ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN
HAKKI ÜZERİNE[116]
Rusya Marksistlerinin programının, ulusların kaderini tayin hakkını ele alan dokuzuncu maddesi, son zamanlarda (daha önce Prosveşçeniyede* gösterdiğimiz gibi) oportünistlerin gerçek bir kampanyasına neden oldu. Gerek Rus Tasfiyecisi Semkovski, Petersburgdaki Tasfiyeci gazetede, gerekse de Bundçu Libmann ve Ukrayna milliyetçi-sosyalisti Yurkeviç, hepsi organlarında bu maddenin üstüne saldırdılar ve en büyük bir küçümseme edasıyla ele aldılar. Kuşkusuz, Marksist programımıza bu oportünist büyük ordu sürülerinin saldırısı, genel olarak milliyetçi karakterdeki mevcut yalpalamalarla sıkı bir bağ içindedir. Bu yüzden değinilen konunun tam olarak tahlil edilmesi bize güncel görünüyor. Adı geçen tüm oportünistlerden bir tanesinin bile tek bir bağımsız gerekçe getirmediğini önceden belirtelim: hepsi Rosa Luxemburgun 1908/9 yılındaki uzun Lehçe makalesi: Ulusal Sorun ve Özerklikteki vecizelerini tekrarlıyorlar. Biz de anlatımlarımızda herşeyden önce bu yazarın orijinal argümanlarını tartışacağız.
1. ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİNİ NEDİR?
Kendi kaderini tayin denen şeyi Marksistçe inceleme girişiminde bulunulduğunda, bu sorunun ilk sıraya konması gerektiği doğaldır. Bundan ne anlaşılması gerekir? Bunun yanıtını, çeşitli genel hukuk kavramlarından türetilen hukuksal tanımlarda (tariflerde) mı aramak gerekir? Yoksa yanıt, ulusal hareketlerin tarihsel-ekonomik incelenmesinde mi aranmalıdır?
Bay Semkovski, Libmann, Yurkeviçin bu soruyu sormayı bile akıl etmemeleri, bilakis bönlüklerinden, ulusların kendi kaderini tayininden yalnızca 1903 RSDİP programının değil, 1896 Londra Uluslararası Kongresi kararının da söz ettiğini (bu konuda daha eksiksiz bilgi yeri geldiğinde verilecektir) bilmeksizin, Marksist programın bulanıklığı üzerine bönce bir kıkırdamayla soruyu geçiştirmeleri şaşırtıcı değildir. Tartışma konusu maddenin sözümona soyutluğu ve metafizikliği üzerine bol bol deklamasyonlarda bulunan Rosa Luxemburgun, bilakis ta kendisinin bu soyutluk ve metafiziklik günahını işlemesi çok daha şaşırtıcıdır. Rosa Luxemburg, kendi kaderini tayin üzerine bitmek bilmez genel değerlendirmeler içinde yitiyor (ulusun iradesinin nasıl anlaşılabileceği üzerine son derece eğlendirici biçimde felsefe yapmaya varana dek) ve hiçbir yerde, meselenin özünün hukuksal tariflerde mi yoksa bütün dünyanın ulusal hareketlerinin deneyimlerinde mi yattığı sorusunu açık ve berrak biçimde koymuyor.
Marksistler için kaçınılmaz olan bu sorunun tam olarak konması, Rosa Luxemburgun argümanlarının onda dokuzunu bir vuruşta yok ederdi. Ulusal hareketler Rusyada ilk kez varolmuyor, ve bunlar Rusyanın bir özelliği de değildir. Bütün dünyada, kapitalizmin feodalizm üzerinde kesin zaferi çağı, ulusal hareketlerle bağıntılıydı. Bu hareketlerin ekonomik nedeni, meta üretiminin tam zaferi için, iç pazarın burjuvazi tarafından ele geçirilmesinin ve ülke sınırlarının aynı dili konuşan nüfusla, aynı zamanda bu dilin gelişimi ve edebiyatta güçlenmesi için tüm engellerin ortadan kaldırılmasıyla, devlet olarak bir araya toplanmasının zorunlu olmasında yatar. Dil, insanlar arası ilişkide en önemli araçtır; dilin birliği ve onun engelsiz gelişimi, gerçekten özgür ve kapsamlı, modern kapitalizme uygun ticari ilişki için, nüfusun çeşitli sınıflara göre özgür ve kapsamlı bir gruplaşması için en önemli koşullardan biridir ve nihayet pazarın büyük ya da küçük her bir girişimci, satıcı ve alıcıyla sıkı bağı için bir koşuldur.
Bu yüzden, modern kapitalizmin bu gereklerine en iyi uyan
ulusal devletlerin
kurulması, her ulusal hareketin eğilimi (emeli) olarak görünür. Temel ekonomik faktörler buna zorlar. Bu yüzden tüm Batı Avrupada dahası: tüm uygar dünyada kapitalist dönem için ulusal devlet
tipik
olarak, normal olarak görülür.
O halde, ulusların kendi kaderini tayininin anlamını kavramak istiyorsak ve hukuksal tanımlarla oynamayıp, soyut tarifler uydurmayıp, bilakis ulusal hareketlerin tarihsel-ekonomik temellerini incelersek, o zaman kaçınılmaz olarak şu sonuca varırız: ulusların kendi kaderini tayininden, onların başka ulusal topluluklardan devlet olarak ayrılması anlaşılır, bağımsız bir ulusal devletin kurulması anlaşılır.
Daha aşağılarda, kendi kaderini tayin hakkından, kendi devletinin varlığı hakkından başka birşey anlamanın doğru olmayacağını gösteren daha başka nedenlerle tanışacağız. Şimdi Rosa Luxemburgun, ulusal devlet emelinin derin ekonomik temellere sahip olduğu kaçınılmaz sonucunu nasıl atlamaya çalıştığı üzerinde durmak zorundayız.
Rosa Luxemburg Kautskynin Milliyet ve Enternasyonalite broşürünü (Neue Zeit No. 1in Eki, 190708) pekâlâ bilir. Kautskynin, ulusal devlet sorunlarını ayrıntılı olarak inceledikten sonra (bu broşürün 4. bölümü) Otto Bauerin ulusal devletin kurulmasına yönelik güdünün gücünü
küçümsediği sonucuna vardığını bilir (s. 23, a.g.y.). Bizzat Rosa Luxemburg Kautskynin sözlerini aktarıyor:
Ulusal devlet, modern (yani kapitalist, uygar, iktisaden ilerici, ortaçağın, kapitalizm öncesinin zıttı, vs.) koşullara
en uygun devlet biçimidir, onun görevlerini (yani kapitalizmin en özgür, en kapsamlı ve en hızlı gelişiminin görevlerini) en kolay yerine getirebilecek biçimidir.
Burada Kautskynin daha da sert sonsözünü eklemek gerekir, ki buna göre ulusal olarak karışık oluşmuş devletler (ulusal devletlerin tersine, çok-uluslu devletler denilenler) her yerde, iç şekillenişleri kimi nedenlerle geri ya da anormal kalan devletler olarak görülür. Doğal olarak Kautsky anormallikten yalnızca, kapitalizmin gelişiminin gereklerine uygun olmamaları anlamında sözediyor.
Şimdi, Kautskynin bu tarihsel-ekonomik vargılarına Rosa Luxemburgun tavrının ne olduğu sorulmalıdır. Bunlar doğru mudur, değil midir? Tarihsel-ekonomik teorisiyle Kautsky mi haklıdır, yoksa aslında teorisi psikolojik olan Otto Bauer mi?
[117]
Bauerin kuşkusuz ulusal oportünizmi ile, kültürel-ulusal özerkliğe sahip çıkması ile, milliyetçi yoldan çıkışları ile (Kautskynin ifade ettiği gibi ulusal anın güçlendirilmesinin), ulusal anı muazzam abartması ve uluslararası anı tümüyle ihmal etmesi (Kautsky) ile ulusal devletin kurulması güdüsünün gücünü küçümsemesinin bağıntısı neden ibarettir?
