KÜTÜPHANE | LENIN | ULUSAL SORUN

Viladimir İliç Lenin Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı

VI. NORVEÇ'İN İSVEÇ'TEN AYRILMASI


      Rosa Luxemburg">

KÜTÜPHANE | LENIN | ULUSAL SORUN

Viladimir İliç Lenin Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı

VI. NORVEÇ'İN İSVEÇ'TEN AYRILMASI


      Rosa Luxemburg, bu örneği ele alıyor ve konuyu şöyle tartışıyor:
      "Federatif ilişkiler tarihinin son olayı, Norveç'in İsveç'ten ayrılması, -ki bu, Polonya sosyal-yurtsever basını tarafından (bkz: Krakov'da yayınlanan Naprzod
[
52] adlı gazete) aceleyle, devlet olarak ayrılma özleminin, gücünün ve ilerici niteliğinin övülecek bir belirtisi olarak ele alınmıştı- federalizmin ve onunla birlikte giden ulusal ayrılmanın ilericilik ya da demokrasinin ifadesi olmadığını pek kısa zamanda kanıtladı. İsveçli kralın tahtından indirilmesi ve Norveç'i terketmeye zorlanması demek olan Norveç "devrimi" diye adlandırılan olaydan sonra, Norveçliler, bir ulusal referandumla cumhuriyet kurma önerisini resmen reddederek, hiç istiflerini bozmadan bir başka kral seçtiler. Her türlü (sayfa 88) ulusal harekete ve her bağımsızlık görüntüsüne yüzeyden hayranlık duyanların, "devrim" diye adlandırdıkları şeyin köylü ve küçük-burjuva bölgeciliğinin belirtisinden, kendilerine İsveç aristokrasisinin kabul ettirdiği bir kral yerine, kendi paralarıyla "kendi" krallarına sahip olma özleminden başka bir şey değildir, ve bu yüzden de, bu hareketin devrimle hiç bir ilgisi yoktur. Aynı zamanda, İsveç ile Norveç arasındaki birliğin dağılması, o zamana kadar mevcut olan federasyonun, burada da ne ölçüde yalnızca hanedan çıkarlarının ifadesi olduğunu ve bu bakımdan yalnızca kralcılığın ve gericiliğin bir şeklini ifade ettiğini hemen gösterdi." (Przeglad.)

      İşte Rosa Luxemburg'un bu konuda söylediklerinin tümü bundan ibarettir! İtiraf edilmelidir ki, tutumunu savunma olanaksızlığını, buradaki kadar canlı biçimde gözler önüne sermek, Rosa Luxemburg için bile zor bir iştir.

      Sorun, sosyal-demokratların, karışmış ulusal bir devlet içinde, ulusların kendi kaderlerini tayin etme ya da ayrılma haklarını tanıyan bir programa muhtaç olup olmadıkları sorunuydu, ve şimdi de sorun budur.

      Rosa Luxemburg'un kendisinin andığı Norveç örneği, bu noktada bize ne söylemektedir?

      Yazarımız kıvranıp duruyor, nükteleri ve saldırılarıyla Naprzod'u yıpratıyor, ama soruyu yanıtlamıyor! Rosa Luxemburg, asıl konu üzerinde tek bir sözcük söylemekten kaçınabilmek için, güneş altında her konuya değiniyor! Kuşkusuz, paralarıyla kendi krallarını tutmak istemekle ve bir ulusal referandumla cumhuriyet kurma önerisini reddetmekle, Norveç küçük-burjuvazisi, burjuva dargörüşlülüğünü ve zevksizliğini açığa vurmuştur. Hiç kuşku yok ki, Naprzod da bunun farkına varmamakla aynı zevksizliği göstermiştir. Ama bütün bunların konumuzla ilgisi nedir? Tartıştığımız konu, ulusların kendi kaderlerini tayin etme (sayfa 89) hakkı ve sosyalist proletaryanın bu hakka karşı benimseyeceği tutum sorunuydu! Öyleyse niçin Rosa Luxemburg bu soruyu yanıtlamıyor da, sözü dolandırıp duruyor.

