Marx-Engels |  Lenin  | Stalin |  Home Page

Garbis Altinoglu

Articles
Kurtuluş’un Kurtlarla Dansı

Başbakan R. T. Erdoğan'ın geçtiğimiz günlerde sözümona "Medeniyetler İttifakı" palyaçoluğu için gitmiş olduğu Madrit'te bir gazetecinin sorusu üzerine ""Velev ki bir siyasi simge olarak türban taktığını düşünün. Bir siyasi simge olarak takmayı suç kabul edebilir misiniz" demesi, bu konunun bir kez daha gündeme oturmasına neden oldu. Bunu Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın karşı açıklamaları ve MHP'nin uzlaşma önerisi izledi.

Burada öncelikle şunu belirtmek gerek: İşçi sınıfı, diğer emekçiler ve Kürt halkının açlık, yoksulluk, ulusal zulüm vb. temel sorunlarını kapsayan gerçek gündemi bakımından türban tartışması yapay bir nitelik taşır; yani türban sorunu İslami burjuvazinin bu gerçek sorunların üzerini örtme ve onları askeri kliği ve büyük burjuvaziye karşı yürüttüğü iktidar itiş-kakışında yedekleme çabasının önemli bir öğesidir, o kadar. (Yığınlarını temel sorun ve gereksinimlerini görmezden gelerek "başörtüsü zulmü" üzerinden siyaset ve eylem yapan diğer İslamcı gruplar da -bilerek ya da bilmeyerek/ bu oyuna alet olmaktadırlar.) Burjuvazinin, sözümona İslami duyarlılığı olan ve "demokrasi ve özgürlük" yanlısı fraksiyonuyla onun, sözümona laisizmin ve çağdaş değerlerin savunucusu fraksiyonu arasındaki kavga, işçi sınıfının, diğer emekçilerin ve Kürt halkının asla taraf olmaması -ve bu anlamda yapay nitelik taşıyan- gereken bir kavgadır. Yığınların devrimci öncüleri, her iki fraksiyonun da demokrasinin ve sosyalizmin, ezilen sınıfların, ulus, milliyet ve mezheplerin azgın düşmanları olduğunu, yayılmacı ve emperyalist uşağı bir politikayı savunduklarını ve komünist, devrimci, demokratik ve ulusal kurtuluşçu güçleri denetim altında tutmak ve ezmek için genellikle birlikte davrandıklarını unutmamakla yükümlüdürler.

Öte yandan, ABD emperyalizmi ve bağlaşıklarının özellikle 11 Eylül'ün ardından İslam dünyasi işçi sınıfı ve halklarına karşı saldırısının yeni ve daha üst bir aşamaya yükselmesinin, İslamı kendilerine referans alan siyasal hareketlerin -Türkiye de içinde olmak üzere İslam ülkelerinde- yığınlar katında belli bir meşruiyet zemini kazanmalarına yardımcı olduğu gözardı edilemez. Buna; komünist ve devrimci-demokratik güçlerin bölge ve dünya ölçeğinde son derece zayıf bir konumda bulunmalarının İslami renkli direniş hareketlerinin ortaya çıkmasını özendirdiği, yığınların haklı ve objektif olarak anti-emperyalist bir nitelik taşıyan öfke ve tepkilerini kendisini "İslami" olarak tanımlayan akımlar aracılığıyla ifade etmesine yol açtığı gerçeğini eklemeliyiz. Bu eğilimi temsil ettiklerini söyleyebileceğimiz Lübnan'daki Hizbullah, Filistin'deki HAMAS ve İslami Cihat gibi örgütlerin ABD ve İsrail'e karşı savaşım verdikleri ölçüde objektif olarak sınırlı bir ilerici misyona sahip oldukları da tartışma götürmez.

Ama ABD-İsrail eksenine karşı bir söylem ve tavır geliştiren Türkiye'deki bazı İslamcı grupların bu gibi örneklere göndermede bulunarak siyasal İslam'ın ülkemizde de ilerici ve kurtuluşçu bir rol oynayabileceği yolundaki imaları hiçbir haklı yan taşımamaktadır. Kapitalizmin orta derecede gelişmiş ve burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmenin son derece keskin olduğu Türkiye'nin durumu ve somut koşulları elbette geçmişi sömürge ya da yarı-sömürge olan Lübnan'ın ve -hala işgal altında bulunan- Filistin'in durumuyla karşılaştırılamaz. 1950'lerden bu yana NATO'nun saldırgan politikasının özsel bir öğesi olan Türkiye, gerek egemen sınıflarının zihniyeti ve gerekse de yayılmacı özlemleri ve pratiği bakımından, bir halklar hapishanesi ve mezbahası olan Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasını hala belli ölçülerde yaşayan ve yaşatan bir ülkedir.

