KÜTÜPHANE | LENIN | ULUSAL SORUN

Viladimir İliç Lenin Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı
 

ULUSLARIN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN ETME HAKKI
ŞUBAT-MAYIS 1914


      RUS marksistlerinin programının">

KÜTÜPHANE | LENIN | ULUSAL SORUN

Viladimir İliç Lenin Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı
 

ULUSLARIN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN ETME HAKKI
ŞUBAT-MAYIS 1914


      RUS marksistlerinin programının, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkıyla ilgili 9. maddesi, (Prosveşçenye'de
[
9*] de belirttiğimiz gibi) oportünistlerin bize karşı bir haçlı seferine girişmelerine neden oldu. Rus likidatörleri (partiyi tasfiye hareketine katılan likidatörler sözkonusudur) Petersburg'da yayınlanan gazetelerinde, bundçu Liebmann ve Ukraynalı milliyetçi-sosyalist Yurkeviç, kendi organlarında, programın bu maddesine karşı, olanca güçleriyle saldırıya geçtiler ve bu maddeye karşı küçümseyici pir tutum takındılar. Kuşkusuz, marksist programımızın bu biçimde "oniki dilden saldırıya uğraması", genel olarak bugünkü milliyetçi dalgalanmalarla yakından ilgilidir. Biz, ancak, yukarda adı geçen oportünistlerden hiç birinin kendilerine ait olan bir tek kanıt ileri süremediğini belirtmekle yetineceğiz; bunların hepsi, Rosa Luxemburg'un 1908-09'da Lehçe kaleme alınan "Ulusal Sorun Ve Özerklik" adlı yazısında söylediklerini yineliyorlar. Biz, açıklamalarımızda, adı geçen bu yazarın "özgün" kanıtlarını ele almakla yetineceğiz.
     

I. ULUSLARIN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN ETMESİ NEDİR?


      Ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi denen şeyi, marksist açıdan incelemeye giriştiğimizde, elbette ki ilk karşılaşacağımız soru budur. Bu terim ne anlama gelmektedir? Bunun yanıtını, türlü hukuk "genel kavramlarından" çıkarılan hukuksal tanımlamalarda mı aramalıyız, yoksa, ulusal hareketlerin tarihsel ve iktisadi incelemesinde mi bulmaya çalışmalıyız.

      Semkovskilerin, Liebmann ve Yurkeviçlerin bu soruyla hiç ilgilenmemiş olmaları, ve herhalde ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri konusunun yalnızca 1903. Rus programında
[
32] değil, 1896 Londra Uluslararası Kongresinin kararında da (ki, bu kongreyi, sırası geldiğinde ayrıntılı olarak ele alacağız) ele alındığını bilmeyerek, marksist programın "muğlaklığı"nı eleştirmekle yetinmelerine şaşmamak gerekir. Şaşılacak olan şey, sözkonusu sorunun, iddia edilen soyutluğunu ve metafizik niteliğini geniş ölçüde reddeden Rosa Luxemburg'un da soyutlama ve metafizik günahını işlemesidir. Konunun hukuksal tanımlamalarla mı, yoksa bütün dünyadaki ulusal hareketlerin deneyimiyle mi belirleneceği sorusunu açık-seçik olarak hiç bir yerde kendi kendine sormadan, (ulusun iradesinin nasıl saptanacağı sorunu üzerinde o eğlendirici spekülasyon dahil) ulusların kendi kaderini tayin konusunda devamlı olarak genellemelere kayan, Rosa Luxemburg'un kendisi olmuştur.