      Fareye göre kediden kuvvetli hayvan olmadığı söylenir. Rosa Luxemburg'a göre de, besbelli ki, "Fraki"den kuvvetli hayvan yok. "Fraki", "Polonya Sosyalist Partisi"nin sözde-devrimci hizbine halk arasında takılan lakaptır, ve Naprzod adındaki Krakov gazetesi, bu "hizbin" görüşlerini paylaşır. Rosa Luxemburg'un, bu "hizbin" milliyetçiliğe karşı savaşımında gözü o kadar kararmıştır ki, o Naprzod'dan başka hiç bir şey görememektedir.

      Eğer Naprzod "evet" derse, Rosa Luxemburg, "hayır" demeyi kutsal görevi sayıyor, ve böyle davranmakla, Naprzod'dan bağımsız olduğunu göstermediğini, tersine, "Fraki"ye gülünç bir biçimde bağımlı olduğunu, Krakov'un karınca yuvasınınkinden daha derin ve daha geniş bir görüş açısından sorunlara yanaşamadığı gerçeği üzerine bir an durup düşünmüyor. Naprzod, kuşkusuz, marksizmle hiç bir ilgisi bulunmayan berbat bir gazetedir; ama bu, eğer Norveç örneğini seçmişsek, onu gerektiği gibi tahlil etmemize engel olmamalı.

      Bu örneği, marksist açıdan tahlil edebilmek için, kötünün kötüsü "Fraki"nin günahlarıyla uğraşmamalıyız, ilkin, Norveç'in İsveç'ten ayrılmasının somut tarihsel özelliklerini ve sonra da her iki ülkenin proletaryasının bu ayrılma dolayısıyla karşılaşmış, olduğu görevleri ele almalıyız.

      Norveç ile İsveç arasındaki coğrafi, iktisadi ve dil bağları Büyük-Ruslarla birçok öteki Slav ulusları arasındaki bağlardan daha az sıkı değildir. Ama Norveç ile İsveç arasındaki birlik, rızaya dayanan bir birlik değildir, onun için Rosa Luxemburg'un "federasyon"dan sözetmesi, konunun dışına çıktığının kanıtıdır, ve o, ne söyleyeceğini bilmediği için, buna, başvurmuştur. Norveç, Napoléon savaşları sırasında, krallar tarafından, Norveçlilerin iradesine karşı, İsveç'le (sayfa 90) birleştirilmişti; ve İsveçliler Norveç'i boyunduruk altına alabilmek için, askeri birlikler, göndermek zorunda kalmışlardı.

      Norveç'e istisnai ölçüde geniş özerklik tanınmasına karşın (Norveç'in kendi parlamentosu vb. vardı), birliğin kurulmasından sonra ,uzun yıllar Norveç'le İsveç arasında sürekli sürtüşmeler oldu, ve Norveçliler İsveç aristokrasisinin boyunduruğunu atmaya uğraştılar. Ensonu Ağustos 1905'te bunu başardılar. Norveç parlamentosu, İsveç kralının artık Norveç kralı olmadığı kararını verdi, ve daha sonra Norveç halkı arasında yapılan referandumda, pek büyük çoğunluk (birkaç yüze karşı 200.000) İsveç'ten tam ayrılma yolunda oy verdi. Kısa bir karasızlık döneminden sonra, İsveçliler bu ayrılma olgusunu sineye çektiler.

      Bu örnek bize, modern iktisadi ve siyasal ilişkiler içinde, ulusların hangi esaslar üzerinde ayrılıp bağımsız ,devlet kurmalarının olanaklı olduğunu ve bunun gerçekleştiğini, ve siyasal özgürlük ve demokrasi koşullarında bu ayrılmanın, aldığı biçimi gösterir.

