17-18 Şubat 2010 Garbis Altınoğlu
Yaşananlar ve söylenenler Türkiye ve Kürdistan’da çok ciddi bir tarihsel
bellek sorunu olduğunu doğrulamaktadır. Bunun, -asla aynı ölçüde olmasa
da- hem egemen sınıflar ve onların siyasal öncüleri ve hem de ezilen
sınıflar/ uluslar ve onların siyasal öncüleri için geçerli bir genel
doğru olduğunu söyleyebiliriz. Eğer ezilen sınıflar/ uluslar geçmişi
yeniden yaşamak, daha doğrusu geçmişin hatalarını ve trajedilerini
yinelemek istemiyorlarsa, silinen, çarpıtılan, hatta tanınmaz hale
getirilen tarihlerine sahip çıkmak ve tarihsel belleklerini canlı tutmak
zorundadırlar. Ne var ki bu, Türkiye ve Kürdistan’da iki kat daha
önemlidir; çünkü a) Türkiye Cumhuriyeti, bir halklar hapishanesi ve
mezbahası olan ve uzun ve sancılı bir aşağılanma/ çürüme sürecinin
sonunda çöken Osmanlı İmparatorluğunun kanlı mirası üzerinde
yükselmiştir ve b) başını askeri kliğin çektiği Türk burjuvazisi, kendi
devletinin; etnik arındırma ve jenosidle lanetlenmiş kuruluş öyküsünü
unutturmak amacıyla bilinçli ve sistemli bir belleksizleştirme çizgisi
izlemiş, bu amaçla bir sansür ve gerçekleri gizleme politikası sürdürmüş,
yer yer arşiv belgelerini yok etmiş ya da bunların yok edilmesine göz
yummuştur. Ezilen sınıfların/ ulusların kollektif bilincinin,
“entellektüel üretim araçlarını” da denetimleri altında bulunduran ezen
ve sömüren egemen sınıfların kollektif bilinci doğrultusunda
biçimlenmesi kuralı Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da da işlemiştir. Türkiye
ve Kuzey Kürdistan’daki devrimci ve ilerici güçlerin bir çeşit tarihsel
belleksizlikle sakatlanmış olmaları, büyük ölçüde işte bu
siyasal-kültürel arkaplan üzerinde oluşmuş olmalarından
kaynaklanmaktadır.
Buna ek olarak ezilen sınıfların/ ulusların ve onların siyasal
öncülerinin; en azından stratejik planda dostlarının kim, düşmanlarının
kim olduğu sorusuna doğru ve net bir yanıt vermek zorunda olduklarını da
söyleyebiliriz. Mao Zedung Mart 1926’da kaleme aldığı “Çin Toplumundaki
Sınıfların Tahlili” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“Düşmanlarımız kimlerdir? Dostlarımız kimlerdir? Bu, devrimin en önemli
sorunlarından biridir... Devrimi kesin olarak başarıya ulaştırabilmek ve
kitleleri yanlış yola sokmaktan kaçınabilmek için, gerçek düşmanlarımıza
saldırmak üzere, gerçek dostlarımızla birleşmeye dikkat etmeliyiz.” (Mao
Zedung, Seçme Eserler I, İstanbul, Aydınlık Yayınları, 1979, s. 19) Pek
çok görüşüne katılmasam da Mao Zedung’un bu saptamasını çok önemli ve
değerli buluyorum. Bir ezilen sınıf ya da ulus, taktiksel planda –eğer
buna olanak verecek bir siyasal-kitlesel gücü varsa- esnek bir çizgi
izleyebilir, hatta izlemelidir de; ancak eğer zafere ulaşmak istiyorsa
o, stratejik planda dostlarının kim, düşmanlarının kim olduğu konusunda
doğru ve net bir duruşa sahip olmak zorundadır. Esas düşmanlarıyla
ikincil düşmanlarını, hatta dostlarıyla düşmanlarını birbirine
karıştırmak, ezilen sınıfın ya da ezilen ulusun hareketi için, er ya da
geç ölümcül sonuçlar doğurur.
Bu noktaların önemli olduğunu düşünüyorum. Düşünüyorum; çünkü Kürt
ulusal hareketi ve Türkiye devrimci ve ilerici hareketinin bir bölümü
hayli uzun bir süredir AKP’nin ve AKP hükümetinin esas düşman olduğu
anlamına gelecek görüşler savunmaktadır. Siyasal gelişmeleri
izleyenlerin bu hususu bildiğini varsaydığım için bu saptamayı
alıntılarla destekleme gereği duymuyorum.
Kürt halkının siyasal temsilcilerinin ve devrimci ve demokratik güçlerin;
gerici İslamcı AKP’nin, AKP hükümetinin ve onun devlet içindeki
bağlaşıklarının “açılım” demagojisine kuşkuyla yaklaşmaları, onların
anti-demokratik, şoven ve pro-emperyalist uygulamalarını sergilemeleri
ve suçlamaları tamamen haklı ve gereklidir. Ancak bu haklı tepki,
tarihsel deneyimi unutmaya ve siyasal konjonktürü yanlış okumaya, yani
AKP ve bağlaşıklarının konumu ile statükoyu muhafaza etmekten yana olan
şovenist ve faşist güçlerin konumunu aynılaştırmaya götürmemelidir. ABD-İsrail-Britanya
ekseninin desteğiyle onyıllardır Kürt halkını, Türkiye işçi sınıfı
hareketini ve devrimci ve demokratik güçleri ezmiş olan şovenist ve
faşist güçler hala baş düşman konumundadırlar. İttihat ve Terakki
çetesinin gerçek mirasçısı olan ve Türk gericiliğinin 20. yüzyılın
başlarından bu yana değişik milliyetlerden işçi sınıfına, Kürt halkı da
içinde olmak üzere Türk-olmayan halklara, devrimci ve demokratik güçlere
vb. karşı işlediği sayısız suç ve cinayetin esas sorumlusu, TSK ve Türk
Genelkurmayı ve onların bir uzantısından başka bir şey olmayan
Kontrgerilla-Özel Harp Dairesi-Seferberlik Tetkik Kurulu olarak bilinen
“derin devlet” örgütleridir. Onlar, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 faşist
darbelerinin ve 28 Şubat 1997 örtülü darbesinin yanısıra, geçtiğimiz
aylarda ve yıllarda açığa çıkarılan ve başarılı olması halinde Kürt
halkına karşı çok daha vahşi ve sert bir saldırı uygulayacak olan darbe
tezgahçıları, Kürt-Türk çatışması gerici planının da esas mimarlarıdır.
Türkiye’de siyasal İslamın ve onun partilerinin ilerici, anti-emperyalist
ve demokratik bir geleneğe sahip olmadıkları, kendileri de sömürücü
sınıfların temsilcileri olan bu çevrelerin gerici bir nitelik
taşıdıkları ve bir çok durumda askeri kliğin ezilen sınıflara ve ezilen
uluslara karşı gerçekleştirdiği cinayet ve kırımlara katıldıkları ve
destek verdikleri bir gerçektir. Ancak bu, sözkonusu çevrelerin daha çok,
yakın zamana kadar gerçek iktidarı elinde bulunduran askeri kliğin ve
onun güdümündeki örgütlerin yönlendirmesi altında hareket ettiklerini,
Kürt halkı da içinde olmak üzere ezilen sınıflara ve Türk-olmayan
halklara karşı işlenen korkunç suçların esas sorumlusunun İttihat ve
Terakki çetesi ve onun ardılları olduğu gerçeğini unutmanın gerekçesi
olamaz. Daha da ileri götürülmesi halinde böyle bir tutum savunucularını,
kendi niyetlerinden bağımsız olarak “İşçi” Partisi, Türkiye “Komünist”
Partisi gibi sosyal-şoven grupların çizgisine yaklaştırabilir. Birileri
haklı olarak, doğada ve toplumdaki her şey gibi Türk generallerinin de
değişmez olmadığını söyleyebilir. Doğrudur; başta Kürt halkının direnişi
gelmek üzere işçi sınıfı ve halkların haklı kavgası onları da
değiştirmektedir. Ne var ki, bu değişimin bir takım aşılmaz sınırları
olduğu, Türk generallerinin ve burjuvalarının asla Kürt –ve Türk-
işçilerinin ve emekçilerinin dostları/ kardeşleri olamayacağı bellidir.
(1) Ama, özelde Türk generallerinin ve genelde Türk burjuvazisinin Kürt
burjuvazisi ve büyük toprak sahipleriyle –Türk/Kürt kardeşliği diye
yutturulmak istenen- bir stratejik bağlaşma kurması olanaklıdır.
Kurulması halinde böylesi bir bağlaşmanın esas hedefi, Kürt ve Türk işçi
ve emekçilerinin ortaklaşa ezilmesi ve sömürülmesi vb. olacaktır. AKP
hükümeti ve onun devlet içindeki bağlaşıklarının “açılım”la yapmaya
çalıştığı tam da budur. Ancak halihazırda, Türkiye’nin geri de olsa bir
burjuva demokrasisine doğru evrilmesi anlamına gelecek olan bu sürecin
çok erken bir evresinde bulunuyoruz.
Burada, bu unutkanlığı gidermeye katkıda bulunmak ve özellikle
1990’larda Kürt halkına karşı sürdürülmüş olan “kirli savaş”ın ne anlama
geldiği hakkında genç devrimcilere ve okurlara bir parça fikir vermek
için askeri kliğin yakın geçmişte Kürt halkına karşı işlediği ağır
insanlık suçlarının bir bölümünü anımsatmaya çalışacağım.
*2000’e Doğru dergisinin 29 Ocak 1989 tarihli sayısında Siirt’in
Kasaplar Deresi olarak bilinen mıntıkasında bir “insan çöplüğü”nün
bulunduğundan söz ediliyordu. Yazıya göre, Kürt halkının direnişinin ve
gerilla savaşının büyümesinden sonra Türk ordusu buraya, işkenceyle ya
da vurarak öldürdüğü insanların cesetlerini atmaktaydı. Çok zor
koşullarda elde edilen bilgiler Kasaplar Deresinde, -hepsi de işkence
edilerek öldürülmüş- en az 4 kişinin (Hasan Akar, İsmail ağa, Mehmet Ağa
ve Ömer Aydar) cenazelerinin bulunduğunu saptadı. Olağanüstü Hal Bölge
Valisi Hayri Kozakçıoğlu, 2000’e Doğru’ya verdiği bir mülakatta, 2 Şubat
1989’da Kozluk’ta yaşanan silahlı çatışmada ölen üç gerillanının
cenazelerinin burada olduğunu kabul etti. Aynı yıl 2000’e Doğru
muhabirleri, Şırnak’ta toplu mezar olarak kullanılan iki yeri daha
saptamayı başardılar. Derginin 4 Haziran 1989 tarihli sayısında
yayımlanan habere göre bu toplu mezarların biri 119. Seyyar Jandarma
Alayının hemen yanındaki derede, diğeri ise Cumhuriyet mahallesi
yakınındake Gendaleyş Ziyareti denen yerde bulunuyordu. Aralarında ANAP
eski milletvekili Kemal Birlik’in de bulunduğu tanıklar, bu toplu
mezarlarda düzinelerce gerillanın ve PKK sempatizanının cenazelerinin
bulunduğunu, bu insanların parçalanmış cenazelerinin traktörlerle kent
merkezine getirilip halka gösterildikten sonra kazıcılar tarafından
kazılan çukurlara doldurulduklarını anlatmışlardı. Muhabirlerin,
yetkililerin baskı ve tehditleri nedeniyle güçlükle sürdürebildikleri bu
araştırma sonucunda cenazeleri bu toplu mezarlara konan kişilerden
sadece sekizinin (İbrahim Kurt, Ömer Aydar, Müslim Çetin, Sadık Ürek,
Nuri Aslan, Ömer Balat, Hasan Çelik ve Oktay Aydın) adlarını
saptayabildiler.