Emperyalist-Siyonist terörün yükseldiği günümüz koşullarının, Türkiye İslami hareketinin içinde ve tabanında, Osmanlıcılık ve anti-Semitizmle bulaşık zayıf ve güdük bir anti-emperyalist eğilimin gelişmesine yol açtığını söyleyebiliriz; giderek bu durumun duyarlı İslamcı gruplarla faşist teröre ve emperyalist-Siyonist saldırganlığa karşı bazı özgül durumlarda ortaklaşa hareket edilmesini olanaklı hale getirdiğini de. Ancak, ülkemizdeki İslami hareketin tarihsel bakımdan hemen hemen hiçbir ilerici geleneğinin bulunmadığını ve Osmanlı-Türk gericiliğinin işgalci ve yayılmacı damarının en bağnaz temsilcileri arasında yer aldığını, bu hareketin sözümona emperyalizme karşı tavrının çoğu zaman Osmanlı'nın Arap ve İslam dünyasını boyunduruk altında tuttuğu "o eski güzel günlere dönme" özlemiyle içiçe bulunduğunu ve askeri kliğin manipülasyon ve yönlendirmesine açık olduğunu, egemen sınıfların Kürt halkına, Alevi mezhebinden emekçilere ve gayrimüslim azınlıklara karşı gerici önyargılarını aynen paylaşan bu hareketin içinde yer alan bazı "radikal ve duyarlı" İslamcı grupların da kendilerini bu gerici gelenekten koparmadıklarını unutma hakkına sahip değiliz.

Bu bağlamda, görüşleri DHKC'nin çizgisine paralel kabul edilebilecek olan Kurtuluş dergisininin taktiksel önerilerini eleştirmek amacıyla 1998'de kaleme almış olduğum "Kurtuluş'un Kurtlarla Dansı" başlıklı yazıyı, güncel tartışmalara ışık tutabileceği düşüncesiyle okurlara yeniden sunmak istiyorum.

Bu yazıda da belirtmiş olduğum gibi, Marksist-Leninistler ve tutarlı devrimciler, siyasal İslam kapsamına sokabileceğimiz akımların "başörtüsü özgürlüğü" gibi demokratik ve kurtuluşçu bir nitelik taşımayan taleplerini desteklemezler. Ocak 2004'de kaleme almış olduğum bir başka yazımda söylediğim gibi,

"Marksist-Leninistler ve tutarlı demokratlar hiçbir zaman ve hiçbir koşul altında dinsel gericiliğe, obskürantizme ve ortaçağcılığa karşı savaşım adına emperyalist burjuvazi ve onun uzantılarıyla birlikte saf tutamazlar. Bununla birlikte onlar, sözümona demokrasinin savunulması, genelde diğer kültürlere ve dinsel özgürlüklere ve özelde İslam kültürü ve törelerine saygı uğruna savaşım verenlerle birlikte de saf tutamazlar. Neden? Çünkü, başörtüsü giyme özgürlüğü savaşımı, bu kampanyada yer alan halkın ve gençlerin çoğunluğunun duyguları ne olursa olsun aslında başörtüsü giyme özgürlüğü savaşımı değildir. Dahası bu, yalıtılmış ve tek başına bir sorun değil, Müslüman işçilere ve gençlere geri ve gerici bir yaşam tarzı ve yanlış ve yapay siyasal gündem dayatma kampanyasının bir parçasıdır. Başörtüsü giyme özgürlüğü savaşımı, kadını toplumsal yaşamdan dışlama ve Müslüman emekçilere geçmişte kalmış gelenekleri dayatma savaşımıdır. Son çözümlemede, başörtüsü giyme ve İslami yaşamın eski kurallarına geri dönme talebi, köle statüsüne indirilme talebinden farksızdır. İslami kimliği ve Şeriat'ı (İslami yasa) muhafaza etme adına bu kampanyanın başını çekenler, peçe takma, zina yapan kadınların taşlanarak öldürülmesi, zina yapan erkeklerin kamçılanması, hırsızların ellerinin kesilmesi, başka dinlere geçen Müslümanların öldürülmesi, bir erkeğin birden fazla kadınla evlenme hakkı vb. gibi İslami kuralları da savunmaktadırlar ve/ ya da savunmak zorundadırlar. Dolayısıyla bu kavganın ilerici ya da demokratik olan hiç, ama hiçbir yanı yoktur." ("Başörtüsü Savaşı: Bir Uygarlıklar Çatışması mı?")

