Savaş ve Barışın Diyalektiği
Diyalektik, karşıtların nasıl
özdeş olabildiklerini (nasıl özdeş duruma geldiklerini) hangi
koşullarda birbirlerine dönüşerek özdeş olduklarını, insan aklının
bu karşıtları neden ölü ve katı şeyler olarak değil de yaşayan
koşula bağlı, hareketli ve birbirine dönüşen şeyler olarak kabul
etmesi gerektiğini öğretir.
Lenin
Kürt halkına ve onun siyasal öncülerine karşı onyıllardır kesintisiz
bir açık ve/ ya da örtülü savaşın sürdürüldüğü Türkiyede barış
sorunu, farkına varsınlar ya da varmasınlar milyonlarca emekçinin en
temel sorunları arasında yer alıyor. Bu özellikle, çocuklarını ya da
diğer yakınlarını çatışmalarda yitiren, devlet terörü altında
bunalan, Kürdistanın kent ve kasabalarına ya da Türkiyenin büyük
metropollerine sığınmak ve işsizlik, yoksulluk ve açlıkla boğuşmak
zorunda bırakılan Kürt emekçileri için daha da yakıcı bir nitelik
taşıyor. Ama, Kürt halkına karşı sürdürülen kirli savaşın şovenizmi
ve siyasal gericiliği güçlendirdiği dikkate alındıında barış, Türk
işçilerinin ve sömürülen emekçilerinin demokratik özlemlerinin
yaşama geçirilmesi için de gerekli. Dahası, ulusal zulüm siyaseti
Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden işçilerin sonal kurtuluşları için
kapitalizme karşı verecekleri ya da vermeleri gereken sosyalizm
savaşımı da geciktirmektedir. Stalinin dediği gibi,
Bu siyaset, nüfusun geniş katmanlarının dikkatini, toplumsal
sorunlardan, sınıflar savaşımı sorunlarından, ulusal sorunlara,
proletarya ile burjuvazinin 'ortak' sorunlarına çevirir. Ve bu da, 'çıkarların
uyumu' yalanını yaymak için, proletarya sınıf çıkarlarına gölge
düşürmek için, işçileri manevi bakımdan köleleştirmek için,
elverişli bir alan yaratır. Böylece, tüm milliyetler işçilerinin
birleşme işinin önüne ciddi bir engel dikilmiş olur. (Stalin,
Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Ankara, Sol Yayınları,
1977, s. 25)
Savaş ve barış sorunu, işçi sınıfının ve diğer ezilen/ sömürülen
yığınların üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan sınıflı
toplumu yıkma savaşımıyla doğrudan ilişkilidir. Bu yığınların
kapitalist zorbalık ve sömürü altında yaşadığı koşullarda gerçek bir
barıştan söz etmek olanaksızdır. Bundan ötürü Lenin, Ağustos 1915te
kaleme aldığı Sosyalizm ve Savaş adlı yazısında şöyle diyordu:
Sosyalistler, halklar arasındaki savaşları daima barbarca ve
canavarca bularak kınamışlardır. Ancak, bizim savaşa karşı tutumumuz
burjuva pasifistlerinin ve anarşistlerin tutumundan farklıdır. Her
şeyden önce biz, birincilerden bir yanda savaşlar ile öte yanda ülke
içindeki sınıf savaşımı arasındaki kopmaz bağı anlamakla, sınıflar
ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan
kaldırılmasının olanaksızlığını anlamakla ve iç savaşların, yani
ezilen sınıfın ezen sınıfa, kölelerin köle sahiplerine, serflerin
toprak ağalarına, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri
savaşların haklılığını, ilericiliğini ve zorunluluğunu bütünüyle
kabul etmekle ayrılırız. (Collected Works, Cilt 21, Moskova,
Progress Publishers, 1974, s. 299) Bir başka anlatımla; adaletsizlik,
eşitsizlik, kölelik ve zorbalık üzerine kurulu bir toplumda ve
dünyada hiçbir zaman gerçek ve kalıcı bir barış olamaz; olsa olsa bu
gerici statükoyu kabul etme, ona istemeden de olsa boyun eğme olur.