*Aralık 1988-Ocak 1989 döneminde Siirt, Hakkari, Mardin ve Diyarbakır’ı
kapsayan geniş ölçekli operasyonda ordu güçleri, aralarında yaşlıların
ve hamile kadınların da bulunduğu 1,000’den fazla kişiyi gözaltına
aldılar ve işkenceden geçirdiler. Bu operasyon sırasında, Türk
militarizminin iğrenç yüzünü gözler önüne seren şu kötü ünlü pislik
yedirme olayı da yaşandı. Cizre’ye 7 km. uzaklıktakı Yeşilyurt köyü 14
Ocak’ı 15 Ocak’a bağlayan gece askeri birlikler tarafından sarılmıştı.
Askerlerin yoğun bir ateş açması üzerine evlerinden çıkan köylüler
evlerine sokulmuş, ardından yapılan bir anonsla tüm köylülerin köy
meydanına toplanması istenmişti. 2000’e Doğru gerisini şöyle anlatıyor:
“Kadınların üstü aranmış, ağızları açtırılarak ağız içlerine bakılmıştı.
Operasyonun bir aşamasında da muhtarın amcası Kamil Müştek’e köyün
çevresindeki kurumuş insan pislikleri bizzat operasyonu yürüten (Cafer
Tayyar Çağlayan adlı- G. A.) binbaşının emriyle toplattırılacak ve
baştan başlayarak köylülere yemeleri için verilecekti. Köylüler bu
dışkıları yerlerken Kamil Müştek’in oğluna, babasına yedirmesi için emir
verilecekti.” (“Kitle Kıyımı Hazırlığı”, 2000’e Doğru, Sayı: 4, s. 13)
*21 Mart 1991’de Newroz, aralarında Nusaybin, Cizre, Hani, Kulp,
Diyarbakır, Adana, İstanbul’un da bulunduğu pek çok il ve ilçede
kutlandı. Ancak, bütünüyle barışçı bir biçimde gerçekleştirilen Newroz
kutlamalarına katılan Kürt emekçileri ve gençlerine ateş açan “güvenlik”
kuvvetleri, hemen hemen hepsi Kuzey Kürdistan’da olmak üzere 31 kişiyi
öldürdü ve yüzlerce kişiyi de yaraladı.
*28 Haziran 1991’de Şırnak’a bağlı Hilal bucağının belediye başkanı
Yakup Kara ile Mehmet Ürün, Ali Benek, Mehmet Kara ve Hamed Kara bir
taksiyle Şırnak’a gitmekteydiler. Bu taksi, sabah saat 8:00 sularında
Şenoba dolayında bulunan alayın yakınlarında maskeli, askeri giysili ve
silahlı kişiler tarafından durduruldu. Bu kişiler 80 yaşında ve hasta
olan Mehmet Nuh Kara dışındakileri araçtan indirdi, bir kaç yüz metre
yürümelerini emretti ve onları ateş açarak öldürdükten sonra üzerlerine
gazyağı dökerek cenazeleri yaktı. Mehmet Nuh Kara daha sonra, silah
seslerini duyduğunu ve yanmış cenazeleri gördüğünü anlatacaktı. Katiller,
suçlarını gizlemek için cenazelerin yanına, olayı sözümona PKK’nın
üstlendiğini belirten aldatıcı bir not bırakmayı da ihmal etmediler.
Hilal Belediye Başkanı Yakup Kara çevrede sayılan, korucu olması için
yapılan önerileri bir çok kez reddeden ve ölümünden bir yıl önce bu
nedenle işkence gören bir kişiydi. Yakup Kara’nın kardeşi Hamit Kara
olay hakkında şunları söylüyordu:
“Olay yerine gittiğimizde beş kişinin cesedi yanmış bir vaziyetteydi.
Yediden yetmişe herkese sorduk... Cinayete bizzat katılan korucular
Osman Babat, Alihan Babat, Nuri Babat, Ekrem Babat ve Necip Üren... Üç
tane de Özel Tim elemanı var. Cinayeti planlayanlar ise Binbaşı Reşat
Demir, korucubaşı Hazım Babat, Mehmet Tahir Babat ve Osman Babat’tır.”
(“Devletin Newroz Pnovokasyonu”, 2000’e Doğru, Sayı: 20, s. 19)
*12 Eylül askeri darbesinden sonra dört yıl Diyarbakır Askeri Cezaevi
cehenneminde yaşayan, daha sonra İHD’nin Diyarbakır şubesinin
kuruluşunda ve yönetiminde yer alan ve HEP Diyarbakır örgütünün başında
bulunan Vedat Aydın 5 Temmuz 1991 gecesi, kendilerini sivil polis olarak
tanıtan bazı kişiler tarafından evinden alındı. Kendisinden haber
alınamaması üzerine ailesinin ve arkadaşlarının değişik makamlara
yaptıkları çağrılardan hiçbir sonuç alınamadı. Aydın’ın, ağır biçimde
işkence görmüş olduğu anlaşılan cenazesi 8 Temmuz’da Elazığ’ın Maden
ilçesi yakınlarında bulundu. Devletin tehditlerine rağmen, Vedat
Aydın’ın 10 Temmuz’da Diyarbakır’da yapılan cenaze törenine, aralarında
HEP yöneticilerinin de bulunduğu 50,000 kadar kişi katıldı. Devlet, bu
töreni engellemek için Diyarbakır’a onbinlerce polis, asker ve Özel Tim
elemanı yığdı. Ancak bu gövde gösterisi kitleyi yıldıramadı. Ancak,
“güvenlik” güçlerinin kitlenin barışçı protesto eylemine ateş açması
sonucunda 7 kişi yaşamını yitirdi ve aralarında gazetecilerin ve HEP
milletvekillerinin de bulunduğu 800 kişi yaralandı.
*24 Aralık 1991’de “güvenlik” güçlerinin, şehit düşen gerillaların
cenaze törenleri için toplanan kitleye ateş açması sonucu Lice’de 4 ve
Kulp’ta 7 kişi yaşamını yitirdi.
*Devlet 1992 Newrozunu da kana bulayacaktı. 21 Mart 1992’de ve onu
izleyen günlerde, başta Cizre, Nusaybin ve Şırnak’ta 100 dolayında
gösterici “güvenlik” güçlerinin hedef gözeterek açtığı ateş sonucunda
yaşamını yitirecekti. İHD Diyarbakır Şube Başkanı avukat Fevzi
Veznedaroğlu Cizre katliamı hakkında şunları söylüyordu:
“Newroz bayramı kutlamalarına Cizre’de, Şırnak ve Nusaybin’de katılan
onbinlerce sivil halkın üzerine tank, panzer ve zırhlı kariyerlerden
açılan yaylım ateşi sonucu 100 civarında insan yaşamını yitirirken,
yüzlercesi de yaralanmıştır. Olaylar nedeniyle sokağa çıkma yasağının
konulmasının ardından halk ölülerine sahip çıkamamakta, yaralıların
tedavileriyle ilgilenememektedir. Özellikle Şırnak ve Cizre’de, kısmen
de Nusaybin’de zırhlı araçlardan şehir merkezlerine gelişigüzel açılan
ateş sonucu bir çok ev ve işyeri yıkılmış, bir çoğu da kullanılamaz hale
gelmiştir.” Ölü sayısı daha sonra 94 olarak açıklanacaktı.
“... Gerek bölgeye yapılmakta olan sevkiyat ve gerekse (başta- G. A.)
Başbakan Süleyman Demirel olmak üzere hükümet yetkililerinin, ‘Bölgede,
Kürt halkı ayaklanmıştır. Artık örtülü bir savaş sözkonusudur. Ya bu
topraklardan vazgeçeceğiz ya da ayaklanmayı bastıracağız’ şeklindeki
beyanları, sivil halkın bir soykırımla karşı karşıya olduğunu
göstermektedir.” (Aktaran Olağanüstü Hal Bölge Raporu 1992, Diyarbakır,
1994, s. 20-21)
*18 Ağustos 1992’de, başında Korgeneral Mete Sayar’ın bulunduğu askeri
birlikler, kuşattıkları Şırnak’a karşı tanklar ve topların da
kullanıldığı bir bombardıman başlattılar. Bu saldırının, daha sonra
burjuva basını tarafından da çürütülen gerekçesi, 500 ila 600 gerillanın
askeri birliğe ateş açtığı ve dört “güvenlik” görevlisini öldürdüğü
savıydı. Üç gün boyunca devam eden bombardımanda 19 kişi yaşamını
yitirirken 18 kişi de yaralandı. Yüzlerce kişi PKK sempatizanı olduğu
gerekçesiyle gözaltına alınıp ağır işkencelere tabi tutulduğu saldırıda
Şırnak büyük ölçüde yakılıp yıkıldı. Yetkililerin, çatışmaların 600-700
kişilik bir PKK grubunun kente saldırmasıyla başladığı yolundaki
yalanları kısa sürede açığa çıktı. Öyle ki Hürriyet gazetesi
yazarlarından Oktay Ekşi bile, gazetenin 24 Ağustos tarihli sayısında şu
saptamayı yapmak zorunda kalacaktı:
“... ilk anda biri polis, üçü asker, 4 görevli şehit düştü. 19 güvenlik
görevlisinin yaralandığı bildirildi. Ama bu dendiyse, hiç birinin aslı-
en azından şimdilik- çıkmadı...
“Aslını sorarsanız, Şırnak’a götürülen meslektaşlarımızın h alkla
konuşmalarına izin verilmemesi, istedikleri yerin fotoğraflarını
çekmelerinin engellenmesi gösteriyor ki, bu Şırnak işi biraz
karışıktır... Hani şu 1933’de Reichstag’ı yaktıran Şansölye Hitler’in
suçu komünistlere yıkıp, onları temizlemesi...” (Aktaran Olağanüstü Hal
Bölge Raporu 1992, Diyarbakır, 1994, s. 42)
*Yeni Ülke gazetesinin 20 Eylül-26 Eylül 1992 tarihli sayısında yer alan
bir habere göre (“Göle Kan Gölü”), Ardahan’ın Göle ilçesinde 2-7 Eylül
tarihleri arasında meydana gelen çatışmalarda sağ olarak yakalanan
gerillalar öldürülmüş ve bir toplu mezara gömülmüştü. İHD Kars şubesinin
hazırladığı raporda şöyle deniyordu:
“2 Eylül günü, gerilladan kaçarak gelen bir kişinin ihbarı sonucu 4
gerilla sağ olarak ele geçiriliyor... Ardahan İl Jandarma Alay
Komutanlığı’nda görevli bir albayın emriyle 4 gerilla kurşuna dizilip
ilçe merkezinde teşhir edilmek üzere askeri araçların arkasına bağlanıp
sürüklenmek suretiyle ilçeye getirilmiş ve parçalanmış cesetler ilçe
karakolunun bahçesinde halka teşhir edilmiş. Daha sonra fotoğrafta
görülen mezarlığın kuytu bir köşesine açılan bir çukura üstüste
gömülmüştür. Ayrıca 7 Eylül 1992 günü Göle ilçesinin Tekirderesi
mevkiinde yine yapılan bir ihbar sonucu çembere alınan 22 gerilla bu
mevkide sağ ele geçirilmişken güvenlik güçlerince verilen emir sonucu
(aynı albay tarafından) taranarak öldürülüyor. 4 cesedin üzerinden palet
geçiriliyor ve tümüyle parçalandığı için bu cesetler orada bırakılarak
geri kalan 18 ceset Göle ilçesinin hemen çıkışında bulunan Şerefli köyü
yakınlarında bulunan İlçe Tarım Müdürlüğü’ne ait boş tesislerin ön
tarafında bulunan boşluğa belediye tarafından temin edilen bir kazıcı
ile açılan çukura gömülüyor.”
*Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesi 25 Eylül 1993 gece yarısından itibaren 12
saat süreyle ağır silahlarla açılan ateşe hedef oldu. 3 kişinin öldüğü
ve çok sayıda kişinin yaralandığı saldırıda ilçedeki ev ve işyerleri
büyük ölçüde zarar gördü. İlçe, 23-24 Aralık gecesi, büyük maddi zarara
neden olan yeni bir saldırıya uğradı.
*22 Ekim 1993’de TRT radyosu Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı General
Bahtiyar Aydın’ın PKK tarafından öldürüldüğünü ve PKK’nın Lice’ye
saldırdığını duyurdu. Oysa aslında General Aydın, -klasik Kontrgerilla
yöntemi uyarınca- devlet güçleri tarafından öldürülmüş ve onun ölümü
Lice’ye karşı girişilecek saldırı için bir gerekçe yapılmıştı. Hemen o
sabah Lice, tanklar, toplar ve panzerler ve saldırı helikopterlerinin
katıldığı bir operasyonun hedefi haline getirildi. 36 saat süren
bombardıman ve saldırıda, resmi rakamlara göre 16 kişi yaşamını
yitirirken, 32’si ağır olmak üzere onlarca kişi yaralandı. Pek çok ev ve
işyerinin ve hatta kamu binasının yandığı bu saldırı büyük maddi hasara
da yol açtı. İlçeyi kuşatan askeri birlikler, insan hakları
savunucularının, basının, Avrupa’dan gelen heyetin, CHP Genel Başkanı
Deniz Baykal’ın ve hatta dönemin başbakanı Tansu Çiller’in Lice’ye
girmesine izin vermediler. Saldırı sırasında dedesi bir barakaya zorla
sokularak diri diri yakılan ve ilçenin dört bir tarafını saran
askerlerin halk üzerine rasgele ateş ettiğini belirten Bayram Kozat
şunları anlatıyordu:
“... sabahla beraber bu kez de askerler mahallelere girdiler. Genç,
yaşlı kimi gördülerse hemen alıp karga tulumba panzerlere bindirdiler.
Gözaltına alınanlar Tugayda işkenden geçirildiler. Orada yere yatırdılar
botlar ve dipçiklerle vurmaya başladılar. ‘Biz terörist tuttuk’
diyorlardı. Birçok insanı işkenceden geçirdiler. Kimilerini bıraktılar,
kimilerini ise Amed’e gönderdiler. Yaşanan olayların ardından barakaları
ve evleri ateşe vermeye başladılar. Çarşıya gittik, hepsi yanmış bir
durumdaydı. İnsanların yapacak hiçbir şeyleri yoktu. O zaman onlar için
genç, yaşlı hiç fark etmiyordu, hepsini tutup götürüyorlardı.”
Lice’nin başına gelenler bununla kalmadı. Türk ordusu 18 Temmuz 1994
gecesi ve 20 Ağustos 1994 gecesi bu ilçeye yeni saldırılar düzenledi.
Ağır silahların da kullanıldığı bu saldırılarda yüzlerce insan gözaltına
alındı ve işkencelerden geçirildi; yüzlerce ev ve işyeri yandı ve
yıkıldı.
*Başbakan Tansu Çiller’in 4 Kasım 1993’de Holiday Inn’de yaptığı bir
basın toplantısında PKK’ya destek verdiğini ileri sürdüğü Kürt kökenli
işadamlarını açıkça tehdit etmesinden sonra bir dizi Kürt işadamı,
hukukçu ve bürokrat, Kontrgerilla tarafından öldürüldü. Bunların
arasında; 10 Aralık 1993’de Ankara yakınlarında ölü bulunan Mecit
Baskın’ı, 15 Ocak 1994’de Adapazarı yakınlarında öldürülen Behçet
Cantürk ile şoförü Recep Kapucu’yu, 19 Ocak 1994’de Behçet Cantürk’ün
mezarını ziyaret ettikten sonra silahlı saldırıya uğrayarak öldürülen
Hikmet Taruk’u, 25 Şubat 1994’de Ankara’da öldürdülen Yusuf Ekinci’yi,
28 Mart 1994’de Adapazarı’nda öldürülen Feyzi Aslan ve Şahin Aslan’ı, 12
Mayıs 1994’de Kırıkkale yakınlarında ölü olarak bulunan Namık Erdoğan’ı,
3 Haziran 1994’de Urfa’da öldürülen Muhsin Melik ile Mehmet Ayyıldız’ı,
5 Haziran 1994’de kaçırıldıktan sonra Bolu yakınlarında ölü olarak
bulunan Savaş Buldan, Hacı Karay ve Adnan Yıldırım’ı, 11 Kasım 1994’de
İstanbul’da evinin dışında şoförüyle birlikte öldürülen Medet Serhat’ı,
14 Aralık 1994’de Ankara’nın Bala ilçesi yakınlarında ölü olarak bulunan
Faik Candan’ı, 13 Haziran 1995’de askerler tarafından Kulp’ta gözaltına
alındıktan sonra 22 Haziran 1995’te yanmış cesetleri köylüler tarafından
bulunan Kadri Ateş, Nimet Demir ve ismi saptanamayan iki kişiyi, 21
Şubat 1995’de Diyarbakır’da ölü olarak bulunan Hüseyin Değer’i
sayabiliriz.
*26 Şubat 1994’de, Siirt’in Sason ilçesine bağlı Tanze köyüne yakındaki
bir karakoldan top ateşi açılması sonucu Sadık Aydın, Esat Çetin, Kadir
Dilek, Vahdettin Öngün, Hanifi Yıldız, A. Rahman Yıldız, Hüseyin Tekin,
Halime Öngün ve Sohbet Öngün yaşamını yitirirken, Yusuf Yıldız, Yusuf
Çelikbilek, Naime Çelikbilek, Hayriye Sayım, Muhlis Aydın, Arif Yıldız,
Aziz Öngün, Adile Öngün ve Abdullah Akman yaralandılar.
*Bu saldırıdan bir ay sonra, yani 26 Mart 1994’de Türk savaş uçakları
Şırnak il merkezine bağlı Beave ve Besuke köyleriyle Güçlükonak ilçesine
bağlı Şiriş köylerini bombaladılar. Yerel kaynaklar bombardımanda 48
kişinin öldüğünü ve çok sayıda kişinin yaralandığını bildirdiler.
Sakinleri korucu olmayı reddettiği için “PKK barınağı” olarak
nitelendirilen ve daha önce de devlet güçlerinin saldırılarına uğrayan
bu köyler, bombardımandan önceki son bir yıl içinde gıda ambargosuna da
hedef olmuşlardı. Özgür Gündem’de yayımlanan bir haberde Şiriş köyünden
Şengül Hikmet’in şunları söylediği belirtiliyordu:
“Köyümüz sürekli devlet güçlerince koruculuğu kabul etmemiz için
basılıyordu.
“Olay günü bombalamadan 2 saat önce tekrar köyümüze gelip bizleri,
korucu olmamız yönünde sıkıştırdılar. Bizler kabil etmedik; onlar da
köyümüzü terk ettiler. Aradan 2 saat gibi kısa bir süre geçtikten sonra
köyümüz uçaklarla bombalandı. Köyümüz 50 hanelik, olaydan sonra köyümüz
yerle bir oldu.” (“Önce Aç Bıraktılar, Sonra Bombaladılar”, Özgür
Gündem, 30 Mart 1994)
*Türk gericileri, PKK’nın 15 Aralık 1995’de ilan etmiş olduğu tek yanlı
ateşkesi sabote etmek için 14 Ocak 1996’da Şırnak’ın Güçlükonak ilçesi
yakınlarında bir başka katliam gerçekleştirdiler. Bu tarihte, içinde bir
minibüsün içinde bulunduğu 11 köylü Taşkonak Jandarma Taburu civarında
silahla taranarak öldürüldü. Yetkililer, daha sonra cenazeleri ateşe
verilen kurbanların 7’sinin korucu olmasından hareketle saldırıyı
PKK’nın gerçekleştirdiğini ileri sürdüler. Hatta Türk genelkurmay
başkanlığı öndegelen yabancı ve yerli gazetelerin muhabirlerini olayın
geçtiği bölgeye götürerek PKK’yı sergilemeye çalıştı. Ancak
öldürülenlerin yakınları katliamdan devleti sorumlu tuttu. Ardından,
duyarlı aydınların oluşturduğu BİBA (=Barış İçin Bir Arada) inisiyatifi
katliamı incelemek üzere Güçlükonak’a gitti ve yaptığı incelemelerin
ardından katliamın devlet tarafından gerçekleştiğini duyurdu. Olayda
yaşamını yitiren Ali Nas’ın kızı Meryem Demir 4 Mart 2009’da Milliyet
gazetesi muhabirlerinden Ümit Aslanbay’a verdiği mülakatta şöyle
diyecekti:
“Yanmış babamı iki dişinden ve saatinden tanıdım. Artık Allahtan başka
kimseden korkmuyorum, suçluların ortaya çıkması için her şeyi yapacağım.
Yeni baştan yargılama olsun istiyorum.” Kurbanların yakınları tüm
baskılara rağmen 12 Temmuz 1996’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne
başvurdu ve Türkiye’yi mahkûm ettirdi. Dönemin insan haklarından sorumlu
devlet bakanı Adnan Ekmen’in Şubat 2009’da Aktüel’e ve Taraf’a yaptığı
açıklamalar bu katliamın devletin işi olduğunu bir kez daha doğruladı.
*8 Ağustos 1996’da yirmi arabadan ve iki zırhlı araçtan oluşan bir polis
kuvveti gece saat 04:20’de Ömer Bayram’ın Adana’nın Küçükdikili
beldesinde bulunan evini kuşattı ve hiçbir uyarıda bulunmadan evi ateş
yağmuruna tuttu. Çatışma sırasında, Ömer Bayram, kızları 2 yaşındaki
Dilan Bayram ve 4 yaşındaki Berivan Bayram, evde konuk bulunan
Abdurrahman Sarı, bir polis ve Ömer Bayram’ın akrabası olan ve işkence
sonucu yer gösterdiği polisle birlikte eve gelen Rıdvan Altun yaşamını
yitirdi. Ömer Bayram’ın, bedenine yedi kurşun isabet eden ve bir gözünü
yitiren eşi Yeter Bayram ağır yaralandı. Katliamdan sadece Gökhan Bayram
adlı 6 yaşındaki oğlan çocuğu sağ kurtuldu. Yeter Bayram eşinin ve
çocuklarının ölümünü şöyle anlatıyordu:
“Bir özel tim pencerenin yanına geldi. Heval Ömer’i nişan alarak
göğsünün ortasından vurdu. Heval Ömer tek kurşunla olduğu yerde yığıldı.
İki çocuğum Dilan ve Berivan kucağımdaydı; sonra rastgele bizi taramaya
başladılar. Ben arkaya doğru düştüm. Çocuklarımdan ses çıkmadı. Onları
kendime doğru çekmeye çalıştığımda ikisinin de şehit düştüğünü anladım.