Rosa Luxemburg bu soruyu sormadı bile. Bu bağıntıyı farketmedi. Otto Bauerin teorik görüşlerinin
bütününü
anlayamadı. Ulusal sorunda, tarihsel-ekonomik ve psikolojik teori arasındaki çelişkiyi hiç göstermedi. Kautskyye karşı kendini şu notla sınırladı:
Bu en iyi ulusal devlet, teorik olarak kolayca geliştirilen ve savunulan, ama gerçeğe uygun olmayan bir soyutlamadır sadece (Przeglad Socjal Demokratyczny 1908, No. 6, s. 499).
Ve bu enerjik iddiayı güçlendirmek için ardından büyük kapitalist devletlerin ve emperyalizmin gelişiminin, daha zayıf halkların kendi kaderini tayin hakkını hayal haline getirdiğine dair görüşler geliyor.
Bizzat bağımsızlıkları, diye haykırıyor Rosa Luxemburg Avrupa ahengi denilen politik mücadelenin ve diplomatik oyunun ürününden başka birşey olmayan şeklen bağımsız Karadağlıların, Bulgarların, Romenlerin, Sırpların, Yunanlıların, hatta kısmen İsviçrelilerin kendi kaderini tayininden ciddi ciddi sözetmek mümkün müdür?! (s. 500).
Bu koşullara en uygun olan, Kautskynin dediği gibi ulusal devlet değil, aksine yağmacı devlettir. Ardından, İngiltere, Fransa vs.ye ait sömürgelerin büyüklüğü üzerine birkaç düzine rakam geliyor.
Bu tür değerlendirmeleri okuduğunda, insan yazarın
neyin sözkonusu olduğunu
anlamama yeteneğine ancak şaşabilir! Ciddi bir tavırla Kautskyye, zayıf devletlerin ekonomik olarak güçlülere bağımlı oldukları, burjuva devletlerin kendi aralarında diğer halkların haydutça ezilmesi için mücadele ettikleri ve emperyalizmin ve sömürgelerin bulunduğu hakkında ders vermek, gülünç, çocukça bir ukalalıktır, çünkü bütün bunların meseleyle en ufak bir ilişkisi yoktur. Yalnızca daha küçük devletler değil, aynı zamanda örneğin Rusya da iktisaden tümüyle ve bütünüyle zengin burjuva ülkelerin emperyalist finans kapitalinin gücüne bağımlıdır. Yalnızca Balkanların minyatür devletleri değil, aynı zamanda 19. yüzyılın Amerikası da, Marxın Kapitalde gösterdiği gibi, iktisaden Avrupanın bir sömürgesiydi. Bütün bunları, her Marksist gibi Kautsky de mutlaka pekâlâ bilir, ama bunların ulusal hareketler ve ulusal devletler sorunuyla kesinlikle hiçbir ilişkisi yoktur.
Rosa Luxemburg burjuva toplumda ulusların kendi politik kaderini tayini, devletsel bağımsızlığı sorununu, onların ekonomik özgürlüğü ve bağımsızlığı sorunuyla karıştırıyor. Bu tıpkı, burjuva devlette parlamentonun, yani halk temsilcileri meclisinin en yüksek egemenliği ile ilgili program talebiyle uğraşan birinin, herhangi bir burjuva ülkenin devlet düzeninde büyük sermayenin egemenliğine dair tamamen doğru inancını ortaya koymaya başlaması kadar akıllıcadır.
Kuşkusuz Asyanın, yeryüzünün en yoğun nüfuslu kıtasının çok büyük bölümü, ya büyük güçlerin sömürgeleri ya da aşırı ulusal bağımlılık ve baskı altında olan devletler durumunda bulunuyorlar. Fakat herkesçe bilinen bu durumlardan dolayı, Asyada bizzat meta üretiminin tam gelişimi için, kapitalizmin en özgür, en geniş ve en hızlı büyümesi için koşulların yalnızca Japonyada, yani yalnızca özgür bir ulusal devlette oluşmuş olduğu tartışmasız gerçeği herhangi bir biçimde sarsılır mı? Bu devlet burjuva bir devlettir, ve bu yüzden bizzat o başka halkları ezmeye ve sömürgeleri köleleştirmeye başladı; Asyanın, kapitalizmin çöküşüne dek Avrupa benzeri bir özgür ulusal devletler sisteminde birleşmeyi başarıp başaramayacağını bilmiyoruz. Fakat kapitalizmin Asyayı uyandırarak orada her yerde ulusal hareketlere yol açtığı, bu hareketlerin eğilimi olarak Asyada ulusal devletlerin yaratılmasının görüldüğü ve tam da bu devletlerin kapitalizmin gelişimi için en elverişli koşulları garanti ettiğine hiç kuşku yoktur. Asya örneği Kautskyden
yanadır,
Rosa Luxemburga
karşıdır.
Balkan devletlerinin örneği de ona karşıdır, çünkü bugün herkes, Balkanlarda kapitalizmin gelişimi için en elverişli koşulların tam da, bu yarımadada özgür devletlerin oluşumu gerçekleştiği ölçüde oluştuğunu görüyor.
Dolayısıyla Rosa Luxemburga rağmen gerek bütün ileri uygar insanlığın örneği, gerekse de Balkanlar ve Asya örneği, Kautskynın tezinin mutlak doğruluğunu gösteriyor: Ulusal devlet kapitalizmde kural ve normdur; ulusal olarak karışık oluşmuş devlet, bir geri kalmışlıktır ya da bir istisnadır. Ulusal ilişkiler açısından ulusal devlet hiç kuşkusuz, kapitalizmin gelişmesi için en elverişli koşulları sunar. Elbette ki bu, burjuva ilişkiler zemininde böylesi bir devletin, ulusların sömürülmesini ve ezilmesini dışlayabileceği anlamına gelmez. Bu yalnızca, Marksistlerin, ulusal devletler yaratma özlemine yolaçan güçlü
ekonomik
faktörleri gözardı edemeyecekleri anlamına gelir. Bu, Marksist programda, ulusların kendi kaderini tayinin, tarihsel-ekonomik bakış açısından, kendi politik kaderini tayinden, devletsel bağımsızlıktan, ulusal devletlerin kurulmasından
başka
bir anlama sahip
olamayacağı
anlamına gelir.
Ulusal devlet burjuva-demokratik talebinin desteklenmesinin, Marksist, yani proletaryanın sınıf bakış açısından hangi koşullara bağlı olduğundan daha aşağıda ayrıntılı olarak söz edilecektir. Burada, kendi kaderini tayin
kavramını
tarif etmekle yetiniyoruz ve sadece şunu kaydetmeliyiz ki, Rosa Luxemburg bu kavramın içeriğini (ulusal devlet)
bilirken, onun oportünist yandaşları, Libmann, Semkovski, Yurkeviç bunu dahi bilmiyor!
2. SORUNUN TARİHSEL, SOMUT KONULUŞU
Her sosyal sorunun tahlilinde Marksist teorinin mutlak gereği,
onu
belirli
bir tarihsel çerçeve içine koyması ve ayrıca, eğer bir ülke (örneğin belirli bir ülke için ulusal program) sözkonusuysa, bu ülkeyi bir ve aynı tarihsel dönemde diğerlerinden ayırdeden somut özellikleri gözönünde bulundurmasıdır.
Bizim sorunumuza uygulandığında Marksizmin bu mutlak gereği ne anlama gelir?
