KÜTÜPHANE |
LENIN
MARKSİZM Mİ,
PRUDONCULUK MU?
Lenin
Bizim, Marx'ın İrlanda'nın
ayrılması konusundaki görüşünü
belirtmemiz, Polonyalı yoldaşların bir seferlik
de olsa, dolaylı değil ama doğrudan doğruya bizi
yanıtlamalarına neden oldu. İtirazlarının özü
nedir? Onlar, 1848-1871 yılları boyunca Marx'ın
tutumuna atıfta bulunmanın "hiç bir değer
taşımadığı" görüşündedirler. Bu şaşılacak
derecede sert ve kesin iddialarını desteklemek
için ileri sürdükleri kanıt, Marx'ın,
"aynı zamanda Çeklerin, Güney Slavlarının
vb."[85] bağımsızlık çabalarına karşı çıkmış
olmasıdır.
Eğer bu iddia, bu
kadar sertlikle ifade edilmişse, bu, son derece
yanlış olmasından ötürüdür. Polonyalı
marksistlere göre, Marx, "bir solukta" birbirine
aykırı şeyler söyleyen, kafası karmakarışık
birinden başka şey değildir! Bu, kesin olarak
yanlıştır ve kuşkusuz marksizm de değildir.
Polonyalı yoldaşların istedikleri, ama hiç de
uygulamadıkları "somut" tahlil,
bize, Marx"ın ayrı somut "ulusal"
hareketler karşısındaki farklı tutumunun
bir tek ve aynı sosyalist kavramdan doğup
doğmadığını araştırma görevini
yüklemektedir.
Bilindiği
gibi, Marx, çarlığın gücüne ve nüfuzuna karşı
-burada, çarlığın mutlak gücüne ve üstün gerici
nüfuzuna karşı da denebilir- savaşımında, Avrupa
demokrasisinin çıkarları bakımından, Polonya'nın
bağımsızlığından yanaydı. 1849'da feodal Rus
ordusu Macaristan'ın ulusal kurtuluşu uğruna
demokratik devrimci ayaklanmasını ezdiği zaman,
bu görüş, en parlak ve en somut biçimde
doğrulandı. O andan başlayarak Marx'ın ölümüne
kadar ve giderek daha sonralara, 1890'a kadar,
Fransa ile ittifak kurmuş olan çarlığın
gerici nitelikte bir savaşının patlak vermesi
tehlikesi belirdiğinde, Engels, her
şeyden önce ve her şeyin üzerinde çarlığa karşı savaşılmasından yana oldu.
Marx'ın ve Engels'in Çeklerin ve Güney
Slavlarının ulusal hareketine karşı oluşları
yalnızca bundan ötürüdür. Marksizm ile, onu
çürütmek için değil de başka nedenlerle
ilgilenenlerin, o dönemde Marx
ve Engels'in açık ve kesin bir biçimde,
Avrupa'da "Rusya'nın ileri karakolu"
görevini yerine getiren "tümüyle gerici halklar"
ile "devrimci halkları" (Almanları,
Polonyalıları, Macarları) karşıt şeyler olarak
kıyasladığına kendilerini inandırmak için, Marx
ve Engels'in 1848-1849 yıllarında yazdıklarını
okumaları yeter. Bu bir gerçektir ve bu
gerçek o dönemde tartışma götürmezdi:
1848'de' devrimci halklar, özgürlük için
savaşıyorlardı ve onların baş düşmanı çarlıktı,
Çekler. vb. ise gerici halklardı, çarlığın ileri
karakollarıydı.
Eğer marksizme bağlı kalınacaksa, somut olarak tahlil
edilmesi gereken bu somut örnek bize
neyi gösterir? Yalnızca şunu: (1) Avrupa'nın
birkaç büyük ve çok büyük ulusunun kurtuluşunun
çıkarları, küçük ulusların kurtuluş hareketinden
üstündür; (2) demokrasi istemi bir ülkenin dar
sınırları içinde değil, Avrupa ölçüsünde -bugün
dünya ölçüsünde denmelidir- ele alınmalıdır.