Üzerimde siyah bir şalvar vardı. Dilan ve Berivan’ın parçalanan
beyinleri şalvarıma yapışmıştı... Sağ kalan oğlum Gökhan ‘Annemi, babamı
öldürdünüz’ diye ağlamaya, bağırmaya başladı. Onlar çocuğumu korkutarak
‘Biz annenle babanı öldürmedik. Onları teröristler öldürdü’ diyorlardı.
Bizi taradıktan sonra alkışlamaya başladılar. Sevinç çığlıkları
atıyorlardı. Sonra kendimden geçtim.” (“Yeter’in Acılı Öyküsü”, Özgür
Politika, 28 Şubat 1997)
*24 Eylül 1996’da Diyarbakır E-Tipi Cezaevi’nde bir başka katliam
gerçekleştirildi. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Diyarbakır'ı
ziyarete geldiği gün gerçekleştirilen bu katliamda, Özel Tim elemanları,
asker ve gardiyanlar tutsaklara cop, kalas, beyzbol sopası, demir,
çivili sopa kullanarak saldırdı. Vahşice dövülen tutsaklardan Mehmet
Aslan, Ahmet Çelik, Rıdvan Bulut, Cemal Çam, M. Kadir Gümüş, Hakkı
Tekin, Erkan Perişan, Nihat Çakmak, Edip Dönekçi ve Kadir Demir isimli
10 tutsak yaşamını yitirdi ve 23 tutsak da ağır yaralandı. O sırada aynı
cezaevinde tutuklu bulunan dönemin İHD Diyarbakır Şube yöneticisi Mehmet
Hanefi Işık gördüklerini şöyle anlatacaktı:
“... Aileleriyle görüşmeden dönen 30 kişilik grupla revire çıkarılmayı
bekleyen üç hasta tutuklu koğuşlarına sokulmadı. Bu grubun uzun ince
koridordaki bekleyişi beş saat sürdü. Bu belirsiz bekleyiş sabah saat
09.00'dan 14.30'a kadar sürdü. Önce büyük bir gürültü koptu. Koridorun
kuzey yakasından gelen polisler ve özel timler ile güney yakasından
gelen askerlerin sayısı 70-80 civarındaydı. Amaçlarının tutukluları
götürmek olmadığını hemen anladık. Canavarca hislere, akıl almaz kine ve
vahşete tanıklık ediyorduk. Her bir tutuklu dört-beş kişiden oluşan bir
timin saldırısı altındaydı. Vücudunun her tarafından ve özellikle de
kafalarından darbeler alan tutuklulardan bir tanesi Erkan Perişan'dı. Az
sonra gözlerimin önünde kafası duvarlara vurularak ve vücudu kalaslarla
parçalanarak katledilecek olan Erkan... Bu korkunç saldırıya tanıklık
eden bizler, hiçbir şey yapamamanın derin çaresizliği içindeydik.
Koğuşlarımızın içinde kafese kapatılmış kuşlar gibi ancak çığlık çığlığa
sloganlar atıyorduk. Katliamı düzenleyenler ise zafer kazanmış ordu
misali, 'Herşey vatan için', 'Ya Allah Bismillah, Allahuekber' diyerek
koridorlarda 'rap rap rap' sesleriyle ayak vurdular.”
*İnsan Hakları Derneği 10 Aralık 1998’de, yani İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi’nin kabul edilişinin 50. yıldönümünde, Türkiye’de 1994-97
yıllarını, yani Kürt halkına karşı yürütülen “kirli savaş”ın doruğuna
çıktığı bu dört yılda gerçekleştirilen insan hakları ihlallerini ele
alan bir çalışma yayınladı. Bu çalışmanın sonuçlarına göre, bu dönemde
faili saptanamayan 1,578 cinayet meydana gelmiş, silahlı çatışmalarda
14,267 kişi yaşamını yitirmiş, sivil kişileri hedef alan saldırılarda
958 kişi yaşamını yitirmiş ve 1,267 kişi yaralanmış, 808 kişi gözaltında
kaybolmuş, 76,688 kişi gözaltına alınmış, 6,654 kişi tutuklanmış, 1,834
köy boşaltılmış, 611 yerleşim yeri bombalanmıştı.
*PKK Genel Başkanı A. Öcalan’ın 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye teslim
edilmesinden sonra Türkiye ve özellikle Kuzey Kürdistan’ın bir çok il ve
ilçesinde protesto eylemleri gerçekleştirildi. 18 Şubat’ta Batman’ın
İpragaz mahallesinde yapılan ve yaklaşık 2,000 kişinin katıldığı
gösteriye polis ve Özel Tim elemanlarının silahla müdahale etmesi sonucu
5 kişi yaşamını yitirdi ve 35 kişi yaralandı.
*İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül, Uğur Mumcu’nun öldürülmesinin yedinci
yılı vesilesiyle 24 Ocak 2000’de yaptığı açıklamada, 1989’dan 2000’e
kadar olan sürede toplam 1,964 kişinin faili bilinmeyen cinayetlere
kurban gittiğini açıkladı. Öncül’e göre bu cinayetlerin yüzde 80’i
Kürdistan’da işlenmişti. İHD’nin verilerine göre faili bilinmeyen
cinayetlerin yıllara göre dökümü şöyleydi: 1989-91: 42, 1992: 210, 1993:
510, 1994: 292, 1995: 321, 1996: 78, 1997: 109, 1998: 192, 1999: 210.
Bu anlatılanların geçmişte kalmış ve aşılmış olaylar olarak algılanması,
kaçınılması gereken bir başka hata olacaktır. Bunun en iyi göstergesi
Kuzey Kürdistan’ın çok yakın geçmişte iki katliama daha tanık olması
olmuştur. Bunlardan birincisi, Şubat 2009’da Şırnak'ın Beytüşşebap
ilçesine bağlı Beşağaç (=Hemkan) köyü yakınlarında 12 kişinin
öldürülmesiyle sonuçlanan katliam, ikincisi ise 4 Mayıs 2009’da
Mardin’in Bilge köyünde 44 kişinin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan
katliamdır. Her iki katliamın da, devletin PKK ve Kürt halkıyla savaşmak
için oluşturduğu ve silahlandırdığı korucular tarafından
gerçekleştirilmesi, 1990’ların “kirli savaş”ının hayaletinin hala canlı
olduğunu göstermektedir.
* * * * *
Türk gericiliği ve askeri kliğinin, yukarda görece küçük bir bölümünü
aktardığım bu alçakça cinayet ve katliamlarına ilişkin bu anımsatmayı
bitirirken iki noktanın altını çizme gereğini duyuyorum. Bunlardan
birincisi; PKK’nın kuruluşundan bu yana –zaman zaman A. Öcalan’ın ve PKK
yönetiminin de kabul ettiği gibi- sivillere, diğer devrimci ve ilerici
güçlere vb. saldırmış ve bu hedeflere karşı da şiddet kullanmış
olmasıdır. Evet; bu eylemler asla, devletin beyaz terörüyle kıyaslanacak
boyutta olmamıştır. Ancak, Kürt halkının ulusal kurtuluş davasının
çıkarları, bu tür eylemlerin özeleştirisini kamuoyu önünde ve açık-seçik
ve sistemli bir biçimde yapmayı, bu tür eylemleri kesin bir dille mahkum
etmeyi ve gelecekte bu tür hatalardan kaçınmayı gerektirir. Bu konuyu
“Diyarbakır Patlaması Bağlamında PKK ve Eylem Çizgisi” başlıklı ve 13-15
Ocak 2008 tarihli yazımda daha geniş bir biçimde işlemiş ve şöyle
demiştim:
“Zor koşullar altında savaşım veren gerilla birliklerinin ve
komutanlarının yerel/ bireysel hataları sözkonusu olabilir. Onbinlerce
gerillaya ve milise sahip olan bir örgütün pratiğinde yer yer hatalı
eylem anlayış ve pratikleri ortaya çıkabilir. Bunu anlayabilir ve bir
ölçüde doğal da karşılayabiliriz. Eğer durum böyleyse, bu hataların bir
özeleştirisinin verilmesi, yinelenmemesi için çaba harcanması ve gereken
örgütsel düzenlemelerin yapılması, halka ve halk güçlerine karşı suç
işleyen yetkililerin ve kadroların cezalandırılması vb. gerekir.”
İkinci nokta ise özelde PKK’nın ve genelde Kürt ulusal hareketinin diğer
siyasal öncülerinin, Türk gericiliğinin ve militarizminin işlediği ağır
suçları sistemli bir biçimde sergileme konusunda tutuk, beceriksiz ve
yetersiz oldukları olgusudur. Bu konuya ilişkin belgesel verilerin
sunulması, sanat ve edebiyat gibi araçların, hatta görsel sanatların bu
amaçla kullanılması, Türk gerici ve faşistlerinin içi boş ve demagoji
balonlarının söndürülmesi konusunda Kürt ulusal hareketinin siyasal
öncülerinin ve Kürt ilerici aydınlarının ne denli yetersiz olduğunu
görmek için varolan literatürü gözden geçirmek ve internette kısa bir
gezinti yapmak yeter. Bu ağır suçların sistemli bir biçimde
sergilenmemesi, Kürt halkının katillerinin ve işkencecilerinin Marks’ın
deyişiyle “sonsuz bir teşhir direğine çivile”nmemesi, Türk gerici ve
faşistlerini daha cüretli davranmaya, hatta kendi işledikleri suçları ve
cinayetleri Kürt ulusal hareketinin sırtına yıkmaya girişmelerine
yardımcı olmaktadır. Türk gerici ve faşistleri, bu yalan ve propaganda
sayesinde onbinlerce insanın ölümünü vb. sorumlusunun Kürt halkının öncü
güçleri olduğunu söylemeye kalkışabiliyor. Ulusal zulmün ve çok sayıda
korkunç savaş ve insanlık suçunun sorumlusu olan Türk gericileri tam da
yavuz hırsızın ev sahibini bastırması misali kendilerini kurban ve
PKK’yı saldırgan gibi göstermeye cüret edebilmektedirler. Resmi
rakamların da doğruladığı gibi, 1984’ten bu yana süren çatışmalarda
yaşamını yitirenlerin çok büyük çoğunluğunun “güvenlik” kuvvetleri
tarafından öldürülen Kürt gerillaları ve sivilleri olmasına rağmen
onlar, PKK’dan ve A. Öcalan’dan söz ederken “bebek katili” ya da “40,000
kişinin ölümünden sorumlu” türünden nitelemeler kullanabilmektedirler.
Bu bir yerde, PKK başta gelmek üzere Kürt halkının siyasal öncülerinin,
ama aynı zamanda Kürt ilerici aydınlarının; yüzlerce bebek ve çocuğun
ölümünün, binlerce faili bilinmeyen cinayetin, binlerce köy ve mezranın
yakılmasının ve boşaltılmasının, Kuzey Kürdistan’ın ekonomisinin ve
doğasının tahrip edilmesinin bir numaralı sorumlusununTürk gericiliği ve
askeri kliği olduğunu göstermekte sergiledikleri yetersizlik ve
zayıflığın sonucudur. Nedenleri ne olursa olsun burada, bu halka karşı
gerçekleştirilmiş sayısız zulüm olayının yeterince aydınlatılmamış,
kayda geçirilmemiş, belgelenmemiş, yazılı, sanal ve görsel ortamlara
konmamış, sanat ve edebiyatın konusu haline getirilmemiş ve bu temelde
bu halkın davasının haklılığının yadsınamaz bir biçimde ortaya konmamış
ve tüm dünya demokratik kamuoyu önünde sergilenmemiş olması olgusuyla
karşı karşıyayız. Bunun, son derece vahim bir durum olduğu tartışma
götürmez. Şu soruyu sorabiliriz: Neden, örneğin Diyarbakır cehennemini,
gözaltında kaybetmeleri, ev, köy, orman yakmalarını ve Türk faşizminin
vahşetinin diğer dışavurumlarını vb. anlatan ve yargılayan romanlar, anı
kitapları, belgeseller, hatta filmler ve tiyatro oyunları bu denli az ya
da yok?