Herşeyden önce bu, kapitalizmin, ulusal hareketler bakımından temelden farklı iki dönemini kesin olarak birbirinden ayırma zorunluluğu anlamına gelir. Birinci olarak, ulusal hareketlerin ilk kez kitle hareketleri haline geldiği ve şu ya da bu biçimde nüfusun
tüm
sınıflarını, basın yoluyla, parlamento organlarına katılım yoluyla vs. politikanın içine çektiği feodalizmin ve otokrasinin çöküş dönemi, burjuva-demokratik toplumun ve burjuva-demokratik devletin oluşum dönemi vardır. Ve ikinci olarak önümüzde, çoktan saptanmış anayasal düzeniyle, proletaryayla burjuvazi arasında çok gelişmiş antagonizmasıyla tam gelişmiş kapitalist devletler dönemi duruyor. Bu, kapitalizmin çöküşünün arifesi olarak niteleyebileceğimiz dönemdir.
Birinci dönem için tipik olan, ulusal hareketlerin uyanışı ve genelde politik özgürlük için ve özelde milliyet hakkı için mücadeleyle bağıntı içinde, en kalabalık ve en zor harekete geçirilebilecek nüfus katmanı olarak köylülüğün bu ulusal hareketlerin içine çekilmesidir. İkinci dönem için tipik olan, burjuva-demokratik kitle hareketlerinin yokluğudur, gelişmiş kapitalizmin, artık tamamen ticari ilişki içine çekilmiş olan ulusları gittikçe artan oranda yakınlaştırır ve karıştırırken, uluslararası birleşik sermaye ile uluslararası işçi hareketi arasındaki çelişkiyi ön plana çıkarmasıdır.
Elbette iki dönem birbirinden bir duvarla ayrılmamıştır, bilakis sayısız geçiş biçimleriyle birbirine bağlıdır, ayrıca tek tek ülkeler, ulusal gelişmenin hızında, nüfusun ulusal bileşiminde, bunların yöresel dağılımında vs. vs. birbirinden ayrılırlar. Bütün bu genel-tarihsel ve somut-devletsel koşulları hesaba katmadan, belirli bir ülkenin Marksistlerinin ulusal programıyla uğraşmak sözkonusu olamaz.
Ve yine bu noktada Rosa Luxemburgun görüşlerinin en zayıf noktasıyla karşılaşıyoruz. Olağanüstü bir gayretle yazısını, programımızın 9. maddesine karşı bir dizi güçlü sözcükle süslüyor ve onu genelleme olarak, şablonvari olarak, metafizik safsata olarak vs. niteliyor. Tabii şimdi metafiziği (Marksist anlamda, yani anti-diyalektiği) ve her türlü boş soyutlamayı böyle mükemmel bir şekilde mahkûm eden bir yazarın, bize sorunun somut tarihsel bir değerlendirilmesi örneğini vermesi beklenirdi. Sözkonusu olan, belirli bir ülkenin Rusyanın ve belirli bir dönemin 20. yüzyıl başlangıcının Marksistlerinin programıdır. Elbette Rosa Luxemburg, Rusyanın
hangi tarihsel
dönemden geçtiği,
verili
ülkenin ve
verili
dönemin ulusal sorunu ve ulusal hareketlerinin
somut özelliklerinin
hangileri
olduğu sorusunu soracaktır.
Bütün bunlardan Rosa Luxemburg kesinlikle hiç söz etmiyor!
Onda, verili tarihsel dönemde
Rusyada ulusal sorunun nasıl olduğu ve
Rusyanın bu bağıntıda hangi özellikler gösterdiği konusunda bir tahlilin gölgesi bile bulunmaz!
Bize, ulusal sorunun Balkan devletlerinde İrlandadan farklı olduğu, Marxın Polonya ve Çek ulusal hareketini 1848 yılının somut koşulları altında şöyle değerlendirdiği (Marxtan bir sayfa alıntı), Engelsin İsviçre Wald kantonunun Avusturyaya karşı mücadalesini ve 1315 yılında gerçekleşen Morgarten savaşını şöyle değerlendirdiği (Engelsten bir sayfa alıntı ve Kautskynin ilgili yorumları), Lassallein Almanyada 16. yüzyıldaki köylü savaşını gerici olarak ilan ettiği vs. söyleniyor.
Bu notların ve alıntıların herhangi yeni birşey söylediği söylenemez, ama özellikle Marx, Engels ve Lassallein, tek tek ülkelerin somut tarihsel sorunlarının incelenmesine nasıl yaklaştığını tekrar tekrar anımsamak okur için ilginçtir. Ve Marxla Engelsin öğretici alıntılarını okurken, Rosa Luxemburgun kendisini nasıl gülünç bir duruma düşürdüğü özellikle açık görülüyor. Belagatla ve öfkeyle, çeşitli ülkelerde çeşitli zamanlarda ulusal sorunun somut tarihsel bir tahlilinin zorunluluğunu vurguluyor ve 20. yüzyılın başında
Rusyada
kapitalizmin gelişiminin
hangi
tarihsel aşamadan geçtiğini, bu ülkede ulusal sorunun
özelliklerini
belirlemek için
en ufak
bir girişimde
bulunmuyor. Rosa Luxemburg,
başkalarının
sorunu nasıl Marksistçe incelediğini örneklerle gösteriyor, fakat bununla sadece, cehenneme giden yolun ne kadar sık iyiniyet taşlarıyla döşenmiş olduğunu ve iyi nasihatlerle nasıl sıl sık sadece gerçekte bu niyetlere uyma isteksizliği ya da beceriksizliğinin gizlendiğini adeta özenle vurguluyor.
Onun öğretici karşılaştırmalarından birini alalım. Polonyanın bağımsızlığı şiarına karşı mücadelesinde Rosa Luxemburg, Polonyanın hızlı sınai gelişiminin, Polonyanın sanayi ürünlerinin Rusyadaki sürümüyle kanıtlandığı 1893 yılındaki çalışmasına dayanıyor. Söylemeye gerek yok ki, buradan kendi kaderini tayin
hakkı
sorununa ilişkin henüz hiçbir sonuç çıkmaz, bununla yalnızca eski feodal Polonyanın ortadan kaybolması kanıtlanır. Rosa Luxemburg farkında olmadan ve sürekli olarak, sanki Rusyayla Polonyayı birleştiren faktörler arasında, şimdiden modern kapitalist ilişkilerin salt ekonomik faktörleri egemenmiş türünden vargılara düşüyor.
Şimdi ise Rosamız özerklik sorununa geçiyor ve makalesine
açıkça
Ulusal Sorun ve Özerklik diye başlık atmış olmasına rağmen,
sadece Polonya krallığının özerklik hakkını kanıtlamaya başlıyor (bu konuda bkz. Prosveşçeniye Yıl 1913, No. 12).* Polonyanın özerklik hakkını güçlendirmek için Rosa Luxemburg, Rusyanın devlet biçimini, birlikte ele alındığında Asyaî despotizm kavramına uygun düşen bir genel tablo sonucu veren, ekonomik, politik, kültürel ve sosyolojik özelliklere göre karakterize ediyor. (Przeglad No. 12, s. 137.)
Bu tür bir devlet biçiminin, belirli bir ülkenin ekonomisinde tamamen patriyarkal, kapitalizm öncesi çizgilerin ağır bastığı ve meta ekonomisi kadar sınıf farklılaşmasının da önemsiz olduğu durumlarda büyük bir dayanıklılık sergilediği genel olarak bilinir. Devlet biçimi kesin kapitalizm
öncesi
karakteriyle öne çıkan böylesi bir ülkede, kapitalizmi
hızla gelişen ulusal olarak sınırları çizilmiş bir bölge varsa, o zaman bu kapitalist gelişme ne kadar hızlı gerçekleşirse, bu bölgeyle kapitalizm
öncesi
devlet biçimi arasındaki çelişki bir o kadar keskinleşecektir ve devletin bütünüyle modern kapitalist değil, aksine Asyaî despotik bağlarla bağlı olan bu ileri bölgenin bu devletin bütününden ayrılması bir o kadar olası olacaktır.
