Marx-Engels | Lenin | Stalin | Home Page
Garbis Altinoglu ArticlesTibet: Dünyanın Damında Büyük Oyun
Son Gelişmeler
Çinin Tibet Özerk Bölgesinde 14 Martta meydana gelen gösteriler kısa sürede, dünya ölçeğinde siyasal gündemin en önemli kalemlerinden biri haline geldi ya da getirildi. Bu gösteriler 10 Martta, Çin yönetimine karşı 1959da ABD desteğiyle girişilen ve onbinlerce kişinin yaşamını yitirdiği karşı-devrimci ayaklanmanın 49. yıldönümünde
Tibetin başkenti Lhasada ülkenin en kutsal manastırı olan Jokhang Tapınağında başlamıştı. Sonraki günlerde daha da genişleyen gösteriler 14 Martta küçük ölçekli bir ayaklanmaya dönüştü. Bir grup Tibetlinin Han milliyetinden Çinlilere saldırmasıyla başlayan olaylarda, içlerinde göstericilerin ve egemen Han milliyetinden esnafın da bulunduğu onlarca kişi öldü ve yaralandı; çok miktarda polis aracının yanısıra, çoğu Han milliyetinden Çinlilere ait mağazalar ve işyerleri tahrip edildi.
Bu olaylar ABD ve Batı Avrupa tekelci basını ve burjuva siyaset çevrelerinde bir süredir sürdürülmekte olan Çin-karşıtı kampanyanın daha da alevlendirilmesi için bir vesile oldu. Bu çevreler sözkonusu olayları, Çinin insan hakları sicilini yeniden gündeme getirmek, sözümona Tibet halkının haklarını savunmak için atağa geçtiler ve 8-24 Ağustos 2008 tarihleri arasında Çinde yapılacak olan Olimpiyat oyunlarının kısmen ya da tamamen boykot edilmesini hedefleyen bir propaganda kampanyası başlattılar. Özellikle olimpiyat meşalesinin Fransa, Britanya, ABDnden geçişi sırasında bir avuç Özgür Tibet yanlısı göstericinin gürültülü ve saldırgan eylemleri tekelci Batı medyasının yardımıyla gündemin merkezine adeta zorla oturtuldu. 2003 Martında, yani Irak savaşının başlangıcında milyonlarca insanın katıldığı savaş-karşıtı gösterileri görmezden gelen ve bugün Irakta, Afganistanda, Filistinde, Somalide süren insanlık dramına karşı sağır, kör ve dilsizleri oynayan tekelci Batı medyası, en fazla birkaç yüz kişinin katıldığı bu gösterileri ve Çinin Tibet halkına uyguladığı baskıyı yüzlerce, hatta binlerce yazı, yorum ve tartışmanın konusu haline getirdi.
Önce gelişmelere çok kaba bir biçimde göz atalım.
1959da Çin yönetimine karşı gerçekleştirilen başarısız ayaklanmanın ardından yandaşlarıyla birlikte Hindistana sığınan ve izleyicileri tarafından Tanrı-Kral sayılan Tibetin ruhani önderi Dalay Lama 16 Martta, Pekinin göstericilere karşı müdahalesini kınadıktan ve Çinin Tibet Özerk Bölgesinde bir kültürel jenosid uyguladığını söyledikten sonra olayların uluslararası bir komisyon tarafından soruşturulması talebinde bulundu.
Çin Başbakanı Wen Jiabao 18 Martta yaptığı basın toplantısında ellerinde, olayların Dalay kliği taafından örgütlendiğini, tasarlandığını ve yönlendirildiğini gösteren çok miktarda kanıt bulunduğunu belirtti.
20 Martta Britanya Başbakanı Gordon Brown Çine, Tibetli göstericilere karşı ölçülü davranma çağrısında bulundu. Brown, yakında Londrayı ziyaret etmesi beklenen Tibetin sürgündeki ruhani lideri ve asıl adı Tenzin Gyatso olan- Dalay Lamayla görüşeceğini de söyledi.
21 Martta Dalay Lamayı yaşadığı Kuzey Hindistanın Dharamsala kentindeki Sürgündeki Tibet hükümetinin karargahında ziyaret eden ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelocy dünyanın vicdanına meydan okuduğunu ileri sürdüğü Çini göstericilere karşı şiddet kullanmakla suçladı ve olayların uluslararası bir komisyon tarafından soruşturulmasını istedi.
Eylül 2007de, nükleer programı durdurmaması halinde İrana savaş açılması gerektiğini söylemekle ünlenen Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner 25 Martta yaptığı açıklamada Tibet Özerk Bölgesindeki baskılara hoşgörü göstermeyeceğini söyledi.