Ancak bunun, askeri kliğin, onunla işbirliği içinde bulunan parti ve akımların ve sözümona İslam dünyasına demokrasi ve kadın hakları ihraç etmeye girişmiş bulunan emperyalist devletlerin Müslüman emekçilerin bir bölümünün türban ve tesettür türünden taleplerini zorla bastırmalarını onamak anlamına gelmediğinin altını bir kez daha çizmek gerekir. Dine ve dinsel önyargılara karşı savaşım, ancak proletaryanın, diğer sömürülen emekçilerin ve ezilen halkların emperyalizme, kapitalizme ve ulusal zulme karşı savaşım süreci içinde ilerletilebilir ve burjuvazinin ve sömürücü sınıfların kökü onbinlerce yıl geriye giden bu ideolojik dayanağının yıkılmasının uzun bir tarihsel süreci kapsayacağı asla gözardı edilemez. Bu da bir yandan değişik ulus, milliyet, din ve mezheplerden işçilerin birleşik sınıf örgütlerinde biraraya gelmelerini ve bir yandan da burjuvazinin ve emperyalizmin işçi sınıfı ve emekçiler arasında ulus, milliyet, din ve mezhep temelinde saflaşma ve çatışmaları kışkırtma politikalarına karşı kesin bir tutum alınmasını gerektirir.

Kurtuluş'un Kurtlarla Dansı

23-25 Mart 1998



Kurtuluş'un 14 Mart 1998 tarihli 72. sayısında, son türban eylemlerine ilişkin iki yazı yayımlandı. Bu yazılarda da dile getirilen oportünizm ve pragmatizmin ruhu, ÖSY. Atılım'ın 32. sayısında yayımlanan "Üçüncü Taraf Olabilmek" adlı makalede eleştirilmiş bulunuyor. Aşağıdaki satırlarda, aynı konuya ilişkin bazı ek gözlem ve değerlendirmeler yapılacak.

Kurtuluş'un bu yazılarda ileri sürdüğü tezleri şöyle özetleyebiliriz:

1. MGK'nun 28 Şubat kararlarından sonra Refah Partisi'nin (=RP) üzerine yürümesi ve "İslamcılar"ın MGK saldırısına karşı kararsız da olsa direnme eğilimine girmesi, ortaya "yeni" bir durum çıkarmıştır.

2. "İktidar ve muhalefet içerisindeki çelişkileri derinleştirmeyi esas alması" gereken devrimci hareket, bu "yeni" durumda, dinsel gericiliğin etkisi altında bulunan yığınları faşizme karşı ortak eyleme çekebilir ve çekmelidir.

3. Devrimci hareket, devletin bütün baskılarına karşı olduğu gibi "MGK'nin tektipleştirme politikası ve faşizmin halk kitlelerini düşüncelerinden, inançlarından taviz vermeye zorlayan yasaklarına karşı" da savaşımdan ve "İslamcılarla da, düzene muhalif başka güçlerle de, reformistlerle de, yeri geldiğinde Kemalistlerle de, CHP ile de çok çeşitli ittifaklar" yapmaktan yana olmalıdır.

