Marx-Engels |  Lenin  | Stalin |  Home Page

Garbis Altinoglu

Articles

Çanlar Kimin İçin Çalıyor
Körfez Bunalımı Üzerine Düşünceler
Garbis Altınoğlu, 6-8 Nisan 2007

15 Britanyalı Denizcinin Tutuklanması

Kısa bir süre önce yabancı bir devrimci dostla yaptığımız bir sohbette İran Devrim Muhafızlarının 23 Mart’ta, kendi karasularına girdiği gerekçesiyle 15 Britanyalı denizciyi gözaltına alması konusu gündeme gelmişti. Bu olayın İran’a saldırmak için fırsat kollayan ABD ve İsrail’in elini ve İran’ın izolasyonunu güçlendirdiği görüşünde olan dostum İran’ın Aralık 2006’da düzenlediği Yahudi Holokostu konferansı ve Devlet Başkanı Mahmut Ahmedinejad’ın sert ve meydan okuyucu üslubu için de benzer bir düşünceye sahipti. Bense bu düşünceye katılmadığımı, sorunun ABD ve Batı Avrupa’daki algılanma biçiminin hayli subjektif olduğu kanısında olduğumu söyledim kendisine. Gerçekten de gerek sözü edilen iki olay ve gerekse Ağustos 2005’de devlet başkanlığını kazanan M. Ahmedinejad’ın üslubu, İran ulusal burjuvazisinin ana gövdesinin, en azından bu aşamada teslimiyetçi bir politika izlemeyi reddetmesinin ve bir ölçüde de çeşitli sınıflardan İran halkının ABD, Britanya ve İsrail’in 1950’lerin başından bu yana İran’ı denetleme ve boyunduruk altında tutma çaba ve girişimlerine duyduğu tepkinin bir anlatımıydı. ABD ve ortaklarının stratejik bakımdan zayıf ve zayıflamakta olan konumunun ve emperyalistler arası çelişmelerin gerçekçi sayılabilecek bir analizine dayanan İran’ın; Washington, Telaviv ve Londra’daki gangsterlere açıkça meydan okuması, başta Arap ve İslam dünyası gelmek üzere dünyanın pek çok bölgesinde olumlu bir yankı yaratmakta, emperyalist-Siyonist saldırganlığa karşı çıkan bütün siyasal güçleri yüreklendirmektedir. Nitekim, 15 Britanyalı denizcinin 4 Nisan’da, niteliği henüz netlik kazanmayan bazı ödünler karşılığında serbest bırakılması, emperyalist-Siyonist saldırganlık karşısında yaygın bir suskunluğun yaşandığı günümüzde ABD-İsrail-Britanya neo-faşist eksenine indirilmiş bir darbe olmuş ve taktiksel olarak İran’ın durumunu güçlendirmiştir.
“Uluslararası hukuk” denen nesneye kafaları küf bağlamış hukuk profesörleri dışında kimsenin bir önem ve değer biçmediği ve belirleyici olanın –sözcüğün en geniş anlamıyla- güç ilişkileri olduğu ve “orman yasası”nın hüküm sürdüğü kapitalist-emperyalist sistem koşullarında İran gibi saldırı tehdidi altında bulunan devletlerin gövde gösterisi yapmaları, silahlanması ve savaşa hazırlanması tamamen meşrudur. Anımsanacağı üzre Bush-Cheney kliği İran’a karşı 2006 Nisanı gibi görece erken bir tarihte saldırı düzenlemeyi planlamıştı. Bu plana göre İran; ABD, İsrail ve Britanya uçakları tarafından 5 gün süreyle yoğun bir biçimde bombardıman edilecek ve gerekirse bu bombardımanda taktiksel nükleer silahlar da kullanılacaktı. Daha sonra ABD-İsrail-Britanya kuvvetleri İran’a batıda Irak’tan, doğuda Afganistan’dan, gene batıda Basra Körfezinden ve güneyde Umman Körfezinden saldırıya geçeceklerdi. Akıllarınca saldırganlar, İran içinde gerçekleştirilecek sabotaj ve terör eylemlerinin de yardımıyla İran hükümetini değiştirecek ve yerine kukla bir hükümet geçireceklerdi.
