizde iki kez belirttik (4. ve 6. kesimlerin notları).[34*] Görüldüğü gibi, tezlerin Polonyalı yazarları, genel olarak yurt savunmasını, yani belki de bunlar, "emperyalizm çağında" olanak-dışı oldukları için ulusal savaşları da reddediyorlar. "Belki" diyoruz, çünkü bu görüş Polonyalı yoldaşların tezlerinde açıklanmamıştır.

      Buna karşılık, bu görüş, Alman grubunun tezlerinde "Enternasyonal" ve özel bir yazıda ele aldığımız Junius'un broşüründe açıkça ifade ediliyor.
[35*] Burada söylediklerimize ek olarak şunu belirtelim ki, bir bölgenin ya da bir ülkenin kendisini ilhak etmiş olan devlete karşı ulusal ayaklanması, pekâlâ, savaş değil de ayaklanma olarak nitelendirilebilir (biz, bu itirazla karşılaştık, onun için burada sözünü ediyoruz, ama gene de terminoloji üzerine bu tartışmayı pek ciddi saymamaktayız). (sayfa 170) Herhalde ilhaka uğramış olan Belçika'nın, Sırbistan'ın, Galiçya'nın, Ermenistan'ın, kendilerini ilhak etmiş olan ülkelere karşı "ayaklanmalarını", "yurt savunması" olarak nitelendireceklerini, ve bunda haklı olacaklarını yadsımaya kalkışacak kimselerin ortaya çıkması pek olası değildir. Öyle görülüyor ki, Polonyalı yoldaşlar için sorun bir "ezme hakkı" sorunu olduğuna göre, onlar, bu ilhak edilmiş ülkelerde de bir burjuvazi olduğu ve bu burjuvazinin de yabancı halkları ezdıği ya da daha doğrusu, ezebileceği gerekçesiyle bu tür ayaklanmalara karşıdırlar. Onlar, bir savaş ya da ayaklanma hakkında bir hükme varırken onun gerçek toplumsal içeriğini (ezilmekten kurtulmak amacıyla ezilen ulusun savaşımı) gözönünde tutmuyorlar, ama yalnızca şu anda ezilmekte olan bir burjuvazinin, eninde sonunda "ezme hakkını" kullanacağı olasılığını gözönünde tutuyorlar. Bir örnek verelim: eğer Belçika 1917' de Almanya tarafından ilhak edilirse ve eğer bu ülke kurtuluşunu elde etmek için 1918'de ayaklanırsa, Polonyalı yoldaşlar, Belçika burjuvazisinin "yabancı halkları ezme hakkına" sahip bulunduğu gerekçesiyle, bu ayaklanmaya karşı çıkacaklardır.

      Böyle bir iddiada marksizmin zerresi yoktur, bunu genel olarak devrimci de sayamayız. Eğer sosyalizme ihanet etmek istemiyorsak, başlıca düşmanımız olan büyük devletlerin burjuvazisine karşı her türlü ayaklanmayı desteklemeliyiz, yeter ki, bu ayaklanma, gerici sınıfın bir hareketi olmasın. İlhak edilmiş bölgelerin ayaklanmasını desteklemeyi reddetmekle, biz, nesnel olarak ilhakçı durumuna düşeriz. Proletarya, özellikle, doğan toplumsal devrimin çağı olan "emperyalizm çağında" ilhak edilmiş bögelerin ayaklanmasını bugün olanca gücüyle destekleyecektir ki, yarın ya da aynı anda, bu ayaklanma yüzünden zayıflamış bulunan "büyük" devletin burjuvazisine karşı saldırıya geçebilsin.