Sorun bundan ibaret. Bu, Polonyalı yoldaşların
unuttukları ama Marx'ın her zaman bağlı kaldığı
basit sosyalist ilke ile, başkasını ezen bir
ulusun özgür olamayacağı ilkesi ile asla
çelişmez. Eğer çarlığın uluslararası politika
üzerinde egemen nüfuzunu yürütebildiği
dönemde, Marx'ın karşı karşıya
bulunduğu somut durum yeniden
meydana gelseydi, örneğin, şu anlamda ki, birçok
ulus (tıpkı 1848 Avrupa'sında burjuva demokratik
devrime giriştikleri gibi) sosyalist devrime
girişseydi, ve öteki uluslar da burjuva
gericiliğinin dayanakları durumunda
bulunsalardı, bizim de sözkonusu küçük uluslar
içinde hareketlerin niteliği ne olursa olsun bu
gerici ulusları "ezmek", onların ileri
karakollarını yıkmak için onlara karşı bir
devrimci savaştan yana olmamız gerekirdi. Onun
için, Marx'ın taktiğinin örneklerini reddetmek
şöyle dursun, ki bu, marksizmi sözde, kabul
edip, eylemde ondan kopmak olurdu, biz, onların somut tahlillerinden, gelecek için paha
biçilmez dersler çıkarmalıyız.
Ulusların kaderlerini tayin hakkı dahil,
demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir,
bunlar, dünya
demokratik hareketinin (bugün sosyalist
hareketinin)
tümünün bir parçasıdır.
Bazı somut durumlarda, parçanın, bütün ile çelişkiye düşmesi olasılığı
vardır; o zaman parça atılır. Bir ülkedeki cumhuriyetçi hareket bir başka
ülkenin entrikalarının aleti olabilir ve bu işe
kilise, mali çevreler ya da kralcılar
katılabilir; biz o zaman, bu somut hareketi
desteklememekle görevliyiz, ama bu bahane ile
uluslararası sosyal-demokrasinin programından
cumhuriyet sloganını silmek gülünç olur.
1848-1871'den 1898-1916'ya kadar somut
durum hangi bakımdan değişmiştir
(burada emperyalizmin en önemli nirengi
noktalarını bir dönem olarak ele alıyorum:
emperyalist İspanyol-Amerikan savaşından Avrupa
emperyalist savaşına kadar)? Çarlık artık açıkça
ve tartışma götürmez biçimde gericiliğin başlıca
kalesi olmaktan çıkmıştır, ilkin, uluslararası
mali-sermaye, özellikle Fransız mali-sermayesi
tarafından desteklendiği için, ve sonra 1905'ten
ötürü. Eski dönemde büyük ulusal devletler
sistemi -Avrupa demokrasileri-, dünyaya,
demokrasiyi ve sosyalizmi, çarlığa karşın
getiriyorlardı.[36*] Marx ve Engels,
emperyalizm döneminı görecek kadar yaşayamadılar.
Bugünkü sistem sayısı beş ya da altıyı bulan
bir avuç emperyalist "büyük" devletten
herbirinin başka ulusları ezmesi sistemidir;
ve bu eziş, kapitalizmin çöküşünü yapay
yollardan geciktirmenin, ve dünyaya hükmeden
emperyalist uluslarda oportünizm ve
sosyal-şovenizmi yapay olarak desteklemenin
kaynağıdır. Eskiden, Batı Avrupa
demokrasisi büyük ulusları özgürlüğe
kavuştururken, gerici amaçlarla bazı küçük ulus
hareketlerini kullanan çarlığa karşıydı. Bugün,
bir yanda şovenler, "sosyal-emperyalistler", öte
yanda devrimciler olmak üzere ikiye bölünmüş
olan sosyalist proletarya, çarlık emperyalizmi
ile, gelişmiş kapitalist Avrupa emperyalizminin
ittifakıyla karşı karşıyadır, ve bu ittifak, her
ikisinin birçok ulusları ezmelerine dayanır.
Durumdaki somut değişiklikler
bunlardır, ve her ne kadar somut olacaklarını
vaadediyorlarsa da, Polonyalı
sosyal-demokratların görmezlikten geldikleri de
budur! Aynı sosyalist ilkelerin
uygulamasındaki somut değişiklik bundan
ileri gelmektedir: eskiden asıl sorun
"çarlığa karşı" (ve çarlığın demokratik
olmayan amaçlarla kullandığı küçük ulus
hareketlerine karşı) ve Batının büyük
devrimci halklarından yana savaşmaktı;
bugün
asıl sorun,
artık birleşmiş olan emperyalist devletlerin, emperyalist
burjuvazinin, sosyal-emperyalistlerin cephesine
karşı savaşmak, ve emperyalizme karşı olan tüm
ulusal hareketleri sosyalist devrim yararına
kullanmaktır.
Proletaryanın emperyalist cepheye karşı savaşımı
ne kadar saf olursa enternasyonalist ilkenin,
"başkasını ezen bir ulus özgür olamaz" ilkesinin
o ölçüde önem kazanacağı açıktır.