26 Martta ABD Başkanı G. W. Bush, Çin Devlet Başkanı Hu Jintao ile yaptığı telefon görüşmesinde Çinin, Tibetli göstericilere karşı ölçülü davranmasını ve Dalay Lamanın temsilcileri ile görüşmesini istedi.
29 Martta Alman Başbakanı Angela Merkel, Pekindeki Olimpiyat oyunlarının açılış törenlerine katılmayacağını açıklayan ilk Batılı lider oldu.
26 Martta Olimpiyat oyunlarının açılışını boykot edebileceğini açıklayan Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy, Tibette 6 Nisanda meydana gelen yeni gösterilerin ardından bu tehdidini yerine getireceğini belirtti.
Çindeki göstericilerin Carrefour adlı Fransız süpermarketinin mağazaları önünde yaptıkları protesto gösterilerinin ardından 21 Nisanda Paris belediye meclisi Dalay Lamaya onursal yurttaşlık payesi verdi.
Kasım ayında yapılacak ABD başkanlık seçiminin adayları, yani Cumhuriyetçi Partiden John McCain ile Demokrat Partiden Hillary Clinton ve Barack Obama, Avrupa Birliği yöneticileri, Çek Cumhuriyeti devlet başkanı ve Polonya ve başbakanı da benzer açıklamalar yaptılar.
Batılı liderlerin, Tibet halkının insan haklarına özgürlüğünü savunma görüntüsü altında Çinin içişlerine müdahale anlamına gelen bu tür açıklama ve tavırları ve 14 Mart olayları elbette bir anda ortaya çıkmadı. Örneğin Alman Başbakanı Merkel daha 24 Eylül 2007 gibi görece erken bir tarihte, Çinin eleştirisine ve kendi danışmanlarının karşı çıkmasına rağmen Dalay Lama ile görüşmüş, ABD Başkanı G. W. Bush ise Beyaz Sarayda düzenlenen bir törenle 17 Ekim 2007de Dalay Lamaya Kongre Altın Madalyası takmıştı. Neocon olarak adlandırılan Amerikan neo-faşistlerinin Yeni Amerikan Yüzyılı Projesinin üyesi, Doğu Avrupadaki renkli devrimlerin mimarlarından ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Paula Dobriansky Kasım 2007de Dharamsalaya giderek Dalay Lamayı ziyaret etmiş, ABDnin Hindistan Elçisi David Mulford ise Mart 2008de gene Dharamsalada Dalay Lamayla görüşmüştü.
Bu adımlar, çoğu 1959dan itibaren Hindistanda yaşayan Tibetli sürgünlerin girişimleriyle paralellik gösteriyordu. Bu sürgünler Haziran 2007de Hindistanın başkenti New Delhide Tibetin Çinden ayrılmasını konu edinen bir konferans düzenlemişler, burada olimpiyat oyunlarını, dünya kamuoyunun dikkatini Tibet davasına çekmek için kullanmayı ve bu amaçla Tibette ve dünyanın değişik yerlerinde çeşitli eylemler yapmayı kararlaştırmışlardı.
Ocak 2008de ise Hindistandaki Tibet örgütleri bir ayaklanma çağrısı yapacaklardı. Bu örgütlerin açıklamalarında 4 Ocakta Tibet Halkı Ayaklanması Hareketinin kurulduğu belirtiliyor ve ayaklanma için 10 Mart tarihi saptanıyordu.
Geçmişe Kısa Bir Yolculuk
Konunun daha iyi kavranması için birkaç onyıl daha geriye gitmemiz gerekecek.
İkinci Dünya Savaşının anti-faşist güçlerin zaferiyle sona ermesinden sonra dünya gericiliğinin önderliği ABD emperyalizmine düşmüştü. ABD, 1945-49 yılları arasında başında ÇKPnin bulunduğu devrimci güçlere karşı, başında Çin işbirlikçi burjuvazisinin temsilcisi Çan Kay-şek kliğinin bulunduğu Guomindang iktidarını aktif bir biçimde destekledi. Ancak bu kapsamlı destek, Guomindang iktidarının devrilmesini ve Çin Halk Cumhuriyetinin kurulmasını engelleyemedi. ABD emperyalistleri bu tarihten sonra, bir kısmı Taylanda ve esas gövdesi -Formoza olarak da bilinen- Tayvana sığınan Guomindang kuvvetlerini olduğu gibi Tibet gericilerini de Halk Çinini istikrarsızlaştırmak ve devrimci iktidarı devirmek için sistemli bir biçimde kullanmaya girişeceklerdi.