      Ama Polonyalı yoldaşlar ilhakçılıklarında bununla da kalmıyor. Onlar, ilhak edilmiş bölgelerin ayaklanmasına karşı (sayfa 171) çıkmakla yetinmiyorlar, bu bölgelerin her ne şekilde olursa olsun, barışçı yollardan olsa bile, bağımsızlıklarının gerçekleşmesine karşı çıkıyorlar! Bakın ne diyorlar;

      "Emperyalizmin baskı siyasetinin sonuçlarının her türlü sorumluluğunu reddeden ve bu sonuçlara karşı olanca gücüyle savaşım veren sosyal-demokrasi, Avrupa'da yeni sınır taşlarının dikilmesine, emperyalizmin yıktıklarının yeniden konmasına kesin olarak karşıdır." (İtalikler yazarların.)

      Şu anda emperyalizm, Almanya ile Belçika'yı ve Rusya ile Galiçya'yı ayıran "sınır taşlarını yıkmış" bulunuyor. Uluslararası sosyal-demokrasi, bu sınır taşlarının hangi biçimde olursa olsun yeniden dikilmesine genel olarak karşı olacakmış! 1905'te, "emperyalizm çağında", özerk Norveç meclisi, bu ülkenin İsveç'ten ayrıldığını ilan! ettiği zaman, ve İsveçli işçilerin direnmesi yüzünden olduğu kadar, emperyalizmin uluslararası koşulları sonucu olarak da, İsveç gericilerinin kışkırttıkları, Norveç'e karşı savaş patlak vermediği zaman, bu anlayışa göre, sosyal-demokrasi, Norveç'in ayrılmasına karşı olmalıydı, çünkü bu ayrılma tartışma götürmez biçimde "Avrupa'da yeni sınıf taşlarının dikilmesi" anlamını taşıyordu!

      Bu kez, artık bu, doğrudan doğruya itiraf edilmiş ilhakçılıktır. Bunu çürütmenin gereği yok, bu, kendi kendisini çürütmektedir. Hiç bir sosyalist parti böyle bir tutumu benimsemeye cüret edemez: "Biz, genel olarak ilhaklara karşıyız, ama Avrupa'ya gelince, ilhaklar gerçekleşir gerçekleşmez, biz, bunları kabul ederiz ya da kendimizi onlara uydururuz..."

      Polonyalı yoldaşlarımızı bu kadar açık... "olanaksız bir tutuma" itmiş olan teorik yanılgının kökenleri üzerinde durmakla yetineceğiz. "Avrupa'nın" kaderini, dünyanın geri kalan kısmından ayrı tutmanın ne kadar yanlış olduğunu ilerde göstereceğiz. Tezlerin aşağıya aldığımız iki tümcesi, bize, yanılgının öteki kaynaklarını açıklıyor:

      " Emperyalizmin tekerleği, kurulmuş bir kapitalist devleti ezerek nereden geçti ise, orada, emperyalist zulmün vahşi biçiminde, kapitalist dünyanın siyasal ve iktişadi merkezileşmesi oluşur ki, bu da, sosyalizmi hazırlar. ... "

      İlhakların bu tarzda haklı gösterilmesi struveciliktir, marksizm değil. 1890'lar Rusya'sını anımsatan Rus sosyal-demokratları, Struvelere, Cunow'lara, Legien ve şürekâsına özgü olan marksizmin bu tür yozlaştırılmasını iyi bilirler.

      Polonyalı yoldaşların bir başka tezinde, (II, 3), "sosyal-emperyalistler" diye adlandırılan Alman struvecileri hakkında özellikle yazılmış olan şu satırları okuyoruz:

      (Ulusların kaderlerini tayin hakkı sloganı) "sosyal-emperyalistlere, bu sloganın hayali niteliğini tanıtlayarak, ulusal baskıya karşı savaşımımızı tarihsel bakımdan temelsiz duygusallık olarak gösterme olanağını sağlamakta ve böylelikle proletaryanın, sosyal-demokratik programın bilimselliğine olan inancını sarsmaktadır. …"

      Bu demektir ki, tezlerin yazarları Alman struvecilerinin tutumunu. "bilimsel" saymaktadırlar! Kendilerini kutlarız.