Toplumsal
devrimin doktriner kavramı adına prudoncular,
Polonya'nın uluslararası rolünü görmezlikten
geldiler ve ulusal hareketleri önemsemediler.
Sosyal-emperyalistlere karşı uluslararası
savaşım cephesini bölen, ve ilhaklar konusunda
duraksamalarıyla (nesnel olarak)
sosyal-emperyalistlere yardım eden Polonyalı
sosyal-demokratlar, kesinlikle aynı doktriner
biçimde hareket etmektedirler. Çünkü küçük ulusların somut durumlarına kıyasla biçim
değiştirmiş olan, proleter savaşın uluslararası
cephesidir: daha önce (1848-1871),
küçük ulusların "batı demokrasisi"nin ve
devrimci halkların olsun, çarlığın olsun, olası
müttefiki olarak belirli bir
ağırlıkları vardı; bugün (1898-1914),
bu önemi taşımamaktadırlar; küçük uluslar, artık
"egemen büyük ulusların" asalaklığını ve bunun
sonucu olan sosyal-emperyalizmi besleyen
kaynaklardan biridir.
Önemli olan,
küçük ulusların sosyalist devrimden önce
beşte-birinin ya da yüzde-birinin kurtulup
kurtulmayacağı değildir; önemli olan,
emperyalizm çağında, nesnel nedenlerden ötürü
proletaryanın iki uluslararası kampa bölünmüş
olması, bunlardan birinin, büyük
devletlerin burjuvazisinin masasından düşen
kırıntılarla, özellikle küçük ulusların ikili ve
üçlü sömürüsünden ötürü soysuzlaşmış bulunması
ve öteki kampın küçük ulusları kurtarmadan,
yığınları şovenliğe karşı bir zihniyetle,
ilhaklara karşı, yani "ulusların kaderlerini
tayin hakkından" yana bir zihniyetle eğitmeden,
kendi kendisini kurtaramayacağıdır.
Sorunun bu en önemli yanını, sorunlara
emperyalizm çağında temel nitelik
kazanmış bulunan açıdan, yani uluslararası proletaryanın iki kampa bölünmüş
olduğu gerçeği açısından bakmayan
Polonyalı yoldaşllar görememektedirler.
Prudonculuklarının işte başka göze çarpan
örnekleri: (1) ilerde sözünü edeceğimiz 1916
İrlanda ayaklanmasındaki tutumları; (2)
tezlerinin (II, 3, 3. paragrafın sonu) sosyalist
devrim sloganının "ne olursa olsun, hiç bir
şeyle gölgelenmemesi gerektiği" yolundaki
beyanları. Sosyalist devrim sloganını, ulusal
sorun dahil, herhangi bir sorunda tutarlı bir
devrimci tutumla birleştirmenin bu sloganı
"gölgeleyeceğini" sanmak, kesin olarak marksizme
aykırı bir görüştür.
Polonyalı
sosyal-demokratlar, bizim programımızı,
"ulusal-reformist" buluyorlar. Şu iki pratik
öneriyi kıyaslayınız:" (1) özerklik için (III,
4, Polonyalıların tezleri) ve (2) ayrılma
özgürlüğü için. Programlarımız özellikle ve
yalnızca bu noktada birbirinden ayrılmaktadır!
Bunlardan birincisinin (sayfa 184) reformisf
olduğu ve onu ikinciden ayırdeden şeyin, bu
reformizm olduğu açık değil mi? Reformist bir değişiklik, egemen sınıf
iktidarının temellerini sarsmayan, bu sınıfın
bir ödünü olan ve onun tahakkümünü sürdüren bir
değişikliktir. Devrimci bir değişiklik
ise, bu iktidarı temellerine kadar sarsar.
Ulusal programda reformizm, egemen ulusun bütün
ayncalıklarını ortadan kaldırmaz; reformizm,
ulusal baskının tüm biçimlerini yoketmez. "Özerk"
bir ulus, "egemen" bir ulusla, haklar bakımından
eşit durumda değildir; Polonyalı
yoldaşlar (eski "ekonomistler" gibi) siyasal
kavramların ve kategorilerin tahlilini
yapmamakta direnmeselerdi, bunun farkına
varmazlık etmezlerdi. Özerk Norveç, 1905'e
kadar, İsveç'in bir parçası olarak, çok geniş
bir özerkliğe sahipti, ama haklar bakımından
İsveç'le eşit durumda değildi. Norveç ancak
kendi özgürce ayrılmasıyla haklar bakımından
eşit durumda olduğunu pratikte göstermiştir
(arada şunu söyleyelim ki, asıl bu özgürce
ayrılış, eşit haklara dayanan daha sıkı ve daha
demokratik bir yakınlaşma zemini yaratmıştır).