Bu bağlamda Türk gericilerinin ve özellikle Osmanlı İmparatorluğunu
yeniden diriltme hayalleri kuran İslami gericilerin ve MHP-BBP
çizgisindeki faşistlerin Osmanlı barışına ilişkin güzellemelerinin
içi boş ve karşı-devrimci niteliğini vurgulamak gerekiyor. Bu
çizginin temsilcilerinden Hasan Celal Güzel 16 Mayıs 2008 tarih ve
Osmanlı Milletler Topluluğu başlıklı yazısında şöyle diyordu:
Ortadoğuda ve Osmanlı Coğrafyasında barışın tesis edilmesi ve
terörün engellenebilmesi, ancak bu bölgedeki halkla tarihî, dinî ve
kültürel beraberliği olan Türkiyenin önderliğinde
gerçekleştirilebilir. ABDnin süper güç olması, Irak örneğinde
görüldüğü gibi, zorla barış ve huzuru sağlayarak terörü önlemesi
için yeterli değildir. Lâkin, bu konuda Türkiyenin de kararlı,
azimli, cesaretli ve hazırlıklı olması lâzımdır. 1 Mart Tezkeresi
esnasında sergilenen şaşkın ve mütereddit politikalarla, Türkiyenin
yeniden Osmanlı vizyonuna sahip olması imkânsızdır.
Büyük Ortadoğu Projesi, ancak Büyük Osmanlı Projesi hâlinde
düşünülürse barış ve huzurun sağlanması mümkün olabilir. Bunun için
de, ilk merhalede Osmanlı Milletler Topluluğunun kurulması şarttır.
Bu topluluğa, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Afrika ve Güney Doğu
Asyadan üyeler sağlanabilecek; bu yeni oluşum, hem Türkiyeye lâyık
olduğu statüyü kazandıracak, hem de dünya barışına katkıda
bulunabilecektir.
Bir parça tarih bilgisi olanlar Osmanlı İmparatorluğunun, henüz
ulusların oluşmadığı koşullarda kırbaç, kılıç, darağaçları ve
kıyımlar yoluyla sağladığı barışın ne menem bir barış olduğunun ve
bu imparatorluğun gerek ulusların oluşumundan önce ve gerekse
ulusların oluşmaya başladığı 19. yüzyıldan, 1910ların sonunda
çöktüğü tarihe kadar sadece bir uluslar ve halklar hapishanesi değil,
aynı zamanda bir uluslar mezbahası olduğunun bilincindedirler.
Herhalde bunu en iyi bilenler de Anadoluda, Balkanlarda ve
Ortadoğuda Osmanlı boyunduruğu altında yaşamış ve acı çekmiş olan
ve Türk burjuvazisinin Osmanlıcı gevezeliklerine karınları tok olan
bölge halklarıdır. Kaldı ki kendi ülkelerini yönetmekten ve kendi
Kürt sorunlarını çözmekten aciz Türk gericilerinin, başını ABD
emperyalizminin çektiği tekelci burjuvazinin siyasal ve ekonomik
egemenliği koşullarında sözümona dünyanın egemenlerinden bağımsız
bir yeni Osmanlı İmparatorluğu kurma özlemlerinin tam bir ham hayal
olduğu tartışma götürmez.
* * * * *
Gerçek ve kalıcı barışın sağlanmasının sınıfların ortadan
kaldırılmasına bağlı olması, geçici, iğreti ve kısmi de olsa barış
için uğraşmanın ve emperyalist ve gerici savaş kışkırtıcılarına
karşı savaşım vermenin önemini zerrece ve asla azaltmaz. Ancak barış
savaşçıları, her yüce kavram gibi barış kavramının da pek çok
çarpıtma ve demagojinin konusu olduğunu, barışı koruma ve kendini
savunma görüntüsü altında saldırı ve yayılma savaşları
düzenlenebildiğini, bazan barışın savaş ve savaşın barış olduğunu,
barışın silahların susmasından ibaret olmadığını bir an bile
unutmamak zorundadırlar. Örneğin Hitler, Nazi Almanyasının İkinci
Dünya Savaşına hazırlamaya başladığı 1933 yılının 28 Ekiminde
yaptığı bir konuşmada,
Biz savaşı biliyoruz. Biz savaş istemiyoruz. Biz çalışmak ve
dinlenmenin zevkini çıkarmak istiyoruz... Biz başka halkları
boyunduruk altına almak değil, onuru lekelenen ve hakarete uğrayan
anayurdumuzu korumak istiyoruz. (Kathleen Freeman, What They Said
At The Time, Londra, Frederick Muller Ltd., 1945, s. 99) diyordu. Bu