      Ama Lensch'lerin, Cunow'ların ve Parvusların bize kıyasla haklı oldukları tehdidini taşıyan bu şaşırtıcı iddiayı yere sermek için bir "ayrıntı"yı belirtmek yeter: bu da Lensch'lerin kendi tarzlarında tutarlı kimseler oldukları ve Alman şoven dergisi Glocke n° 8 ve 9'da (biz tezlerimizde kasıtlı olarak aktarmalar yaptık), Lensch hem ulusların kaderlerini tayin hakkı sloganının "bilime aykırılığını" (ki Polonyalı sosyal-demokratlar, görünüşe göre, yukarda aktardığımız tezlerde ileri sürdükleri iddialardan da anlaşılacağı gibi, Lensch'in bu iddiasını çürütülemez saymaktadırlar), hem de ilhaklara karşı sloganının "bilime aykırılığını" tanıtlamaktadır!

      Çünkü Lensch, bizim Polanyalı meslektaşlarımıza belirttiğimiz ve onların da yanıtlamakta istekli gözükmedikleri basit gerçeği pek güzel anlamaktadır: ulusların, kaderlerini tayin ilkesini "tanımakla"" ilhaklara karşı "protesto" ile karşı çıkmak arasında "ne siyasal, ne de iktisadi hatta ne de (sayfa 173) mantıksal bakımdan bir fark olmadığı gerçeğini. Eğer Polonyalı yoldaşlar, Lensch'lerin, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına karşı iddialarını çürütülme sayıyorlarsa, onlar aynı şekilde şu olguyu da kabul etmek zorundadırlar: bütün bu iddiaları Lensch'ler ilhaklara karşı savaşımı çürütmeye çalışırlarken de kullanıyorlar.

      Polonyalı meslektaşlarımızın uslamlamalarının temelinde yatan teorik yanılgı, onları, tutarsız ilhakçılar durumuna düşürmüştür.
     

V. SOSYAL-DEMOKRASİ NİÇİN İLHAKLARA KARŞIDIR?


      Bizim açımızdan bu sorunun yanıtı açıktır: çünkü ilhak, ulusların kaderini tayin etme hakkını engeller, ya da başka bir deyişle, çünkü ilhak, ulusal baskının biçimlerinden biridir.

      Polonyalı sosyal-demokratların görüşüne göre, burada özel açıklamalar gereklidir, ve bu açıklamaları yapan yazarlar (tezler 1,3), kaçınılmaz olarak yeni bir dizi çelişkiler içine düşmüşlerdir.

      (Lensch'lerin "bilimsel" iddialarına karşın) ilhaklara karşı olduğumuz gerçeğini "haklı göstermek" için ileri sürdükleri iki iddia var. Birinci iddia:

      "... Avrupa'da ilhakların muzaffer emperyalist devletin askeri savunması için vazgeçilmez olduğu görüşüne karşı, sosyal-demokrasi, ilhakların ancak uzlaşmaz karşıtlıkları güçlendirdiği ve böylelikle savaş tehlikesini artırdığı gerçeğini ileri sürer. ..."

      Bu yanıt Lensch'ler için yetersizdir, çünkü onların başlıca iddiası, askeri zorunluluk değil, emperyalizm çağında bir merkezileşmeyi sağlayan ilhakların iktisadi bakımdan ilerici niteliğidir. Polonyalı sosyal-demokratların tümü birden, bir yandan Avrupa'da emperyalizm tarafından kaldırılmış olan sınır taşlarını yeniden dikmeyi reddederek böyle bir  merkezileşmenin ilerici niteliğini kabul ederlerken, öte yandan ilhaklara karşı çıkarlarsa, bunda mantık var mıdır?

