Marx-Engels |  Lenin  | Stalin |  Home Page

Garbis Altinoglu

Articles

LONDRA’DA SAHTE BAYRAK OPERASYONU
Garbis Altınoğlu,
9-10 Temmuz 2005


7 Temmuz günü Londra metrosunun üç istasyonunda ve bir belediye otobüsünde meydana gelen bir dizi patlamada, son belirlemelere göre 50’den fazla insan öldü ve önemli bir kısmı ağır olmak üzere yüzlerce kişi yaralandı. Saldırıları, adı şimdiye kadar duyulmamış olan ve kendisini “Avrupa’daki Gizli El-Kaide Örgütü” olarak adlandıran bir örgütün üstlendiği ileri sürüldü. (Tıpkı Lübnan eski başbakanı Refik Hariri’nin öldürülmesini, adı daha önce hiç duyulmamış bir örgütün –“Suriye ve Lübnan’da Zafer ve Cihat”- üstlenmesi gibi.) Bir İslami vebsitede yayımlanan açıklamasında adıgeçen örgüt, saldırıların amacının “Britanya’nın Irak ve Afganistan’da işlemekte olduğu suçlardan ötürü Britanya Siyonist haçlı hükümetinden intikam alma” olduğunu söyledi. Bu saldırılar, dünyanın en zengin 7 ülkesinin yanısıra Rusya’nın da içinde yer aldığı G-8 grubunun İskoçya’da yapılan ve çok sayıda küreselleşme karşıtının da bir dizi eylemle protesto ettiği toplantısının ilk gününe denk geldi.

Emperyalist ikiyüzlülük
Masum insanları hedef alan ve nefretle kınanması gereken bu saldırıların ardından, emperyalist şefler, tekelci medya ve onların Türkiye gibi ülkelerdeki uzantıları suçlayıcı parmaklarını hemen, ne idüğü belirsiz Arap ve Müslüman teröristlerine yönelttiler. Onlar, -tıpkı İstanbul ve Madrit’te meydana gelen patlamalarda olduğu gibi- daha resmen şu ya da bu grubu suçlayacak kanıtlar ortaya çıkmadan sanıkları belirlemiş ve lanetlemişlerdi bile. Başta George W. Bush olmak üzere, G-8 toplantısına katılan liderler gündemlerini bir yana bırakarak “terörizm”le savaşımda ne denli kararlı olduklarını açıklarken, NATO ile BM Güvenlik Konseyi’nin, gündemi Londra saldırıları olan özel toplantılar yapacakları ve ABD ve Batı Avrupa ülkelerinde “terör”e karşı alınan önlemlerin arttırılacağı açıklandı. Uzun sözün kısası, hemen hemen herkes, Londra’daki bombalama eylemlerinin kurbanları için –genellikle sahte ve ikiyüzlü bir- üzüntü belirtme ve terörü kınama yarışına girdi.

Burada öncelikle, emperyalist burjuvazinin ve onun uşaklarının görülmemiş ikiyüzlülüğünün altının kalın bir çizgiyle çizilmesi gerekiyor. ABD ve ortaklarının 7 Ekim 2001’de Afganistan’a ve 20 Mart 2003’de Irak’a saldırıya geçmelerinin ardından bu iki ülkede, çoğu sivil 100,000’den fazla insan yaşamını yitirir, yüzbinlerce insan yaralanır ve sakatlanır, milyonlarca insan evlerinden olur, işgalci güçler, yerli uşaklarının katılımıyla kurdukları ölüm mangalarıyla terör estirir, yüzbinlerce insanı işkenceden geçirir, gözaltına alır ve zindanlara doldurur, sivil halka karşı napalm, kimyasal silahlar, misket bombaları, seyreltilmiş uranyumlu mermiler gibi uluslararası anlaşmalarca yasaklanmış silahlar kullanır, bu ülkelerin zaten önemli ölçüde yıpranmış olan altyapılarını tahrip eder, maddi zenginliklerinin ve petrolünün yanısıra tarihsel, arkeolojik ve kültürel mirasını örgütlü bir biçimde yağmalar, aydın ve akademisyenlerini katlederken ne BM’in, ne de tekelci medyanın herhangi bir bir itirazı duyulmadı. Üstelik bu emperyalist savaşlar, uluslararası burjuva hukukuna göre de gayrımeşru ve BM’in Sözleşmesine de aykırı olduğu halde.