Bu akılalmaz yetersizlik ve beceriksizliğin ve geçmişte yaşanan ağır
savaş ve insanlık suçlarının sergilenmemesi, yasal Kürt parti
yöneticilerinin ille de kendilerini “barış yanlısı”, “demokrat”,
“ılımlı” vb. göstermeye çalışmak zorundaymış gibi davranmalarına,
basının, TV’nin ya da devlet yetkililerinin karşısına çıktıkları zaman
edilgen, korkak ve adeta af ve barış dileyen bir tutum takınmalarına da
katkıda bulunuyor. (Bunda, ulusal hareketin siyasal çizgisinin ve o
kişilerin sınıfsal duruşunun da elbette çok önemli bir payı var.) Oysa
onlar, yumruklarını masaya vurarak Türk gericilerini ve onların
temsilcilerini suçlayabilmelerini, onlardan hesap sorabilmelerini,
karşılarındakilerin zalim ve terörist niteliklerini gösterebilmelerini,
Kürt halkının haklı olduğunu savunabilmelerini sağlayacak sayısız veriye
sahipler. Bırakalım, elikanlı Türk gericileri kendilerini savunsunlar,
daha doğrusu savunmak zorunda bırakılsınlar; asıl onlar işledikleri
sayısız cinayetin hesabını versinler!
Şu ya da bu siyasal, kültürel, stratejik, taktiksel nedene bağlı olarak
bunun yapılmaması ya da yapılamaması, niyetlerden bağımsız olarak o
halkı –uzun erimli etkisi, gerçek bir kırımdan çok da farklı olmayan-
bir kültür kırımına, bir belleksizleştirme operasyonuna tabi tutmaya
çalışanlara yardımcı olmak anlamına gelir. Her ezilen sınıf ve ezilen
halk, kendi tarihini bilmekle yükümlüdür
Son olarak, bu alanda görevlerini yerine getirmenin, en azından 1984’ten
bu yana kahramanca savaşım vermiş, büyük eziyet ve zulüm görmüş olan
Kürt emekçilerine ve aydınlarına, ulusal kurtuluş davası uğrunda canını
vermiş olan onbinlerce savaşçıya karşı bir görev olduğunu belirtmem
gerekir.
EK: Felat Cemiloğlu'nun Diyarbakır zindanını Hasan Cemal’e anlatımı
Anlatmaya başladı:
“Hapishaneden kurtulduğum zaman genç olsaydım, dağa çıkardım.”
Dinledikçe içim acıdı.
* * * * *
Adım, Felat Cemiloğlu. 1928 Diyarbakır doğumluyum.
1982 yılında Diyarbakır E Tipi Askerî Cezaevi’nin 33 No’lu koğuşunda
yaşadıklarım cehennemdi.
Ben sekiz yaşındayken, 1936’da bütün Cemiloğlu ailesi ve damatları,
İskân Kanunu uyarınca değişik illere, Ordu’ya, Giresun’a sürülmüşüm.
Bizim aileye Ordu düşmüş. Ben ilk ve ortaokulu Ordu’da okudum. Lise
olmadığı için 1944’te İstanbul’a, Haydarpaşa Lisesi’ne yatılı
gönderildim. Ordu’ya sürgüne gidince bizim aileye bir ev ile bir fındık
bahçesi verilmiş borçlandırma karşılığında…
Diyarbakır’ın en köklü ailelerinden biridir Cemiloğulları.
Yetmiş köyü varmış.
Bazı köylerimizin isimlerim anımsıyorum: Karabaş, Köprübaşı, Ambar,
Tavuklu, Şernami-Yeni Evler. Sonra kaza olan Bismil de bir zamanlar
Cemiloğlu ailesinin köyüymüş. Biz Diyarbakır’dan Ordu’ya sürgün
edildikten sonra bizim topraklara, köylere Bulgaristan’dan gelen
muhacirler yerleştirilmeye başlanmış.
Savaş sonrası 1948’de Amerikan Marshall Yardımı’yla birlikte sürgün
kararı kalktı. Evinize dönebilirsiniz dediler. Ya da isteyeni Ordu’da ve
diğer vilayetlerde kalabilir dendi. Herhalde Amerikan yardımın bir
önkoşulu olarak İskân Kanunu kaldırılmış oldu.
Diyarbakır’a dönmeye karar verdi ailem.
Topraklarımızın bir kısmına Bulgar muhacirler konmuştu. Ancak tapuya
tescil ettirmeyenlerden, sıcak ve hastalık nedeniyle kaçıp gidenlerden
topraklarımızı, sekiz on köyü geri aldık. Buralarda şimdi hâlâ Bulgar
muhaciri Türkler yaşar. Öteden beri daha çok resmî devlet dairelerinde
kapıcı, odacı, memur olarak çalışırlar.
1948’de ben de İstanbul’dan Diyarbakır’a geri döndüm. Lise son sınıfı
okumaya başladım. Lise bitti, tekrar İstanbul’a gittim. Sultanahmet’teki
Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu’nu bitirdim. Diyarbakır’da Belediye
İktisat müdürlüğü, Millî Koruma müdürlüğü, Ticaret ve Sanayi Odası genel
sekreterliği, başkanlığı, 1992’de ise Güneydoğu’dan ilk üye olarak TOBB
Yönetim Kurulu üyeliği yaptım. İskenderun’da askerlik hizmetimi yedek
subay olarak yerine getirdim.
27 Mayıs oldu.
Sekiz ay kadar Belediye reis vekilliği görevinde bulundum. O zaman
Diyarbakır valisi Namık Kemal Şentürk’tü. Abim Nejat Cemiloğlu 1963’te
İsmet İnönü’nün CHP’sinden Belediye reisi seçildi ve 1974’e kadar iki
dönem yaptı bu görevi.
1977’de Demirel’in AP’sinden Belediye başkan adayı oldum. Mehdi Zana
bağımsız olarak kazandı. 1989’da da Özal’ın ANAP’ından başkan adayı
oldum. Rahmetli beni özel bir kamuoyu yoklamasıyla bulmuştu.
Ordu’dan döndükten sonra abimle birlikte 12 bin dönüm araziyi işlemeye
başladık. Bu arada ben on iki yıl Şırnak Kömürleri Vilayet mutemetliği
yaptım. Ne miydi bu? Kömür tevzii. Şırnak kömürlerinin Şırnak-Kurtalan
arası nakliyesi. Günde 1 000 ton kömür çekerdik. 100 kamyon demekti her
gün. Kurtalan’dan trenle 18 vilayete dağıtılırdı. 1982’de Diyarbakır
Ticaret Odası’nda yöneticilik de yapıyordum.
Elli dört yaşındayken, 21 Mayıs 1982’de gözaltına alındım.
Önce evim ve bürom arandı. Evden ayrılırken eşime, hadisenin PKK’yla
alakası olabileceğini ve Bedii Tan ve Aziz İpekçi’ye her şeyin doğrusunu
anlatmalarını söylemesini tembih ettim. Diyarbakır Orduevi’nin arkasında
YSE’ye ait bir otobüse bindirildim. Otobüste bir üsteğmen, bir başçavuş
ile on kadar asker vardı.
Sabaha karşı Siirt’e ulaştık.
Merkez Komutanlığı’na geldikten sonra üsteğmen bir yere telefon ederek
“Emaneti getirdik” dedi. Ömer isminde bir askeri çağırdılar. Uykudan
yeni uyanmış olarak geldi. Ceketimin ensesinden yakalayarak ve sert
şekilde iterek bir büroya götürdü, köşede bir odaya soktu. Hayatımda ilk
olarak böyle bir muamele gördüğüm için çok ağırıma gitti.
Odada arkası olmayan bir sandalye ile yerde manyetolu bir telefon ve
duvarda ’İstiklal Marşı’nın on kıtasını ihtiva eden bir serlevha vardı.
Uygunsuz davrandığım takdirde bana dayak atacağını söyleyerek gitti.
Sabaha kadar sigara içerek ve sandalyede pinekleyerek vakit geçirdim.
Sabahleyin çatal, çorba ve ekmek verdiler. Ekmekten çok ağır bir küf
kokusu geliyordu. Kusacak gibi oluyordum. Böylece iki gün yemek
yiyemedim. Yemek getiren askerlerden biri, alışacağımı, bunu da arayıp
bulamayacağımı söylerken, hadiseler bana rüya gibi gelmekte ve her an
çağırıp ifadem alındıktan sonra serbest bırakılacağımı düşünüyordum.
22 Mayıs 1982
Cuma sabahı üç dört kişilik sivil ekip, gardiyan Ömer, parama ve eşyama
ait bir zabıt tuttular. (Evden alındığım sırada bozuk paralarımın
haricinde yanıma 50 bin lira almıştım.) Bu arada beş altı paket Maltepe
sigaramı da aldılar. Bundan böyle sigara içmenin de yasak olduğunu
söylediler.
23 Mayıs 1982
Cumartesi gününü de işkence odası olduğunu öğrendiğim odada, gardiyan
tembihiyle ‘İstiklal Marşı’nı ezberlemekle, sandalye üzerinde veya beton
zeminde ceketimi alta sererek geçirdim. Pazar günü akşama doğru gardiyan
beni bölük komutanının yanına götürdü. Bölük Komutanı Mustafa Samur bana
buranın ‘soruşturma’ olduğunu, her türlü işkenceyi görebileceğimi, sakat
kalsam, ölsem dahi kimsenin kendilerinden bir şey soramayacağım, bu
sebeple sorduklarına doğru cevap vermemi ve kendisine ne söylersem
sonradan değiştirme veya inkâr yoluna sapmamamı tavsiye etti.
Müteakiben, buraya yasadışı bir örgüte yardım mevzuunda getirildiğimi,
bu hususta bildiklerimi anlatmamı söyledi.
Ben de Dicle İnşaat ve Ticaret Limited Şirketi’nin müdürü ve
ortaklarından olduğumu, Şırnak’taki kömür ocaklarından Kurtalan’a 150
bin ton kömür ihalesiyle, bu kömürleri vagonlara yükleme işi yaptığımızı
ve ayrıca Diyarbakır Vilayeti’nin mutemedi olaak kömürlerini temin
ettiğimizi, Şırnak-Kurtalan arasındaki ihaleyi değişik senelerde
1976’dan beri üç defa şirketimizin aldığını ve günde 800 ton kömür
taşıma mecburiyetinde olduğumuzu ve Şırnak-Kurtalan nakliye işinin
şirket tarafından vazifelendirilen Aziz İpekçi’nin idaresinde
yapıldığını söyledim. Ancak ihalenin aksamaya başladığını, günde 100
kamyonluk nakliye yapılması icap ederken, son zamanlarda günde 2 kamyona
kadar düştüğünü, kamyonların yollarda, hatta Midyat civarında yol
güzergâhındaki karakolların yanında soyulduklarını, soyulan kamyon
şoförleriyle bu hususta devamlı tutulan zabıtların Türkiye Kömür
İşletmeleri’ne ve Siirt Sıkıyönetim Komutanlığı Yardımcılığı’na
gönderildiğini, bu arada kimsenin mevzuyla alakadar olmadığım söyledim.