Gelişmelerden haberi olan İran, Nisan 2006’da kapsamlı bir askeri tatbikat gerçekleştirerek gövde gösterisi yaptı ve gerek karada ve gerekse havada ve denizde sofistike silahlar kullanma kapasitesine sahip olduğunu sergiledi. Ağustos 2006’da ise İran; Rusya ve Çin ile koordinasyon halinde İran’ın tüm sınırlarını kapsayan bir savaş oyunu gerçekleştirdi ve topraklarının işgalinin çok pahalıya patlayacağını gösterdi. Bu, ABD tekelci burjuvazisi ve ordusu içindeki gerici “savaş muhalifleri”nin konumunu güçlendirdi ve Bush-Cheney kliğini ve “yeni muhazakar” olarak da anılan Siyonist neo-faşistleri savaş heveslerini, bir süreliğine de olsa söndürdü. Beyaz Saray’da, Pentagon’da vb., İran’ın toprak bakımından Irak’ın dört katı, nüfus bakımındansa üç katı büyüklüğünde olduğunu, rejimin kitle desteğinin zayıf olmadığını ve emperyalist bir saldırı karşısında bu desteğin hızla büyüyeceğini ve dahası ekonomik ve askeri bakımdan İran’ın, yıkıcı savaşlar ve BM ambargoları nedeniyle iyice takattan düşmüş olan Irak’tan çok daha güçlü bir ülke olduğunu söyleyenlerin sesi daha fazla duyulur oldu. Dolayısıyla İsrail’in, İran’ın bir an önce vurulması gerektiği yönündeki histerik çığlıklarına rağmen 2006’nın ikinci yarısında ABD emperyalistleri, İran’ı psikolojik savaş yoluyla tedricen zayıflatma ve yıpratma, ülke içindeki muhalif örgütleri destekleyerek istikrarsızlaştırma ve bu arada Batı Avrupa emperyalistlerini ve gerici Arap rejimlerini anti-İran koalisyon içinde birleştirme ve İran ile önemli ortak siyasal, askeri ve ekonomik çıkarları olan Rusya ve Çin’i tarafsızlaştırma biçiminde özetlenebilecek bir yol izlediler. Bush kliğinin, esas olarak Rus ve Çin emperyalistlerinin dargörüşlü ve korkak tutumları, Washington’un onları kendi topraklarındaki Çeçen ve Uygur “ayrılıkçılığı” ve “İslami terör” umacısıyla korkutması ve ABD ve Batı Avrupa emperyalistleriyle bir yere kadar ortak ekonomik-siyasal çıkarları nedeniyle bu yolda belirli bir başarı elde ettiği kabul edilmelidir. Ancak İran’a karşı girişilecek kapsamlı bir askeri operasyonun, Moskova ve Pekin’in tutumlarını değiştirmelerine yol açacağı da kesin gibidir. Rus Dışişleri Bakanlığının 27 Mart’ta yaptığı açıklamada ABD’ni, İran’ın nükleer programını bahane ederek gerilimi tırmandırmaktan kaçınması gerektiğini ve böylesi bir operasyonun bir “uygarlıklar çatışması”na yol açacağını söyleyerek uyarması, bunun bir işareti sayılabilir.