Sözkonusu yazılarda Kurtuluş, eylem birliğine girme hayalleri kurduğu dinsel gericiliğin maddi-sınıfsal temellerini ve onun ülkemiz özgülündeki tarihsel evrimini ve stratejik siyasal doğrultusunu irdeleme yönünde herhangi bir çaba göstermemektedir. Devrimci hareketin, dinsel gericiliğin etkisi altında bulunan geniş işçi ve emekçi yığınlarını devrim ve sosyalizm davasına kazanma derdi olmalıdır elbet. Ama bunu yapabilmek için herşeyden önce dostlarımızı, düşmanlarımızı iyi tanımak ve tarihimizi ve siyasal durumu doğru değerlendirmek zorundayız. Lenin, Ekim Devrimi'nin öngününde yazdığı bir makalede şöyle diyordu:

"Marksizm, bizi, sınıflar ilişkisinin ve tarihin her anının somut özelliklerinin en doğru, aslına en uygun ve nesnel olarak doğrulanabilir, denetlenebilir bir hesabını yapmaya zorunlu kılar. Biz bolşevikler, bu kurala, bilimsel temellere dayanan bir siyaset bakımından kesenkes zorunlu olan bu kurala her zaman bağlı kalmak zorundayız." (Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Ankara, Sol Yayınları, 1989, s. 23)

Siyasal İslam'ın yalnızca RP tarafından temsil edilmediği, homojen bir bütün oluşturmadığı, hatta tabanı ile önderliği arasında açığa çıkarılması gereken çelişmeler olduğu doğrudur. Ancak herşeyden önce, onun burjuva bir akım/ hareket olduğu ve gerici ve karşı-devrimci bir siyasal kimlik taşıdığı konusunda kafalar net ve açık olmalıdır. Geleneksel burjuva partilerinden farklı olarak, örgütlü ve aktif bir kitle tabanına sahip bulunan, camilerden, yasal ve yasadışı Kuran kurslarından, İmam Hatip okullarından, tarikatlardan oluşan doğal bir siyasal-örgütsel altyapı üzerinde yükselen ve emperyalist ülkelerden gerici Arap ülkelerine kadar uzanan bir dizi uluslararası ekonomik ve siyasal ilişkileri de bulunan siyasal İslam, bugün öncelikle orta burjuvazinin görece geniş kesimlerinin ve işbirlikçi-tekelci burjuvazinin bir kesiminin çıkarlarını temsil etmektedir. Hal böyleyken Kurtuluş'un, kaba çizgilerle de olsa siyasal İslam'ın net ve doğru bir sınıfsal analizini yapmak yerine, "İslamcılar, İslamcı kesimler" gibi belirsiz ve bulanık kavramlar kullanmayı yeğlemesi, hiç de rastlansal bir olay, ya da bir dil sürçmesi değildir. Bu onun, muhatabının gerici sınıfsal ve siyasal karakteri konusundaki kararsızlığını ve yalpalamasını ve o temelde yükselen oportünizm ve pragmatizmini yansıtmaktadır. Kurtuluş, burjuva düzeninin organik bir parçası olan siyasal İslam'ın kesin ve tartışma götürmez bir biçimde gericiliğin kampında yeraldığını, belli bir militan kitle temeline ve kitleler üzerinde ideolojik bir hegemonya kurma olanağına sahip olması nedeniyle de bu gücün işçi sınıfının, diğer emekçilerin ve Kürt ulusunun ve devrimci hareketin son derece tehlikeli bir düşmanı konumunda bulunduğunu utangaç bir dille de olsa yadsımakta, hatta onun için "düzene muhalif güç" nitelemesinde bulunmaktadır. Örneğin Dursun Karataş'ın imzasını taşıyan ilk yazıda şu satırları okuyoruz:

"RP'nin, islamcı tarikatların yaşam ve politika tarzı sürekli düzeniçi olmuş, takiyye yöntemlerini esas alarak, devletle çatışmadan şeriat hayalleri kurmuşlardır." Aynı yazıda daha sonra, "Ülkemizdeki İslamcı kesimlerin hak ve özgürlükler için mücadele bilinci yoktur, demokrat hiç değillerdir. Herşeyi kendi eksenlerinde düşünürler. Devletle uzlaşma, takiyye geleneksel tavırlarıdır." denmektedir. Siyasal İslamı düpedüz gerici olarak değil, yalnızca "düzeniçi" olarak tanımlamak, devletle uzlaşmadan yana olarak nitelemek ve hele onun "hak ve özgürlükler için mücadele bilinci"nden yoksun olduğunu, ama yaşadıkları sürecin onlara "hak alma bilincini ve mücadeleyi öğretece"ğini söylemekle Kurtuluş, onu devrim ile karşı-devrim arasındaki kavgada yansızlaştırılması, hatta devrim cephesine çekilmesi olanaklı bir güç olarak algıladığını ele vermektedir. Siyasal İslamın "hak ve özgürlükler" için, yani siyasal demokrasi için savaşım verebilecek bir güç olarak görülmesi, en hafif deyimiyle tehlikeli bir aymazlıktır.