Bu arada işi yapamadığımız, teminatımızın irat kaydedileceği, işin
yeniden ihaleye çıkarılacağı, cezaî şartların uygulanacağı, telgraf ve
yazıyla ihbar ediliyordu. O yılın Temmuz ayı sonları olmalı.
Kurtalan’daki işleri idare eden Aziz İpekçi Diyarbakır’a geldi. Benimle
yalnız görüşmek istedi. Telaşlı ve korkmuş bir hali vardı. On
sekiz-yirmi yaşlarında bir gencin yazıhaneye geldiğini, Apo örgütünden
olduğunu, 5 Ağustos tarihine kadar şirketinizin 2 milyon lira ödemesine
örgütün karar verdiğini, kamyonlarımızı kendilerinin soyduğunu, bu para
verilmediği takdirde kamyonların geçişine müsaade etmeyecekleri gibi,
yükleme işinde çalışan loderimizin de dinamitleneceğini söylediğini
anlattı.
Son sene şirkete ortak yaptığımız Bedii Tan’ı da çağırarak ne
yapabileceğimizi tartıştık. Aziz İpekçi bu iş halledilmediği takdirde
işin ucunda ölüm olabileceğini, kendisinin çoluk çocuğunun olduğunu,
hayatını tehlikeye atamayacağını söyledi. Ertesi sabah Aziz İpekçi ile
Bedii Tan Batman ve Kurtalan’a gittiler. Bedii Tan yaptığı tahkikat sonu
paranın ödenmesinin icap ettiğini, loder dinamitlendiğinde, loder
operatörü Hikmet’in ölmesi halinde herkesin, ‘Felat Cemiloğlu para için
adamın ölümüne sebep oldu’ diyeceğini, devletin bize sahip çıkmaması
sebebiyle parayı ödemekten başka çaremizin olmadığı görüşünü savundu.
Bunun üzerine istenilen parayı örgüte verme mecburiyetinde olduğunu
anladım. Loderin yedek motorunu 1 milyon 600 bin liraya satarak, 400 bin
lira daha ilavesiyle Bedii Tan ve Aziz İpekçi’yi Kurtalan’a gönderdim.
Dönüşlerinde fazla izahat istemeden, verdiklerini öğrenmekle iktifa
ettim ve bu meselenin bir daha konuşulmamasını tembih ettim.
Bu hadiseden 1 ay 7 gün sonra 12 Eylül 1980 oldu.
Bütün Türkiye’de olduğu gibi Kurtalan mıntıkasında da anarşik olanlar
toplanıp tutuklanıyordu. Kendi aramızda bu hadiseyi kapattığımızı,
yalnız iş ortaya çıktığında hadiseyi doğru olarak anlatmaya karar
verdiğimizi yüzbaşıya söyledim.
Sonradan öğrenmiştim. Bizden para alan çocuk, daha önce 1980’de
yakalanıp sorgulanmış. Bizden para aldığını itiraf etmiş. O zaman beni
yakından tanıyan 7. Kolordu Komutam Korgeneral Kemal Yamak ve Vali
Erdoğan Şahinoğlu, ‘Cemiloğlu isteyerek vermemiştir’ düşüncesiyle
soruşturmayı engellemişler. 12 Eylül’den hemen sonra 7. Kolordu
İstihbarat subayı Binbaşı Çetin Bey bana gelip Diyarbakır Belediye
başkanlığı konusunda nabzımı tuttu, kolordu komutam adına. Ben kabul
etmemiştim. Havadis şehirde yayılmıştı. O zaman Belediye başkanlığına
bakan albay, bu havadisten rahatsız olmuş olacak ki, Sürt Sıkıyönetim
Kurmay Başkanından hakkımızda iddiada bulunan gencin ihbarını öğrenmiş.
İşte 1982’de Diyarbakır Cezaevi’nde tutuklu bulunan ihbarcı tekrar
Siirt’e getirilip yeniden ifadesi komutanlığın istediği gibi alınmış. O
geceyi aynı odada geçirdim.
Sabahleyin dokuz sularında bir yarbay geldi. İfademi doğru vermemi
tembih etti. Bir müddet sonra gardiyan Ömer, yerdeki çok kirli bir
çaputla gözlerimi bağladıktan sonra ite kaka yüzbaşının odasına götürdü.
Gözüm kapalı olduğu için odada kaç kişinin olduğunu görmemekle beraber,
çok kişinin olduğu inancına kapıldım. Bu arada bana soru soran birinin
sesinden sabah uğrayan yarbay olduğunu anladım. Daha sonra bu yarbayın
Siirt Sıkıyönetim Kurmay Başkanı olduğunu öğrendim. Kolordu Komutanı
Korgeneral Kemal Yamak’la, valiyle, hükümetle olan münasebetlerimi, kaç
dönüm arazim olduğunu, ne kadar hazine arazisi kullandığımı, kömürleri
neden ucuza ve veresiye verdiğimi, bundaki maksadımın ne olduğunu
suçlayıcı şekilde sordu. Ben de cevaplarımı doğru olarak verdim.
Sonra bana, ’Senin akrabaların bu devletin temeline dinamit koymaya
çalışırken senin bizle kol kola gezmenin faydası yok, onlar yapmış sen
çekeceksin, sen yaparsan torunların çekecek’ dedi. Ben de,
’Akrabalarımın Suriye’ye ben doğmadan gittiklerini, değerlendirmeyi
böyle yapıyorsanız, boşuna yasadışı örgüte isteyerek yardım yapıp
yapmadığımı sorup niye kendinizi yoruyorsunuz, zaptınızı ve kanaatinizi
bildiğiniz gibi yapacağınız anlaşılıyor, benden artık bir şey sormanıza
lüzum var mı?’ diye cevaplandırdım.
Beni tekrar gözüm kapalı olarak hücreme geri gönderdiler.
26 Mayıs 1982
Salı gününe kadar hücrede tek başıma bırakıldım.. Günde birkaç kere, en
az üç defa bütün hücrelerin kapılarını açıp, içeride kapıya doğru esas
duruşta durdurup, tek tek ‘İstiklal Marşı’, ’Türk Gençliğine Hitabe’,
‘Andımız’ söyletiliyordu. Bu arada söyleyemeyenler, yanlış söyleyenler,
az bağıranlara gardiyan Ömer’in vurduğu cop ve tokat sesleri geliyordu.
İlk kaldığım hücrede, yerde, köşede manyetolu bir telefon vardı. Daha
evvel bu odanın bir yazıhane olduğunu düşündüm. Daha sonra, zannediyorum
26 Mayıs 1982 günü gözümü bağlayarak koridora çıkardılar, yüzümü duvara
döndürdüler, bir müddet sonra benim kaldığım hücreden bir gencin
feryatları gelmeye başladı. Manyetolu telefonun elektrik verilmede
kullanıldığını böylece öğrenmiş oldum. Bana da, ‘Doğru konuşmadığım
takdirde olacağın budur’ dediler.
Bir müddet sonra beni koridorun ortasındaki bir odaya koydular. Daha bir
müddet işkenceden dolayı feryatlar duydum. Yanıma bir iki saat sonra
işkence yaptıkları kişiyi (Kadri…) getirdiler. Perişan vaziyetteydi.
Odada yalnız iki adet demir karyola vardı. Şilte falan yoktu. Öylece,
demirlerin üstünde yatıyorduk.
İki üç gün sonra gözlerim bağlanmadan, bölük komutanın odasına
götürüldüm. Orada sivil bir baskomiser, iki sivil polis beni sandalyeye
oturtarak ifademi aldılar. Yüzbaşı ben ifademi verirken girip çıkıyordu.
Sigara ikram ettiler. Yasak olduğunu söyledim. Gardiyan Ömer’den
sordular, doğruladı. Günde üç paket sigara içmeme rağmen sigara içmek
için bir arzu duymadım. İfademi hep anlattığım gibi söyledim ve
imzaladım. Ertesi gün gardiyan tıraş olmamı söyledi. Biraz sonra da beni
yüzbaşının odası götürürken, tuğgeneralin beni görmek istediğini ekledi.
Tuğgeneral beni karşısına oturttu
Yüzbaşıya da sandalyeye oturrmasini söyledikten sonra askere 'Üç çay'
dedi. Paşa, Diyarbakır'da sevilen ve sayılan bir kişi olduğumu
duyduğunu, hayatta bu gibi seylerin olabileceğini, bir ihtiyacım olup
olmadığını, ihtiyacım olursa yüzbaşıya çekinmeden söyleyebileceğimi,
arabanın da bir an önce hazırlanarak Diyarbakır'a sevkimin yapılmasını
yüzbaşıya emretti. Yüzbasi çayını içmedi. Komutan gittikten sonra bana
karşı eskisinden daha sert davranmaya başladı.
Sıkıntıların birkaç güne kadar Diyarbakır’a gider gitmez biteceği
ümidiyle olanları fazla mühimsemiyordum. Bu haksızlığın devam
etmeyeceğni düşünüyor, teselli buluyordum. Siirt’e gelişimin on ikinci
günü sabahı herkesi koğuşun önüne çıkardılar. Kör bir tıraş makinesiyle
koyun kırpar gibi traş etmeye başladılar. Gardiyana, yüzbaşıyla görüşmek
istediğimi söyledim. Götürdü. Diyarbakır’da tevkif edilmeme ihtimalim
olduğunu düşünerek yüzbaşıya, toplantılarım olduğunu, bu yüzden saçımın
kesilmemesini rica ettim. Epey kızdı. Ben de kızmasına lüzum olmadığını
söyledim. Geri geldim ve bir asker tarafından traş makinesiyle yol yol
tıraş edildi kafam…
Sonra YSE’nin otobüsüne bindirildik. İkişer ikişer kelepçelediler. Bana
sıra gelinceye kadar kelepçe kalmadı. Böylelikle Diyarbakır’a kadar
ötekilerine göre birkaçımız daha rahat geldik. İhbarcımız Kâzım Türkkan
da bizimle aynı otobüste Diyarbakır’a döndü. Yol boyunca otobüste ayağa
kalkarak, ihbarcımızın tek tek söylediği ve hepimizin tekrar ettiği
‘İstiklal Marşı’, ‘Ey Türk Gençliği’, ’Andımız’ gibi marşlar söyledik.
Otobüste bir grup, on dört-on beş kişi kadar da Nurcu vardı. Üsteğmen
Fahrettin bazen Nurcularla tartışarak, bazen de hakaret ederek
konuşuyordu. Bana da verdiğimiz paradan dolayı bir şey olmayacağını
söyledi. Diyarbakır’a gelince bizi ‘gözaltı’ denilen yere koymak için
sıraya dizdiler. Üsteğmen, başçavuşa benimle Bedii Tan ve Aziz İpekçi’yi
aynı yere koymaması için gizlice bir şeyler söyledi.
Gözaltında kaldığım on gün zarfında, buranın soruşturması bitenlerin
mahkemelerini bekleme yeri olduğunu, soruşturmadan gelenlerin bir nevi
tedavi yeri olduğunu öğrendim. Burada kaldım devamlı olarak 5 No’lu diye
adlandırılan askerî cezaevinde yapılan işkenceleri dinledim.