Emperyalist İkiyüzlülük

Bilindiği gibi Britanya ve ABD hükümetleri ve basını, tutsak alınan Britanya askerlerinin TV ekranlarında görüntülerinin verilmesini, bayan asker Faye Turney’nin bir başörtüsüyle görüntülenmesini aşağılayıcı bir davranış olarak nitelediler; dahası onlar Turney’nin, İran karasularına girdiklerini, Britanya’nın Irak politikasının yanlış olduğunu ve İran halkından özür dilediğini belirten mektuplar yazmasını bir zorlama eseri olarak değerlendirdiler. ABD yönetimi ve tekelci medyası ise Britanya askerlerinin tutuklanmasının “uluslararası hukuk”a aykırı olduğunun altını çizdiler. (Serbest bırakılmalarının ardından askerler, kendilerine karşı herhangi bir zor kullanmanın sözkonusu olmadığını kendi ağızlarından itiraf ettiler.) Ama onlar kendilerinin, Afganistan’da, Irak’ta ve başka yerlerde keyfi olarak tutukladıkları ve hiçbir kanıt olmaksızın “terörist” olarak damgaladıkları sanıklara turuncu tulumlar giydirdiklerini, yıllardır yargılamaksızın Guantanamo, Ebu Gureyb gibi zindan ve konsantrasyon kamplarında tuttuklarını, zincir ve prangaya vurduklarını, tek kişilik hücrelerde uzun süre tecrit ettiklerini, çeşitli işkencelere (köpeklerle saldırı, çırılçıplak soyma, elektrik akımı verme, kaba dayak, cinsel taciz ve saldırı vb.) tabi tuttuklarını ya da işkence edilmek üzere başka devletlerin istihbarat örgütlerine gönderdiklerini, onların dinsel inançlarına hakaret ettiklerini vb. unutmuş gözüküyorlar. Bu listeye, Afganistan’ın işgalinin ardından 3,000 dolayında Taliban tutsağının katledilmesini ekleyebiliriz. (1)

En kaba türünden bir sömürgeci zihniyet taşıdıklarını ele veren bu bay ve bayanlara göre, kendileri ve kafadarları başka devletlerin yurttaşlarını, hatta seçilmiş ya da seçilmemiş yöneticilerini, direniş savaşçılarını gözaltına alabilir, tutuklayabilir, “terörist” olarak damgalayabilir ve mahkum ya da infaz edebilirler. Ve bunun adı “adalet”, “uluslararası hukukun gereklerinin yerine getirilmesi”, “teröre karşı savaşım” vb. olur. Ama başkaları kendi yurttaşlarına karşı buna benzer bir tutum sergileyemez; sergilerse bunun adı “korsanlık”, “uluslararası hukukun çiğnenmesi”, “terörizm” vb. olur. Bu bağlamda 24 Aralık 2006’da ABD kuvvetlerinin Irak’ta –en az ikisi diplomat olan- çok sayıda İran’lıyı gözaltına aldıklarını anımsamak gerek. 11 Ocak’ta ise Amerikalılar Güney Kürdistan’ın Erbil kentindeki İran konsolosluğunu basmış ve 5 görevliyi tutsak almıştı. Arkasına tekelci medyanın da desteğini almış bulunan emperyalist hükümetler bu korsanlık eylemleri hakkında bir açıklama yapmadıkları gibi, İran yetkililerinin ya da yakınlarının kaçırılan kişilerle görüşmesine bile olanak vermemişlerdir. Buna, Şubat 200’7de Türkiye’de iken kaybolan ve yakınlarının ve İran hükümetinin savlarına göre ABD ve/ ya da İsrail istihbaratı tarafından kaçırıldığı ileri sürülen eski Savunma Bakan Yardımcısı General Ali Rıza Asgari’nin durumunu eklemeliyiz.

Burada, neredeyse ilerici ve anti-emperyalist kamuoyunun bile unutmuş gözüktüğü bir başka ve eşine az rastlanır korsanlık eylemini okura anımsatmam gerekiyor. Filistin direnişi 25 Haziran 2006’da, haftalardır Gazze’yi top ve tank ateşiyle döven ve bu arada çok sayıda sivili katleden Siyonistlere karşı gerçekleştirdiği başarılı bir operasyonla Gilad Şalit adlı İsrailli onbaşıyı kaçırmış, İsrail ordusu ise buna “Yaz Yağmurları” operasyonunu başlatmakla yanıt vermişti. Siyonist teröristler bu operasyon çerçevesinde 29 Haziran’da Filistin hükümetinin 8 bakanını ve aralarında milletvekillerinin de bulunduğu 56 diğer HAMAS üyesi yetkiliyi kaçırdı ve daha fazlasını yapma tehdidini savurdu. O günden bu yana, Nazi Almanyası’nın tarzını anımsatan ve demokratik bir seçim yoluyla işbaşına gelmiş olan Filistin yönetimini devirmeyi hedefleyen bu korsanca eyleme karşı BM’in ya da sözümona demokrasinin ve özgür seçimlerin savunucusu “büyük” kapitalist devletlerin ağzından bir tek göstermelik protesto sözcüğü bile çıkmadı. Aynı husus, Hizbullah’ın 12 Temmuz’da Güney Lübnan’da kaçırdığı İsrail askerleri için kıyamet koparan ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerinin, Beyrut’un ve Güney Lübnan’ın 33 gün boyunca bombalanması ve İsrail zindanlarında çürüyen ve aralarında çocuk ve kadınların da bulunduğu 10,000’e yakın Lübnanlı ve Filistinli mahpus için ağızlarını bir kez bile açmamaları için de geçerlidir.