Sorumlu Kim?
Gelelim sorunun özüne. Acaba 7 Temmuz saldırıları kim tarafından ve hangi amaçlarla gerçekleştirildi; bu eylemler hangi sınıfların ve siyasal güçlerin çıkar ve hesaplarına hizmet etti ve ediyor? Eylemlerin arkasında kimin bulunduğu konusunda kesin bir şey söylemek olanaklı değil; bu asla açığa çıkmayabilir de. Bilindiği gibi dünya, 22 Kasım 1963’te öldürülen ABD devlet başkanı J. F. Kennedy’nin kim ya da kimler tarafından öldürüldüğünü hala tartışıyor. Gene de dikkate değer bir-iki olguya değinmekte yarar var.
1970’lerde ve 1980’lerde İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu’nun (=IRA) Britanya topraklarında gerçekleştirdiği ya da onun adına İngiliz istihbaratının yaptığı sonradan açığa çıkan bombalama eylemlerinden ötürü zaten “terör”e karşı genel bir hazırlığı olan Londra, özellikle 11 Eylül saldırısının, Afganistan ve Irak halklarına yönelik emperyalist savaşın, İstanbul ve Madrit’teki bombalama eylemlerinin ardından en üst düzeyde güvenlik önlemlerinin alındığı kentlerden biriydi. Britanya devlet ve polis yetkilileri, Londra’da böyle bir terör eyleminin her an gerçekleşebileceğini epey bir süredir söylemekteydiler. Bu faktörlere bağlı olarak Londra çoktandır, tam 4.5 milyon CCTV (=kapalı devre televizyon) kamerasıyla sürekli gözetim altında tutuluyor. Britanya polisi ve iç (MI5) ve dış (MI6) istihbarat servisleri, kuşkulu gördükleri –özellikle Müslüman kökenli- kişi ve grupları, Müslüman azınlık arasına yerleştirdikleri ajanlarının da yardımıyla sürekli bir biçimde izlemekteler. Ayrıca onlar; kuşkulu olarak niteledikleri kişilerin elektronik posta, telefon vb. haberleşmelerini ve her türlü olası patlayıcı ya da diğer tehlikeli madde transferlerini de aynı biçimde izlemekteler. Bunlara, kentin dörtbir yanında ve özellikle havaalanları, metro, büyük alışveriş merkezleri gibi duyarlı yerlerde görev yapan çok sayıda sivil ve resmi güvenlik görevlilerini ekleyebiliriz. Dahası, İskoçya’nın Gleneagle kentinde başlayan G-8 toplantısı nedeniyle güvenlik önlemleri daha da arttırılmıştı. Bu koşullarda, herhangi bir devlet-dışı terörist grubun, böylesine önemli bir tekniksel uzmanlık ve planlama ve koordinasyon yetisi gerektiren bir dizi patlama eylemini gerçekleştirebilmesinin, olanaksız değilse de son derece zor olduğu söylenmeli.
El Kaide ve benzeri örgütlerin açıklamalarını duyuran Jihad Unspun adlı vebsitede 8 Temmuz’da Hatice Abdül Kaher imzasıyla bir yazı yayımlandı. “Who’s Behind the Bombings in London Town?” (=Londra Kentindeki Patlamaların Arkasında Kim Var?”) başlıklı yazısında yazar, bombalamaları üstlenen “Avrupa’daki Gizli El Kaide Örgütü” adına yapılan açıklamaya ilişkin gariplik ve tutarsızlıklara dikkati çekiyordu. Ona göre, El Kaide’nin açıklamaları kural olarak, önce Arap basınında yer alıyor ve ancak daha sonra Batılı basın ajanslarına ulaşıyordu. Bu sefer ise, tam tersi olmuştu. İkincisi, El Kaide’nin açıklamaları düzgün ve doğru bir Arapça ile yazılırken, “Avrupa’daki Gizli El Kaide Örgütü”nün Londra eylemine ilişkin açıklaması hatalı bir Arapçayla kaleme alınmıştı. Ve üçüncüsü, El Kaide’nin açıklamalarında Kuran’dan aktarılan ayetler eksiksiz ve doğru bir biçimde verilirken bu sözde örgütün açıklamasında yer alan ayetler eksik ve yer yer de yanlış bir biçimde sunulmuştu.
Bunlara ek olarak, Irak’a karşı girişilen savaş öncesinde İngiltere ve özellikle Londra işçi sınıfı ve halkının dünyadaki en büyük savaş karşıtı kitle eylemlerini düzenledikleri olgusuna dikkat çekmek gerekir. İslami eğilimli direniş örgütlerinin bunu bilmedikleri ve dikkate almayacakları düşünülemez. Zaten kapsamlı bir kuşatma ve saldırı ile yüzyüze bulunan bu örgütlerin, Britanya tekelci burjuvazisinin saldırganlığı ve terörizminin intikamını sıradan işçi ve emekçileri hedef alan ve üstelik kendilerinin daha da fazla yalıtılmalarına yol açacak böyle bir eyleme girişerek almaya kalkmaları düşünülemez. İslami eğilimli direniş örgütlerinin aksine, gerici amaçlarına ulaşmak için bireysel ve kör terörü bir araç olarak kullanmakta ve “kendi” işçi ve emekçilerinin yaşamına kastetmekte asla ve zerrece kararsızlık göstermediği tarihsel deneyimlerle kanıtlanmış bulunan emperyalist burjuvazinin ve özellikle ABD-Britanya-İsrail şer ekseninin –en azından kısa erimde- böylesi bir eylemden yarar umması için bir dizi neden bulunuyor. Dolayısıyla, Irak ve Afganistan direnişini yürüten örgüt ve grupların işine yaramayacağı, onların siyasal etki ve yedeklerini zayıflatacağı apaçık belli olan bu eylemin doğrudan ABD, Britanya, İsrail gibi saldırgan devletlerin istihbarat örgütleri ya da onların içine sızdığı, yönlendirdiği ve etkisi altına aldığı bir sözde İslami direniş örgütü tarafından gerçekleştirildiğini, en azından güçlü bir varsayım olarak ileri sürebiliriz.