Nihayet büyük bir ümitle gittiğimiz mahkemede savcıya ifade verdikten
sonra mahkeme huzuruna çıktık. Orada da ifadelerimiz alındıktan sonra,
savcılık ve komutanlığın tevkif taleplerini hâkim okuyup, kendisi de
buna iştirak edince öyle bir şok geçirdim ki, biraz sonra sandalye
üzerinde beni ayıltmaya çalıştıklarını gördüm. Yirmi-yirmi iki günlük
stresin neticesi nihayet kendini baygınlıkla göstermiş oldu. Benimle
Bedii Tan hakkında tevkif kararı verildi. Aziz İpekçi serbest bırakıldı.
5 No’lu hapishaneye gitmek için ertesi günü bekledik .
Son geceyi başımıza nelerin gelebileceğini düşünerek geçirdik. Bütün
anlatılanlara inanmak mümkün değildi. Öğleye doğru 5 Nolu hapishaneye
gönderilmek üzere dört kişi dışarıya çıkarıldık. Vazifeli başçavuş yemek
yiyip yemediğimizi sordu. ’Yemek yesinler öyle gönderelim, zira yedi
sekiz gün yemek yemeyecekler’ dedi.
Buna inanmak mümkün değildi.
Kapalı kamyonete Bedii Tan’la birlikte beş kişi bindirilip sevk edildik.
Yolda Bedii Beyle ilk defa yan yana oturduk. Benim kulağıma Birol
Binbaşı’nın hapishane müdürü olduğunu, kendisini tanıdığını ve rahat
edeceğimizi söyledi. Hapishaneye teslim anımızdan ölünceye kadar Bedii
Bey’in gözü hep kapıda oldu. Binbaşı Birol’u bekledi. Ama maalesef onu
görmeden öldü. Sonradan, mahkûmlardan sorumlu güvenlik amirinin Yüzbaşı
Esat Oktay Yıldıran olduğunu, Birol Binbaşı’nın güvenlikle alakası
olmadığını öğrendik. Asayişle ilgili her hususta olduğu gibi, diğer
hususlarda da hep Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’dı tutukluların muhatabı..
Ve yüzbaşı kendi deyimiyle ‘5 No’lu’nun Allahı’ydı.
Bizi hapishanede bir teğmenle ona yakın asker karşıladı.
Tamamen soyunmamız emredildi.
Eşyalarımızı kontrol ederken benim tıraş köpüğümü aldılar; herhalde daha
evvel görmedikleri için bunun ne olduğunu sordular. Üst kapağa basınca
köpüğün fışkırdığını görünce çok zevklendiler ve köpükleri hepimizin
yüzüne, kafasına ve vücutlarımıza fışkırtarak, köpüklü yüzümüze tokat
atmaya başladılar. Tokatladıkça köpük üstlerine ve etrafa sıçramakta,
onlar da bundan büyük bir zevk almakta ve tekrarlamaktaydılar.
Bir müddet sonra nizamî olarak ‘Geriye dön!’ emri verildi. Ben biraz
muntazam dönmüş olacağım ki, ‘ibneye bak, nizamî dönüyor’ diye hem alay
ettiler, hem mükâfat olarak çıplak sırtıma birkaç darbe vurdular.
Sonra, makatlarımızın içine de baktılar.
Eşyalarımızın kuşak, kravat gibileri haricindekileri torbalarımıza
koyarak giyinmemizi söylediler. Ve sonradan öğrendiğimiz 35 No’lu
koğuşa, içinde hücreler bulunan koğuşa bizi götürüp 1 No’lu hücreye
sokarak, ‘Soyunun!’ dediler!
Bedii Bey, Hilvanlı Hamdoş dedikleri elli yaşlarında Hamit Gerger ve on
beş-on altı yaşlarında bir çocukla aynı yerdeydik. 35 No’lu koğuş üç
katlı, yanyana sıralı hücrelerden ibaretti. En alttaki hücrelerin önünde
genişçe bir kısım vardı. Girişte, yandaki merdivenlerle ikinci ve üçüncü
katlara çıkılıyordu. Üst kattaki hücreler de bu boşluğa bakıyor, önünde
dar bir koridor bulunuyordu. Hücrede bir yatak alacak şekilde betondan
yüksek bir sedirle, yanında bir o kadar boşluk ve arkada kapısı olmayan
bir tuvalet vardı.
Eşyalarımı hücreye bırakmamız ve külot üstümüzde kalacak şekilde
soyunmamız söylendi. Koridora çıkarıldık. Diğer hücredekilere arkalarını
dönmeleri ve yere çökmeleri emredildi. Bize de birer süpürgeyle
ortalardaki bir hücredeki suyun koridora çıkarılması emredildi Hücre
içindeki tuvaletin tıkalı olduğunu ve içeride bir karış kadar suyun
içinde pisliklerin yüzdüğünü gördük.
Su ve pislikleri hücrelerin önündeki geniş koridora yaydıktan sonra,
daha gerideki bir hücreye tekrar toplanmamız istendi. Bunları yaparken
bir taraftan coplanıyor, bir taraftan da ‘Son sayı üç!’ deyip, sayıncaya
kadar bitirmemiz isteniyordu.
Bu ‘Son sayı üç’ emrinin sonradan her işte kullanıldığını gördük. ‘Son
sayı üç’ dedikten sonra hemen ‘Bir…iki..’ deyip arkasından ‘iki on beş…
iki otuz…’ diye yavaş yavaş sayıyorlardı. Her seferinde yapılacak iş
daha bitmeden ‘iki kırk beş… Üç…’ deyip saymayı bitiriyorlardı. Tabiî
emri zamanında yerine getiremediğin için de ceza hemen geliyordu. Bu
‘Son sayı üç’ emrinin tatbik edilmediği hiçbir anımız yoktu. Îçtimada,
yemekte, tuvalette, bulaşıkta, velhasıl her yerde bu emirle iş
yapıyorduk.
Pis suyu, içinde yüzen boklarla birlikte istedikleri hücreye
doldurduktan sonra, bu hücrenin eşiği yüksekliğinde bir göl meydana
geldi.
Bu suyla yıkanmamız emredildi.
Pislikle birlikte avuçlayarak başımızdan itibaren bu suyla yıkandık.
Müteakiben hepimiz koridorda diz çökerek başlarınızı birbirimize
yaklaştırdıktan sonra üstümüze bir iki bidon su döktüler. Böylelikle
sözde temizlenmiş olduk ve 1 Nolu hücremize konulduk.
1 Nolu hücre koğuş kapısının girişindeydi. Îçeriye her komutan
(gardiyanlara komutan denirdi) girişinde, tekmil vermemiz emredilmişti.
‘Birinci kat, 1 Nolu hücre … mevcuduyla emir ve görüşlerinize hazırdır
komutanınım!’ demek lazımdı. Komutan diğer hücrelerin önünden geçerken
de her hüc¬re numarasına göre aynı tekmili verirdi. Hemen hemen her
tek¬milden sonra, ya geç tekmil vermekten, ya yanlış ya da yüksek sesle
verilmediği için ceza almak muhakkaktı.
Hücredeki cezada, parmaklıktan eller dışarı çıkartılır, cop, haydar veya
kuzuyla vurulurdu. ‘Haydar’, Haydar isimli bir teğ¬menin adından
kaynaklanan bir sopaydı ve bir başka adı da ‘beşe-on kalas’tı. Kuzu ise
yuvarlak kavak ağacından yapma bir sopaydı. Copla dövülürsen şanslıydın,
zira az acıtırdı. ‘Dayak vazi¬yeti al’ diye bağırıldı mı, iki elinin
avuçlarını açar öne uzatırdın. Ceza için en geçerli bahaneleri tekmil
verilirken yeterince canlı olmamaktı. Ne kadar yüksek sesle tekmil
verilirse verilsin, se¬sin az çıktığı veya topuk sesinin iyi olmadığı
bahane edilir ve karşılığında ceza verilirdi. Bu cezalar yalnız hatayı
yapanla sınırlı kalmayıp bütün hücredekilere tatbik edilmekteydi. Cezada
eşitli¬ğe tam riayetti bunun adı...
İlk günlerde dikkatimi çeken bir husus da şuydu: Coplanırken yalvaran ve
sızlananlara bu yüzden, sesi çıkmayan¬lara da ses çıkarmadıkları için
ceza aynen tatbik edilirdi. Sızlanma¬nın faydası olmadığını gördükten
sonra sekiz ay hep şikâyetçi ol¬madığım için dayak yedim. Hücreye
konulduğum 12 Haziran 1982'den sonra ‘stiklal Marşı'nın, 'Gençliğe
Hitabe' nin ve ‘Andımız’ marşlarının tamamını öğrenmeden koğuşlara
giremeyeceği¬miz söylendi.
Hücrelerde sabah 5:30’da mesai başlardı.
Üst kat hücrelerinden birinden bu marşların her kelimesi bir kişi
tarafından tek tek söylenir, bütün hücreler bunu tekrar ederdik.
Marşların çok yüksek sesle ve canlı söylenmesi şarttı. Bu canlı
söylemenin şekline hükmetmek komutanların keyfine bağlıydı. Ne kadar
canlı söylerseniz söyleyin, beğenilmemek muhakkaktı ve arkadan da cezası
hazırdı tabii.
Marşlardan sonra öğlen 12'ye kadar bütün hücrelerde hayat, 'hazır ol'
durumunda ayakta, yine yukarı hücrelerden birinin tek tek söylediği ve
hücrelerin hepsinin tekrarladığı marşlarla devam ederdi. 12'de sabah
mesaisinin bitiminde tekrar ‘İstiklal Marşı’, ‘Gençliğe Hitabe’ ve
'Andımız' aynı şekilde tek tek okunurdu. 12:00-13:30 arası yemek ve
tatil dönemiydi. 13:30'da tekrar üç marşla öğleden sonra mesaisi
baslardı. Esas duruşta ve marşlarla 18:30'a kadar devam eder, mesai
tekrar üç marş söylenerek bitirilirdi.
20:30’da yatmak mecburiydi.
Hücrede, elinizde getirdiğiniz poşetler içindeki eşyanızdan başka
yastık, yatak, yorgan, battaniye gibi şeyler yoktu. Poşetler ekseriya
yastık olarak kullanılırdı. Gece eğer tuvalet kapısının önünde yatmamış
isek, kendimizi çok mutlu hissederdik. Tutukluların birbirlerine
isimleriyle hitap etme mecburiyetleri vardı. Abi, amca, bey vs. diye
hitap yasaktı. Hücreye beraber konduğumuz Dicleli çocuk takriben on beş
yaşındaydı. Ben elli üç yaşındaydım. Hilvanlı Hamit Gerger altmış, Bedii
Tan elli civarındaydı. Bu çocuğun bize Hamit, Felat, Bedii diye hitap
etmesini evvela çok yadırgamış, sonra alışmıştım.
Hücrede verilen yemekler için fazla bir şey söylemeye lüzum görmüyorum.
Hakaret ve eziyet yanında yemek verilip verilmemesi benim için önemini
kaybetmişti. Yemek dörtlü birleşik madenî kaplarda verilirdi. Dört beş
kişiye verilen yemek ve ekmek bir kişinin dahi doymayacağı kadardı.
Yemekten ziyade su problem oluyordu. Her hücrenin önüne birer bidon su
konulurdu. Bu sudan ancak komutanın emriyle içebilirdi. Bu da sadece
yemek saatlerinde mümkündü.
Mesai saatlerinde, yani 5:30-12:30 ve 13:30-18:30 arasında içmek ve
içmek için izin istemek de katiyen yasaktı. Yemek saatlerindeyse
içilecek su miktarını komutan tayin ederdi. Hücrelerde sigara içmek
tamamen yasaklanmıştı. Zaten hücreye girerken herkesin sigaraları
alınmıştı. Hücre içindeki tuvalette su akmadığı, dışarıdan da su
verilmediği için temizlenme imkânı yoktu.