Her halükarda, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1918’de dağılmasından bugüne kadar geçen sürede bu bölgede milyonlarca insanın ölümü, milyonlarca insanın sakatlanması ve yerinden yurdundan olmasından ABD, Britanya ve Siyonistler doğrudan ya da dolaylı olarak sorumludurlar. 1948’de İsrail’in kuruluşu ve yüzbinlerce Filistinli’nin anayurtlarından kovulmasının, İran’da Başbakan Musaddık’ın 1953’te CIA ve Britanya istihbaratı tarafından düzenlenen bir darbeyle devrilmesinden sonra kurulan elikanlı faşist diktatörlüğün, Irak’ta Saddam Hüseyin rejiminin 1979’dan 2003’e kadar ülkenin Kürt, Arap ve Türkmen halklarına karşı gerçekleştirdiği zulüm ve kıyımların, Saddam Hüseyin rejiminin 1980-1988 yılları arasında İran’a karşı sürdürdüğü ve 800,000 dolayında cana malolan savaşın, Filistin halkına karşı 1948’den bu yana sürdürülen baskı ve terörün, 1975’den 1991’e kadar süren ve 100,000’den fazla insanın yaşamına mal olan Lübnan iç savaşının, 1991’deki İkinci Körfez Savaşından sonra 2003 yılına kadar süren ve Irak’ta 1.5 milyondan fazla insanın ölümüne yol açan BM “Güvenlik” Konseyi patentli ambargonun arkasında öncelikle Anglo-Amerikan emperyalistleri ve Siyonistler vardı. Mart 2003’de başlatılan Irak işgalinden bu yana 1 milyon dolayında insanın yaşamını yitirmesinden de sorumlu olan bu güçler şimdi de savaşı İran’a ve ötesine yaymayı kuruyorlar. Herhalde uluslararası ya da herhangi bir hukuktan en son bahsetmesi gerekenler, kendilerinin başka ülkelerin içişlerine burunlarını sokma, bu ülkelere müdahale etme, onların rejimlerini değiştirme ve oralarda sabotaj ve terörizm faaliyetleri örgütleme “hakları” olduğunu tartışma götürmez bir aksiyom olarak kabul edenler, işte bu neo-faşist savaş suçlularıdır.