İsrail Bağlantısı
7 Temmuz saldırılarının altından Siyonistlerin kirli ellerinin görünmesi beklenirdi ve nitekim öyle de oldu. O günlerde Londra’da bulunan İsrail Maliye Bakanı ve azılı faşist Binyamin Netanyahu’nun patlamalardan birinin olduğu Liverpool Street metro istasyonu yakınındaki bir binada yapılacak bir ekonomi konferansına gitmesi gerekiyordu. Associated Press ajansının Kudüs’ten geçtiği 7 Temmuz tarihli bir habere göre, İngiliz polisi patlamalardan kısa bir süre önce Londra’daki İsrail elçiliğini arayarak kentte bazı terör saldırılarının olabileceği yönünde istihbarat edindiklerini söylemişti. (British police had warned the Israelis) Bu yüzden Netanyahu kalmakta olduğu otel binasından ayrılmamış ve İsrail tarafından düzenlenen sözkonusu konferansa gitmemişti. Ama bu arada, sözkonusu gelişmelerle ilgili olarak Britanya halkı ve kamuoyuna herhangi bir bilgi verilmiyor ve metrodaki “olay”ın elektrik enerjisi sistemindeki bir sorundan kaynaklandığı söyleniyordu!
Yeni Zelanda’da yayımlanan Scoop Independent News ise 8 Temmuz 2005 tarihli haberinde aynı konuda şunları söylüyordu:
“Edinilen en son haberlere göre, ABD Kara Kuvvetleri Radyosu, doğrulanmayan güvenilir kaynaklara dayanarak Scotland Yard’ın (=İngiliz Emniyeti- G. A.), gerçekleşmelerinden kısa bir süre önce saldırılarla ilgili istihbarat uyarısı aldığını gösteriyor.” Haberde daha sonra, İsrail elçiliğinin uyarıldığı ve böylelikle Netanyahu’nun toplantıya gitmemesinin sağlandığı bilgisi yineleniyor.
Tahmin edileceği üzere Londra’daki İsrail elçiliği, kendilerine böyle bir uyarı yapıldığını reddetti. Bu arada AP haber ajansı da verdiği haberi değiştirdi. Haberin yeni biçimine göre, İsrail elçiliği patlamalardan ÖNCE değil, ilk patlamadan SONRA uyarılmıştı! ABD ve Britanya emperyalistlerinin ve İsrail’in dezenformasyon, provokasyon ve teröre ilişkin kabarık sicili dikkate alındığında, bu açıklamaların büyük bir ihtiyat ve kuşkuyla karşılanması ve ardından yeni soru işaretlerine yol açması hiç de abartılı bir tutum olarak algılanmayacaktır.