Norveç yalnızca özerk iken, İsveç
aristokrasisinin fazladan bir ayrıcalığı vardı,
ve bu ayrıcalık, ayrılma sonucu "azaltılmakla"
kalmadı (reformizmin özü, kötülükleri
azaltmaktır, onları yoketmek değil), tamamen
yokedildi (devrimci nitelikte bir programın
başlıca belirtisi budur). Reform olarak özerklik
ile devrimci bir önlem olarak ayrılma özgürlüğü
arasında ilke farkı vardır. Bu, tartışma
götürmez. Ama herkesin bildiği gibi, reform,
pratikte, devrim doğrultusunda bir adımdır. Bir
devletin sınırları içinde zorla tutulan bir
ulusun, kesin olarak uluslaşma sürecini
tamamlamasına, kuvvetlerini toplayıp onları
tanımayı ve örgütlendirmeyi ögrenmesine, ve
Norveçlilerin yaptığı gibi, en uygun zamanı
seçerek, "biz falan ulusun ya da falan bölgenin
özerk meclisi olarak, bütün Rusya çarının bundan
böyle Polonya kralı vb. olmadığını" ilân
etmesine olanak sağlayan, özerkliğin kendisidir.
Buna genellikle "itiraz" edilir, ve
bu gibi sorunların bildirilerle değil savaşlarla
çözüme bağlandığı söylenir. Doğrudur: çoğu
durumda savaşla çözüme bağlanır (nasıl ki, büyük
devletlerin hükümet biçimi ile ilgili sorunlar
da çoğu durumda savaşlar ya da devrimlerle
çözüme bağlanırsa). Ama, devrimci bir partinin
siyasal programına bu tür bir "itirazın"
mantıksal olup olmadığı sorulabilir. Biz, adalet
için, proletaryanin iyiliği için, demokrasi ve
sosyalizm için girişilen savaşlara ve devrimlere
karşı mıyız?
"Ama biz, belki de 10 ya
da 20 milyonluk bir küçük ulusun
özgürlüğe kavuşacağı umuduyla, iki büyük ulus
arasında bir savaştan yana, 20 milyon insanıp
öldürülmesinden yana olamayız"! Hayır, elbette
ki olamayız. Ama, bu, programımızdan
ulusların tam eşitliğini sildiğimiz için değil,
bir tek ülkede demokrasinin
çıkarlarının, birçok ülkede ve bütün ülkelerde
demokrasınin çıkarlarına bağımlı kılınması
gerektiği için böyledir. Diyelim ki,
iki büyük krallığın arasında küçük bir krallık
vardır ve bunun küçük kralı komşu iki ülkenin
krallarına akrabalık ya da başka bağlarla
"bağlıdır" ve gene diyelim ki, küçük ülkede
cumhuriyetin ilanı ve kralın sınırdışı edilmesi,
pratikte, herbiri şu ya da bu kralı küçük ülkeye
zorla kabul ettirmek isteyen iki büyük komşu
ülke arasında savaşın başlaması anlamına
gelecektir. Kuşkusuz, böyle bir durumda
uluslararası sosyal-demokrasi ve küçük ülke
sosyal-demokrasisinin gerçekten enternasyonalist
olan kolu, krallığın yerine cumhuriyetin
getirilmesine karşı çıkacaktır. Krallığın yerine
cumhuriyetin getirilmesi istemi mutlak bir şey
değildir, genel olarak demokrasinin (ve elbette
ki daha çok sosyalist proletaryanın) çıkarlarına
bağımlı olan, demokratik bir istemdir. Böyle bir
durumla karşılaşılsaydı, bunun, hangi ülkeden
olursa olsun sosyal-demokratlar arasında en ufak
bir görüş ayrılığına neden olmayacağı kesindir.
Ama eğer, bir sosyal-demokrat, bu örneğe
dayanarak, uluslararası sosyal-demokrasinin
programından cumhuriyet sloganının
silinmesini önerirse, onu herkes deli sayar.
Ona söylenecek şey şudur:
özel İle genel
arasındaki mantıksal ayrımı gene de unutmamak
gerekir.