Medya Manipülasyonu: “İsrail’i Haritadan Silmek”
İran Devlet Başkanı M. Ahmedinejad, 28 Ekim 2005’de içişleri bakanlığı konferans salonunda İslami Öğrenci Dernekleri Birliği’nin binlerce mensubuna hitaben bir konuşma yapmıştı. Ahmedinejad’ın “Siyonizmden Arınmış Bir Dünya” konulu bu toplantıda yaptığı konuşmada geçen bir tümce, tekelci medya tarafından İran-karşıtı bir hava oluşturmak amacıyla yanlış bir biçimde çevrilecek ve Tahran rejiminin ne denli fanatik vb. olduğunu “kanıtlamak” için kullanılacaktı. Tekelci medyaya göre Ahmedinejad bu konuşmada “İsrail’in haritadan silinmesi” gerektiğini söylemişti. Bu konu üzerine haftalarca yaygara koparan Siyonist ve emperyalist siyasetçiler ve basın İran’ın Yahudilere karşı ikinci bir Holokost’un gerçekleştirilmesini savunduğunu söyledi ve yaratılan yapay gerilimi İran’ın nükleer çalışmalarının gerekirse zor kullanılarak durdurulması yolundaki argümanını pekiştirmek için kullandı. Britanya Başbakanı Tony Blair, M. Ahmedinejad’ın bu açıklamasının mide bulandırıcı olduğunu söyledi; İsrail Başbakanı Ariel Şaron, İsrail’in yokedilmesi çağrısında bulunduğu gerekçesiyle İran’ın BM’den çıkarılmasını talep etti; İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres İran’ın haritadan silinmesi gerektiğini söyledi ve BM Genel Sekreteri Kofi Annan İran’a yapmayı planladığı geziyi iptal etti. Oysa işin içyüzü farklıydı: Herşeyden önce söylenen sözler M. Ahmedinejad’a değil, Ayetullah Humeyni’ye aitti; o gün İran Devlet Başkanının söylediklerinin tam ve doğru çevirisi şöyleydi:
“İmam, Kudüs’ü işgal eden rejimin tarihin sayfalarından silinmesi gerektiğini söyledi.” İkincisi ve daha da önemlisi, herkesin de anlayabileceği gibi bu tümceden, Yahudi toplumunun yokedilmesi ya da İsrail’in haritadan silinmesi çağrısı çıkarılamaz. Nasıl Nazi Almanyası’nın yıkılmasını istemek Alman ulusunun yokedilmesi ya da hatta Alman devletinin yıkılması anlamına gelmiyorduysa. (Kuşkusuz bu tutarlı devrimci ve enternasyonalistlerin Siyonist İsrail devletinin, emperyalist ABD devletinin ve tüm gerici ve kapitalist devletlerin yıkılmasından yana olmadığı anlamına asla gelmez.) Zaten M. Ahmedinejad’ın konuşmasının içeriği de bu savın bir karaçalmadan başka bir şey olmadığını gösteriyor. Özetle M. Ahmedinejad bu konuşmasında; Siyonizmin Batı’nın İslam halklarını ezmek için kullandığı bir araç olduğunu, Siyonist rejimin Batı’nın bölgeye ve onun zenginliklerine egemen olmak için stratejik bir köprübaşı olarak inşa edildiğini, Filistin’in İslam dünyasının Amerikan hegemonyasına karşı yürütülen savaşımın ön hattında yeraldığını ve dolayısıyla Filistin’in yazgısının tüm Ortadoğu’nun yazgısını derinden etkileyeceğini söylüyordu. Ardından o, ABD’nin İsrail aracılığıyla bölge üzerinde kurmuş olduğu güçlü denetimin kırılmasının bazılarınca hayal edilemez bir şey olarak görülebileceğini belirtiyor ve Humeyni’ye göndermede bulunarak İmam’ın, şimdi adları tarih kitaplarında geçen üç rejimin –İran’daki Şah rejimi, Sovyetler Birliği ve Saddam Hüseyin rejimi- yıkılmasını öngördüğünü anımsatıyordu.

Öte yandan, ABD ve Batı Avrupa tekelci burjuvazisinin temsilcileri ve tekelci medya, değişik vesilelerle Başkan Ahmedinejad’ın Yahudi Holokostunu yadsıdığını ileri sürebilmişlerdir. Örneğin, tagesschau.de adlı yayın organında 14 Aralık 2005’de yayımlanan bir haberde Alman Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier’in, “Alman hükümeti Ahmedinejad’ın zaman zaman yinelediği saldırgan İsrail-karşıtı açıklamalarını şoke edici buldu ve kınadı. Bu tür davranışlar hoşgörüyle karşılanamaz” dediği belirtiliyor ve Federal Şansölye Angela Merkel’in Ahmedinejad’ın söylediklerini “inanılmaz” olarak nitelediği aktarılıyordu.