Şer ekseni Londra eylemini hangi amaçlarla gerçekleştirdi?
ABD-Britanya-İsrail neo-faşist blokunun neden böylesi bir saldırıya gerek duyduğu sorusu sorulabilir. Bu soruyu şöyle yanıtlayabiliriz:
1. Özellikle artan askeri kayıplara bağlı olarak Irak ve Afganistan halklarına karşı sürdürülen emperyalist terörizme verilen kamuoyu desteğinin azalmasının önüne geçmek ve/ ya da bu süreci tersine çevirmek. Dünyanın en büyük TV-radyo kuruluşlarından biri olmakla kalmayıp Afganistan ve Irak savaşının en öndegelen borazanlarından biri olan ve Rupert Murdoch’un medya imparatorluğuna bağlı Fox News’tan Brian Kilmeade, bu patlamalar için, “halkın hep birlikte böyle bir deneyim yaşamasının, Batı dünyasının… işine yaradığı”nı söylemesi, olayın failleri konusunda şimdiden bir ipucu verir gibidir. Irak’a gönderecek asker bulmakta büyük ölçüde zorlandıkları, bu yüzden asker adaylarına ilişkin standartları sürekli olarak düşürdükleri ve Irak ve Afganistan’da görev yapan askerleri arasında moral bozukluğunun ve buna bağlı olarak firarların, intiharların ve uyuşturucu kullanımının artmakta olduğu koşullarda ABD ve Britanya emperyalistlerinin Londra saldırısı türünden eylemlere gereksinimin duyacakları kuşku götürmez. (1)
2. ABD ve Britanya başta gelmek üzere emperyalist ülkelerde “halkın güvenliği” ve “terör tehlikesine karşı önlem alma” gerekçeleriyle yurttaş özgürlüklerini daha da kısıtlamak, yeni “anti-terörizm” yasaları çıkarmak ve faşizme doğru gidişi hızlandırmak. İlk elde Britanya hükümeti, bu olayı halkın büyük çoğunluğunun karşı çıktığı ve sürekli olarak taşınması zorunlu kılınacağı söylenen yeni, biyometrik kimlik kartlarını dayatmak ve halkı daha da büyük ölçüde gönüllü ihbarcılığa teşvik etmek için kullanmaya çalışacaktır. Aynı hususun, bu konuda Britanya emperyalistlerinden daha fazla mesafe katetmiş buluan Bush kliği için de geçerli olduğu söylenmelidir.
3. Irak’ın kitle imha silahları, bu ülkenin Ortadoğu’daki komşuları ve Batılı emperyalistler için sözümona büyük bir tehdit oluşturduğu, 11 Eylül olayları ve El Kaide ile Saddam Hüseyin rejimi arasındaki ilişki gibi bir dizi konuda söyledikleri yalanların ortaya çıkmasıyla maskeleri bir ölçüde düşmüş olan Bush ve Blair kliklerinin kredisini yükseltmek. Her ne kadar Blair ve onun “İşçi” Partisi, geçtiğimiz baharda yapılan seçimleri nisbeten küçük bir farkla kazanmış olsalar da, Britanya kamuoyunda bu ülkenin Irak ve Afganistan’daki emperyalist maceralarına karşı giderek yoğunlaşan bir hoşnutsuzluk ve muhalefet var. Pew Global Attitudes Project adlı kamuoyu yoklama kuruluşunun geçen ay yaptığı bir araştırmaya göre Britanya halkının sadece yüzde 39’u Irak’a karşı kuvvet kullanmanın “doğru bir karar” olduğu görüşünde. Bu oran 2003’de yüzde 61 ve 2004’de yüzde 43’tü. Britanya halkının, ABD önderliğindeki “terörizme” karşı savaşa desteği, Irak’a savaş açılmasından önce yüzde 69 iken bugün bu oran yüzde 51’e düşmüş durumda. ABD’nde yapılan en son kamuoyu yoklamaları da George W. Bush’un savlarının tersine, artık ABD halkının Irak’taki savaşın gidişatına ve hatta bu savaşın kazanılabileceğine ilişkin kuşku ve kaygılarının hızla artmakta olduğunu gösteriyor.
4. Suriye ve/ ya da İran’a karşı tasarlanmakta olan emperyalist-Siyonist saldırı için gerekçe ve kamuoyu desteği sağlamak. Önümüzdeki günlerde, Londra’daki terör eylemlerinin arkasında Suriye ve/ ya da İran’ın parmağının bulunduğu yolunda söylentilerin ortaya çıkması kimseyi şaşırtmamalı. Kukla Irak hükümetinin sözcüsü Laith Kubba’nın, 8 Temmuz günü yaptığı açıklamada, Londra’daki terör eylemini Irak direnişi içinde yer alan grupların gerçekleştirdiğini söylemesi, bu doğrultuda girişilecek psikolojik savaş ya da sahte bayrak operasyonunun bir ilk adımı olabilir.