Böylece Rosa Luxemburg, Rus devlet iktidarının burjuva Polonyayla bağıntısı içinde sosyal yapısı sorununu bile asla sonuna dek düşünmemiştir, Rusyada ulusal hareketlerin somut tarihsel özellikleri sorusunu ise sormamıştır bile.
Bu yüzden bu sorunun üzerinde biraz durmamız gerekiyor.
3. RUSYADA ULUSAL SORUNUN SOMUT ÖZELLİKLERİ VE RUSYANIN BURJUVA-DEMOKRATİK DÖNÜŞÜMÜ
Salt beylik bir laf olan ve öyle anlaşılıyor ki yalnızca Rusyada değil, bilakis Almanyada ve Avusturyada, İsviçre ve İsveçte, Amerika ve Avustralyada yaşayan halklara da uygulanabilir olan ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin elastikiyetine rağmen, onu mevcut sosyalist partilerin hiçbirinin programında bulmayız. (Przeglad No. 6, s. 483.)
Marksist programın 9. maddesine karşı saldırısını böyle açıyor Rosa Luxemburg. Bu program maddesinin salt beylik laf olduğu anlayışını bize isnat ederken, tam da Rosa Luxemburgun kendisi bu hataya düşüyor ve eğlendirici bir cüretkârlıkla, bu noktanın Rusyaya, Almanyaya vs. besbelli ki aynı biçimde uygulanabilir olduğunu açıklıyor.
Besbelli ki, diye yanıtlıyoruz, Rosa Luxemburg makalesinde, liseliler için ders malzemesi olabilecek tüm mantık hatalarının bir koleksiyonunu vermeye kararlı. Çünkü Rosa Luxemburgun tiradları Adan Zye saçmadır ve sorunun tarihsel somut konuluşuyla gerçek bir alaydır.
Marksist program üzerine çocukça değil, Marksistçe konuşmak
istiyorsak, onun burjuva-demokratik ulusal hareketlere ilişkin olduğunu anlamak çok kolaydır. Eğer bu böyleyse ki kuşkusuz böyledir, o zaman buradan besbelli ki, bu programın genelde, beylik laf olarak vs.
tüm burjuva-demokratik hareket örneklerini kapsadığı sonucu çıkar. Biraz düşünse, programımızın
yalnızca bu tür hareketlerin gerçek örneklerini kapsadığı sonucu Rosa Luxemburg için de daha az anlaşılır olmazdı.
Eğer Rosa Luxemburg bu apaçık gerçekler üzerine düşünmüş olsaydı, o zaman büyük bir çaba sarfetmeksizin, ne kadar saçma birşey söylediğini görürdü. Kendisi
bizi
beylik laflar etmekle suçlarken, bizzat kendisi,
bize karşı,
burjuva-demokratik ulusal hareketlerin
olmadığı
ülkelerin programlarında, ulusların kendi kaderini tayininin sözkonusu olmadığı gerekçesini getiriyor! Olağanüstü akıllıca bir gerekçe!
Çeşitli ülkelerin politik ve ekonomik gelişimleri kadar Marksist progamlarını da karşılaştırmak Marksistler için olağanüstü önemlidir, çünkü modern kapitalist devletlerin genel kapitalist karakteri kadar onların genel gelişme yasası da kuşku götürmez. Fakat böyle bir karşılaştırma yapmayı da bilmek gerekir. Bunun en temel önkoşulu, karşılaştırılacak ülkelerin tarihsel gelişim aşamalarının birbiriyle
karşılaştırılabilir
olup olmadığı sorusunun açıklığa kavuşturulmasıdır. Örneğin, Rus Marksistlerinin tarım programını Batı Avrupalı tarım programıyla ancak (Ruskaya Myslda Prens E. Trubetskoi gibi) tümüyle karacahiller karşılaştırabilirler; çünkü bizim programımız, Batılı ülkelerde asla sözkonusu olmayan tarım sisteminin
burjuva-demokratik dönüşümü sorusunu yanıtlıyor.
Aynı şey ulusal sorun için de geçerlidir. Batılı ülkelerin çoğunda bu sorun çoktan çözülmüştür. Batılı programlarda, varolmayan sorulara bir yanıt aramak gülünçtür. Rosa Luxemburg burada tam da esas meseleyi: burjuva-demokratik dönüşümün tamamlanmış ve tamamlanmamış olduğu ülkeler arasındaki farkı gözardı etmiştir.
Bu fark bütün sorunun canalıcı noktasıdır. Bu farkın bütünüyle gözardı edilmesi, Rosa Luxemburgun uzun makalesini bir yığın boş, içeriksiz beylik laflara dönüştürüyor.
Kıtasal Batı Avrupada, burjuva-demokratik devrimler dönemi oldukça belirli bir zaman dilimini, yaklaşık olarak 17891871 yıllarını kapsar. İşte bu zaman dilimi, ulusal hareketler dönemiydi, ulusal devletlerin yaratılması dönemiydi. Bu dönemin sorunda Batı Avrupa, homojen ulusal devletlerin kural olduğu bir düzenli burjuva devletler sistemine dönüştü. Bu nedenle, bugün Batı Avrupalı sosyalistlerin programlarında kendi kaderini tayin hakkını aramak, Marksizmin ABCsini anlamamak demektir.
Doğu Avrupada ve Asyada burjuva-demokratik devrimler dönemi ancak 1905 yılında başladı. Rusya, İran, Türkiye ve Çindeki devrimler, Balkan savaşları[118]
bizim dönemimizin ve bizim Doğumuzun dünya olayları zinciri budur. Ve bu olaylar zinciri içinde,
tam bir dizi
burjuva-demokratik ulusal kurtuluş hareketinin uyanışını ve ulusal olarak bağımsız ve ulusal olarak homojen devletler kurma çabalarını görmemeyi yalnızca bir kör başarabilir. Rusya, komşu ülkelerle birlikte şimdi tam da bu dönemden geçtiği için ve tam da bu yüzden, programımızda ulusların kendi kaderini tayin hakkı üzerine maddeye ihtiyacımız var.
Fakat yukarıda Rosa Luxemburgun makalesinden yaptığımız alıntıya biraz daha devam edelim:
Özellikle diye yazıyor olağanüstü karışık ulusal bileşime sahip bir ülkede etkinlik gösteren ve ulusal sorunun onun için en önemli rolü oynadığı partinin programı, yani Avusturya sosyal-demokrasisinin programı, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile ilgili hiçbir şey içermez (agy).
Böylece okuyucu özellikle Avusturya örneğiyle ikna edilmek istenir. Bu örnekte pek zekice birşey olup olmadığına somut tarihsel bakış açısından bir bakalım.
İlkönce, burjuva-demokratik devrimin tamamlanması temel sorusunu soralım. Avusturyada bu devrim 1848 yılında başladı ve 1867 yılında bitti. O zamandan bu yana orada neredeyse yarım yüzyıldır genelde iyice yerleşmiş burjuva anayasası egemendir, buna dayanarak
legal işçi partisi legal çalışmaktadır.
Bu yüzden Avusturyanın iç gelişme koşulları altında (yani genelde Avusturyada ve özelde çeşitli uluslarda kapitalizmin gelişimi bakış açısından), tali görünümü, başka şeylerin yanısıra, ulusal olarak bağımsız devletlerin kurulması da olabilecek türde sıçramalara yolaçabilecek faktörler
yoktur.
Eğer Rosa Luxemburg karşılaştırmasında, Rusyanın bu noktada benzer koşullar içinde bulunduğunu öngörüyorsa, yalnızca temelden yanlış, anti-tarihsel bir sapma içine düşmekle kalmıyor, aksine istemeden Tasfiyeciliğe de düşüyor.