Aynı günlerde Alman haber ajansı DPA ve TV kanalı n24 Ahmedinejad’ın Holokostu yadsıdığı yolunda yanlış haberler yayınlıyorlardı. Oysa Mahmut Ahmedinejad’ın İran haber ajansı IRNA tarafından yayınlanan konuşmasının metni incelendiğinde böyle bir şeyin sözkonusu olmadığı görülecektir. Ahmedinejad 14 Aralık 2005 tarihinde yaptığı konuşmada, bazılarının Holokost konusunda bir mit yarattığını ve bu mite dinlerine ve peygamberlerine olan inançlarından daha büyük bir değer biçtiğini söyledikten sonra sözlerini şöyle sürdürmüştü:
“Eğer Avrupalıların, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Holokost’ta 6 milyon Yahudiyi öldürdükleri yolundaki savları gerçekse, ki bu savda ısrar ettiklerine ve ona karşı çıkanları tutuklayıp hapse attıklarına bakılırsa gerçektir, o zaman bu suçun bedelini neden Filistin ulusu ödesin? Onlar neden İslam dünyasının kalbine geldiler ve neden sevgili Filistin’e karşı bombalarını, roketlerini, füzelerini ve yaptırımlarını kullanarak suç işliyorlar... Eğer bu suçları işlediyseniz Avrupa’nın bir yerinde ya da Amerika ve Kanada’da ya da Alaska’da kendi devletlerini kurmaları için onlara kendi toprağınızın bir bölümünü verin...” Görüldüğü gibi M. Ahmedinejad Holokost’u yadsımamakta, ama Holokost mitinin ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerinin kendi ikiyüzlü ve saldırgan politikalarını kamufle etmek için ve İsrail’in yararına ve Filistin başta gelmek üzere İslam halklarının/ dünyasının zararına kullanılmasını eleştirmektedir.

Daha da ilginci, İran’ı haksız olarak “İsrail’i haritadan silmek” savında bulunmakla suçlayan ABD ve İsrail yöneticilerinin pek çok kez İran’ı açıkça tehdit etmişlerdir. Washington ve Telaviv teröristleri; uluslararası burjuva hukununu açıkça çiğneyerek İran’daki İslami rejimin devrilmesi ve yerine Batı-yanlısı, yani kukla bir rejimin geçirilmesi gerektiğini savunmakta, Halkın Mücahitleri gibi –daha önce Saddam Hüseyin rejimi tarafından İran’ı istikrarsızlaştırmak için kullanılan ve kendileri tarafından “terörist örgütler” listesine alınmış bulunan- grupları desteklemekte, İran içindeki Kürtler, Araplar, Beluciler gibi değişik etnik grupların haklı taleplerini manipüle ederek İslami rejimin kitle temelini zayıflatmaya çalışmakta, (2) İran içinde istihbarat, sabotaj ve terör faaliyetleri yürütmektedirler. Dahası onlar, bu ülkeye karşı gerek konvansiyonel silahların ve gerekse nükleer silahların kullanılacağı saldırı niyet ve hazırlıklarını pek çok kez dünya kamuoyuna duyurmuş, bu doğrultuda ayrıntılı askeri planlamalar yapmış ve özellikle son aylarda Basra Körfezi’ne İran’ı tehdit edecek büyük bir askeri güç yığınağı yapmışlardır.


Savaş Olasılığı

En azından Irak’ın Mart 2003’de işgalinden bu yana İran’ı tehdit etmekte olan ABD ve İsrail eğer şimdiye kadar bu emellerini yaşama geçirmekte ciddi bir adım atmadılar. Bunun nedeni onların, İran’ı işgal etmek ya da bu ülkeye karşı girişebilecekleri yoğun bir hava-deniz bombardımanı için yeterli bahanelere sahip olmamaları değil, böyle bir saldırının sadece orta ve uzun erimde değil, kısa erimde de kendilerine hayli tuzluya oturacağını biliyor olmalarıdır. Herhalde hemen hemen herkes, Washinton ve/ ya da Telaviv’deki gangsterlerin, tezgahlayabilecekleri bir provokasyonla böyle bir bahane yaratabileceklerini ve yeni bir savaşı ABD ve Batı Avrupa’nın, anti-emperyalist ve devrimci duyarlılıkları önemli ölçüde iğdiş edilmiş olan işçi ve emekçilerine büyük bir güçlük çekmeksizin kabul ettirebileceklerini görüyor. (3)