Sahte bayrak operasyonları
Emperyalistler ve onların uşakları ve özellikle Siyonistler, istihbarat dilinde “sahte bayrak operasyonu” olarak nitelenen terör eylemlerini gerçekleştirmede ve onları düşmanlarının, yani esas olarak devrimci ve direnişçi güçlerin üzerine atmada çok geniş bir repertuar ve son derece zengin bir deneyime sahiptirler. Dezenformasyon kampanyalarıyla da desteklenen böylesi provokasyon eylemlerinin amacı, devrimci ve direnişçi güçleri gözden düşürmek, onların kitle desteğini azaltmak/ onları olabildiğince yalıtmak, işçi ve emekçilerin kafalarını karıştırmak ve “elikanlı teröristler” olarak göstermek suretiyle devrimci öncü güçlerin haklı davalarını lekelemektir. (2) Bugün Irak’ta ABD ordusunun bazı özel birimlerinin, CIA ve MOSSAD’ın yanısıra, kukla hükümete bağlı ölüm mangalarının yaygın bir biçimde uygulamakta olduğu eylemler –camilerin bombalanması, içme suyu tesislerinin havaya uçurulması, cenaze törenlerine saldırı yapılması, evlere yapılan baskınlarda çocuklar da içinde olmak üzere sıradan sivillerin öldürülmesi, hastanelere ve pazar yerlerine ateş açılması, Şii ve Sünni dinadamlarının ve aydın ve akademisyenlerin öldürülmesi, ABD ve işbirlikçilerinin kirli savaşını bir ölçüde dünya kamuoyuna duyuran bağımsız gazetecilerin yanısıra yardım görevlilerinin kaçırılması ve öldürülmesi- bunun tipik örnekleridir. Ülkemiz de gerek daha önceleri ve gerekse 12 Eylül 1980 askeri darbesinin öngününde egemen sınıfların ya da onların bir bölümünün/ askeri kliğin gerçekleştirdiği -6/7 Eylül 1955 olaylarından 1 Mayıs 1977’deki Kontrgerilla saldırısına kadar- pek çok sahte bayrak operasyonuna tanık oldu. Belleklerimizi bir kaç örnekle tazeleyelim:
●ABD emperyalistlerinin yetiştirmesi Türk Kontrgerillasının şeflerinden Tümgeneral M. Cihat Akyol, Mart 1971’de, yani Özel Harp Dairesinin başında bulunduğu sırada Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde yayımlanan “Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat” adlı yazısında şöyle diyordu:
“Halkı mukavemetçilerden (=direnişçilerden- G. A.) ayırmak için, sanki ayaklanma kuvvetleri yapıyormuş gibi, müdahale kuvvetlerince zulme kadar varan haksız muamele örnekleri ile sahte operasyonlara başvurulması tavsiye edilir.” (Aktaran M. Emin Değer, CIA, Kontrgerilla ve Türkiye, Ankara, 1978, s. 145)

●7 Nisan 1978’de Ankara’dan PTT yoluyla Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’na ve Pazarcık CHP ilçe başkanı Memiş Özdal’a birer bombalı paket gönderilmesi ve bombalardan birincisinin patlaması sonucunda Fendoğlu ile gelini ve iki torununun ölmesi tipik bir Kontrgerilla operasyonuydu. Türk gericileri, biri Sünni, diğeri Alevi kökenli iki tanınmış politikacıyı öldürmek suretiyle Alevi-Sünni gerilimini daha da tırmandırmak ve böylelikle bir yandan Aralık 1978’de gerçekleştirecekleri Maraş katliamının, bir yandan da 12 Eylül askeri-faşist darbesinin psikolojik altyapısını hazırlamayı amaçlıyorlardı. (3)

ABD emperyalizminin kendisi ve ABD ile NATO’ya bağlı olarak kurulan ve Süper NATO, Gladio gibi değişik adlarla anılan kontrgerilla örgütleri de sahte bayrak operasyonlarına az-çok düzenli bir biçimde başvurmuşlardı. Belleklerimizi gene bir kaç örnekle tazeleyelim:

●CIA ve SIS (=Britanya İstihbarat Servisi), ülkesinin petrollerini ulusallaştırmaya kalkan İran Başbakanı Musaddık’ın devrilmesi ve Şah Rıza Pehlevi’nin yeniden tahtına oturtulması için 1953 yılında Şah-yanlısı gerici subaylarla birlikte gerçekleştirdikleri kontrgerilla eylemleri sırasında bir dizi hedefi bombaladılar. Operasyonu yöneten CIA görevlisi Kermit Roosevelt 1993’de, yani olaydan 40 yıl sonra katıldığı bir radyo programında, kendilerinin gerçekleştirdiği bombalama olaylarını Tudeh (=İran Komünist Partisi) üyelerinin gerçekleştirdiğini ve satın aldıkları basın elemanları aracılığıyla bütün bunlardan Başbakan Musaddık’ın sorumlu olduğunu yayan bir dezenformasyon kampanyası yürüttüklerini övünerek anlatacaktı.
●1954 Temmuzunda İsrail istihbarat görevlileri Mısır’da Britanya ve ABD hedeflerine karşı bir dizi sabotaj gerçekleştirdiler. Siyonist devlet, Mısır yetkililerinin ve Mısırlı teröristlerin yaptığını ileri sürdüğü bu eylemler aracılığıyla Britanya ve ABD ile Mısır’ın arasını açmayı ve Britanya’nın Süveyş Kanalından çekilmesini önlemeyi amaçlıyordu. Sabotajları gerçekleştiren İsrail ajanlarının yakalanmaları ve açık duruşmalarda itirafta bulunmaları üzerine bu plan boşa çıktı; bu da İsrail’de siyasal bir krize ve sözkonusu eylemlerin planlanmasından bütünüyle habersiz olan “Savunma” Bakanı Pinhas Lavon’un Şubat 1955’te istifa etmesine yol açtı.
●ABD ordusu, 1960’ların başlarında Küba’ya karşı girişilecek bir askeri operasyonun psikolojik altyapısını hazırlamak için ABD toprakları ışında ve içinde Kübalı göçmenlere ve ABD yurttaşlarına karşı bir dizi terör eylemi gerçekleştirmeyi planlamıştı. Operation Northwoods adı verilen bu sahte bayrak operasyonu, Kübalı göçmenlerin öldürülmesini, içinde Kübalı göçmenlerin bulunduğu teknelerin denizde seyir halindeyken batırılmasını, uçakların kaçırılmasını ve Amerikan gemilerinin havaya uçurulmasını, ABD askerlerinin öldürülmesini ve bütün bu eylemlerin Kastro rejiminin işi olduğu yolunda dezenformasyon çalışması yürütülmesini vb. kapsıyordu. Konuyu Body of Secrets adlı yapıtında inceleyen James Balford, bir Amerikan generalinin, “Guantanamo Körfezinde bir ABD gemisini havaya uçurup bundan ötürü Küba’yı suçlayabilirdik... ABD gazetelerinde yayımlanacak ölü-yaralı listesi, amacımıza hizmet edecek bir ulusal öfke dalgasına yol açardı” dediğini yazıyor.
●Portekiz’de 1974’e kadar iktidarı elinde bulunduran Salazar diktatörlüğü sırasında bu ülkenin kontrgerilla çalışmalarında önemli rol oynayan Fransız kökenli Yüzbaşı Yves Guerain Serac, genel olarak Batı Avrupa’da “komünizme karşı savaşmak” ve varolan rejimleri faşizme doğru sürüklemek için terörün nasıl kullanılacağını şöyle açıklıyordu:
“Siyasal çalışmalarımızın birinci evresinde rejimin bütün yapılarını kaosa sürüklemeliyiz. Böylesi bir durumu provoke etmek için iki tür terörizm gereklidir: Kör terörizm (ayrımsız bir tarzda katliamlar yaparak çok sayıda kurban alma) ve seçici terörizm (seçilmiş bazı kişileri ortadan kaldırma). Devletin bu tarzda tahribi, olabildiğince ‘komünist faaliyetler’ örtüsü altında sürüdürülmelidir… Daha sonra, kamuoyunu etkilemek, bir çözüm önermek ve varolan yasal aygıtın güçsüzlüğünü berrak bir biçimde göstermek için ordunun, adli aygıtın ve kilisenin candamarına müdahale etmeliyiz… Kamuoyu bizim, ulusu kurtarabilecek biricik güç olduğumuzu ortaya koyacak biçimde kutupsallaştırılmalıdır.” (Halihazırda, özellikle ABD’nde yaşanmakta olan sürecin, yazarın yukarda tanımladığı biçimde ilerlemekte olduğu bellidir.)
●1978’de İtalya eski başbakanı ve Hristyan Demokrat Parti başkanı Aldo Moro, Kızıl Tugaylar adlı küçük-burjuva maceracı bir örgüt tarafından silahlı bir baskın sonucunda rehin alındı ve 55 gün rehin tutulmasının ardından öldürüldü. Daha sonra ise eylemi, Kızıl Tugaylar’ın içine sızan ve örgütü büyük ölçüde kendi denetimi altına almış bulunan CIA ve İtalyan istihbaratının gerçekleştirdiği açığa çıkacaktı. Moro’nun öldürülmesinin gerçek nedeni, İtalyan siyasal yaşamında önemli ölçüde etkili olan bu kişinin, revizyonist İtalya Komünist Partisi’yle bir koalisyon hükümeti kurmak istemesiydi. Gerici-faşist güçlerin İtalyan siyasal yaşamında ağırlığını arttırmak isteyen, hatta 1970’lerde İtalyan gizli servisleriyle işbirliği halinde bu ülkede faşist darbe girişiminde bulunacak kadar ileri giden ve bu amaçla bir dizi terör eylemi tezgahlayan ABD emperyalistleri ise –Sovyet sosyal-emperyalistlerinin Batı Avrupa’da nüfuzunun artmasına hizmet edeceği gerekçesiyle- bu projeye ısrarlı bir biçimde karşı çıkıyorlardı.