CIAin Tibet gericilerini kullanarak Çine karşı özellikle 1956dan itibaren başlattığı örtülü operasyonlar 1959daki başarısız ayaklanmayla doruk noktasına çıktı. Binlerce, belki de onbinlerce Tibetlinin yaşamını yitirdiği bu karşı-devrimci ayaklanmanın bastırılmasından sonra Dalay Lama yüzbin dolayında yandaşıyla birlikte Kuzey Hindistana sığındı.
CIA, Tibetli gerillaların eğitimi amacıyla 1950lerin sonlarında ABDnin Colorado eyaletindeki Leadville kentinde bulunan Camp Hale denen yerde ve 1960ların ortalarında Nepalde askeri eğitim kampları kurdu. Buralarda eğitilen gerillalar; Çine karşı sabotaj, gerilla eylemleri vb. yapmak amacıyla ABD uçaklarıyla Tibete götürülüyordu. William Blum bu konuda şnları söylüyor:
1957 ya da 1958den itibaren CIA, Hindistan ve Nepal gibi komşu ülkelerdeki Tibetli mülteci ve sürgünleri örgütlemeye başladı... Seçilen kişiler uçaklarla ABDde Colorado dağlarının tepelerindeki, onların dağlık anayurtlarının yüksekliğine yakın artık kullanılmayan bir askeri üsse götürüldüler. Orada onlara, yörenin insanlarının gözlerinden uzakta paramiliter savaşın incelikleri öğretildi.
Eğitimleri tamamlanan Tibetli gruplar uçaklarla Tayvana ya da diğer dost Asya ülkelerine götürüldüler ve Tibete ya da Çinin başka yerlerine sızdırıldılar. Onlar oralarda sabotaj, yolların mayınlanması, iletişim hatlarının kesilmesi ve küçük komünist kuvvetlerin pusuya düşürülmesi gibi görevleri yerine getirdiler. Bu grupların eylemleri CIA uçaklarıyla ve bazan CIAin anlaştığı paralı askerlerle destekleniyordu. (The CIA: A Forgotten History, Londra, New Jersey, Zed Books Ltd., 1986, s. 21)
1962deki Çin-Hindistan savaşından sonra Hint istihbaratı da bu faaliyete belli ölçüde yardımcı olmuştu. Fakat ABD emperyalistleri zamanla, bu operasyonların Çini taciz etmenin ötesinde herhangi bir askeri değeri olmadığını anladılar. Dolayısıyla bu faaliyet, ABD Devlet Başkanı Richard Nixonın 1972de Pekini ziyaretine ve ABD-Çin ilişkilerinin normalleşmesine paralel olarak 1974te resmen sona erdirilecekti. 1990ların sonlarında açıklanan ABD istihbarat belgelerine göre CIA 1960lı yıllarda Çine karşı yürütülen operasyonlar için Tibet sürgün hareketine -180,000 doları Dalay Lama için olmak üzere- yılda 1.7 milyon dolar mali yardım veriyordu.
Ancak, bugün olduğu gibi dün de başka ülkelerin içişlerine müdahale etmek için insan hakları masalları anlatan ABD emperyalistleri, Dalay Lama kliğiyle ilişkilerini daha alt düzeyde de olsa sürdüreceklerdi. Bu çerçevede Washington 1979da, yani Jimmy Carterın başkanlığı döneminde Dalay Lamaya ABDne girebilmesi için vize verecek, Tibet davası her iki partiden ABD senatörlerinin ve Temsilciler Meclisi üyelerinin desteğini alacaktı. 1988de ise ABDnde, Dalay Lama ve siyasal temsilcileriyle Çin Halk Cumhuriyeti arasında doğrudan diyalog temelinde siyasal çözüm olması gerektiğini savunan ITC (=Uluslararası Tibet Kampanyası) adlı bir örgüt kurulacaktı. Washingtonun yanısıra Amsterdam, Berlin and Brükselde büroları bulunan bu örgütün 1997, 1998, 2000, 2001, 2002 ve 2003 yıllarında - CIAin sivil kolu sayılan NED (=National Endowment for Democracy/ Ulusal Demokrasi Vakfı) adlı kuruluştan bağış aldığı biliniyor. Yönetim kurulunda başka ülkelere demokrasi, yani ABD hegemonyası ve emperyalist terör ihraç etmek için kurulmuş olan NED ve Freedom House (=Özgürlük Evi) gibi diğer kuruluşların yöneticilerinin bulunduğu ITC, ABDnin Tibet davasını