Kurtuluş'un bu hatalı yaklaşımının en önemli nedenlerinden birisi, onun Türkiye'nin ekonomik-toplumsal gelişme düzeyini olduğundan daha geri değerlendirmesi ve buna bağlı olarak devrim ile karşı-devrim arasındaki savaşımı MGK/oligarşi ile halk arasındaki bir kavgadan ibaret görmesidir. Oysa ülkemiz, sıradan bir demokratik devrime değil, çok hızlı bir biçimde sosyalist devrime geçebilecek ve kesenkes proletaryanın damgasını taşıyacak olan bir demokratik devrime gebe bulunuyor. Türkiye gibi dışa bağımlı kapitalizmin önemli ölçüde gelişmiş, burjuvazi-proletarya çelişmesinin keskinleşmiş olduğu bir ülkede siyasal İslam gibi daha çok orta burjuvazinin çıkarlarını savunan akımlar, proletaryaya ve halka karşı kesin ve sözgötürmez bir tarzda gericiliğin ve emperyalizmin kampında yer alırlar. Mülksahibi sınıf ve katmanların karşı-devrim kampına geçmeleri, her zaman kapitalizmin gelişmesinin ve buna bağlı olarak burjuvazi-proletarya çelişmesinin keskinleşmesinin düzeyiyle doğru orantılı olmuştur. Dahası, -siyasal tarihimizin de kanıtladığı gibi- "halk"ın sınıfsal farklılaşmasının önemli ölçüde ilerlemiş olduğu ülkemizde egemen sınıflar ve emperyalizm, halkın küçük burjuva katmanları arasında da belli dayanaklar ve bağlaşıklar elde edebilme şansına sahiptirler.

Buna bağlı olarak Kurtuluş, Türkiye'nin özgün siyasal tarihinin ve sınıf savaşımı deneyiminin de devrimci hareketin, hiç bir ilerici geleneği bulunmayan "İslamcılarla" bir eylem birliğine ya da bağlaşmaya girmesini olanaksız kıldığını göremiyor. Ülkemizin yakın tarihinin hiç bir döneminde siyasal İslam ya da onun herhangi bir fraksiyonu, devrimci yığın hareketi içinde yer almamış, hatta devrimin tutarsız ve sallantılı bağlaşığı olarak konumlanmamıştır. Tersine, 1960'lardan bu yana siyasal İslam ve onun çeşitli fraksiyonları, işçi sınıfının, diğer emekçilerin ve Kürt ulusunun karşısında yeralmış, egemen sınıflara kitlesel bir anti-komünist taban sağlamışlardır. Egemen sınıfların ve onların partilerinin dinsel gericiliği sistemli bir tarzda desteklemelerinin nedeni tam da budur. Yoksa bunun nedeni asla Kurtuluş'un sandığı gibi, burjuva partilerinin "yalan ve demagojiyle de olsa kitlelere seslenmek, onların taleplerini gözönünde bulundurmak ve oy hesabı yapmak" kaygıları değildir. Bu tezimin doğruluğunun en çarpıcı kanıtı, "oy hesabı" yapma zorunluluğuyla yüzyüze bulunmayan ve devrim düşünce ve pratiğinin kökünü kazımayı hedefleyen 12 Eylül faşist cuntasının dinsel gericiliği desteklemede, daha önceki ve sonraki yönetimlerin hepsini geçmiş olmasıdır. Kurtuluş, 1960'lı yılların "Komünizmi telin" mitinglerini, Komünizmle Mücadele Dernekleri'ni, 1969'un Kanlı Pazarı'nı, 1970'lerde Malatya, Elazığ, Sivas, Erzincan, Maraş, Çorum gibi illerde meydana gelen çatışmalarda, siyasal İslam'ın MGK ve egemen sınıflarla koordinasyon halinde devrimci harekete ve ilerici kitlelere saldırdığını, 1984'den sonra başlayan Kürt ulusal direnişine karşı gerek RP'nin Kürdistan'daki örgütlenmesinin ve gerekse Kürt halkının kanını döken Hizbullah adlı çetenin egemen sınıfların bir mızrağı, siperi ve kalkanı rolünü oynadığını, 2 Temmuz 1993'de Sivas'ta gerçekleştirilen vahşetin siyasal İslamın devrimci ve ilerici güçlere karşı tutumunun gerçek aynası olduğunu vb. adeta bilmezden geliyor.