İkincisi, bizi meşgul eden sorun için, herşeyden önce Avusturyadaki ve Rusyadaki milliyetler arasındaki çok farklı karşılıklı ilişkiler büyük bir öneme sahiptir. Avusturya yalnızca uzun süre Al-man egemenliği altında bir ülke olmakla kalmadı, aynı zamanda Avusturyalı Almanlar genel olarak Alman ulusu içinde egemenlik iddiasında da bulundular. Bu hak iddiası, Rosa Luxemburgun belki lütfedip anımsayacağı gibi (beylik lafları, soyutlamaları, şablonları hiç sevmediği için
), 1866 savaşıyla yokedildi. Avusturyada egemen olan ulus, Alman ulusu, kendini, 1871 yılında kesin olarak kurulan bağımsız Alman devletinin
sınırları dışında buldu. Öte yandan, Macarların bağımsız bir ulusal devlet kurma girişimi, daha 1849 yılında Rus serf ordusunun darbeleri altında çöktü.
Böylece olağanüstü garip bir durum doğdu: Macarlarda ve sonra da aynı şekilde Çeklerde, Avusturyadan kopma değil, bilakis, daha güçlü ve yağmacı komşular tarafından bütünüyle yokedilebilecek olan tam da ulusal bağımsızlığın yararına, Avusturyanın birliğini koruma eğilimi! Avusturya bu garip durum sayesinde iki merkezli devlet (düalist devlet) olarak birleşti ve şimdi hatta üç merkezli bir devlete (trialist: Almanlar, Macarlar, Slavlar) dönüşüyor.
Rusyada benzer birşey var mıdır? Bizde
daha kötü
bir ulusal baskı korkusundan dolayı yabancı kökenlilerin Büyük Ruslarla birleşme çabası var mıdır?
Ulusal kendi kaderini tayin sorununda Avusturyanın Rusyayla karşılaştırılmasının ne derece saçma, şabloncu ve bilgisizlikle dolu olduğunu görmek için bu soruyu sormak yeter.
Ulusal sorunda Rusyanın özel koşulları, Avusturyada gördüklerimizin neredeyse tam tersidir. Rusya tek ulusal merkezli bir devlettir: Büyük Rus. Büyük Ruslar muazzam, bitişik bir toprakta yaşıyorlar ve yaklaşık 70 milyon insana ulaşıyorlar. Bu ulusal devletin özelliği şundan ibarettir: 1) yabancı kökenliler (hepsi birlikte nüfusun çoğunluğunu oluşturur: yüzde 57) tam da kenar bölgelerde yaşarlar; 2) bu yabancı kökenlilere baskı komşu ülkelerdekinden (ve hatta sadece Avrupadaki değil) daha güçlüdür; 3) tam bir dizi durumda, kenar bölgelerde yaşayan milliyetlerin, sınır ötesinde, daha büyük ulusal bağımsızlıktan yararlanan ulusdaşları vardır (imparatorluğun batı ve güney sınırlarını: Finlileri, İsveçlileri, Polonyalıları, Ukraynalıları, Romenleri anımsamak yeter); 4) kapitalizmin gelişimi ve tüm kültürel düzey, yabancı kökenli kenar bölgelerde çoğunlukla imparatorluğun merkezindekinden daha yüksektir. Ve son olarak tam da Asyadaki komşu ülkelerde, Rusyadaki akraba milliyetleri kısmen saran bir dizi burjuva devrimler ve ulusal hareketler görüyoruz.
Böylece, tam da Rusyadaki ulusal sorunun somut tarihsel özelliklerinden dolayı, mevcut dönemde ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınması bizim için özellikle önemlidir.
Ayrıca salt olgusal olarak bile, Rosa Luxemburgun, Avusturya sosyal-demokrasisinin programında, ulusların kendi kaderini tayin ilkesine dair hiçbir şey bulunmadığı iddiası doğru değildir. Sadece,
ulusal programı kabul etmiş olan Brünn Kongresinin tutanaklarını açıp bakmamız yeter; orada Rutenyalı sosyal-demokrat Hankyeviçin tüm Ukrayna (Rutenya) delegasyonu adına (Tutanak, s. 85) ve Polonyalı sosyal-demokrat Regerin tüm Polonya delegasyonu adına (s. 108), adı geçen iki ulusun Avusturyalı sosyal-demokratlarının, uluslarının ulusal birlik, özgürlük ve bağımsızlığı talebini kendi talepleri saydıkları açıklamasını buluyoruz. Böylece, Avusturya sosyal-demokrasisi gerçi ulusların kendi kaderini tayin hakkını özel bir program maddesi olarak koymamıştır, fakat aynı zamanda Partinin
bölümlerinin ulusal bağımsızlık talebini yükseltmelerini tamamen kabul etmiştir. Bu tabii ki, ulusların kendi kaderini tayin hakkını fiilen kabul etmek anlamına gelir! Yani Rosa Luxemburgun Avusturyaya işaret etmesi,
her
bakımdan Rosa Luxemburgun
aleyhine bir tanıklıktır.
4. ULUSAL SORUNDA PRATİKLİK
Oportünistler, Rosa Luxemburgun, programımızın 9. maddesinin pratik bir içeriğe sahip olmadığı gerekçesine özel bir gayretle sarıldılar. Rosa Luxemburgun kendisi bu gerekçeyi o kadar beğenmiş ki, makalesinin her sayfasında bu sloganın yaklaşık sekiz kez tekrarını buluyoruz.
9. madde, diye yazıyor, proletaryanın günlük politikası için hiçbir pratik direktif, ulusal sorunların hiçbir pratik çözümünü vermiyor.
9. maddenin, ya genel olarak hiçbir şey ifade etmediği ya da tüm ulusal çabaları destekleme yükümlülüğünü ifade ettiği biçiminde de formüle edilen bu gerekçeye bir bakalım.
Ulusal sorunda pratik olma talebi ne anlama geliyor?
Bu, tüm ulusal çabaların desteklenmesi; ya da her ulusun ayrılması sorusunun evet ya da hayırla yanıtlanması; ya da genel olarak ulusal taleplerin dolaysız gerçekleştirilebilir olduğu anlamına mı geliyor?
Pratik olma talebinin bu üç olası yorumunun hepsine bakalım.
Doğal olarak her ulusal hareketin başlangıcında hegemon olarak ortaya çıkan burjuvazi, tüm ulusal çabaların desteklenmesini pratik olarak niteler. Fakat proletaryanın ulusal sorundaki politikasını (diğer sorunlarda da olduğu gibi) burjuvazi, sadece belirli bir doğrultuda destekler ve onun politikasıyla asla tam olarak uyuşmaz. İşçi sınıfı burjuvaziyi sadece (burjuvazi asla tam olarak kuramayacağı ve ancak tam demokratikleştirmeyle gerçekleştirebilir olan) ulusal barış yararına, hak eşitliği yararına, sınıf mücadelesi için en elverişli koşullar yararına destekler. Bu yüzden proleterler tam da burjuvazinin
pratikliğine karşı,
ulusal sorunda kendi
ilkesel
politikalarını öne çıkarır ve burjuvaziyi her zaman
ancak şartlı
desteklerler. Her burjuvazi ulusal sorunda ya
kendi
ulusu için ayrıcalıkları ya da yalnızca avantajları amaçlar; buna pratik olma denir. Proletarya her türlü 274
1908-1914 Yıllarında Tarım ve Köylü Sorunu
ayrıcalığa karşıdır, her türlü istisnai konuma karşıdır. Ondan pratiklik talep etmek, burjuvazinin dümen suyunda hareket etmek, oportünizme düşmek demektir.