ilerletmek için 1990larda kurduğu bir dizi örgütten biriydi. Bunlar arasında, The Tibet Fund (Tibet Fonu), the Tibet Voice Project (Tibetin Sesi Projesi), the Tibet Information Network (Tibet Enformasyon Ağı), the Tibetan Literary Society (Tibet Edebiyat Derneği) gibi örgütleri sayabiliriz. NEDnın, 1995-2005 yılları arasında Tibetli muhalefet örgütlerine, yayın kuruluşlarına vb. 2,047,479 dolar yardım yaptığı biliniyor. (Bu konuda daha geniş bilgi için aşağıdaki linkten Michael Barkerın Democratic Imperialism: Tibet, China and the National Endowment for Democracy (=Demokratik Emperyalizm: Tibet, Çin ve Ulusal Demokrasi Vakfı) adlı makalesine bakınız. globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=6530
Bu bağlamda son yıllarda, başka ülkelere karşı olduğu gibi Çine karşı yürütülen istikrarsızlaştırma çalışmalarında da NEDnın ve benzer kuruluşların çok önemli bir rol oynadıklarının altını çizmemiz gerekir. Sırbistan, Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan, Birmanya gibi ülkelerdeki istikrarsızlaştırma çalışmalarının, yani renkli devrimlerin ve devrim girişimlerinin mimarlarından sayılan NED, CIAin 1970li yıllarda gerçekleştirdiği cinayet, terörizm, darbe gibi kirli çalışmalarının açığa çıkmasından sonra, yani 1984de kuruldu. Başkan Ronald Reagan döneminde NEDnı kuran ve sivil toplum örgütü kılıklı bu devlet örgütünün ilk başkanı olan Allen Weinstein bunu şu sözlerle itiraf edecekti:
Bugün bizim yapmakta olduğumuz pek çok şeyi CIA bundan 25 yıl önce gizli bir biçimde yapıyordu. (The Washington Post, 21 Eylül 1991)
Ortada kesin bir kanıt olmamakla birlikte bazı analistler Tibette Ekim 1987de meydana gelen küçük ölçekli ayaklanmada ve 1993e kadar süren huzursuzluklarda CIAin dolaylı da olsa rol oynadığı kanısındadır. Zaten başarılı bir istihbarat örgütünün en önemli özelliklerinden birisi de, kirli işlerini başkalarına yaptırmak ve olabildiğince az iz bırakmak değil midir?
Çin-Karşıtı Kampanyanın Gerçek Nedenleri
Herhalde aklıbaşında hiç kimse, ABD ve Batı Avrupa tekelci burjuvazisinin ve onların çanak yalayıcılarının özelde Tibet ve genelde Çin ya da başka ülkeler işçi sınıfı ve halklarının çektikleri sıkıntılar, yaşadıkları zulüm, hedef oldukları sömürü vb. karşısında içten bir duyarlılık taşıdığını ileri sürmeye kalkmayacaktır. (Kuşkusuz bu, küçüksenmeyecek sayıda iyi niyetli, ancak siyasal bakımdan saf insanın ABD ve Batı Avrupa tekelci burjuvazisi ve medyasının dezenformasyon faaliyetinin etkisi altında kalarak bu gerici kampanyaya katıldığı gerçeğiyle çelişmemektedir.) ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerinin, Richard Gere gibi Hollywood yıldızlarının da katılımıyla sürdürdükleri kampanya Tibet halkının özgürlüğünü, insan haklarını ve kendi yazgısını belirleme hakkını savunma görüntüsü altında yürütülmektedir. Ancak, burada asıl amacın Tibet ve Sincan özerk bölgelerindeki halkın meşru yakınma ve hoşnutsuzluklarını kullanmak, buralardaki ulusal ve/ ya da Çin-karşıtı hareketleri yüreklendirmek ve desteklemek suretiyle yükselen Çin emperyalizmine, en azından moral bir darbe indirmek olduğu açıktır. Bu kampanyayı planlayanlar, kendileri bakımından haklı olarak 2008 Yaz Olimpiyatları nedeniyle dünya kamuoyunun dikkatinin Çin üzerine yoğunlaşacağını ve bu ortamın Çin-karşıtı bir hava yaratmak için elverişli bir olanak sunduğunu hesaplamışlar, propaganda ve eylemlerini bu hesap üzerine oturtmuşlardır.