Bu örnek, bizi,
biraz dolambaçlı yoldan da olsa, işçi sınıfının
enternasyonalist eğitimi sorununa getiriyor. Sol
zimmervaldcılar arasında gereği ve birinci
derece önemi hiçbir görüş ayrılığına neden
olamayacak plan bu eğitim, ezen büyük uluslarda
ve ezilen küçük uluslarda, ilhak eden uluslarda
ve ilhak olunanlarda somut olarak birbirinin
aynı olabilirmi?
Hayır, olamaz. Bir
tek hedefe doğru yürüyüş: haklarda tam eşitlik,
bütün ulusların en sıkı biçimde birbirine
yaklaşmasının ve sonra da birbiriyle
kaynaşmasının ayrı ayrı somut yollardan
geçilmesini gerektirdiği açıktır, nasıl ki,
örneğin, bir sayfanın merkezindeki noktaya giden
yol, sayfanın bir kenarından hareket edildiğinde
sola, öteki kenarından hareket edildiğinde sağa
gidilmesini gerektirirse. Eğer ulusların genel
olarak birbiriyle kaynaşmasını savunan, ilhak
eden ye ezen bir büyük ulusun sosyal-demokratı,
"kendi" Nikola II'sinin "kendi" Wilhelm'inin
"kendi" George'unun, "kendi" Poincaré'sinin ve
benzerlerinin de (ilhaklar yoluyla) küçük
uluslarla kaynaşmadan yana olduğunu unutursa
-Nikola II, Galiçya ile "kaynaşmadan" yanadır,
Wilhelm II, Belçika ile "kaynaşmadan" yanadır
vb.-, böyle bir sosyal-demokrat, teoride gülünç
bir doktriner ve pratikte de emperyalizmin
yardımcısı durumuna düşer.
Ezen
ülkelerin işçilerinin enternasyonalist
eğitimi, zorunlu olarak, her şeyden
önce, ezilen ülkelerin özgürlüğü ve ayrılması
ilkesinin savunulmasını içermelidir. Yoksa,
ortada enternasyonalizm diye bir şey kalmaz. Bu
propagandayı yapmayan ezen bir ulusun
sosyal-demokratını, emperyalist ve alçak saymak,
hakkımız ve görevimizdir. Sosyalizmin
gerçekleşmesinden önce ayrılma olasılığının
binde-bir olması durumunda bile, bu istem,
mutlak bir istemdir.
İşçilerde ulusal ayrılıklar karşısında
"ilgisizliği" geliştirmek görevimizdir.
Bu, tartışma götürmez. Ama bu,
ilhakçıların savunduğu "ilgisizlik" değildir.
Ezen bir ulusun bireyi, küçük
ulusların, eğilimlerine göre, kendi devletinin
mi yoksa komşu devletin mi bir parçasını
oluşturduğu ya da bağımsız olup olmadığı sorunu
karşısında "ilgisiz" kalabilmelidir:
eğer, o, "ilgisiz" kalamıyorsa, sosyal-demokrat
değildir. Enternasyonalist bir sosyal-demokrat olabilmek için, yalnızca kendi
ulusunu düşünmemeli, bütün ulusların
çıkarlarını, onların özgürlüğünü ve eşitliğini,
kendi ulusunun üzerinde tutabilmelidir.
"Teoride" bu noktada herkes görüş birliği
halinde; ama uygulamada, ilhakçılara özgü
ilgisizlik gösteriliyor. Kötülüğün kökeni
buradadır.
Bunun karşıtı olarak,
küçük bir ulusun sosyal-demokratı,
ajitasyonunun ağırlık merkezini bizim
genel formülümüzün son sözcüğü üzerine
getirmelidir: ulusların "serbestçe
kabullendiği birlik". O,
enternasyonalist olarak görevlerine sırt
çevirmeden hem kendi ulusunun siyasal
bağımsızlığından yana olabilir, hem de ulusunun
bir komşu devlet (x, y, z, vb.) ile birleşmesinden yana olabilir. Ama
o, her durumda küçük ulus
darkafalılığına karşı, kendi içine kapanmaya
karşı savaşım vermeli, bütünü ve geneli
gözönünde tutmalı, özeli genel çıkara
bağımlı kılmalıdır.
Sorunu
derinliğine incelememiş olanlar, ezen ulusların
sosyal-demokratları "ayrılma özgürlüğü" üzerinde
ısrar ederlerken, ezilen ulusun
sosyal-demokratlarının "birleşme özgürlüğü"
üzerinde direnmelerinin çelişki olduğunu
düşünürler. Ama biraz düşününce,
enternasyonalizme ve bugünkü durumdan hareket
ederek, ulusların birbiriyle
kaynaşmasına varabilmek için başka yolun
olmadığı, olamayacağı anlaşılır.
|