      Bir marksistin ele almaktan kaçınamayacağı bu sorunun açık-seçik ve tam olarak ifade edilişi, Rosa Luxemburg'un kanıtlarının onda-dokuzunu hemen sarsardı. Rusya'da, ulusal hareketler, ilk kez ortaya çıkmıyor; ve bu hareketler; yalnızca Rusya'ya özgü şeyler de değildir. Bütün dünyada kapitalizmin feodalizme karşı sonal zaferi dönemi, ulusal hareketlerle ilgili olmuştur. Bu hareketlerin iktisadi temeli, meta üretiminin, tam zaferini sağlamak için yurt-içi pazarı ele geçirmek zorunda olması, aynı dili konuşan bir halkın yaşadığı bölgeleri siyasal bakımdan birleştirme zorunda olması gerçeğinde yatar, ve bu dilin gelişmesini ve yazınsal alanda kök salmasını önleyen bütün engeller ortadan kaldırılmalıdır. Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan en önemli araçtır. Modern kapitalizme uygun ölçüde, gerçekten özgür ve geniş ticari alışveriş için, ayrı ayrı sınıflar halinde özgürce ve geniş ölçüde gruplandırılabilmesi ve ensonu, pazarda, büyük ya da küçük, satıcı ya da alıcı durumunda her meta sahibiyle ayrı ayrı sıkı bağlar kurabilmek için en önemli koşullar, dil birliği ve dilin engelsiz gelişmesidir.

      Onun için, her ulusal hareketin eğilimi, modern kapitalizmin gereksinmelerinin en iyi karşılanabileceği ulusal devletlerin oluşumuna doğru bir eğilimdir. En derin iktisadi etkenler bizi bu amaca doğru sürükler, ve bundan ötürü, bütün Batı Avrupa için, ,hayır, bütün uygar dünya için kapitalist dönemin tipik, normal devleti, ulusal devlettir.

      Demek ki, eğer biz, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi kavramının anlamını, hukuksal tanımlamalarla cambazlıklar yaparak ya da soyut tanımlamalar "icat ederek" değil de, ulusal hareketlerin tarihsel ve iktisadi koşullarını inceleyerek öğrenmek istiyorsak, varacağımız sonuç, kaçınılmaz olarak, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinin o ulusların yabancı ulusal bütünlerden siyasal bakımdan ayrılma  ve
bağımsız bir ulusal devlet oluşturmaları anlamınageldiği sonucudur.

      Daha aşağıda, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını, devlet olarak ayrı varlık hakkından başka bir anlamda kullanmanın niçin yanlış olacağının başka nedenlerini de göreceğiz. Şimdilik,biz, Rosa Luxemburg'un, ayrı bir ulusal devlet kurma özleminin derin iktisadi temellere dayandığı kaçınılmaz sonucunu "yok saymak" yolunda çabaları üzerinde durmalıyız.

      Rosa Luxemburg, Kautsky'nin Milliyet ve Enternasyonalizm adlı broşürünü iyi bilmektedir. (Die Neue Zeit,
[33] n° 1'in eki, 1907-1908; Rusça çevirisi: Nauçnaya Mysıl.[34] O, bu broşürün dördüncü bölümünde, Kautsky'nin, ulusal devlet, sorununu inceden inceye tahlil ettikten sonra, Otto Bauer'in "bir ulusal devlet kurmaya doğru iten gücü küçümsediği" (s. 23) sonucuna vardığını bilmektedir. Bizzat Rosa Luxemburg, Kautsky'den şu sözleri aktarmaktadır: "Bugünün koşullarında en uygun devlet biçimi, ulusal devlettir" (yani ortaçağ, kapitalizm-öncesi vb. koşullarından farklı olarak, bugünün kapitalist, uygar, iktisadi bakımdan ilerici koşulları). Biz, buna, Kautsky'nin vardığı daha da kesin sonucu eklemeliyiz: türdeş olmayan (hetérogène) uluslardan meydana gelen devletler (ki bunları ulusal devletlerden ayırdetmek için ulusal-topluluklar devletleri denmektedir) "her zaman, iç yapıları, herhangi bir nedenle anormal ya da gelişmemiş bir durumda kalmış" (geri) devletlerdir. Söylemeye gerek yok ki, Kautsky, anormal sözcüğünü gelişen kapitalizmin isteklerine en iyi uyan şeylere uyamama anlamında kullanmaktadır.