Bu tür sahte bayrak operasyonlarına daha onlarca, hatta yüzlerce örnek verilebilir. Ama bu bölümü, İsrail’in sahte El Kaide operasyonuna ilişkin bir bilgi notuyla bitireceğim.

●Agence France-Press, 8 Aralık 2002’de El Kaide militanı pozuna bürünen bir dizi Filistinli işbirlikçiyle ilgili bir haber sundu. 6 Aralık 2002’de, İsrail Başbakanı Ariel Şaron, Gazze’de ve Lübnan’da aktif El Kaide militanlarının bulunduğunu ileri sürmüştü. Bunun üzerine Filistin Yönetimine bağlı güvenlik birimleri, bir süredir izlemekte oldukları sahte El Kaide elemanlarını tutukladılar ve basının önüne çıkardılar. Filistin Yönetimi yaptığı açıklamada, sözkonusu kişilerin İsrail hesabına çalışan işbirlikçiler olduğu ve Siyonistlerin onları “Filistin halkını kötülemek, İsrail’in suçlarını aklamak ve Gazze Şeridi’nde yeni askeri saldırılara girişmek için gerekçe oluşturmak” amacıyla kullandığını belirtti. Lübnan hükümeti ve Hizbullah da benzer açıklamalar yaparak Siyonist devletin provokasyonunu sergilediler.


Sonuç
ABD ve ortak ve uşaklarının 11 Eylül 2001 saldırılarını gerekçe göstererek, Arap ve İslam halkları başta gelmek üzere dünya işçi sınıfı ve halklarına karşı yürütmekte oldukları savaşı tırmandırması, Marksist-Leninist öğretinin bir dizi ilke ve öngörüsünü bütünüyle doğruluyor. Belki de bunların başında, işçi sınıfının öğretmenlerinin, “başka bir halkı ezen bir halkın özgür olamayacağı” yolundaki son derece parlak ve derinlikli tezi geliyor. Özellikle, 11 Eylül 2001’den bu yana yaşanan süreç, gelişmiş ülkelerin işçi sınıfının yazgısıyla, yarı-sömürge ülkelerin işçi ve emekçilerinin/ ezilen uluslarının yazgısının kopmaz bağlarla birbirine bağlı olduğunu bir kez daha çürütülemez bir biçimde gözler önüne serdi. ABD ve Britanya başta gelmek üzere, emperyalist ülkelerde burjuva demokrasisinden faşizme doğru gidiş ile Irak, Filistin, Afganistan vb. halklarına karşı sürdürülen emperyalist terörizm arasında çok yakın ve doğrudan bir ilişki var. Bu yoksul ve boyunduruk altındaki ülkelerin işçi ve emekçilerine sıkılan kurşunlar ve atılan bombalar, emperyalist ülkelerin işçi ve emekçilerine daha fazla gericilik, daha fazla militarizm, daha fazla soygun ve sömürü olarak geri dönüyor. Bu koşullarda, dünya işçi sınıfının ve onun bilinçli öncülerinin ivedi ve merkezi görevi kapitalist-emperyalist sisteme ve halihazırda onun başını çeken neo-faşist ABD-Britanya-İsrail blokuna karşı emperyalist ülkelerin işçi sınıfından yarı-sömürge ülkelerin işçi ve emekçilerine/ ezilen uluslarına kadar uzanan devrimci bir birleşik cephe kurmaktır. Bugün gelişmiş kapitalist ülkelerde proletaryanın önderliğinde sosyalist devrimlere ve yarı-sömürge ülkelerde anti-emperyalist demokratik devrimlere doğru ilerlemek için kavranması gereken halka budur. Genel olarak savaşları ve özel olarak da emperyalist savaşları ortadan kaldırmak, ancak kapitalist-emperyalist sistemin yıkılması ve yerini –sınıfsız topluma doğru giden yolda ilerleyen- sosyalizme bırakmasıyla gerçekleşecektir. Stalin’in dediği gibi, “Savaşların kaçınılmazlığını yoketmek için emperyalizmi yıkmak gerekir.” (“Sosyalizmin Ekonomik Sorunları Üzerine”, Son Yazılar, 1950-1953, Ankara, 1990, s. 95)

Özellikle bugün, “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar, birleşiniz!” enternasyonalist devrimci sloganı, herhangi bir masabaşı devrimcisinin ya da soyut teorinin değil, gerçek yaşamın sömürülen ve emekçi insanlığa dayattığı bir slogan. Kapitalist-emperyalist barbarlıktan ve onun cehennemi sonuçlarından kurtuluşun tek yolu, bu sloganın yaşama geçirilmesidir.