1 No'lu hücrede üç dört gün geçirdikten sonra bizi daha orta¬larda bir
hücreye aldılar. Orada da dört kişi vardı. Hücrede sekiz dokuz kişi
olduk. Verilen yemek ve su miktarında bir değişiklik olmuyordu. Yani
dört kişiye verdikleri kadar yemek sekiz dokuz kişiye veriliyordu.
Yemekleri karavanayla tutuklulardan iki kişi dağıtıyordu. Yemek
dağıtanlara kaç hücreye dağıtılacağı söylen¬meden her hücreye eşit
dağıtmaları emrediliyordu. Dağıtım so¬nunda yemek artarsa da, eksik
kalırsa da, eşit dağıtmadıkları ge¬rekçesiyle ceza görüyorlardı.
Müteakip yemek dağıtımında ayrı iki tutuklu vazifelendiriliyor, tabiî
onlar da aynı akıbete uğruyor ve böylelikle bütün hücredekiler
dağıtıcılardan dolayı cezadan nasiplerini alıyorlardı.
Ve komutanlar, 'Orospu çocukları, bir yemek dağıtmasını bile
beceremiyorsunuz, bir de devlet kurmaya kalkışıyorsunuz' diye
azarlıyorlardı.
Hücredeki yedi sekizinci gece, saat iki suları.
Cop, sopa sesleri ve feryatlarla uyandık. Sanki yüzlerce kişi da¬yak
yiyor gibi geldi bize. Ve biz hücrelerin basıldığı, sıranın bize
geleceği endişesine kapıldığımız sırada, hücrelerimizi açıp
eşyala¬rımızla birlikle ‘son sayı üç’le çıkmamız emredildi. Sırtlarımız
coplanarak bir üst kattaki hücrelerden birine tıkıldık. Yerlerimize
dışarıdan yedi sekiz kişi yine dövüle dövüle getirilip yerleştirildi. Bu
dayak ve yerleştirme işi bir iki saat sürdü. Bir üst kattaki hüc¬rede
sabahleyin on sekiz kişi olduğumuzu saydık. Hücremizde ar¬tık ancak yan
yana ayakta durabilecek kadar yer vardı.
Mesai aynı şekilde devam ediyordu. Marşları ayakta söylerken, bir
kısmımız da yatak için yapılmış beton kısımda duruyorduk.
Yemek ve su dağıtımında, hücreler arasındaki eşitlik ve mesailer normal
devam ediyordu. On sekiz kişi olmamıza rağmen gece yatmamız bir sorun
olmadı. Artık o kadar yorgunduk ki, 20:30 ol¬duğu zaman açlık, susuzluk,
yorgunluk, gündüz yenilen copların tesiriyle uyumuyor, bayılıyorduk. On
sekiz kişinin ayakta zor sığdığı yerde on sekiz kişi yatıyorduk.
Hücre arkasındaki tuvalete de üç dört kişi isabet ediyordu.
Hücrede herkesin yalnız başı üstte gibiydi. Bir kişinin üstünde üç dört
kişinin bacakları, kolları, vücudunun bir kısmına isabet edi¬yordu.
Artık yastık derdi kalmamıştı. Başlar muhakkak diğer bi¬risinin vücudunu
yastık gibi kullanıyordu,
Hücrede komutanların dayağına, hakaretine, yorgunluğa, açlı¬ğa,
sigarasızlığa artık alışmıştık. Eh marşları da az çok öğrenmiş¬tik.
Koğuşlara intikalimizi dört gözle bekliyorduk. Koğuşlarda ya¬tak olduğu,
gezinilebildiği söyleniyordu. Üç marş için imtihan ya¬pıldıktan sonra
koğuşlara gidebileceğimiz, ikinci defa gelen tec¬rübeli arkadaşlardan
biri tarafından söylendi. Bu gibi hususlarda komutanlarımız bir izahat
vermedikleri gibi, onlarla konuşmak ve bir şey sormak, hatta istemek de
yasaktı.
Bu arada hesapta olmayan bir şeyle karşılaştık. Geldiğimiz günden beri
Co isimli köpekle devamlı muhataptık. Mesela sı¬rayla Co'ya tekmil
verdiriyorlardı. Co'nun karşısında, ‘Felat Cemiloğlu, Diyarbakır, emret
komutanınım’ tekmilini çok yüksek ses¬le ve topuk sesiyle veriyorduk,
Co, tekmili beğenmezse havlıyor¬du. Ve Co'yu memnun edemediğimiz için
cezalandırılıyorduk, iş¬te bu Co, marşlar söylenirken bizi kontrole
gelmiş ve marşları canlı söylemediğimiz için havlayarak komutanlarımızı
haberdar etmiş, onun için de marş imtihanlarımız üç gün tehir edilmişti.
Hücrede üç gün daha kalacağımız söylendi. Müteakip üç gün Co'yu
kızdırmayacak davranışlarda bulanmaya çalıştık.
Bu arada mesai sırasında bazen bir kısmımızı hücre önündeki talim yerine
çıkarıp, ya talim yaptırıyorlar ya da birbirimize da¬yak attırarak
bizimle alay ediyorlardı. Böyle bir günde Urfalı bir baba oğulla epey
eğlendiler. Baba altmış beş yaşlarında, 1, 90 boyundaydı. Oğlu, yirmi
beş-otuz yaşlarında ve babasından daha iri ve cüsseliydi.
Evvela oğlunu babasına tokatlattılar.
Yavaş tokat vurduğu için hem oğul hem baba coplanıyordu, Beş on
denemeden sonra oğulun babaya vurduğu şiddetli tokat¬ları beğenmediler
Bu kere oğulu babanın sırtına bindirdiler. Bir taraftan babayı copluyor,
daha hızlı koşması için zorluyorlardı. Oğul babasının sırtından indikten
sonra ağlamaya başladı.
Girdiğimiz sırada hepimize ağlamanın, inlemenin, özellikle gülmenin
yasak olduğu 5 No'ludaki 'vatan haini orospu çocuğu ibneler'in bunların
hiçbirine hakkı olmadığı hepimize söylenmişti. Babayla oğul arasındaki
bu tatbikatta hücredeki bazı tutuklular sırıtmış, bazıları suratlarını
asmış ve oğul da ağlamıştı.
Emirlere itaat edilmediği için bütün hücreler cezalandırıldı:
'Birinci Hücre, ikinci Hücre, dayak vaziyeti al!' Bu komutla herkes iki
elini üst üste koyarak hücre parmaklı¬ğından dışarı çıkarıp nasibi kadar
copu yedikten sonra yerini ay¬nı hücredeki ikinci sıraya bırakıyordu.
'Dayak vaziyeti al!' komu¬tundan sonra tekmil verilerek eller birbirinin
üzerinde öne uzatı¬lırdı. Komutanın her vuruşundan sonra: 'Emret
komutanım!' demeye mecburduk, Hücrede onuncu günümüz dolduğunda
‘Istiklal Marşı’, ‘Türk Gençliğine Hitabe’ ve ‘Andımız’ marşlarında blok
çavuşuyla bir¬likte iki üç gardiyan bizi imtihan etti. Tam bilenler dahi
stres için¬de söylerken şaşırdıkları oluyordu. Bu şaşırmalar karşısında
kü¬für ve coplanmalardan sonra 21 Haziran 1982 günü öğleden son¬ra
koğuşlara gönderilmek üzere hücrelerden çıkarıldık. Hücre önündeki
boşlukta toplandık.
Ben aynı koğuşa düşebilmek için Bedii Tan' a yaklaşmaya çalış¬tım.
Ellerimiz yanlara yapışık, başlarımız önde, etrafa bakmadan bana çok
uzun gelen koridorlardan geçtikten sonra, yine bir ko¬ridorda koğuş
gardiyanlarına teslim edildik. Külot dahil tamamen soyunmamız emredildi.
Eşyalarımız tek tek arandı. Ondan sonra da yüzlerimiz duvara döndürüldü,
emir verildi: ‘Domal!’
Hepimizin makatları kontrol edildi.
Tabiî kimsede bir şey bulunmadı. Bulunması ihtimali de yoktu.
Soruşturmadan, gözaltından, hücreden gelmiş, zaten defalarca kontrol
edilmiştik.
Koğuşa girerken sırayla hepimiz coplandık. Kırk-kırk beş kişiydik. Bu
arada herkesin aynı koğuşa gideceği¬ni, bu koğuşun 'cezalı bir koğuş'
olduğunu, bu yüzden şansımız ol¬madığını söylediler. Ve bu koğuşun ceza
sebebini öğrenmeye çalış¬manın yasak olduğunu, bize de zaten kimsenin
söylemeyeceğini eklediler.
Koğuşa girerken ismini sonradan öğrendiğim Mehmet Emin Kardeş'e gözleri
ilişti. Meğer Mehmet Emin'in 5 Nolu'ya ikinci gelişiymiş. ikinci
gelenlere çok kızıyorlardı. Sebep olarak da ‘Birin¬ci sefer demek ki
ders almamış!’ diyorlardı. Mehmet Emin'i, cop, haydar ve kuzuyla hemen
hemen bayıltıncaya kadar dövdüler. Akşam karanlığı bastığı sırada cezalı
33 No'lu koğuşa girdik. Koğuşun bütün camları kapalı ve kırmızıya
boyanmış ve de ortasına ay-yıldız çizilmiş olduğu için koğuş çok loştu.
Koğuş, sonradan söylendiğine göre atölye olarak yapılmıştı. Epey
büyüktü. Kapı girişindeki kısım boştu. Ortada, herhalde sonradan
yapıldığı için, yüksekçe üç tane kapısız tuvalet vardı. Tuvaletin önüne
rastlayan ranzalar iki katlı, pencere tarafına rastlayanlarsa üç
katlıydı.
İçeri girdiğimizde elli kişi kadar bir kalabalık duvar dibinde, üçlü
sıra halinde içtimadaydı. Ortadaki, soluk benizli iki kişi, san¬ki
mumyadan yapılmışlar intibaını veriyorlardı. Yalnız çakı gibiy¬diler.
Her emirden sonra tekmil verip, topukları üstünde dönerek söyleneni
yaptıktan sonra tekrar geliyor, avazları çıktığı kadar bağırarak tekmil
veriyorlardı. Bunların koğuş sorumluları Ekrem Dal, Selim Dindar ve
Fahri Tunç olduklarını sonradan öğrendim. Sorumlulara, 'kırk tane mal'
getirdiklerini, ranzalarda değil talim yerinde yerde yatırılmamız
gerektiğini, ihtiyar saydıkları on kişiyi ayırıp geri kalanlara iki gün
yemek verilmeyeceğini söylediler. Ben yemek verilmeyecek gruba dahil
edildim.
O gece koğuş sorumluları ellerinde yazılı on dört-on beş mad¬deden
ibaret koğuş talimatını bize okudular. Ve bunlara riayet et¬mek
mecburiyetinde olduğumuzu, hataların cezasız, kalmayacağı¬nı söylediler.
Bu koğuş talimatnamesi günde dört-beş kere anlatı¬lıyor ve tatbikatları
yapılıyordu.
Talimattan hatırımda kalanlar şunlar:
(1) Koğuşta konuşmak yasaktı. (2) Koğuş içinde dolaşırken el¬ler iki
yanda yapışık gezilecekti. (3) Komutanla konuşmak, bir şey istemek
yasaktı, (4