arada, onyıllardır topraklarına zorla el koyduğu Filistin halkının
kanını döken ve komşu devletlere karşı saldırgan ve yayılmacı bir
siyaset izleyen İsrailin ordusunun resmi adının İsrail Savunma
Kuvvetleri olduğunu, Türk gericilerinin Temmuz 1974de Kuzey
Kıbrısı işgal etmelerini Kıbrıs Barış Harekatı, buradaki işgal
kuvvetlerini ise Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri diye andıklarını
anımsayabiliriz. Tabii, 19. yüzyılın sonlarından bu yana dünyanın
her yanında yüzden fazla askeri müdahale ve işgal gerçekleştirmiş,
elleri Asya, Afrika ve Latin Amerikada kıtalarında yaşayan
onmilyonlarca emekçinin kanıyla lekelenmiş olan ABD
emperyalistlerini unutmak olmaz. Leninin Çarlık rejimi için uygun
gördüğü askeri-feodal emperyalizm tanımlamasına benzer bir biçimde
askeri-emperyalist tanımlamasını fazlasıyla hak etmiş bulunan ABD,
saldırı, müdahale ve işgallerini başka ülkelere demokrasi götürme
ve barışı koruma gerekçesiyle aklama yolunda bir gelenek
oluşturmuştur. Hitlerin, Mussolininin ve Hirohitonun izinden
yürüyen ve bu geleneği sürdüren ABDnin emperyalist şefi G. W. Bush
Mayıs 2008de İsraile yaptığı ziyaret sırasında TV Kanal 10a
verdiği mülakatta şöyle diyordu :
Bana soracak olursanız Ortadoğu barışına yönelik en büyük tehdit
İran rejimidir. Bu baya göre, rejiminin gerici niteliği bir yana,
yakın tarihte herhangi bir ülkeye saldırmamış, ABD ve
bağlaşıklarının kışkırttığı Iraka karşı 1980-88 yılları arasında
son derece yıpratıcı bir savaş vermek zorunda bırakılmış,
uluslararası toplumun ekonomik ambargosu aracılığıyla bunaltılmış,
topraklarında yaşayan Fars-olmayan etnik grupların (Kürtler,
Beluciler, Araplar vb.) ABD ve İsrailin de desteğiyle çeşitli
rejim-karşıtı eylemler gerçekleştirdiği, Afganistanda, Irakta,
Basra Körfezinde, Doğu Akdenizde, Afrika Boynuzunda, Diego Garcia
adasında vb. konuşlu ABD kuvvetlerinin yanısıra İsrailin ve
NATOnun saldırı tehdidi altında bulunan ve silahlı kuvvetlerinin
nicelik ve niteliği, karşısında sıralanmış ülkelerinkiyle asla
kıyaslanamayacak durumda olan, komşu ülkeler ya da ABD için bir
tehdit oluşturmayan İran bir tehdit öğesidir; binlerce nükleer
füzeye, en gelişmiş konvansiyonel silahlarla donanmış devasa bir
orduya sahip olan ABD ve İsrail ise bu tehdidin hedefleri!
İkiyüzlülük ve demagojide sınır tanımayan emperyalist burjuvazinin
faşist mantığı işte böyle bir şey!
Tarihsel deneyim barışın ancak ve ancak barışın düşmanlarına, yani
emperyalist ve gerici burjuva saldırgan güçlere karşı kararlı bir
duruş sergilemek suretiyle savunulabileceğini göstermektedir. Gene
bu deneyim uzlaşmacılık, yatıştırmacılık ve teslimiyetçilik yolunun
barış düşmanlarını cesaretlendirdiğini ve küstahlaştırdığını ve
dolayısıyla işçi sınıfı ve halkların daha ağır bir saldırıya hedef
olmasına ve/ ya da savaşa yol açtığını göstermektedir. Barışı
savunmanın yolu barışın düşmanlarını sergilemekten, onlara meydan
okumaktan, işçi sınıfının, diğer emekçilerin ve tüm barışsever
güçlerin kitlesel ve silahlı direnişlerini örgütlemek ve
desteklemekten, dostlarını ve düşmanlarını doğru bir biçimde
saptamaktan ve gerçek ve potansiyel dostlarıyla ilkelere dayalı
bağlaşmalar yapmaktan geçmektedir. Kuşkusuz bu, barış yanlısı
güçlerin zaferini güvencelemez; ancak gene tarihsel deneyim işçi
sınıfının, ezilen halkların ve onların öncülerinin utanç verici bir
teslimiyeti yeğlemelerinin savaşarak yenilmelerine kıyasla çok daha
moral bozucu olduğunu göstermektedir.