ABDnin, Batı ve Orta Avrupalı bağlaşık ve uşaklarının yardımıyla Tibet üzerinden yürüttüğü kampanya, Washingtonun Çini sıkıştırma ve izole etme yolundaki genel politikasının belirtilerinden sadece biridir. Bilindiği gibi ABD Eylül 2001den itibaren, küresel hegemonyasını pekiştirmek ve genişletmek, Avrasyadaki potansiyel rakipleri konumundaki Çini ve Rusyayı kuşatmak, Doğu Afrikadan Ortadoğuya ve oradan Orta Asyaya kadar uzanan ve esas itibariyle İslam halklarının yaşadığı geniş bölgeyi ve bu bölgedeki enerji ve hammadde kaynaklarının denetimini ele geçirmek için atağa geçmiş bulunuyor. Washington-Telaviv-Londra neo-faşist ekseninin başını çektiği savaş kışkırtıcıları dikkat ve saldırganlıklarını öncelikle Irak, İran, Afganistan, Filistin, Suriye, Lübnan, Somali, Pakistan halklarına yöneltmiş bulunuyorlar. Onların, uygarlıklar çatışması üzerine yaygara koparmalarının, İslamofobyayı pompalamalarının ve Müslüman halkların meşru direnişlerini kendi kamuoylarına terörizm biçiminde pazarlamalarının nedeni budur. Ancak, ABDnin gerçek hedefi, görünür gelecekte değilse de orta erimde kendi hegemonyasını tehdit edebilecek biricik güç olan Çini denetim altında tutmak ve zayıflatmaktır. (1) Tam da burada, Çinin nüfusunun büyük çoğunluğunun Han milliyetinden olmasının, rakip emperyalist devletlerin ve onların istihbarat örgütlerinin etnik farklılıklar temelinde bir böl ve egemen ol! politikası yürütmelerini zorlaştırdığını anımsatmak gerek. Bu ülkenin 1.2 milyar olduğu tahmin edilen nüfusunun yüzde 91i Han milliyetinden. Nüfusun geriye kalan yüzde 9u 55 farklı milliyetten oluşuyor. Bunlar arasında en önemlileri şunlar: 16 milyon Zuang, 10.6 milyon Mançu, 8.9 milyon Miao, 8.3 milyon Uygur, 8 milyon Tujya, 7.7 milyon Yi ve 5.4 milyon Tibetli.
*İmalat sanayisi ve eğitilmiş insan kaynakları zayıflayan, dış borcu, dış ticaret ve bütçe açıkları dev boyutlara varan ABD gerilerken Çinin hızla yükselen bir ekonomik süper güç olduğu,
*Pekinin sadece Doğu ve Güneydoğu Asyada değil, Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerikada ABD ile nüfuz alanları ve hammadde kaynakları rekabeti içinde bulunduğu,
*Irak ve Afganistan maceraları nedeniyle ABDnin silahlı kuvvetleri gerek maddi ve gerekse manevi olarak yıpranırken, Çinin silahlı kuvvetlerini giderek modernleştirdiği,
*Çinin önümüzdeki onyıllarda ABDnin dev askeri gücüyla boy ölçüşebilecek bir askeri güç inşa etme yetisine sahip biricik ülke olduğu,
*11 Eylül sonrası dönemde giriştiği çıplak askeri saldırı ve emperyalist terör nedeniyle ABDnin dünya kamuoyu katındaki saygınlığı büyük ölçüde zedelenirken, kendi işçi sınıfı ve halkını ağır bir baskı rejimi altında bunaltmasına rağmen Çinin Asya, Afrika ve Latin Amerika halkları ve ülkeleri katında çok daha iyi bir imaja sahip olduğu biliniyor. Bu bakımdan Amerikan stratejistlerinin Çini baş tehlike olarak saptamaları ve onu kuşatmak, zayıflatmak, izole etmek, Japonya, Tayvan, Hindistan, Güney Kore, Avustralya, Vietnam gibi komşu ülkeleri Çin-karşıtı bir bağlaşma sistemi içinde biraraya getirmek ve Tibet ve Sincan gibi görece zayıf noktalarını kaşıyarak Çini istikrarsızlaştırmak için çok da başarılı olmayan- çabalar harcamaları anlaşılır bir husustur. Bu, daha 2006 başında, yani Bush kliğinin 2007 mali yılı bütçesini Kongreye sunmasından kısa bir süre önce, Pentagonun Kongre için hazırladığı Dört Yıllık Savunma Raporunda (=Quadrennial Defense Review) dile getirilmişti. Bu raporunda, ABDnin siyasal ve askeri hegemonyasını sürdürebilmesi için dünyanın bütün bölgelerinde teröristlere ve aşırı öğelere karşı uzun bir savaşa hazır olması gerektiğini vurgulayan Pentagon Çini ilk kez açıkça, ABD çıkarlarına meydan okuma kapasitesine sahip ve caydırılması gereken potansiyel bir askeri rakip olarak tanımlamıştı. 4 Şubat 2008de ise Başkan Bush 2009 mali yılı askeri bütçesini açıkladı. ABDnin, Irak ve Afganistan operasyonları için gerekli miktarı içermeyen 2009 askeri bütçesi tam 515.4 milyar dolar. 2008a göre yüzde 7.5 oranında bir artışı temsil eden bu rakamın 183.3 milyar dolarlık en önemli bölümü, yani yüzde 36sı stratejik modernizasyon kalemini oluşturuyor. Bu bağlamda Pentagon, daha modern savaş uçakları, füze sistemleri, savaş gemileri vb. edinmeyi tasarlıyor. Bu ve benzer silahların teröristlere ve aşırı öğelere karşı savaşımda kullanılmadığı ve kullanılamayacağı açık; bu silahlar ve silah sistemleri ancak Çin, Rusya gibi teknolojik düzeyi yüksek askeri donanıma sahip olan rakip emperyalist ülkelerle sürdürülen ve pekala yeni bir emperyalist savaşa dönüşebilecek nüfuz alanları, pazarlar ve hammadde kaynakları rekabeti için gerekmektedir. Devam edelim.