      Tek bir sosyal-demokrat bile, eğer siyasal özgürlük ve demokrasi kendisini ilgilendiriyorsa (ilgilendirmediği takdirde, doğal olarak o artık sosyal-demokrat değildir), Norveç örneğinin ulusların ayrılmasıyla ilgili çatışmalarda "Rus biçiminde" değil de, ancak 1905'te Norveç'le İsveç arasında uygulanan biçimde çözüme gidilmesi için, sınıf bilincine, sahip işçilerin sistemli propaganda yapmayı ve ortamı hazırlamayı kutsal görevleri saymaları gerektiğinin pratik kanıtı olduğunu yadsıyamaz. Programda, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanınması maddesinin taşıdığı anlam tamamen budur. Ama Rosa Luxemburg, Norveç küçük-burjuvalarının ve Krakov Naprzod'unun burjuva zevksizliğine ve dargörüşlülüğüne sert biçimde saldırarak, kendi teorisini çürüten bir gerçeği atlamaya çalışmıştır; çünkü, o, pek iyi anlamaktadır ki, bu tarihsel gerçek, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının "ütopya" olduğu, "altın sahanlarda yemek yemek" vb. (sayfa 91) hakkı gibi bir şey olduğu yolundaki iddiasını kesin olarak çürütmektedir. Bu gibi ibareler, yalnızca Doğu Avrupa ulusal-toplulukları arasında bugünkü güçler dengesinin değişmezliğine, kendini beğenmişçe ve oportünistçe inancı ifade ederler.

      Devam edelim. Öteki sorunlarda olduğu gibi ulusların kendi kaderlerini tayin etme sorununda da, bizim her şeyden önce ilgilendiğimiz nokta, belirli bir ulusun içinde, proletaryanın kendi kaderini tayin etmesidir. Rosa Luxemburg, bu soruna da değinmekten kaçınmıştır. Çünkü kendisinin seçmiş olduğu Norveç örneği temeli üzerinde, bu sorunun tahlilinin, "teorisini" yıkacağını anlamıştır.

      Ayrılma üzerine çatışmada Norveç ve İsveç proletaryası nasıl bir tutum benimsemiştir? Norveç bağımsız bir devlet kurduktan sonra, Norveç'in sınıf bilinçli işçileri elbette ki, cumhuriyete oy vereceklerdir,
[11*] ve eğer bazı sosyalistler başka türlü oy verirlerse, bu, yalnızca Avrupa sosyalist hareketinde bazen ne kadar çok ahmakça küçük-burjuva dargörüşlülüğü ve oportünizmi bulunduğunu gösterir. Bu konuda iki ayrı görüş olamaz, ve biz, bu noktaya, yalnızca, Rosa Luxemburg, sözü konu dışına kaydırarak sorunu karanlığa boğma yolunda çaba gösterdiği için değindik. Norveç Sosyalist Programının, Norveçli sosyal-demokratları, ayrılma sorununda belirli bir görüşü savunmaya zorlayıp zorlamadığını bilmiyoruz. Norveç sosyalistlerinin, Norveç'in özerkliğinin, sınıf savaşımını serbestçe yürütebilmek için yeteri kadar alan sağlayıp sağlamadığı, ya da İsveç aristokrasisiyle sonu gelmeyen sürtüşme ve çatışmaların, iktisadi yaşamın özgürlüğünü baltalayıp baltalamadığı sorununu, açık bıraktıklarını sanıyoruz. Ama bu aristokrasiye karşı gelmenin ve (burjuva dargörüşlülüğünün sınırları içinde kalsa bile) (sayfa 92) Norveç köylü demokrasisini desteklemenin, Norveç proletaryasının görevi olduğu gerçeği tartışılamaz.