Bir anlamda barışın savaş, savaşın da barış demek olduğunun elle
tutulur örneklerini geçtiğimiz günlerde yaşadık ve yaşıyoruz.
Anımsayalım: Lübnanda işbirlikçi Sinyora hükümeti 6 Mayısta
yaptığı bir toplantıda, Hizbullahın ABD ve İsrail istihbarat
elemanlarının giriş-çıkışlarını denetlemek için Beyrut Uluslararası
Havaalanına yerleştirmiş olduğu elektronik iletişim sistemini
sökmeyi ve havaalanının Şii kökenli güvenlik komutanı Vefik Şakir'i
görevden almayı kararlaştırdı. Hizbullah, ABD ve İsrailin
yüreklendirmesiyle atıldığı belli olan ve ABD Başkanı G. W. Bushun,
kuruluşunun 60. yıldönümü vesilesiyle 14 Mayısta bu ülkeyi ziyaret
etmesinin öngününde atılan bu adıma hemen yanıt verdi. Hasan
Nasrullah sözkonusu iletişim sisteminin sökülmesinin ve güvenlik
komutanının görevden alınmasının Hizbullahı silahsızlandırma
anlamına geldiğini söyledi. 7 Mayısta harekete geçen Hizbullah
kuvvetleri, Sinyora kliğiyle ortak hareket eden Saad Haririnin ve
Dürzi lider Velid Canbolatın milislerini birkaç saat içinde etkisiz
hale getirdiler ve Batı-yanlsı Sünni güçlerin yaşadığı Batı Beyrutu
ele geçirdiler. Ordunun tarafsız kaldığı ve Lübnan genelinde 60
kişinin ölümü ve 200 kişinin yaralandığı bu mini kriz, Hizbullahın
siyasal ve askeri zaferiyle sonuçlandı: Sinyora hükümeti provokatif
kararlarını geri almak zorunda kalırken Hizbullah da işgal ettiği
Batı Beyruttan çekildi ve böylelikle Lübnanda toplumlar arası
ilişkileri gerginleştirmeyi ve yeni bir iç savaşı kışkırtmayı
planlayan emperyalist-Siyonist blokun oyununu boşa çıkardı.
Kararlı direnişi sonucu, ABD ve İsrailin yanısıra Suudi ve Mısırlı
gericilerin desteklediği işbirlikçi güçleri püskürten Hizbullah,
istikrarsız ve güvenilmez bir nitelik taşıdığı bilinen barışı
muhafaza etmeyi başardı. Bu kararlı tutum ve direniş, Iraka karşı
saldırılarını başka ülkelere yaygınlaştırmayı kuran ABD-İsrail bloku
ve onların uşakları için ağır bir darbe anlamına gelirken,
barış-yanlısı güçlerin moralini yükseltti ve onların konumunu bir
ölçüde sağlamlaştırdı. Kararsız, uzlaşmacı ve yatıştırmacı bir tutum
ise, tam da emperyalist-Siyonist blokun istediği gibi Lübnanda bir
iç savaşın patlak vermesinin, ardından Suriyenin
istikrarsızlaştırılması ve saldırıya uğramasının ve belki de İrana
yönelik tehditlerin yaşama geçirilmesinin yolunu açacaktı. (Benzer
bir değerlendirme, İsrailin Lübnana karşı başlattığı, ama
başarısız olduğu 2006 yaz savaşı için daha da fazlasıyla geçerlidir.)
Bu kararlı tutumun bir başka sonucu da Batı-yanlısı ve işbirlikçi
güçlerle başını Hizbullahın çektiği muhalefet arasındaki
anlaşmazlıklar nedeniyle uzun süredir boş kalan devlet başkanlığı
koltuğuna 23 Mayısta Lübnan Genelkurmay Başkanı General Mişel
Süleymanın getirilmesi oldu. Kökü ülkenin sancılı tarihinde ve
siyasal-toplumsal bölünmüşlüğünde yatan Lübnandaki istikrarsızlık
sona ermedi kuşkusuz. Ancak, ABD-İsrail bloku ve onların bölgesel ve
Lübnandaki uşaklarının engellemeleri nedeniyle 18 aydır devlet
başkanını seçemeyen bu ülkedeki farklı fraksiyonların Katarın
başkenti Dohada yaptıkları görüşmeler sonucunda bir devlet başkanı
üzerinde anlaşmaya varmaları, Hizbullahın kazandığı taktiksel
siyasal-askeri zaferin ürünü sayılmalıdır.