Peki, acaba MGK'nun 28 Şubat 1997 kararlarıyla ortaya gerçekten de "yeni" bir durum mu çıkmıştır? Hiç de değil. Türk egemen sınıflarının ana gövdesi ve özellikle askeri klikle siyasal İslam arasındaki ilişki çoğu kez sıkıntılı olmuş, belli dönemlerde bu ilişkiler daha da gergin bir hal almıştır. MGK'nun sözümona irticayı baş tehdit olarak gösterdiği ve ANASOL-D hükümetinin de askeri kliğin zorlamasıyla irticaya karşı yarım yamalak yeni önlemler almaya giriştiği bu son dönemde sözkonusu gerginliğin tırmandığı doğrudur. Ama bu ve benzer süreçleri ülkemiz daha önce de yaşadı. Siyasal İslamın bir çeşit yeraltında olduğu 1920'leri ve 1930'ları bir yana bırakarak yakın tarihe bir göz atalım. Necmettin Erbakan'ın Şubat 1970'de kurduğu Milli Nizam Partisi 12 Mart darbesinin ardından kapatıldığında ve onun yerine Ekim 1972'de kurulan Milli Selamet Partisi 12 Eylül darbesinin ardından kapatılıp yöneticileri tutuklandığında, Kurtuluş'un sözkonusu ettiği çelişme, herhalde bugün olduğundan daha da keskindi. Ama ne 12 Mart döneminde THKP-C, TKP (M-L) ve THKO, ne de 12 Eylül döneminde gerçek devrimci güçler, hem de faşizmin yoğun saldırısı nedeniyle bağlaşıklara fazlasıyla gereksinim duydukları halde, haklı olarak böylesi bir "yeni durum" saptaması yapmayı ve siyasal İslamla yakınlaşmayı düşünmediler bile. Düşünmediler; çünkü onlar, aralarındaki tüm sürtüşme ve çelişmelere karşın egemen sınıfların ana gövdesi ve askeri klikle siyasal İslam arasında işçi sınıfına, diğer emekçilere, Kürt ulusuna karşı stratejik bir birlik ve bağlaşma olduğunu görüyor ya da devrimci içgüdüleriyle seziyorlardı.

Şunu da anımsatayım: Eğer "İslamcılarla" türban eylemlerinde birlikte davranmak doğru ve gerekliyse, o zaman aynı güçlerle başka zamanlarda ve yerlerde, başka bazı eylemlerde de birlikte davranmak doğru ve gerekli olmalıdır. Örneğin, "İslamcılar"ın Cuma namazlarından çıkışta İsrail'in Filistin halkına, ABD'nin Irak halkına vb. karşı saldırılarını protesto etmek için yaptıklarını ileri sürdükleri eylemlere de katılmak, herhalde bu anlayışın mantıksal bir uzantısı sayılmalıdır. Ama ben bu arkadaşların bu denli ileri gidebileceklerine inanmıyorum. Onlar, devrimci sağduyularının ve yaşayacakları pratiğin de yardımıyla, böylesi bir yoldan yürünemeyeceğini çok geçmeden anlayacaklardır. Gerçekleşmesi halinde bile böylesi bir tuhaf eylem birliğinin, devrimci hareketten daha büyük, daha deneyimli, daha örgütlü ve kendisi bakımından çok daha sınıf bilinçli bir gücü temsil eden siyasal İslamın yararına olacağı açık olmalıdır. Kurtuluş, muhataplarını iyi tanımalıdır. Bu arkadaşlar, kimi kime karşı yönlendirmeyi ve kimi, hangi güçleri devrimci muhalefet cephesine çekmeyi kuruyorlar? Karşımızda, emperyalizmle, Türk egemen sınıflarıyla, Arap gericiliğiyle vb. içiçe olan ve yaşamın istisnasız her alanında örgütlü bir burjuva fraksiyonu bulunuyor. Bu yolda yürünmekte diretilirse, "iktidar ve muhalefet içerisindeki çelişkiler" değil, yalnızca Türkiye devrimci hareketi içindeki tasfiyeci etki derinleştirilmiş olacak, Kurtuluş ta o eleştirdiği Devrimci Yol'un, TDKP'nin kervanına katılacaktır.