      Sorun, şimdi Rosa Luxemburg'un, Kautsky'nin bu noktada vardığı tarihsel ve iktisadi sonuçları nasıl ele aldığı sorunudur. Bu sonuçlar doğru mudur, yoksa yanlış mı? Tarihsel ve iktisadi teorisiyle Kautsky mi haklıdır, yoksa teorisi psikolojik bir temele dayanan Bauer mi? Bauer'in kuşku  götürmez "ulusal oportünizmiyle", ulusal kültür özerkliğini savunmasıyla, aşırı milliyetçilik hevesiyle (Kautsky'nin dediği gibi "şurada burada ulusal yöne bir vurgu"), "ulusal yönü aşırı ölçüde abartması ve enternasyonal yönü tamamen unutması" (Kautsky) ile ulusal devlet kurma doğrultusunda güçlü eğilimi küçümsemesi arasındaki bağ nerdedir?

      Rosa Luxemburg bu soruna değinmedi bile. Bu bağı aramanın gereğinin farkına bile varmadı. Hatta o, Bauer'in teorik görüşlerinin bütününü tartmadı bile. Ve o, ulusal sorunun tarihsel ve iktisadi teorisiyle psikolojik teorisi arasında bir kıyaslama da yapmamıştır. Kautsky'yi eleştiren şu gözlerle yetinmiştir:

      "... 'En iyi' ulusal devlet, teori bakımından kolayca geliştirilip savunulabilen, ama gerçeğe uymayan bir soyutlamadan başka bir şey, değildir." (Przeglad Socjaldemokratiyczny, 1908, n° 6, s: 499.)

      Ve bu cüretli beyandan, sonra, büyük kapitalist devletlerin gelişmesini, ve emperyalizmin küçük ulusların "kendi kaderlerini tayin etme hakkı"nı bir düş haline getirdiği iddiası gelmektedir.

      Rosa Luxemburg şöyle diyor: "Şekil bakımından bağımsız olan, ama bağımsızlıkları Avrupa dengesi denen siyasal savaşım ve diplomatik oyunun sonucu olan Karadağlıların, Bulgarların, Romanyalıların, ,Sırpların, Yunanlıların, hatta İsviçrelilerin 'kendi yazgılarına sahip olamamalarından' sözedebilir miyiz?"! (s. 500.) Koşullara en uygun olan devlet, "Kautsky'nin sandığı gibi, ulusal devlet değildir, asalak devlettir." Ve ardından, Fransız, İngiliz sömürgelerinin ve öteki sömürgelerin büyüklüğüyle ilgili birçok rakam verilmektedir. İnsan bu gibi iddiaları okurken, yazarın, konunun özünü anlamamakta gösterdiği başarıya şaşmadan edemiyor! Ağırbaşlı bir, tutum takınarak, Kautsky'ye, küçük devletlerin iktisadi bakımdan büyük devletlere bağımlı olduklarını,  öteki ulusları ezip sömürmek için burjuva devletler arasında bir savaşımın sürüp gittiğini, emperyalizmin ve sömürgelerin varolduğunu öğretmeye kalkışmak, akıllı görünme yolunda çocukça çaba gösterme gülünçlüğüne, düşmektir, çünkü, bütün bunların konuyla bir ilgisi yoktur. Yalnızca küçük devletler değil, örneğin Rusya bile, "zengin" burjuva ülkelerin emperyalist mali sermayesinin gücüne iktisadi bakımdan tam bağımlı durumdadır. Yalnızca küçücük Balkan devletleri değil, Marx'ın Kapital'de
[35] belirttiği gibi, 19. yüzyılda Amerika bile, iktisadi bakımdan, Avrupa'nın bir sömürgesiydi. Her marksist gibi, Kautsky de, elbette ki bunları bilmektedir; ama, bunların, ulusal hareketler ve ulusal devlet sorunuyla bir ilgisi yoktur.

      Rosa Luxemburg, burjuva toplumda, ulusların siyasal kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri ve devletlerin bağımsızlığı sorununun yerine, bunların iktisadi bağımlılığı sorununu koymuştur. Bir burjuva devlette, parlamentonun, yani ulus temsilcileri meclisinin üstünlüğünü bir program talebi olarak tartışırken, birinin kalkıp da bir burjuva ülkede her rejim altında büyük ,sermayenin en üstün güç olduğu yolundaki tamamen doğru görüşü ileri sürmesi ne kadar akıllıca bir davranışsa, Rosa Luxemburg'un bu sözlerini de o ölçüde akıllıca sözler saymak gerekir.