21 Mayısta İsrail ve Suriyenin, Türkiyenin gözetiminde barış
görüşmelerine başladıklarını ilan etmeleri ise, barışın savaşın
yolunu açtığı ya da savaş anlamına geldiği süreçlere tipik bir
örnektir. Türkiye Nisan ayından bu yana bir Suriye-İsrail barışı
için çaba harcıyor. Bölgede gerginliğin azalmasına, hatta Filistin
sorununun çözümüne vb. katkıda bulunabileceği düşünülebilecek bu
çaba ilk bakışta olumlu olarak değerlendirilebilir. Ama, Suriyenin
1967 savaşında İsraile kaptırdığı Colan tepelerini geri almak için
vermek zorunda kalacağı ödünler düşünüldüğünde kazın ayağının hiç te
öyle olmadığı anlaşılır. Sürdürülmekte olan diplomatik görüşmelerin
içeriği bilinmiyor. Ancak; Mısır, Suudi Arabistan gibi gerici bölge
devletlerinin de desteğiyle ABD-İsrail blokunun Colan tepelerinin
karşılığında Suriyeye, a) Lübnanda Hizbullahı ve diğer
Batı-karşıtı güçleri desteklemekten ve bu ülke üzerindeki tarihsel
savlarından vazgeçmeyi, b) İranla olan bağlaşmasını sona erdirmeyi,
c) Filistinde HAMASı ve İslami Cihatı desteklemekten vazgeçmeyi
dayattıklarını tahmin etmek güç değil. Kaypak Suriye burjuvazisinin
böyle bir pazarlığı kabul edip etmeyeceği/ edemeyeceği henüz belli
değil. Ama gerçekleşmesi halinde bunun, objektif olarak
Ortadoğudaki barış cephesinde yer alan ABD/ İsrail-karşıtı direniş
güçlerinin işini zorlaştıracağı ve dolayısıyla durumları pek güçlü
olmasa da- Washington ve Telavivin yeni savaş maceralarına
atılmasını kolaylaştıracağı açık. (1)
Anımsanacağı üzere benzer bir süreç 26 Mart 1979da imzalanan Camp
David anlaşmasıyla Enver Sedat kliğinin başını çektiği Mısır
burjuvazisinin ABD-İsrail kampına katılması sırasında yaşanmıştı.
ABDnin aracılık ettiği bu anlaşma, İsrailin 1967 savaşı sırasında
ele geçirdiği Sina yarımadasını Mısıra geri vermesi ve ABDnden her
yıl alacağı yüklü bir rüşvet karşılığında Mısırın İsraili tanıması
ve Filistin direnişine verdiği desteği çekmesiyle sonuçlanmıştı.
Ortadoğuda önemli bir siyasal ağırlığı olan Mısırın bu anlaşmayı
imzalaması, küstahlığı artan ABD ve İsrailin Filistin direnişine ve
Lübnan, Suriye ve İrana karşı daha saldırgan bir tutum almasıyla
sonuçlanmıştı. 22 Eylül 1980de Irakın ABDnin kışkırtmasıyla -1979
İslam devrimiyle ABDnin nüfuz alanından çıkan-İrana karşı 8 yıl
sürecek bir savaş başlatması, 7 Haziran 1981de İsrail savaş
uçaklarının Irakın Osirak nükleer santralını bombalamaları, 6
Haziran 1982de İsrailin Güney Lübnandaki Filistin üslerine ve
Güney Lübnan halkına karşı büyük-ölçekli bir saldırıya girişmesi,
ardından Beyrutu kuşatması ve daha sonra Filistinli gerillaların
Lübnanı terketmesini sağlaması, 16-17 Eylül 1982de Lübnanlı
Falanjistlerin İsrailin gözetimi altında Sabra ve Şatila
kamplarında 3,000e yakın Filistinliyi katletmesi, 17 Mayıs 1983te
İsrailin Güney Lübnanda -2000de Hizbullah tarafından zorla
çıkartılana kadar kalacağı- bir güvenlik şeridi oluşturması gibi
olayların hepsini Camp David Anlaşmasıyla değişen siyasal dengelere
bağlamak doğru olmayabilir; ancak Mısır-İsrail barışının
emperyalist-Siyonist saldırganlığı cesaretlendirdiği yadsınamaz. Bu
kez Suriye ile İsrail arasında barışı sağlayacak olan olası bir
ikinci Camp David Anlaşmasının da benzer sonuçlar doğuracağını
tahmin etmek zor değil. Zaten İsrail ile stratejik askeri ilişki
içinde bulunan ABD uşağı Türk gericilerinin bu arabulucuk işine
şevkle soyunmaları da bu gelişmeye kuşkuyla bakmak için yeterli.