Kurtuluş'un bu hatalı yaklaşımı, aynı zamanda onun eylem birliği ve bağlaşmalara ilişkin bakış açısıyla da ilişkilidir. "Düşmanımızın düşmanının dostumuz" olduğu, en azından objektif olarak öyle davrandığı bazı özel ve istisnai koşullarda devrimci hareket baş düşmana karşı olan çok geniş bir cephedeki güçleri birleştirme ya da bu güçlerle birlikte davranma şansına sahip olabilir. Ancak bugün ülkemizde siyasal İslam bakımından böyle bir durum sözkonusu değildir. Burjuvazi-proletarya çelişmesinin son derece keskin olduğu ülkemizde, içinde işçi sınıfı, diğer emekçiler ve Kürt ulusunun yeraldığı devrim kampıyla başını MGK'nun çektiği işbirlikçi-tekelci burjuvazinin karşı-devrim kampı arasında bir ölüm-kalım savaşı yaşanmakta ve orta burjuvazi ve siyasal İslam -rejimin sahipleriyle olan çelişmelerine karşın- onyıllardır kesin bir tarzda bu ikinci kampa yedeklenmiş bulunmaktadırlar. Hal böyleyken Kurtuluş'un,

"Evet, islamcılarla da, düzene muhalif başka güçlerle de, reformistlerle de, yeri geldiğinde Kemalistlerle de, CHP ile de, çok çeşitli ittifaklar yapacağız. Ortaya çıkan bütün çelişkiler üzerinde politika yapacağız...

"Evet biz bugün MGK'ya yani devlete karşı hangi sınıf ve tabakadan, hangi düşünceden olursa olsun bütün güçlerin bu doğrultuda mücadele etmelerini istiyoruz." ("MGK Genelgesine Karşı Eylemler, MGK Solculuğu ve Oportünizm") demesi, taktiksel esneklik ve baş düşmana karşı birleştirilebilecek bütün güçleri birleştirme adına oportünist-pragmatist bir rotaya ve sınıfsal işbirliği politikasına sapması anlamına geliyor. Sizin, "çok çeşitli ittifaklar" yaparak birlikte savaşmayı düşlediğiniz siyasal İslam, Kemalistler, CHP vb.; baş düşman ilan ettiğiniz MGK'nun bağlaşıkları, dayanakları, dostları, hatta bir anlamda kendisi değiller mi? Sizce MGK, egemen sınıflardan bağımsız, sınıfsal niteliği ve dayanağı olmayan ve adeta boşlukta duran bir askeri-bürokratik aygıttan mı ibaret? Hatta siz kendiniz, başka bir yerde de değil, Kurtuluş'un bu aynı sayısında yer alan Dursun Karataş imzalı makalede, "Mesut Yılmaz hükümetini oluşturan partiler ve bu hükümeti dışardan destekleyen CHP, oligarşinin partileri olup hemen her dönem iktidarda veya muhalefette Susurluk Devleti'nin icraatlarının sorumlusu ve destekçileri olmuşlardır." ("MGK, Mücadele ve Halk Örgütlenmeleri") demiyor musunuz? Herhalde, bir devrimci hareketin başına gelebilecek en büyük kötülüklerden birisi, onun, dostlarını ve düşmanlarını iyi tanıyamaması ve bu konuda kafasının karışık olmasıdır.