      Devam edelim. İlhaklar hangi tür savaşların çıkması tehlikesini artırırlar? Emperyalist savaşlaıın değil, çünkü, bunların patlak vermesini sağlayan nedenler başkadır: şu andaki emperyalist savaşta başlıca uzlaşmaz karşıtlıklar, besbelli ki, bir yandan İngiltere ile Almanya'yı, öte yandan da Rusya ile Almanya'yı karşı karşıya getiren karşıtlıklardır. Bu uzlaşmaz karşıtlıkların ilhaklarla bir ilgisi yoktur. Burada artmasından korkulan ve karşı çıkılan tehlike, ulusal savaşların ve ulusal ayaklanmaların patlak vermesi tehlikesidir. Ama bir yandan ulusal savaşların "emperyalizm çağında" olanaksız olduğunu iddia ederken, öte yandan, ulusal savaşların "tehlikesinden" nasıl sözedebiliriz? Bu mantıksal değildir.

      İkinci iddia: İlhaklar, "egemen ulusun proletaryası ile ezilen ulusun proletaryası" arasında bir uçurum kazar. ... Bu durumda ezilen ulusun proletaryası, kendi burjuvazisi ile birleşir ve egemen ulusun proletaryasını düşman sayar. Uluslararası proletaryanın uluslararası burjuvaziye karşı sınıf savaşımının yerini, proletaryanın bölünmesi, onun ideolojik bakımdan yozlaşması alır. ..."

      Biz bu iddialara kesin olarak katılıyoruz. Ama ayın sorun için, aynı zamanda, birbirini geçersiz kılan iddialar ileri sürmek mantıksal mıdır? Tezlerin I. bölümünün 3. paragrafında, ilhakların proletaryanın bölünmesine neden olacağını doğrulayan, yukarda sözünü ettiğimiz iddiaları, buluyoruz, ve hemen yanında, 4. paragrafta, bize, Avrupada şimdiden gerçekleşmiş olan ilhakların sona erdirilmesine karşı çıkılması gerektiği "ezilen ulusların ve ezen ulusların işçi yığınlarının dayanışma halinde, bir savaş için eğitilmesi"nden, yana olmak gerektiği söyleniyor. Eğer ilhakların sona erdirilmesi, gerici nitelikte bir "duygusallık"tan ileri geliyorsa, o zaman ilhakların "proletaryada" bir "uçurum" açtığını ve (sayfa 175) onun "bölünmesine" neden olduğunu söylemek olanaksızdır; tam tersine, ilhaklarda ayrı ayrı ulusların proletaryasının birbirine yaklaşmasının koşullarını görmek gerekir.

      Biz diyoruz ki: sosyalist devrimi başarabilmek ve burjuvaziyi devirebilmek için işçiler sımsıkı birleşmelidir, ve ulusların kaderlerini tayin hakkı uğruna savaşım, yani ilhaklara karşı savaşım, bu sıkı birliğin gerçekleşmesine yardımcı olur. Biz tutarlıyız. Bunun tam tersi olarak, Avrupa'da ilhakların "dokunulmazlığını" ve ulusal savaşların "olanaksızlığını" kabul eden Polonyalı yoldaşlar, ulusal savaşları ileri surerek ilhaklara "karşı" çıkarken kendi kendilerini mat ediyorlar! Bu iddialar, ilhakların, ayrı ayrı ulusların işçilerinin birbirine yaklaşmasını ve kaynaşmasını engellediği yolundaki iddialardır!

      Başka bir deyişle, Polonyalı sosyal-demokratlar ilhaklara karşı çıkabilmek için, iddialarını, bizzat kendilerinin ilkelerini reddettikleri bir teorik kaynaktan almakzorundadırlar.

      Sömürgeler sorununda, bu, daha açık-seçik bir biçimde ortaya çıkıyor.
     

VI. BU SORUNDA "AVRUPA'YI" SÖMÜRGELERLE KIYASLAMAK DOĞRU MUDUR?


      Bizim tezlerimizde, sömürgelerin derhal kurtuluşu yolundaki istemin kapitalist düzende ulusların kaderlerini tayin hakkı kadar, memurların halk tarafından seçilmesi, demokratik cumhuriyet vb. istemleri kadar "gerçekleştirilmesi olanaksız" (yani bir dizi devrimler olmadan gerçekleştirilemez ve sosyalizm olmadan eğreti) olduğu söylenmektedir; öte yandan bu istemin "ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınmasından" başka bir şey olmadığı da belirtilmektedir.