Ne pahasına olursa olsun barışı koruma, daha doğrusu barışı koruma
gerekçesiyle saldırgana ödün verme politikasının aslında savaşın
yolunu açmak anlamına gelişinin klasik örneği, İkinci Dünya
Savaşının öngününde başta Britanya ve Fransa emperyalistlerinin, ama
aynı zamanda Avusturya ve Çekoslovakya burjuvazilerinin izlediği
yatıştırma ve teslimiyetçilik politikasıdır. Hitler Almanyasının, bu
ülke içindeki faşist güçlerin de yardımıyla 11 Mart 1938de
Avusturyayla birleşmesine (Anschluss), yani bu ülkeyi tehdit ve
zorla ilhak etmesine, ne Avusturya burjuvazisi, ne de Britanya ve
Fransa burjuvazisi bir tepki gösterdi. Sovyetler Birliği 17 Mart
1938de yaptığı bir açıklamada saldırganların önünün kesilmesi
amacıyla yapılacak ortak eylemlere katılmaya hazır olduğunu açıkladı
ve -BMin önceli olan ve daha çok Cemiyet-i Akvam diye bilinen-
Uluslar Ligasında yer alan ve almayan devletlerle birlikte askeri
önlemler de içinde olmak üzere alınması gereken önlemleri ivedi
olarak kararlaştırmaya hazır olduğunu açıkladı. Ama faşist
saldırganları Doğuya, yani Sovyetler Birliğine yöneltme
politikasını izleyen, bu amaçla yatıştırma yolunu tutan ve bütün
bunları kendi kamuoylarına savaştan kaçınma ve dünya barışını
koruma çabası olarak pazarlayan Britanya ve Fransa Avusturyayı
kurtarmak için kıllarını bile kıpırdatmadılar.
Avusturyadan sonra sıra Çekoslovakyaya geldi. Nazi Almanyası bir
süredir, bu ülkenin Almanların yaşadığı Südetler bölgesinin ilhakı
için yoğun bir propaganda kampanyası sürdürmekteydi. (Geçerken
Südetler bölgesinin Nazi Almanyasıyla birleşmesi kampanyasının,
ulusların kendi yazgısını belirlemesi haklı ilkesinin nasıl gerici
amaçlar için kullanılabileceğinin tipik bir örneği olduğunu
belirtmek isterim.) Avusturyada yaşananlar Çekoslovakyanın başına
gelecekleri gösteriyordu. Etyopyayı ve İspanyayı, tabii gene
barışı koruma gerekçesiyle faşist saldırganlara kurban veren
Britanya ve Fransa, Nazilerin Çekoslovakyayı yutma girişimini de
yüreklendirdiler. Yatıştırma politikasının baş mimarlarından ve
azılı anti-komünist Britanyanın başbakanı Neville Chamberlain ise
Çekoslovakya yöneticilerini barışçı bir teslimiyete zorlamak için
çoktan kolları sıvamıştı bile. Fransa, beklendiği üzere Britanyanın
tutumunu destekledi. Sovyetler Birliği 1938 Ağustosundan itibaren
Çekooslovakyanın Avusturyanın akibetine uğramaması için
girişimlerini yeniden yoğunlaştırdı ve Çekoslovakyanın
bağımsızlığını, savaş da içinde olmak üzere her yolla desteklediğini
bir çok kez açıkladı ve gerek Britanya ve Fransaya ve gerekse
Uluslar Ligasına bu yönde çağrılar yaptı. Fakat Britanya ile
Fransanın, özü faşist güçlerin Sovyetler Birliğine saldırmasını
sağlamak olan bir politika güttükleri koşullarda bu çabalar herhangi
bir sonuç vermedi ve veremezdi de. (2) 18 Eylülde Londrada
biraraya gelen Britanya ve Fransa başbakanları, Hitlerin Südetler
bölgesini Almanyaya katma ve Çekoslovakyayı parçalama önerisini
desteklemeyi kararlaştırdılar. Hemen ardından ise Çekoslovakyayı
Hitlerin diğer taleplerini karşılaması için sıkıştırmaya başladılar.