Çin-karşıtı kampanyanın, bu birincil gündemine bağlı bazı ikincil gündemleri de var kuşkusuz. Her şeyden önce Tibette son derece zengin mineral kaynaklarının bulunduğuna işaret etmek gerek. Tibet Özerk Bölgesi, dünyanın en büyük uranyum ve boraks yataklarına, dünya lityum yataklarının yarısına, Asyanın en büyük bakır cevheri yataklarına ve önemli altın yataklarına sahip olmakla kalmıyor; bu ülke Çinin en büyük tomruk rezervine ve önemli miktarda petrol yataklarına sahip bulunuyor. Dünyanın tavanı olarak bilinen Tibet su kaynakları bakımından da zengin; Asyanın yedi önemli ırmağının kaynağı bu bölgede. Tibet Özerk Bölgesine bitişik olan Sincan Özerk Bölgesi de mineral kaynakları bakımından zengin. Bu bölgede yer alan Kaydam Havzası zengin petrol, doğal gaz, kömür, tuz, potasyum, magnezyum, kurşun, çinko ve altın rezervlerine sahip. Dahası bu iki özerk bölge, Çinin Kazakistan, Kırgizistan, Tacikistan gibi Orta Asya ülkelerinin yanısıra Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerle yakıt, hammadde ve diğer ürünlerde karşılıklı ticaret akışını sürdürebilmesi açısından çok büyük bir önem taşıyor.
İkincisi, Çin-karşıtı kampanya dikkatleri ABD ve ortaklarının Irakta ve Afganistanda gerçekleştirdikleri korkunç kıyımlardan, İsrailin ABD ve ABnin desteğiyle Filistinde işlemekte olduğu savaş suçlarından uzaklaştırmaya hizmet ediyor. Esas olarak ABDnin denetiminde olan tekelci burjuva medyası, Tibette yaşamını yitiren birkaç düzine insan için adeta yas tutarken, beşinci yılını dolduran Irakta yüzbinlerce insanın yaşamını yitirmiş olduğu, susuz, yiyeceksiz, yakıtsız ve ilaçsız bırakılan Filistin halkına karşı ağır çekim bir kıyım uygulandığı, ABD ve İsrailin İrana karşı nükleer silahların da kullanılabileceği bir savaş hazırlıklarını yoğunlaştırdıkları vb. tatsız gerçekleri görmezden gelmeyi kolaylaştırıyor. Gene bu kampanya, konut sektöründeki durgunluğun ekonominin diğer sektörlerini de kapsamaya ve ekonomik durgunluğun bir ekonomik bunalıma dönüşmeye başladığı, yığınların siyasal hak ve özgürlüklerini gaspeden ve açık faşizme doğru gittiği koşullarda ABD tekelci burjuvazisinin işçi ve emekçilerin dikkatini dış sorunlara, ortak ulusal düşmana odaklama çabalarına hizmet ediyor.
Son olarak, ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerinin aslında bu kampanyalarıyla, 1949 Çin Halk Devrimiyle ayrıcalıklı konumlarını, servetlerini, serflerini ve kölelerini yitiren Tibet gericilerinin kişiliğinde devrim ve komünizm hayaletine karşı bir savaşım yürüttüklerini söyleyebiliriz. Aslında onlar, demagojik bir biçimde Putini Staline benzetirken de aynı şeyi yapıyor, kollektif bilinçaltlarında yatan devrim ve komünizm korkularını dile getiriyorlar. Bugünün Rusyası ve Çininin 1917 Ekim Devrimi ve 1949 Çin Halk Devrimiyle herhangi bir ilişkisi olmamakla birlikte, ABD ve Batı Avrupa tekelci burjuvazisi; emperyalistlerarası çelişmelerin keskinleşme sürecine girilmesinin, sadece siyasal gericiliği, faşizmi, militarizmi ve savaş tehlikesini büyütmekle kalmayacağını, bu sürecin yeni bir toplumsal devrimler döneminin şafağı olabileceğini seziyor ve hissediyorlar. Kendilerine şunu söyleyebiliriz: Korkmakta haklısınız!