      Ya İsveç proletaryasının tutumu? İsveçli büyük toprak sahiplerinin; İsveçli papazların da kışkırtmasıyla, Norveç'e karşı savaş açılmasından yana oldukları, bilinen bir şeydir. Ve Norveç, İsveç'ten çok daha zayıf olduğu, daha önce de bir İsveç istilasına uğradığı, ve İsveç aristokrasisinin kendi ülkesinde büyük ağırlığı olduğu için, bu savaş kışkırtıcılığı, büyük bir tehlike yaratabildi. İsveçli Kokoşkinlerin, "ulusların kendi siyasal kaderlerini tayin etmeleri gibi esnek bir. formülün dikkatle ele alınması" yolunda çağrılarda bulunarak, korkunç "devletin çözülüp dağılması" tehlikesi tablolarını çizerek ve "ulusal özgürlüğün" İsveç aristokrasisinin ilkeleriyle bağdaştığı yolunda güvence vererek, İsveç halkını aldatma yolunda epeyce zaman ve enerji harcadıklarına güvenebiliriz. Kuşkusuz, eğer, İsveçli sosyal-demokratlar, büyük toprak sahiplerinin ve Kokoşkinlerin ideoloji ve siyasetine karşı çetin bir savaş vermeselerdi, (Kokoşkinlerin de katıldığı) genel olarak ulusların eşitliğini istemekle yetinmeyip, ama aynı zamanda ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını ve Norveç'in ayrılıp bağımsız devlet kurmada serbestliğini savunmasalardı, sosyalizm davasına ve demokrasi davasına ihanet etmiş olurlardı.

      İsveçli işçilerin, Norveçlilerin ayrılma hakkını tammış olmaları, Norveçli ve İsveçli işçilerin kardeşçe sınır dayanışmasının ve birliğinin güçlenmesine yardım etmiştir. Çünkü bu davranış, Norveçli işçileri, İsveç işçilerinin İsveç milliyetçiliğine kapılmadıklarını, Norveçli proleterlerle kardeşliği İsveç burjuvazisinin ve aristokrasisinin ayrıcalıklarının üzerinde tuttuklarına inandırmıştır. Avrupa hükümdarlarıyla İsveç aristokrasisinin Norveç'e zorla kabul ettirdiği bağların koparılması, Norveçli işçilerle İsveçli işçiler arasındaki bağları kuvvetlendirdi. İsveçli işçiler, burjuva siyasetinin gösterdiği bütün değişmelere karşın -burjuva ilişkiler, Norveçlilerin, (sayfa 93) zora başvurularak, yeniden İsveç boyunduruğu altına alınmalarına neden olabilir- hem İsveç hem de Norveç burjuvazisine karşı savaşımlarında her iki ulus işçilerinin tam eşitliğini ve sınıf dayanışmasını koruyabileceklerini ve savunabileceklerini göstermişlerdir.

      Sırası gelmişken belirtelim ki, bu; Rosa Luxemburg ile aramızdaki görüş ayrılıklarını, Polonya sosyal-demokratlarına karşı "kullanma" yolunda "Fraki"lerin çabalarının ne kadar temelsiz ve ciddiyetten uzak olduğunu gösterir. "Fraki"ler, bir proleter sosyalist parti değil, bir küçük-burjuva milliyetçi partidir, Polonya sosyal-devrimcileri gibi bir şey. Rus sosyal-demokratlarıyla bu parti arasında birlik, hiç bir zaman sözkonusu olmamıştır ve olamaz da. Öte yandan, Polonya sosyal-demokratlarıyla aramızda kurulan sıkı ilişkilerden ve birlikten ötürü bir tek Rus sosyal-demokrat bile hiçbir zaman "pişmanlık duymamıştır." Milliyetçi özlemlerin ve tutkuların derinden etkisi altında bulunan bir ülke olan Polonya'da, gerçekten marksist, gerçekten proleter ilk partiyi kurmakla Polonyalı sosyal-demokratlar, büyük bir tarihsel hizmette bulunmuşlardır. Ama Polonyalı sosyal-demokratların yaptığı hizmet, Rosa Luxemburg, Rus marksistlerinin programının 9. maddesi hakkında bir sürü saçma-sapan söz etti diye değil, bu olumsuz duruma karşın büyüktür.