Her ulusun ayrılma sorununu evet ya da hayırla mı yanıtlamak gerekir? Bu çok önemli pratik bir talep gibi görünüyor. Fakat gerçekte budalacadır; teoride metafiziktir ve pratikte proletaryayı burjuvazinin politikasına tabi kılmaya götürür. Burjuvazi daima kendi ulusal taleplerini önplana koyar. Bunları mutlaka koyar. Proletarya için bunlar, sınıf mücadelesinin çıkarlarına tabidir. Bir ulusun ayrılmasının ya da bir başka ulusun yanında eşit haklara sahip konumunun burjuva-demokratik devrimi tamamlayıp tamamlamayacağını önceden söylemek teorik olarak imkânsızdır; proletarya için önemli olan,
her iki durumda da
sınıfının gelişimini garantilemektir; burjuvazi için önemli olan, proletaryanın görevlerini onun ulusunun görevlerinin gerisine koyarak bu gelişimi zorlaştırmaktır. Bu yüzden proletarya kendisini, belirli bir ulusa herhangi bir güvence vermeksizin ve ona başka bir ulusun
sırtından herhangi birşey
verme yükümlülüğü altına girmeksizin, kendi kaderini tayin
hakkının tanınması deyim yerindeyse negatif talebiyle sınırlar.
Bu pratik olmayabilir, ama olabildiğince demokratik bir çözümü en kesin bir şekilde garantiler; proletaryanın
yalnızca
bu garantilere ihtiyacı vardır, buna karşılık her ulusun burjuvazisi, başka ulusların durumunu (olası dezavantajlarını) gözönüne almaksızın
kendi avantajı için güvencelere ihtiyaç duyar.
Burjuvaziyi herşeyden önce belirli bir talebin uygulanabilirliği ilgilendirir; diğer ulusların burjuvazisiyle proletarya zararına sürekli kötü bir trampa işlemi politikası bundandır. Buna karşılık proletarya için, sınıfının burjuvazi karşısında güçlenmesi ve kitlelerin tutarlı demokrasi ve sosyalizm ruhuyla eğitimi önemlidir.
Bu, oportünistler için pratik olmayabilir, ama bu gerçekte biricik güvencedir, gerek feodalizme karşı gerekse de
milliyetçi burjuvaziye karşı maksimum ulusal hak eşitliği için ve maksimum ulusal barış için bir güvencedir.
Ulusal sorunda proletaryanın tüm görevi, tüm ulusların
milliyetçi
burjuvazisinin bakış açısından pratik değildir, çünkü proleterler soyut eşitliği, en ufak bir ayrıcalığın bile ilkesel olarak ortadan kaldırılmasını talep ediyorlar ve her türlü milliyetçiliğin düşmanıdırlar. Rosa Luxemburg bunu anlamadığı için, pratikliğe akılsızca övgüleriyle oportünistlere, özellikle Büyük Rus milliyetçiliğine oportünist tavizlere kapıları ardına dek açmıştır.
Neden Büyük Rus milliyetçiliğine? Büyük Ruslar Rusyada bir ezen ulus oldukları ve ulusal bakımdan oportünizm doğal olarak ezen uluslarda ezilen uluslardakinden farklı ifade bulduğu için.
Ezilen ulusların burjuvazisi, pratik talepleri adına proletaryayı, çabalarını kesinlikle desteklemeye çağıracaktır. Bütün ve her türlü ulusların ayrılma hakkına değil de,
herhangi
bir ulusun ayrılmasına doğrudan evet demek çok daha pratiktir!
Proletarya böyle bir pratikliğe karşıdır: o, tüm ulusların hak eşitliğini ve ulusal devletlerine sahip olmada eşit hak sahipliğini tanırken, tüm ulusların proleterlerinin birliğini her şeyden daha üstün tutar ve öne çıkarır, ve her ulusal talebi, her ulusal özgürleşmeyi proleter sınıf mücadelesi
bakış açısından değerlendirir. Pratiklik sloganı gerçekte sadece burjuva çabaların eleştirisiz devralınmasının sloganıdır.
Bize deniyor ki: ayrılma hakkını destekleyerek, ezilen ulusların burjuva milliyetçiliğini destekliyorsunuz. Rosa Luxemburg böyle konuşuyor ve oportünist Semkovski geçerken belirtelim, Tasfiyeci bir gazetede bu sorunda Tasfiyeci düşüncelerin biricik temsilcisidir onun söylediklerini tekrarlıyor!
Şöyle yanıt veriyoruz: Hayır. Burada tam da burjuvazi için pratik çözüm önemlidir, oysa işçiler iki eğilimin
ilkesel olarak
birbirinden ayrı tutulmasına önem verir. Ezilen ulusun burjuvazisi ezenlere karşı mücadele ettiği
ölçüde,
biz her zaman ve her durumda herkesten daha kesin
bundan yana
olacağız, çünkü biz baskının en güçlü ve un tutarlı düşmanlarıyız. Ezilen ulusun burjuvazisi
kendi
burjuva milliyetçiliğini temsil ettiği sürece, biz ona karşı dururuz. Ezen ulusun ayrıcalıklarına ve diktatörlüğüne karşı mücadele ederiz ve ezilen ulusun ayrıcalıklar elde etmeye yönelik herhangi bir çabasına hoşgörü göstermeyiz.
Eğer kendi kaderini tayin
hakkı
sloganını ileri sürmez ve ajitasyonda propaganda etmezsek, o zaman ezen ulusun yalnızca burjuvazisine değil, feodallerine ve otokrasisine de yardım etmiş oluruz. Bu gerekçeyi Kautsky Rosa Luxemburga karşı çoktan ileri sürdü, ve bu gerekçe çürütülemez. Polonyanın milliyetçi burjuvazisine yardım etme korkusuyla Rosa Luxemburg,
Rus
Marksistlerinin programındaki ayrılma
hakkını
reddederek
gerçekte Büyük Rus gericilerine yardım ediyor. Gerçekte Büyük Rusların ayrıcalıklarıyla (ve ayrıcalıklarından daha kötüsüyle) oportünistçe uzlaşmayı destekliyor.
Kendini Polonyada milliyetçiliğe karşı mücadeleye kaptıran Rosa Luxemburg, Büyük Rus milliyetçiliğini unutmuştur, oysa tam da bu milliyetçilik şimdi bütün diğerlerinden daha kötüdür; çünkü tam da o, burjuvadan çok feodaldir, tam da o, demokrasi için ve proletaryanın mücadelesi için en önemli engeldir. Ezilen ulusun
her
burjuva milliyetçiliği, baskıya
karşı yönelen genel demokratik bir içeriğe sahiptir ve biz bu içeriği
kayıtsız-şartsız destekleriz. Bunu yaparken, kendi ulusu için istisnai bir konum elde etme çabasını titizlikle ayırırız ve Polonya burjuvazisinin Yahudileri ezme çabasına vs. vs. karşı mücadele ederiz.
Burjuvanın ve küçük burjuvanın bakış açısından bu pratik değildir. Fakat bu, ulusal sorunda hem pratik hem de ilkesel olan ve demokrasiyi, özgürlüğü ve proleter birliği gerçekten teşvik eden biricik politikadır.
Herkes için ayrılma hakkını tanıma; her somut ayrılma sorununu, her türlü eşitsizliği, ayrıcalığı, istisnai konumu ortadan kaldırma bakış açısından değerlendirme.
Ezen bir ulusun durumunu alalım. Başka halkları ezen bir halk
* Paristen L.Vl. diye birine bu söz gayri-Marksistmiş gibi görünüyor. Bu L. Vl. eğlendirici ölçüde süper akıllıdır. Anlaşılan süper akıllı L. Vl., nüfus, halk vs. sözcüklerinin asgari programımızdan (sınıf mücadelesi bakış açısından) atılması üzerine bir inceleme hazırlamaya soyunuyor.
özgür olabilir mi? Hayır. Büyük Rus nüfusun* özgürlüğünün çıkarları, bu baskıya karşı mücadeleyi gerektirir. Ezilen ulusların hareketlerinin uzun, yüzyıllardır süren ezilme tarihi ve bu ezilmenin üst sınıflar tarafından sistematik olarak propaganda edilmesi, bizzat Büyük Rus halkının özgürlük davasına, önyargılar vs. biçiminde korkunç engeller hazırladı.