30 Eylülde Hitler, Mussolini, Chamberlain ve -Fransa Başbakanı-
Daladierin katıldığı utanç verici Münih toplantısında Britanya ve
Fransa, hem de Çekoslovakya halkının ve hükümetinin düşüncesi
alınmaksızın, bu ülkeyi Nazi Almanyasına armağan ettiler. Britanya
Başbakanı Chamberlein Münihten ülkesine döndüğünde yaptığı
konuşmada şunları söyleyebiliyordu:
Müzakerelerin çok zorlu geçtiği doğru; ancak ben vardığımız
Anlaşmanın Avrupada barışın sürdürülmesi için vazgeçilmez bir
nitelik taşıdığına derinden inanıyorum.
Şu anda, karşılıklı ödünler sayesinde ve Batının dört Büyük
Devletinin eylemine can veren işbirliği ruhu sayesinde barışın
kurtarıldığına da aynı ölçüde eminim. (What They Said At The Time,
s. 272)
Bu arada Avusturya ve Çekoslovakya burjuvazilerinin de faşist
saldırganlık karşısında teslimiyetçi bir tutum sergilemiş
olmalarının, Hitler Almanyasının ve Britanyalı ve Fransız
emperyalist savaş kışkırtıcılarının işlerini kolaylaştırdığının altı
çizilmelidir. Oysa her iki ülke, özellikle de Çekoslovakya görece
küçük, ama modern silahlarla donanmış ordulara sahiptiler. Ve
gösterebilecekleri sınırlı bir siyasal ve askeri direnişle henüz
ciddi bir savaş deneyimine sahip olmayan, daha sonraki yıllarda
gelişecek olan özgüven duygusu oluşmamış ve saflarında önemli görüş
ayrılıkları bulunan Nazi saldırganlarının işlerini epey
güçleştirebilir ve belki de uluslararası kamuoyunun Sovyetler
Birliğinin barışı korumayı öngören önerileri doğrultusunda harekete
geçmesini sağlayabilirlerdi. Ne var ki, Britanya ve Fransada olduğu
gibi, kendi işçi sınıflarından ve komünizm tehlikesinden korkan
gerici Avusturya ve Çekoslovakya burjuvazileri böyle bir direnişi
örgütlemeyi düşünmediler bile. İşte böyle başlatılan İkinci Dünya
Savaşında, faşist devletlerin elde ettikleri mevzilerden
püskürtülebilmeleri, yani barışın yeniden kazanılabilmesi için,
başta Sovyetler Birliği halkları gelmek üzere, Avrupa ve Asya
halklarının silaha sarılıp savaşmaları ve milyonlarca şehit
vermeleri gerekti. İnsanlığın başına faşizm belasını saran ve dönüp
kendilerini vurmaya girişen Nazi Almanyasının gazabından gene esas
olarak Sovyet Kızılordusu ve halklarının görülmemiş özverisi
sayesinde kurtulan iliğine değin çürümüş Britanya ve Fransa
burjuvazileri ise, o günden bu yana demokrasi ve barış üzerine
sahte, ikiyüzlü ve iğrenç gevezelikler yapmayı ve bu konuda
başkalarına üst perdeden öğüt vermeyi sürdürüyorlar.