      "Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı" sorunu, elbette ki, Polonyalı sosyal-demokratlar için, Ruslar kadar önemli değildir. Milliyetçilikten gözü kararmış olan Polonya küçük-burjuvazisine karşı yürüttüğü savaşımın hızıyla, (belki de bu hız bazen aşırı ölçülere götürülmüştür) Polonya sosyal-demokratlarının "dozu kaçırmaları" anlayışla karşılanabilir.Hiç bir Rus marksisti, Polonya sosyal-demokratları Polanya'nın ayrılmasına karşıdırlar diye, onları suçlamayı aklından geçirmemiştir. Polonyalı sosyal-demokratlar, ancak, Rosa Luxemburg gibi, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının Rus marksistlerinin programında (saya 94) tanınması gereğini yadsımaya kalkıştıkları zaman yanılgıya düşerler.

      Bu, aslında, Krakov standartlarıyla ölçüldüğünde uygun olan bir şeyin, Büyük-Ruslar dahil Rusya'da yaşayan bütün halklara ve uluslara uygulanmaya kalkışılması gibi bir şeydir. Bu, aslında, Rus sosyal-demokratı değil, enternasyonalist sosyal-demokrat değil, "ters yoldan Polonya milliyetçisi" olmak demektir.

      Çünkü uluslararası sosyal-demokrasi, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanınmasından yanadır. Şimdi de bu konuyu inceleyeceğiz.
     

VII. ULUSLAR ARASI LONDRA KONGRESİ (1896) KARARI

      Bu kararda şöyle denmektedir:
      "Kongre, bütün ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını [Selbstbestimmungsrecht] tam olarak desteklediğini beyan eder ve şu anda askeri, ulusal ya da başka biçimdeki despotlukların boyunduruğu altında acı çeken bütün ülkelerin işçilerine sempatisini ifade eder; Kongre, bütün bu ülkelerin işçilerini, dünyanın sınıf bilinçli [Klassennbewusste = sınıf çıkarlarını anlayan] işçilerin saflarına katılmaya ve bunlarla, uluslararası kapitalizmin yenilgiye uğratılması için ve uluslar arası sosyal-demokrasinin amaçlarının gerçekleştirilmesi için omuz omuza savaşmaya çağırır.
"
[
12*] Belirttiğimiz gibi bizim oportünistlerimiz, Bay Semkovski, Liebmann ve Yurkeviç bu kararın farkında değillerdir. Ama Rosa Luxemburg farkındadır ve bizim programımızdaki  "kendi kaderini tayin etme" terimini içeren bu kararı tam metin olarak yazısına aktarmaktadır.

      Sorun, Rosa Luxemburg'un, kendi "özgün" teorisinin yolu üzerinde duran bu engeli nasıl ortadan kaldırdığı sorunudur.

      Kolayca... Kararın ikinci bölümü üzerinde özellikle durarak... Bildiri karakterini belirterek... İnsan bu bölüme ancak yanlış anlama sonucu atıfta bulunabilir!!

      Yazarın çaresizliği ve şaşırmış hali inanılacak gibi değil. Çoğunlukla, yalnız oportünistler, programdaki tutarlı demokratik ve sosyalist noktaların yalnızca bildiri edebiyatı olduğunu iddia ederler ve bu noktalar üzerinde tartışmadan kaçınırlar. Rosa Luxemburg'un, kendisini bu kez Semkovskilerin, Liebmann'ların ve Yurkeviçlerin berbat eşliğinde bulmuş olması nedensiz değildir. Rosa Luxemburg, yukarda ki kararın doğru mu, yoksa yanlış mı olduğunu açıkça söylemeye yanaşmamaktadır. Sanki kararın ikinci bölümünü okumaya başlayana kadar birinci bölümü unutan, ya da Londra Kongresinden önce sosyalist basında yer alan tartışmaları hiç duymamış olan, dikkatsiz ya da dünyadan habersiz okura güveniyormuşçasına, dolambaçlı yollara başvuruyor.

      Ama eğer, Rosa Luxemburg, Rusya'nın sınıf bilinçli işçileri önünde, Enternasyonalin bu kadar önemli bir ilke sorunu üzerindeki kararını, bu kararı eleştirip tahlil etmeye tenezzül etmeden, ayaklar altında çiğneyebileceğini sanıyorsa çok yanılmaktadır.