      Kuşkusuz, dünyanın insanca en kalabalık parçası olan Asya'nın büyük bir kısmı, "büyük devletlerin" sömürgelerinden ya da ulus olarak büyük ölçüde bağımlı olan ve ezilen devletlerden oluşmuştur. Ama herkesçe bilinen bu durum, Asya'nın kendisinde meta üretiminin en mükemmel gelişmesi için, kapitalizmin en özgür, en geniş ve hızlı büyümesi için, koşulların Japonya'da yaratılmış olduğu, yani ancak bağımsız ulusal bir devlette yaratılabildiği kuşku götürmez gerçeğini herhangi bir biçimde sarsabilir mi? Japon devleti bir burjuva devlettir, bu nedenle o da başka ulusları ezmeye ve sömürgeleri boyunduruk altına almaya başlamıştır. Asya'nın, Avrupa gibi, kapitalizmin yıkılışından önce, bir bağımsız ulusal devletler sistemi içinde kristalleşmeye zaman bulup bulamayacağını söyleyemeyiz; ama tartışılmaz bir gerçektir ki, kapitalizm, Asya'yı uykusundan uyandırdığı için, bu kıtanın da her yerinde ulusal hareketleri depreştirmiştir; bu hareketlerin eğilimi, orada, ulusal devletlerin yaratılması doğrultusundadır; kapitalizmin gelişmesi için en iyi koşullar, bu tür devletlerin oluşmasıyla sağlanabilir. Asya örneği, Kautsky'nin lehinde ve Rosa Luxemburg'un aleyhinde kanıt sayılmalıdır.

      Balkan devletleri örneği de, Rosa Luxemburg'un iddialarını çürütmektedir, çünkü şimdi herkes görebilmektedir ki, Balkanlarda kapitalizmin gelişmesi için en elverişli koşullar, bu yarımadada bağımsız ulusal devletler yaratılabildiği ölçüde gerçekleştirilebilmektedir.

      Onun için, Rosa Luxemburg yanılmaktadır, bütün ilerici uygar insanlığın örneği olduğu gibi, Balkanların ve Asya'nın örnekleri de, Kautsky'nin bu konudaki tutumunun kesin olarak doğru olduğunu tanıtlamaktadır. Ulusal devlet, kapitalizmin kuralı ve "norması"dır; türdeş olmayan uluslar devleti, geriliği temsil eder, ya da istisnadır. Ulusal ilişkiler bakımından, kapitalizmin gelişmesi için en elverişli koşulları, kuşkusuz, ulusal devlet sağlar. Bu, elbette ki, böyle bir devletin, burjuva ilişkileri koruduğu sürece, ulusların sömürülmesini ve ezilmesini önleyebileceği anlamına gelmez. Bu, ancak, marksistlerin, ulusal devletler kurma özlemini doğuran güçlü iktisadi etkenleri görmezlikten gelemeyecekleri anlamına gelebilir. Bu, marksistlerin programındaki "ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri" ilkesi, tarihsel ve iktisadi bakımdan, siyasal kaderlerini tayin etme, siyasal bağımsızlık,
ulusal bir devletin kurulmasından başka bir anlama gelemez demektir.

      "Ulusal devlet" kurma yolunda burjuva demokratik istemin, marksist açıdan, yani proleter sınıfı bakımından hangi  koşullarda destekleneceği konusu ileride ayrıntılı olarak incelenecektir. Biz, şimdilik, "kendi kaderini tayin etme" kavramının tanımlanmasıyla yetiniyoruz ve yalnızca Rosa Luxemburg'un bu kavramın ("ulusal devlet") ne anlama geldiğini bildiğini, oysa onun oportünist yandaşlarının, Liebmann'ların, Semkovskilerin, Yurkeviçlerin bunu bile bilmediklerini belirtiyoruz.