* * * * *
Kürt halkının ve onun siyasal temsilci ve önderlerinin hayli, hatta
çok uzun bir zamandır; akan kanın durması, bir Kürt-Türk
çatışmasının önünün alınması, ülkede bir barış ortamının sağlanması
ve iki ulus arasında kardeşçe bir birlikin kurulması uğrunda, Türk
burjuva devleti katında hiç de olumlu bir karşılık bulmayan bir
savaşım yürüttükleri biliniyor. Bu çabaların, Kürt halkının temel
haklarını bir yana atma, ulusal eşitlik ilkesini çiğneme noktasına
geldiği de. Başka yazılarımda açmış olduğum bu konuya ilişkin
görüşlerimi burada yinelemek istemiyorum. Ancak şu gerçeğin herkes
tarafından rahatlıkla teslim edileceğini sanıyorum: Bütün veriler,
her renkten Türk gericilerinin Kürt halkına eşit bir taraf biçiminde
yaklaşmaya asla niyetleri olmadığını, onunla ancak kendi Hamidiye
Alayları, caşları, korucuları olarak ilişki kurmaktan ve bu halk
üzerindeki ulusal boyunduruklarını sürdürmekten yana olduklarını
göstermeye devam etmektedir. Bu koşullar altında Kürt halkının
siyasal temsilci ve önderlerinin ve siyasal bakımdan ileri
öğelerinin haklı davaları için yürüttükleri kavgada, gerek Osmanlı
İmparatorluğunun son onyıllarından bu yana Kürt halkının bu sancılı
topraklarda yaşadığı tarihsel deneyimleri ve gerekse bu yazıda
sözünü ettiğim uluslararası tarihsel deneyimleri dikkate almaları
gerektiğini düşünüyor ve sözlerimi 22 Eylül 1998de kaleme almış
olduğum Hazır Ol Cenge İster İsen Sulh-u Salah başlıklı yazımın
son paragrafıyla noktalıyorum:
Ama, emperyalistler ve onların yerli uşakları avuçlarını yalayacak,
proletarya ve halkların tutuşturduğu ve tutuşturacağı devrimci
savaşın alevlerinde yanmaktan kurtulamayacaklardır. Onları, ne
Cruise ve Tomahawk füzeleri, ne terörizme ilişkin ikiyüzlü
yaygaraları ve ne de yığınların zihinlerini bulandırmaya yönelik
dezenformasyon etkinlikleri ve medyatik manipülasyonları
kurtaracaktır. Yeter ki, proletaryanın ve ezilen halkların devrimci
öncüleri, uzun süreli ve uzlaşmaz bir kavgaya girmeye cüret etsin ve
dayanacakları biricik gücün yığınların bitmez tükenmez devrimci
potansiyeli olduğunu bir an bile unutmasınlar!
DİPNOTLAR
(1) Londrada yayımlanan El-Hayat gazetesinde yayımlanan ve İsrail
gazetesi Haaretzin internet sitesinde yer alan bir haber bu gerici
girişimin arkasında ABDnin bulunduğunu ortaya koyuyor. Haaretzin,
19 Mayısta Türkiye basınında yer alan yazısında aynen şöyle deniyor:
ABD'nin, Türkiye'den İsrail-Suriye görüşmeleri için daha güçlü çaba
göstermesini istediği bildirildi... ABD hükümetinin Türkiye'den
görüşmelerin ilerletilmesi için çabalarını artırmasını istediği
kaydedilen haberde, bu isteğin Lübnan'da siyasi krizin sürdüğü bir
döneme denk geldiği ve ABD'nin İsrail ile Suriye arasında sağlanacak
bir barışın Lübnan'ı Hizbullah'tan uzaklaştırabileceği tahminleri
yaptığı belirtildi. El Hayat, Washington'ın İsrail'e, Suriye ile
görüşmelerde ilerleme kaydedilmesinin önemini birçok kez üstü kapalı
şekilde ilettiğini ve Türkiye'nin iki ülke arasında ilerleme
sağlayabildiği takdirde ABD'nin görüşmelere katılmaya hazır
olacağını yazdı.
(2) Stalin, SBKP (B)nin Mart 1939da yapılan XVIII. Kongresine
sunduğu raporda bu sözde karışmazlık ve yatıştırma politikasının
özünü şöyle anlatıyordu:
Fakat işin gerçeğini söyleyecek olursak, karışmazlık siyaseti,
saldırganlığa gözyumma, savaşı zincirlerinden boşandırma ve sonunda
onu bir dünya savaşına dönüştürme anlamına gelir. Karışmazlık
siyaseti, saldırganların uğursuz eylemlerine engel olmama, örneğin
Japonyanın Çinle ya da daha iyisi Sovyetler Birliğiyle savaşa
tutuşmasına, örneğin Almanyanın Avrupa sorunları içine batmasına,
Sovyetler Birliğiyle savaşa tutuşmasına engel olmama, savaşan
tarafların savaş bataklığına derinlemesine batmalarına izin verme,
onları el altından böyle davranmaya teşvik etme, onların karşılıklı
olarak birbirlerini güçten düşürüp tüketmelerine olanak sağlama ve
sonra yeteri kadar zayıf düştüklerinde taze güçlerle sahneye çıkarak,
tabii sözde barışın yararına savaştan yorgun düşmüş taraflara
kendi koşullarını dayatma heves ve isteğini ele verir. (Problems of
Leninism, Moskova, Foreign Languages Publishing House, 1940, s. 626)
Garbis Altınoğlu, 3-4 Haziran 2008