Tibet Sorununda Devrimci Entrnasyonalist Tutum
Tutarlı demokrat ve enternasyonalistler, önderliği gerici ve emperyalizm-yanlısı da olsa Tibet gibi Han milliyetinden egemen ulustan gerek etnik gerekse daha sınırlı ölçüde olmakla birlikte- dinsel bakımdan farklı olan ve ayrı bir dil konuşan bir topluluğun zorla bir başka ülkenin sınırları içinde tutulmasından yana olamayacakları gibi, bu topluluğun ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkını savunurlar. Aksi takdirde onlar Çin şovenizmini ve Çin burjuvazisinin başka ulusları ve ulusal toplulukların topraklarını ilhak etmesinden yana tavır almış olurlar. Çin, değişik ulus ve milliyetlerden işçi sınıfının herhangi bir özerk örgütlenme hakkından yoksun bulunduğu, gerek işçi sınıfının ve gerekse geniş yoksul emekçi köylü kitlelerinin vahşi bir biçimde sömürüldüğü ve sosyal-faşist bir rejim altında ezildiği, görece zengin Doğudaki eyaletleriyle geri kalan bölümü arasındaki gelir farklılıklarının neredeyse bir uçuruma dönüştüğü bir ülkedir. Böyle bir ülkenin, bağımlı ulus ve milliyetlerin emekçi kitlelerinin, bütün bunlara ek olarak kendileri üzerinde ulusal baskı uygulayan vahşi Çin burjuvazisinin boyunduruğu altında yaşadığı tartışma götürmez.
Ancak tutarlı demokrat ve enternasyonalistler Tibet sorununa da, somut koşulların somut çözümlemesi temelinde ve tarihsel bir perspektifle yaklaşırlar. Onlar, Tibet halkının meşru ulusal özlemlerini savunmakla birlikte, önderliğini başından beri gerici Tibet egemen sınıflarının yaptığı ve dünya işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı ABD emperyalizminin denetimi altında yürütülen bir ulusal hareketi asla desteklememekle yükümlüdürler. Dalay Lama kliğinin önderlik ettiği bu hareketin başarıya hedeflerine varması, hatta yaklaşması, Tibetin eski ve feodal egemen sınıflarının ayrıcalıklı konumlarının restore edilmesi ve Orta Asyada bir ABD yeni-sömürgesinin ve askeri üssünün kurulması anlamına gelecektir.
Öte yandan, 1949 Çin Halk Devriminin Tibet halkı açısından da büyük bir kazanım anlamına geldiği, dünyanın en geri halklarından biri olan ve cehalet ve Ortaçağdan kalma dinsel önyargıların batağında debelenmekte olan Tibet halkının feodal egemen sınıfların vahşi boyunduruğundan kurtuluşunun yolunu açtığı unutulamaz. (2) Bugünkü koşullarda, Tibet halkının geniş kitlelerinin ayrılma ve ayrı bir devlet kurmaktan yana olup olmadığı bilinmiyor. Ancak, gerek Çin Halk Devriminin kazanımlarının ve gerekse Çinin çok hızlı ekonomik gelişmesinin bu bölgeye yansımalarının Tibet halkının ayrılma ve ayrı devlet kurma talebine mesafeli durmasına yol açtığını tahmin edebiliriz. Lenin, Şubat-Mayıs 1914te kaleme aldığı Ulusların Kaderlerini Tayin Etme Hakkı adlı makalesinde şöyle diyordu:
Halk her günkü deneyiminden, coğrafi ve iktisadi bağların değerini ve büyük bir pazarla büyük bir devletin üstünlüklerini bilir. Onun için halk, ancak ulusal zulüm ve ulusal sürtüşme, yaşamı dayanılmaz hale getirdiği zaman ve iktisadi ilişkileri baltaladığı zaman, ayrılmaya, bir çare olarak başvurur. (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Ankara, Sol Yayınları, 1989, s. 90)
Her halükarda ABD-yanlısı bir bağımsızlık hareketinin dayatılmasının, esas savaş kışkırtıcısı konumundaki ABD ve bağlaşıklarıyla Çin (ve Rusya, İran vb.) arasındaki çelişmelerin büyük ölçüde keskinleşmesine, Çinin elindeki ekonomik silahları ABDne çevirmesine ve son çözümlemede nükleer silahların da kullanılacağı bir dünya savaşının patlak vermesine yol açabileceği söylenebilir. Gerçekleşmesi halinde bu son olasılık, dünya ölçeğinde işçi sınıfının ve diğer sömürülen emekçilerin demokrasi, sosyalizm özlemlerinin militarizmin ve şovenizmin batağında boğulmasından ve onların sahip oldukları sınırlı demokratik hak ve özgürlüklerin de yitirilmesinden başka bir sonuç vermeyecektir. Tibet ve Sincan halklarının ulusal ve demokratik özlemleri, ancak çeşitli milliyetlerden yüzmilyonlarca Çin işçisinin ve diğer sömürülen emekçisinin vahşi Çin burjuvazisine ve onun sosyal-faşist diktatörlüğüne karşı yürüttüğü demokrasi ve sosyalizm savaşımının ilerlemesi ve zaferiyle gerçekleşebilecektir.