Büyük Rus gericileri bu önyargıları bilinçli olarak besliyor ve körüklüyorlar. Büyük Rus burjuvazisi bu önyargılarla uzlaşıyor ya da onlara uyuyor. Büyük Rus proletaryası, eğer sistematik olarak bu önyargılara karşı mücadele etmezse,
kendi
hedeflerini gerçekleştiremez, özgürlüğe giden yolu düzleyemez.
Özgür ve bağımsız bir ulusal devlet kurmak, Rusyada şimdiye dek Büyük Rus ulusunun bir ayrıcalığı olarak kalmıştır. Biz Büyük Rus proleterleri, hiçbir ayrıcalığı savunmuyoruz ve bu ayrıcalığı da savunmuyoruz. Verili devlet zemininde mücadele ediyoruz, verili devletin tüm uluslarının işçilerini birleştiriyoruz, ulusal gelişimin şu ya da bu yolu için teminat veremeyiz, sınıf hedeflerimizi olası
bütün
yollardan izliyoruz.
Fakat, her türlü milliyetçiliğe karşı mücadele etmez ve tüm ulusların işçilerinin eşitliğini savunmazsak, bu hedeflere ulaşmak olanaksızdır. Örneğin Ukraynanın bağımsız bir devlet kurup kuramaması, önceden bilinemeyen binlerce faktöre bağlıdır. Ve biz boş yere
kehanette bulunmak
istemediğimiz için, kuşkusuz olan şeyde: Ukraynanın böyle bir devlet kurma hakkında ısrar ediyoruz. Bu hakka saygı duyuyoruz, Büyük Rusların Ukraynalılar karşısında ayrıcalıklarını desteklemiyoruz, kitleleri bu hakkın tanınması ruhuyla, herhangi bir ulusun
devlet ayrıcalığının reddi ruhuyla
eğitiyoruz.
Burjuva devrimler çağında tüm ülkelerin geçirdikleri sıçramalı gelişim sırasında, ulusal devlet hakkı uğruna çatışmalar ve mücadeleler mümkün ve muhtemeldi. Biz proleterler, peşinen, Büyük Rus ayrıcalıklarının
düşmanı
olduğumuzu açıklıyor ve tüm propaganda ve ajitasyonumuzu bu doğrultuda yapıyoruz.
Pratiklik peşinde koşan Rosa Luxemburg, Büyük Rus ve diğer ulusların proletaryasının
en önemli
pratik görevini: her türlü ulusal devlet ayrıcalığına karşı, tüm ulusların kendilerine ait bir ulusal devlet hakkı, eşit hakkı için günlük ajitasyon ve propaganda görevini gözden kaçırıyor. Bu görev (şu anda) ulusal sorunda bizim en önemli görevimizdir, çünkü demokrasinin ve bütün ulusların tüm proleterlerinin hak eşitliğine dayalı birliğinin çıkarlarını ancak bu yoldan savunabiliriz.
Bu propaganda gerek Büyük Rus zalimlerinin bakış açısından, gerekse de ezilen ulusların burjuvazisinin bakış açısından (ikisi de
kesin bir evet ya da hayır talep ediyorlar ve sosyal-demokratları belirsizlikle suçluyorlar) gayri-pratik gibi görünebilir. Gerçekte tam da bu propaganda ve yalnızca o, kitlelerin gerçekten demokratik ve gerçekten sosyalist eğitimini garanti eder. Yalnızca böyle bir propaganda, gerek eğer Rusya ulusal olarak karışık bileşimli bir ülke olarak kalacak olursa Rusyada ulusal barış için en büyük şansı, gerekse de eğer bir bölünme sözkonusu olacak olursa Rusyanın çeşitli ulusal devletlere en barışçıl (ve proleter sınıf mücadelesi için en zararsız) bölünmesini garantiler.
Ulusal sorunda bu yalnızca ve biricik proleter politikayı somut olarak aydınlatmak amacıyla, Büyük Rus liberalizminin ulusların kendi kaderini tayinine ilişkin tavrını ve Norveçin İsveçten ayrılması örneğini bir değerlendirmeye tabi tutmak istiyoruz.*
7. 1896 LONDRA ULUSLARARASI KONGRESİNİN KARARI
Bu karar şöyledir:
** Bkz. Londra Kongresi'nin resmi Almanca raporu: Verhandlungen und Beschlüsse des internationalen sozialistischen Arbeiter- und Gewerkschaftskongresses zu London, vom 27. Juli bis 1. August 1896, Berlin 1897, S. 18 (Londra Uluslararası Sosyalist İşçiler ve Sendikalar Kongresinin Görüşmeleri ve Kararları, 27 Temmuz 1 Ağustos 1896, Berlin 1897, s. 18.)
Kongre, tüm ulusların kendi kaderini tayin hakkını tam olarak savunduğunu ve şu anda askeri, ulusal veya başkaca despotizmin boyunduruğu altında acı çeken her ülkenin işçilerine duyduğu sempatiyi dile getirir. Bütün bu ülkelerin işçilerini, birlikte uluslararası kapitalizmi altetmek ve uluslararası sosyal-demokrasinin hedeflerini gerçekleştirmek için tüm dünyanın sınıf bilinçli işçilerinin saflarına katılmaya çağırır.**
Daha önce göstermiş olduğumuz gibi, oportünistlerimiz, Bay Semkovski, Libmann, Yurkeviç bu karar hakkında düpedüz hiçbir şey bilmiyorlar. Rosa Luxemburg ise, bizim programımızla aynı ifadeyi: kendi kaderini tayin hakkı ifadesini içeren onun tam metnini biliyor ve aktarıyor.
Şimdi şu soruyu sormak gerekiyor: Rosa Luxemburg, orijinal teorisinin önüne çıkan bu engeli nasıl ortadan kaldırıyor?
Çok basit:
burada ağırlık noktası kararın ikinci bölümündedir
onun deklaratör karakteri
ona yalnızca yanlışlıkla dayanılabilir!
Yazarımızın çaresizliği ve kafasızlığı düpedüz şaşırtıcıdır! Genellikle kesin demokratik ve sosyalist program maddelerinin deklaratör karakterine, sadece bu maddelere karşı doğrudan bir polemikten korkakça kaçınan oportünistler işaret eder. Besbelli ki, Rosa Luxemburg bu kez sebepsiz yere Bay Semkovski, Libmann ve Yurkeviçin trajik cemiyetinde görünmüyor. Rosa Luxemburg, sözü edilen kararı doğru mu yoksa yanlış mı bulduğunu dosdoğru açıklamaya karar veremiyor. Sanki kararın ikinci bölümünü okumadan birinci bölümünü unutacak kadar dikkatsiz ya da bilgisiz, ya da Londra Kongresi'nden önce sosyalist basındaki tartışmalar hakkında hiçbir şey duymamış bir okura güveniyormuşcasına eğilip bükülüyor ve gizleniyor.
Fakat Rosa Luxemburg, Rusyanın sınıf bilinçli işçileri önünde, eleştirel bir incelemeye bile tabi tutmaksızın Enternasyonalin önemli ilkesel bir sorundaki kararını öyle kolayca ayaklar altına almayı başarabileceğini sanıyorsa çok yanılıyor.
Londra Kongresinden önceki tartışmalarda esas olarak Alman Marksist dergisi Die Neue Zeitın sayfalarında Rosa Luxemburgun bakış açısı ortaya kondu ve
bu bakış açısı Enternasyonalde esas olarak yenilgiye uğradı!
Özellikle Rus okurunun göz önünde tutması gereken meselenin özü burada yatıyor.
Tartışmalar, Polonyanın bağımsızlığı sorunu üzerinde yürütüldü. Üç bakış açısı ifade edildi:
1) Heckerin sözcülüğünü yaptığı Frakinin bakış açısı. Bunlar, Enternasyonalin
kendi
programında, Polonyanın bağımsızlığı talebini tanımasını istediler. Bu öneri kabul edilmedi. Bu bakış açısı Enternasyonalde yenilgiye uğradı.