      Rosa Luxemburg'un görüşü Londra Kongresinden önceki tartışmalar sırasında, daha çok Alman marksistlerinin organı Die Neue Zeit'ın sütunlarında ifade edilmişti, ve bu görüş, sonuçta, Enternasyonal tarafından reddedilmişti! Rus okurun aklında özellikle tutması gereken sorunun özü budur.

      Tartışma, Polonya'nın ,bağımsızlığı sorunu üzerinde oldu. Üç ayrı görüş ileri sürüldü.
      1. "Fraki"nin görüşü, ki onlar adına Hecker konuşmuştur. (sayfa 96) Bunlar, Enternasyonalin kendi programına, Polonya'nın bağımsızlığı istemini koymasını istediler. Öneri kabul edilmedi. Bu görüş, Enternasyonal tarafından reddedildi.
      2. Rosa Luxemburg'un görüşü, yani Polonyalı sosyalistlerin, Polonya'nın bağımsızlığını istememeleri gerektiği görüşü. Bu görüş, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanındığı yolundaki resmi beyana tamamen aykırıydı. Bu görüş de, Enternasyonal tarafından aynı şekilde reddedildi.
      3. Kautsky tarafından, Rosa Luxemburg ile polemiği sırasında, onun materyalizminin aşırı ölçüde "tek yanlı" olduğunu tanıtladığı zaman, en kapsamlı biçimde açıklanan görüş. Bu görüşe göre, Enternasyonal şu anda Polonya'nın bağımsızlığını programına bir madde olarak koyamaz; ama Kautsky, Polonyalı sosyalistlerin böyle bir istemle ileri çıkmaya tam hakları olduğunu belirtmiştir. Sosyalistler açısından, ulusal baskı ve zulüm mevcut olduğu bir durumda, ulusal kurtuluş görevlerini görmezlikten gelmek kesin olarak yanlıştır.

      Enternasyonalin kararı, bu görüşün en öz, en temel öğelerini içermektedir: bir yandan bütün ulusların kendi kaderlerini tayin etmede tam haklarının doğrudan doğruya, kuşkuya yer vermeyecek biçimde tanınması; öte yandan aynı kesinlikle işçilere sınıf savaşımlarında uluslararası birlik için çağrı.

      Biz, bu kararın kesin olarak doğru olduğu, ve Doğu A Avrupa ve Asya ülkeleri için, 20. yüzyılın başında, her iki bölümüyle birlikte ayrılmaz bir bütün olarak ele alınacak olan bu kararın, ulusal sorunda, proletaryanın sınıf siyasetine tek doğru yönelimi sağladığı inancındayız.
      Yukarda anılan üç ayrı görüşü oldukça ayrıntılı olarak inceleyeceğiz.

      Pek iyi bilindiği gibi Karl Marx ve Engels Polonya'nın bağımsızlığı istemini etkin olarak desteklemeyi bütün (sayfa 97) Batı Avrupa demokrasisinin ve özellikle sosyal-demokrasinin görevi saymışlardır. 1840-1850 ve 1860'lar döneminde, Avusturya'da ve Almanya'da burjuva devrimleri döneminde ve Rusya'da da "Köylü Reformu"
[53] döneminde, bu görüş doğruydu ve tutarlı demokratik ve proleter tek görüştü. Rusya'daki ve Slav ülkelerinin çoğundaki halk yığınları henüz uykudayken, bu ülkelerde yığınları kucaklayan bağımsız demokratik hareketler yokken, Polonya'nın aristokratik kurtuluş hareketi, yalnızca Rusya bakımından değil, yalnızca Slavlık bakımından değil, bir tüm olarak Avrupa demokrasisi bakımından da pek büyük bir önem taşıyordu.[13*]

      Ama Marx'ın bu tutumu, 1860'larda ya da 19. yüzyılın üçüncü çeyreğinde doğru olmakla birlikte, 20. yüzyılda artık doğru değildir. Slav ülkelerinin çoğunda, hatta en geri Slav ülkelerinden birinde, Rusya'da bile, bağımsız demokratik hareketler, hatta bağımsız proleter hareketler ortaya çıkmıştır. Aristokrat Polonya yok olmuş, yerini kapitalist Polonya'ya bırakmıştır. Bu koşullar altında Polonya'nın istisnai devrimci önemini yitirmesi doğal bir şeydir.