Bitirirken, bugün ikiyüzlü bir biçimde Tibet halkının haklarını savunan ve Tibetin Çinin bir parçası olmadığını ileri süren ya da ima eden ABD emperyalistlerinin, 1943te, yani Çin Halk Devriminin zaferinden altı yıl önce yaptıkları bir açıklamada bunun tam tersini savunduklarını anımsatmadan geçemeyeceğim:
Birleşik Devletler Hükümeti Çin Hükümetinin uzun süredir Tibet üzerinde süzerenlik savında bulunduğunu ve Çin anayasasının Tibeti Çin Cumhuriyetini oluşturan bölgeler arasında saydığını unutmamıştır. Bu Hükümet hiçbir zaman bu iki savı tartışma konusu yapmamıştır. (Foreign Relations of the United States, 1943, China, Department of State, 1957, s. 630.)
DİPNOTLAR
(1) Benzer bir kampanya Çinin Afrikaya sızma girişimlerine karşı yürütülüyor. ABD ve Batı Avrupa emperyalistleri ve onların borazanları Sudan hükümetinin, Çinin desteğiyle Darfurda bir jenosid gerçekleştirmekte olduğunu ileri sürmekte, Çinin Afrikada diktatörleri, tiranları desteklediği, silahlandırdığı ve Afrikade yeni sömürgeci bir politika izlediği konusunda yaygara yapmaktadırlar. Bu yaygaralar insana Dinime söven bari Müslüman olsa! deyişini anımsatıyor. Bir kez daha insan haklarını savunma gerekçesine dayandırılan bu kampanyanın esas amacının ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerinin Çinin bu kıtadaki bir dizi ülkeyle gelişen ekonomik, siyasal ve askeri ilişkileri nedeniyle sarsılmaya başlayan ayrıcalıklı ve tekelci konumlarını muhafaza etmek olduğu açıktır. Bunun en son örneği, geçenlerde yaşandı: Bir Çin gemisinin, ABD ve ABnin keyfi ve tek yanlı bir askeri ambargo uyguladığı Zimbabveye götürdüğü hafif silahları boşaltması ve Zimbabveye teslim etmesi, bazı Afrika ülkelerinin de yardımıyla engellendi ve gerilimi tırmandırmak istemeyen Çin, yük gemisini geri çağırmak zorunda kaldı.
(2) 1959dan önce Tibet halkının yüzde 95i köleliği anımsatan son derece kötü koşullarda yaşarken küçük ve zalim bir aristokrat katman gösterişli bir yaşam sürüyordu . Halk arasında zenginler için yaygın bir biçimde kullanılan adlandırmayla onlar, dudakları her zaman çayla ıslak olanlar idi. (A. Tom Grunfeld, The Making of Modern Tibet, Armonk, New York; Londra, M.E. Sharep, Inc., 1996, s. 16.)
Devrimden ve özellikle de 1950lerin sonlarından itibaren Tibette gerçekleştirilmesine girişilen toplumsal reformlardan önce feodal Budist aristokrasisi bu son derece yoksul ülkenin emekçi halkını vahşi bir tarzda sömürüyordu. Serf konumundaki Tibetli emekçiler ürettiklerinin yüzde 50 ila 70ini feodal efendilerine veriyor, zorunlu çalışma yükümlülüğü altında bulunuyor, yani onlara ulag adı verilen bir emek-rant ödüyorlardı. Dahası bu emekçiler feodal efendilerine, aralarında tereyağı vergisi, et vergisi, yün vergisinin de bulunduğu çok sayıda vergi ödemek zorundaydılar. Bunlara, hükümetin ve sayıları onbinlere varan asalak Budist rahiplerin kaldığı- manastırların gereksinimlerini karşılamak için ödenmesi gereken dua festivali vergisi, saman vergisi, kap-kacak vergisi, et vergisi, askeri vergi vb. ekleniyordu. Bu koşullarda, başını Dalay Lamanın çektiği feodal soyluların devrimden sonra uygulanmasına başlanan ve nüfusun büyük çoğunluğunu rahatlatan toplumsal reformlara karşı bir ayaklanma başlatması, nesnelerin doğası gereğiydi.