Kurtuluş'un bir başka hatası, devrimcilerin, "faşizmin halk kitlelerini düşüncelerinden, inançlarından taviz vermeye zorlayan yasaklarına" karşı savaşımla ve "her türlü baskı ve zulmün karşısında" olmakla yükümlü olduğu gerekçesinden yola çıkarak İslamcı bayanların türban eylemini desteklemesidir. Burada, türban eyleminin ardında yatan siyasal çekişmeyi -RP'nin, MGK/ANASOL-D ile bir güç denemesine ve MGK ile hükümetteki burjuva partileri arasındaki sürtüşmeleri derinleştirmeye girişmiş olması- bir kenara koyarak, eylemin özgün istemini ele almak istiyorum. Bu arkadaşlar nitelik ve içeriğini irdelemeye girişmeksizin, İslamcı bayanların saçlarını örtme istemlerinin "demokratik ve kurtuluşçu" bir nitelik taşıdığını düşünüyorlar. Ama onlar, kadınların saçlarını örtme "özgürlüğü"nü savunanların, aslında kadının kurtuluşunu değil, köleleşmesini savunmakta olduklarını akıllarına bile getirmiyorlar. Herhalde, başarılı olması halinde böylesi bir savaşımı, kadınların peçe takma "özgürlüğü", kadınların toplumsal yaşama katılımının sınırlanması "özgürlüğü" ve giderek toplumsal yaşamdan tümüyle dışlanma "özgürlüğü" için savaşımlar izleyecektir. Tutarlı demokratizm bizi, böylesi tekil eylemlerde dile getirilen istemlerin gerçekten de demokratik ve kurtuluşçu olup olmadığını titizlikle değerlendirmekle yükümlü kılar. Bunu yapmayanlar, MGK'na, emperyalizme vb. savaşım adına en koyu gericilikle birlikte yürümeye kalkışanlar, aslında işçi ve emekçi yığınlara gerici bir bilinç aşılanmasına yardımcı olacaklarını görmek zorundadırlar.

Öte yandan tutarlı demokratizm bizi, böylesi tekil eylemlerin demokrasi ve sosyalizm savaşımının geneli içinde nasıl bir yer tuttuğunu değerlendirmekle de yükümlü kılar. Lenin'in söylemiş olduğu gibi, bazı durumlarda parça bütün ile çelişir; o zaman parça atılır. Demek ki Kurtuluş, son türban eyleminde olduğu gibi salt parça açısından bakıldığında başarılı ve MGK ve egemen sınıfları geri adım atmaya zorlamış gözüken bir eylemi bütün açısından da değerlendirmelidir. O zaman, gençlik kitlelerinin bilincini karartan, devrimci saflarda yanılsamalar yaratan ve tasfiyeciliğin yeni tohumlarını eken ve dolayısıyla siyasal gericiliğin ve emperyalizmin güçlenmesine hizmet eden böylesi bir ortak eylemin reddedilmesi gerektiğini daha iyi anlayacaktır. Siyasal İslamla ortak eylemin reddi, kuşkusuz devrimci hareketin MGK'nun politikalarını desteklediği anlamına gelmeyecektir. ÖSY. Atılım'ın 32. sayısında yayımlanan eleştirinin başlığının da anlattığı gibi biz "Üçüncü Taraf" olabilmeliyiz. Biz, komünistlerin ve tutarlı devrimcilerin kitlelerin gerçek ve uzun erimli çıkarları ve özlemlerine denk düşen kendi yolu var. Burjuvazinin, gericiliğin ve emperyalizmin şu ya da bu kanadının bize dayattığı yoldan değil, kendi yolumuzdan yürüyeceğiz.

Bu eleştiri, siyasal İslam'ın ve dinsel gericiliğin etkisi altındaki milyonlarca işçi ve emekçiyi devrim ve sosyalizm saflarına kazanma görevinin asla gözardı edilmemesi gerektiği uyarısıyla son bulmalıdır. Kurtuluş'un önerdiği oportünist-pragmatist taktiksel yol eleştirilebilir ve eleştirilmelidir. Ancak bu, Kurtuluş'u böyle bir arayışa iten gereksinimi ortadan kaldırmaz. Yalnızca objektif koşullardan ötürü değil, ama aynı zamanda bizim yetersizlik ve beceriksizliklerimiz yüzünden RP'nin ve siyasal İslamın etki alanına girmiş olan milyonlarca hoşnutsuz işçi ve emekçinin devrime kazanılması için daha aktif ve daha yaratıcı davranma, kitlelerin ruh haline ve bilinç düzeylerine uygun yeni savaşım ve örgütlenme biçimleri bulma, dinsel gericiliğin etki alanında bulunan işçi ve emekçilere seslenme ve ulaşma kanalları oluşturma yükümlülüğü devrimci hareketin karşısında durmaya devam ediyor. Geleneksel burjuva partilerinden ve askeri klikten soğumuş ve soğumakta olan milyonlarca işçi ve emekçiyi kucaklayamayan bir devrimci hareketin, ne yakın, ne de uzak hedeflerini gerçekleştirebileceği herhalde yeterince açık olmalıdır.