      Polonyalı yoldaşlar, bu iddialardan hiç birine yanıt vermediler. Onlar, " Avrupa" ile sömürgeler arasında bir ayrım yapmaya kalkıştılar. Onlar, ilhaklar yapıldığı andan başlayarak bunları kaldırmayı reddetmekle, yalnızca Avrupa için (sayfa 176) tutarsız ilhakçılar durumuna düşmektedirler. Ama sömürgeler konusunda kesin bir istem ile ortaya çıkıyorlar: "Sömürgelerden dışarı! "

      Rus sosyalistleri, "Türkistan'dan, Kiva'dan, Buhara'dan vb. dışarı!" istemini ileri sürmelidirler, ama Polonya için, Finlandiya, Ukrayna vb. için aynı şeyi isterlerse, "hayalciliğe", "duygusallığa", "bilimsel olmayan tutuma" vb.düşecekleri iddia ediliyor. İngiliz sosyalistlerinin sloganı, "Afrika'dan, Hindistan'dan, Avustralya'dan dışarı!" olmalıdır; ama "İrlanda'dan dışarı!" olmamalıdır. Yanlışlığı böylesine göze batan bir ayrım, hangi teorik iddialara dayandırılabilir? Bu sorudan sıyrılmak olanaksızdır.

      Ulusların kaderini tayin hakkına karşı çıkanların "temel iddiası" bunun "gerçekleştirilemeyeceği"dir. "İktisadi ve siyasal merkezileşme" ile ilgili olarak ufak farkla aynı fikir ileri sürülüyor.

      Besbelli ki, sömürgelerin ilhakında da merkezileşme olmaktadır. Eskiden sömürgeler ile Avrupa halkları -hiç değilse bunların büyük çoğunluğu- arasındaki iktisadi fark, sömürgelerin meta değişimine katılmakla birlikte henüz kapitalist üretime katılmamış olmalarıydı. Emperyalizm bütün bunları değiştirdi. Emperyalizmin bellibaşlı niteliği, sermaye ihracıdır. Kapitalist üretim; Avrupa mali-sermayesine bağımlılıktan kurtulması olanaksız hale gelen sömürgelerde, gittikçe artan bir hızla kök salmaktadır. Genel kural olarak, askeri bakımdan olsun, genişleme bakımından olsun, sömürgelerin ayrılması ancak sosyalizm ile gerçekleşebilir; kapitalist düzende, bu, ancak istisnai olarak ya da sömürgede olsun metropolde olsun, bir dizi devrimler ya da ayaklanmalar yoluyla olabilir.

      Avrupa'da, bağımlı ulusların büyük çoğunluğu (ama hepsi değil: Arnavutlar, Rusya çevresinde bulunan birçok halklar) kapitalist bakımdan sörnürgelere oranla daha gelişmiştir . Ama ulusal baskıya ve ilhaklara karşı direnişi güçlendiren de (sayfa 177) budur! Asıl bu yüzdendir ki, Avrupa'da, siyasal koşullar, ayrılma durumu dahil, ne olursa olsun, kapitalizmin gelişmesi, sömürgelerdekinden daha güvenlidir. Polonyalı yoldaşlar, sömürgelerden sözederken (I, 4) "Orada", diyorlar, "kapitalizm, üretici güçlerin bağımsız gelişmesini sağlama göreviyle henüz karşı karşıyadır. ..." Avrupa'da bu çok daha iyi görülebilir: kuşkusuz, kapitalizm, üretici güçleri, Polonya'da, Finlandiya'da, Ukrayna'da, Alsace'ta, Hindistan'dakinden, Türkistan'dakinden, Mısır'dakinden ve öteki salt sömürge bölgelerinkinden çok daha güçlü, çok daha hızlı ve daha bağımsız olarak geliştirmektedir. Meta üretiminin hüküm sürdüğü bir toplumda, sermaye olmadan hiç bir bağımsız gelişme, genel olarak herhangi bir gelişme olanaklı değildir. Avrupa'da bağımlı ulusların hem kendi sermayeleri vardır,hem de bunlar çok çeşitli koşullarla sermaye edinme olanaklarına sahiptirler. Sömürgelerin kendi sermayeleri, ya da sözü edilecek kendi sermayeleri yoktur. Ve mali-sermaye altında, siyasal bağımlılık koşulu dışında, hiç bir sömürge sermaye edinemez. Öyleyse, bu koşullarda, sömürgeleri derhal ve kayıtsız şartsız olarak bağımsızlıklarına kavuşturma isteminin anlamı nedir? Bu, Struvelerin, Lensch'lerin, Cunow'ların ve ne yazık ki, onların peşinden giden Polonyalı yoldaşların kullandıkları gibi, sözcüğün bayağı, karikatürü çıkarılmış "marksist" anlamıyla, daha "hayalci" değil midir? Özünde, bunlar, devrimci olan dahil, bir darkafalı küçük-burjuva için olağanın sınırlarını aşan her şeyi "hayalcilik" sayarlar. Ama, ulusal hareketler dahil, tüm devrimci hareketler, Avrupa'da, sömürgelerdekinden daha olanaklı, daha gerçekleşebilir, daha inatçı, daha bilinçli, yenilmesi daha zordur.