DİPNOTLAR


(1) ABD “Savunma” Bakanlığının verilerine göre Temmuz 2005 itibariyle ABD’nin Irak savaşında verdiği ölü sayısı 1870 dolayındaydı. Ancak bu rakam, bir çok bakımdan yanlış ve aldatıcı bir nitelik taşımaktadır. ABD kayıplarını yakından izleyen Brian Harring’e ve daha bir dizi gözlemciye göre, ABD’nin gerçek kayıpları bu rakamın çok üzerindedir. ABD yetkilileri, SADECE Irak topraklarında ölen ABD askerlerini saymakta, -bir çoğu ağır olmak üzere- yaralı olarak Almanya ve ABD’ndeki hastanelere nakledilen ve yolda ya da hastanede yaşamlarını yitiren askerleri bu hesaba katmamaktadır. Yaralandıktan sonra yaşamını yitiren ABD askerlerinin sayısı da hesaba katıldığında, Ocak 2005 itibariyle ABD işgalcilerinden en az 7,000’inin yaşamını yitirdiği ve bu rakamın Temmuz 2005 itibariyle 9,000’i bulduğu tahmin edilmektedir. Gene Ocak 2005 itibariyle 15,000’i ağır olmak kaydıyla 25,000 ABD askerinin yaralandığı ve ağır yaralı sayısının Temmuz 2005 itibariyle 24,000’e vardığı sanılıyor.
Öte yandan, genellikle yapılmakta olduğu gibi işgalcilerin kayıplarının, ABD askeri birliklerinin kayıplarıyla sınırlandırılması kesinlikle doğru değildir. Irak’ta ABD’nin 158,000 askerinin yanısıra 30,000 dolayında paralı asker ve -15 Mart 2005 itibariyle- değişik uluslardan toplam 28,500 yabancı asker bulunuyordu. Bunlar arasında sayıca en önemlileri Britanya (12,400 asker), Güney Kore (3,600 asker), İtalya (3,170 asker), Polonya (1,700 asker), Ukrayra (1,450 asker) ve Avustralya (920 asker) birlikleriydi. Güvenilir rakamlar bulunmamakla birlikte, Irak halkının kahramanca direnişi sonucunda, değişik ülkelerden gelen işgalci birliklerin yanısıra, özellikle paralı askerlerin ağır kayıplar verdiği biliniyor.

(2) Geçerken, hatalı çizgileri, yanlış taktikleri ve siyasal uyanıklık eksiklikleri nedeniyle pek çok küçük-burjuva devrimci ya da İslami eğilimli direniş örgütünün devrimci meşruiyet sınırlarını aşan ve dolayısıyla işgalci ya da emperyalist düşmanın ekmeğine yağ süren eylemler yaptıklarını da burada belirtmek gerekir. PKK’nın 1980’lerde ve 1990’larda gerçekleştirdiği eylemleri sırasında yer yer kadın ve çocukların ölmesi olaylarını bir hata olarak kabul etmek yerine, onları “kurşuna adres sorulmaz” gerekçesiyle savunması buna bir örnek oluşturur.

(3) Ne yazık ki ülkemizde devrimin, Alevi-Sünni (ve Kürt-Türk ve laik-şeriatçı) çatışması yoluyla gelişeceğini hala savunmaya devam eden aklıevveller var. MLKP 3. Kongresinde Onaylanan Politik Rapor ve Program Değişiklikleri adlı belgede şu satırları okuyoruz:
“Birincisi, Türkiye’yi antiemperyalist demokratik devrime ve bu devrimin zaferine götürecek olan yolun burjuvazi-proletarya, devlet-halk vb. açık sınıfsal ve siyasal karşıtlıkların yanısıra faşist diktatörlüğün kışkırtıp örgütleyeceği Türk-Kürt, Sünni-Alevi, laik-şeriatçı gibi somut biçimler üzerinde yükselen gerici bir iç savaş ya da iç savaşlar serisinden geçerek gelişeceğidir.” (s. 126) Bu broşürün yazarlarının aynı yolu, ABD ve bağlaşıklarının Şii-Sünni çatışmasını aktif bir biçimde kışkırttıkları Irak –ya da Lübnan, Suriye gibi ülkeler- için de önerip önermedikleri merak konusu. Mantıksal ve ilkesel tutarlılık onların, Irak direnişi ve devriminin de aynı yoldan geçerek gelişeceğini savunmalarını gerektirirdi.