2) Rosa Luxemburgun bakış açısı: Polonyalı sosyalistler Polonyanın bağımsızlığını talep etmemeliler. Bu bakış açısından hareketle ulusların kendi kaderini tayin hakkının ilanı sözkonusu bile olamazdı. Bu bakış açısı da Enternasyonalde yenilgiye uğradı.
3) O zaman Rosa Luxemburga karşı çıkan ve onun materyalizminin aşırı tekyanlılığını kanıtlayan, en ayrıntılı biçimde Karl Kautskynin geliştirdiği bakış açısı. Enternasyonal diyordu Kautsky bugün Polonyanın bağımsızlığını programına alamaz, fakat Polonyalı sosyalistler buna benzer talepleri kesinlikle öne sürebilirler. Sosyalist bakış açısından, ulusal baskı koşulları altında ulusal kurtuluşun görevlerini küçümsemek tamamen yanlıştı.
Enternasyonalin kararında da bu bakış açısının en özsel, en temel tezleri yeniden üretildi: bir yandan, kesinlikle doğrudan, hiçbir yanlış yoruma izin vermeyecek biçimde, tüm uluslar için kendi kaderini tam tayin hakkının tanınması; öte yandan, aynı şekilde kuşkuya yer bırakmayan, işçilere, sınıf mücadelelerinin
enternasyonal
birliği çağrısı.
Bu kararın bütünüyle doğru olduğuna ve tam da bu kararın ve ulusal sorunda onun proleter sınıf politikasının tam da bu iki parçası arasındaki sağlam bağıntının, 20. yüzyılın başlangıcında Doğu Avrupa ile Asya ülkeleri için biricik doğru direktifi verdiğine inanıyoruz.Yukarıda değindiğimiz üç bakış açısı üzerinde biraz daha ayrıntılı duralım.
Karl Marx ve Friedrich Engelsin, Polonyanın bağımsızlığı talebinin aktif olarak desteklenmesini, tüm Batı Avrupa demokrasisinin ve herşeyden önce de Sosyal-demokrasinin kesin yükümlülüğü olarak değerlendirdikleri biliniyor.[122] Geçen yüzyılın kırklı ve altmışlı yılları için, Avusturyada ve Almanyada burjuva devrimleri ve Rusyada köylü reformu dönemi için, bu bakış açısı bütünüyle doğruydu ve yalnızca o, tutarlı demokratik ve proleter bir bakış açısıydı. Rusyada ve çoğu Slav ülkelerinde halk kitleleri henüz derin uykuda olduğu müddetçe, bu ülkelerde henüz bağımsız demokratik kitle hareketleri
olmadığı
müddetçe, Polonyada
alt dereceden soyluların
özgürlük hareketi, yalnızca tüm Rusya ve tüm Slav demokrasisi açısından değil, tüm Avrupa demokrasisi açısından da muazzam çığır açıcı önemdeydi.*
Fakat Marxın bu bakış açısı 19. yüzyılın ikinci üçte biri ya da üçüncü çeyreği için tamamen doğru olsa da, 20. yüzyılda doğru olmaktan çıktı. Slav ülkelerinin çoğunda ve hatta en geri Slav ülkelerinden biri olan Rusyada bağımsız demokratik hareketler ve hatta bağımsız bir proleter hareket bile ortaya çıktı. Feodal Polonya ortadan kayboldu ve yerini kapitalist Polonyaya bıraktı. Bu koşullar altında Polonya
mutlak
devrimci önemini yitirmek zorundaydı.
PPS (Polonya Sosyalist Partisi, şimdi Fraki) 1896 yılında, Marxın
başka
bir
dönemde
geçerli olan bakış açısını saptamaya çalıştığında, bu, Marksizmin
lafzını
Marksizmin
ruhuna
karşı çıkarmak anlamına geliyordu. Bu yüzden Polonyalı sosyal-demokrat
* 1863 yılından Polonyalı bir asi alt soylunun bakış açısıyla, Polonya hareketinin önemini (Marx gibi) takdir etmeyi bilen Rus devrimci-demokratı Çernyşevskinin bakış açısını ve son olarak Polonyalı Panlara (beylere) karşı haklı nefretinden dolayı bu Panların mücadelesinin tüm Rusya demokrasisi için önemini kavrayamayan, son derece barbar, miskin, kendi pislik yığını üzerinde kök salmış köylülerin bakış açısını ifade eden, çok sonra ortaya çıkmış Ukraynalı küçük-burjuva Dragomanovun tavrını karşılaştırmak olağanüstü ilginç bir tarihsel çalışma olurdu. (Bkz. Dragomanovun Tarihsel Polonya ve Tüm-Rusya Demokrasisi.) Dragomanov, sonraları artık milli-liberal olmuş olan Bay P. B. Struvenin onu coşkulu öpücüklerle ödüllendirmesini tümüyle haketti.
lar, Polonya küçük-burjuvazisinin milliyetçi coşkusuna karşı çıkarken, ulusal sorunun Polonya işçileri için tali önemini gösterirken, Polonyada ilk kez salt proleter bir parti yaratıp, Polonya işçilerinin Rus işçileriyle sınıf mücadelesinde en sıkı birliği ilkesinin olağanüstü önemini ilan ederken tümüyle haklıydılar.
Fakat bu, Enternasyonalin, 20. yüzyılın başında, ulusların kendi politik kaderini tayin ya da ayrılma hakkı ilkesini Doğu Avrupa ve Asya için gereksiz ilan edebileceği anlamına mı geliyordu? Bu (teorik olarak) Türk, Rus, Çin devletlerinin burjuva-demokratik dönüşümünün tamamlandığının kabulü ve (pratik olarak) otokrasi karşısında oportünist bir tavra denk düşen korkunç bir saçmalık olurdu.
Hayır. Artık başlamış olan burjuva-demokratik devrimler döneminde, ulusal hareketlerin uyandığı ve şiddetlendiği dönemde, Doğu Avrupada ve Asyada bağımsız proleter partilerin ortaya çıkış döneminde, ulusal politikada partilerin görevleri ikili olmak zorundadır: tüm uluslar için kendi kaderini tayin hakkının tanınması, çünkü burjuva-demokratik dönüşüm henüz tamamlanmadı ve proleter demokrasi liberal ve Kokoşkin tarzında değil, kararlı, ciddiyetle ve dürüstçe ulusların hak eşitliğini savunmalıdır ve verili devlet içinde tarihinin bütün ve her türlü dönüşümlerinde, çeşitli devletlerin burjuvazi tarafından bütün ve her türlü sınır değiştirmelerinde tüm ulusların proleterlerinin sınıf mücadelesinde en sıkı, kesintisiz ittifakı.
Enternasyonalin 1896 tarihli kararında proletaryanın tam da bu ikili görevi formüle ediliyor. Ve Rus Marksistlerinin 1913 Yaz Konferansı kararı da ilkesel temelleri itibariyle tam bu türdendir. Bu kararın dördüncü maddede, kendi kaderini tayin ve ayrılma hakkını tanıyarak deyim yerindeyse azami milliyetçilik yaptığını (gerçekte bütün uluslar için kendi kaderini tayin
hakkının tanınması azami
demokrasi
ve asgari milliyetçilik demektir), beşinci maddede ise işçileri her türlü burjuvazinin milliyetçi şiarlarına karşı uyarmasını ve tüm ulusların işçilerinin uluslararası ortak proleter örgütlerde birleşmesini ve kaynaşmasını talep etmesini çelişkili bulan kişiler var.[123] Burada ancak, örneğin İsveçli işçiler Norveçin bağımsız bir devlet olarak ayrılmasını savunurken, İsveç ve Norveç işçilerinin birlik ve sınıf dayanışmasının nasıl
kazançlı çıktığını
kavramayan yüzeysel kişiler bir çelişki görebilir.