      Sosyalizm, diyor Polonyalı yoldaşlar (I, 3), "sömürgelerin gelişmemiş halklarına, onlara hükmetmeksizin çıkarcı olmayan bir kültürel yardım sağlamayı bilecektir". Çok doğru. Ama büyük bir ulusun, büyük bir devletin, sosyalizme geçişi (sayfa 178) gerçekleştirince, Avrupa'nın ezilen bir küçük ulusunu, "çıkarcı olmayan bir kültürel yardım" aracıyla kendisine doğru çekmeyi başaramayacağını hangi hakla düşünebiliriz? Polonyalı sosyal-demokratların sömürgelere "tanıdıkları" ayrılma özgürlüğünün kendisi, Avrupa'nın ezilen, küçük ama kültürlü ve siyasal bakımdan titiz uluslarını, büyük sosyalist devletlerle birleşmeye doğru itecektir; çünkü sosyalist düzende büyük devlet teriminin anlamı, günde şu kadar daha az iş saati, günde şu kadar daha çok ücret olacaktır. Burjuvazinin boyunduruğundan kurtulan emekçi yığınlar, o "kültürel yardımı" alabilmek için, gelişmiş büyük sosyalist uluslarla birleşmeye ve kaynaşmaya doğru olanca güçleriyle meyledeceklerdir, yeter ki, günün ezenleri, uzun zaman ezilmiş olan bir ulusun gururu ile ilgili olarak taşımakta olduğu yüksek derecede gelişmiş demokratik duyguyu yaralamasın, yeter ki, ezilen ulusa kendi devletini, yani "öz" devletini kurmak dahil, bütün alanlarda eşitlik sağlansın. Kapitalist düzende bu yolda bir "deneyim" savaş demektir, soyutlanma, kendi içine kapanma ve ayrıcalıklı küçük ulusların (Hollanda, İsviçre) dar bencilliği demektir. Sosyalist düzende emekçi yığınların kendileri, yukarda belirtilen salt iktisadi nitelikteki nedenler yüzünden, kendi içlerine kapanmayı asla istemeyeceklerdir; ve siyasal biçimlerin çeşitliliği, ayrılma özgürlüğü, devletin kuruluşu alanında edinilen deneyimler, bütün bunlar -genel olarak devletin tedricen yokolmasından önce- zengin bir kültürel yaşamın temeli ve ulusların gittikçe artan bir hızla birbirine yaklaşacağının ve kaynaşacağının güvencesi olacaktır.

      Sömürgeleri ayırarak onları Avrupa ile kıyaslamakla Polonyali yoldaşlar, yanlış iddialarını bir darbede yıkan bir çelişkiye düşüyorlar.