      PSP'nin (Polonya Sosyalist Partisinin, bugünkü "Fraki"lerin) 1896'da Marx'ın bu konudaki başka bir çağa ait görüşünü sonsuzluğa kadar "saptamaya" kalkışması, marksizmin metnini, marksizmin ruhuna karşı kullanma yolunda bir çabadır. Onun için Polonyalı sosyal-demokratlar, Polonya küçük-burjuvazisinin aşırı milliyetçiliğine karşı çıktıkları ve ulusal sorunun Polonya işçileri için ikincil önem taşıdığını belirttikleri zaman, ilk kez Polonya'da sırf proleter bir (sayfa 98) parti kurdukları ve Polonyalı ve Rus işçilerin sınıf savaşımlarında en sıkı ittifakı kurmaları gerektiği son derece önemli ilkesini ilan ettikleri zaman çok haklıydılar.

      Ama bu, 20. yüzyılın başında, Enternasyonalin ulusların kendi siyasal kaderlerini tayin etme ilkesini, ya da ayrılma hakkını Doğu Avrupa ve Asya için gereksiz saymalımı demekti? Bu, büyük bir saçmalık olurdu, ve (teorik bakımdan) Türk, Rus ve Çin devletlerindeki burjuva demokratik dönüşümün tamamlanmış olduğunu kabul etme anlamını taşıyan bir davranış olurdu, ve (etkisi bakımından) despotizmin yararına, oportünistçe bir tutumu benimsemek olurdu.

      Hayır, Doğu Avrupa'da ve Asya'da belirmeye başlayan burjuva demokratik devrimler döneminde, ulusal hareketlerin uyanması ve yoğunlaşması döneminde, bağımsız proleter partilerin kurulması döneminde, bu partilerin ulusal sorun konusundaki görevleri iki yönlü olmalıdır: birincisi, bütün ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını tanımak, çünkü burjuva demokratik devrim henüz gerçekleşmemiştir, çünkü işçi sınıfı demokrasisi tutarlı olarak, ciddiyetle ve içtenlikle (liberal Kokoşkin tarzında değil) ulusların eşit hakları için savaşır, ve ikincisi, belirli bir devlet içinde, tarihinin geçirdiği bütün değişmeler boyunca, burjuvazinin birey olarak devletlerin sınırlarında meydana getirdiği değişiklikler ne olursa olsun, bütün ulusların proleterlerinin sınıf savaşımında en sıkı ve bölünmez bir ittifakı gerçekleştirmek için savaşım verir.

      1896 Enternasyonalinin kararının formüle ettiği, proletaryanın işte bu iki yönlü görevinin ta kendisidir. Ve 1913 yazında toplanan Rus Marksistleri Kongresinde kabul edilen kararın dayandığı temel ilkeler bunlardır. Bazıları, bu kararın ulusların kendi kaderlerini tayin etme ve ayrılma hakkını tanıyan 4. maddesinin milliyetçiliğe azami "ödünde" bulunur görünmesine ,karşılık (gerçekte bütün ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanınması,
demokrasiyi (sayfa 99) azami ölçüde tanıma ve milliyetçiliği asgari ölçüde tanıma anlamını taşır), 5. maddenin herhangi bir ulusun burjuvazisinin milliyetçi sloganlarına karşı işçileri uyarmasında ve bütün ulusların işçilerini uluslararası ölçüde birleşmiş proleter örgütlerde birliğe ve kaynaşmaya çağırmasında bir "çelişki" görmektedirler. Ama bu "çelişkiyi", ancak, örneğin, İsveç ve Norveç proletaryasının birliğinin ve sınıf dayanışmasının, İsveçli işçiler Norveç'in ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma özgürlüğünü tanıdıkları zaman güçlendiğini anlayamayacak kadar yüzeyde kalan kafalar görebilirler.