İran’ın nükleer tesislerine, önemli askeri, ekonomik ve siyasal hedeflerine karşı kapsamlı bir ABD-İsrail hava-deniz bombardımanı olasılığı hala gündemdedir. Ancak, taktiksel nükleer silahların da kullanılabileceği böylesi bir saldırı ABD ve ortakları açısından bir Pirüs zaferi olmanın ötesine geçemez; çok sayıda İranlı asker ve sivilin ölümüne, bu ülkenin nükleer çalışmalarının belli bir süre ertelenmesine ve altyapısının belli ölçülerde tahrip edilmesine yol açacak olan böylesi bir askeri operasyon ABD-İsrail-Britanya ekseni bakımından bir dizi risk içermektedir. Yaşanan deneyimin de gösterdiği gibi böyle bir saldırı; Irak ve Afganistan (ve Lübnan ve Filistin) halklarının direnişi karşısında önemli askeri ve siyasal kayıplara uğramış olan ABD ve İsrail’i çok daha zor duruma düşürebilecektir. ABD ve ortaklarının hesaplarının aksine böyle bir hava-deniz harekatı, özellikle İran’ın bir dizi cephede girişeceği karşı-saldırılar nedeniyle ister istemez bir kara harekatına dönüşecek, Afganistan’da ve özellikle Irak’taki direniş nedeniyle gerek materyel ve gerekse moral açıdan ağır darbeler yiyen Yanki teröristleri, hiç de istemedikleri ve asla kazanamayacakları uzun süreli bir savaşa girmek zorunda kalacaklardır. Savaşın İran topraklarına taşınması ve uzaması; asimetrik savaş taktikleri izleyecek olan İran ordusunun ABD kara ve deniz kuvvetlerine ağır kayıplar verdirmesine, Pakistan’dan Filistin’e kadar uzanan geniş bir bölgede anti-emperyalist direnişin büyümesine, Irak ve Afganistan’daki Amerikan ve İngiliz kuvvetlerinin ağır kayıplar vermesine, Pakistan, Lübnan, Suudi Arabistan, Ürdün gibi ülkelerdeki rejimlerin devrilmesine, ABD-İsrail-Britanya şer ekseninin büyük ölçüde izolasyonuna, ABD’nin İran’a egemen olarak kendi arka bahçelerini ele geçirmesini kesinlikle istemeyen Rusya ile Çin’in savaşa en azından dolaylı bir biçimde katılmasına, petrol fiyatlarının hızla yükselmesine ve büyük olasılıkla ABD’nin süper devlet konumunu yitirmesine ve dolayısıyla savaşın baş kışkırtıcısı Siyonist devletin sonal olarak yıkım sürecine girmesine yol açacaktır.
İran’a karşı savaş senaryoları ilgili ülkelerin savaş karargahlarında yıllardır detaylı bir biçimde tartışılmakta olduğuna göre, bu olasılıkların ve risklerin biliniyor ve hesaplanmış olduğunu varsayabiliriz. Bütün bunlara rağmen İsrail’in ve ABD içinde son derece etkili olan Siyonist lobilerin İran’a saldırı için bastırmalarının ve Basra Körfezi’ne yapılan büyük askeri yığınağın da gösterdiği gibi adım adım savaşa yaklaşılması, ABD tekelci burjuvazisi ve devlet aygıtı içindeki çelişmeleri keskinleştirmektedir.
Tam da burada, Sarah Baxter ile Michael Smith’in 25 Şubat 2007’de Global Research’da yayımlanan “US Generals Will Quit If Bush Attacks Iran” (=“Bush İran’a Saldırırsa ABD Generalleri İstifa Edecek”) başlıklı yazılarında The Sunday Times’a ve Britanya istihbaratına dayanarak söyledikleri gibi, ABD Silahlı Kuvvetleri ve tekelci burjuvazisi saflarında savaşın İran’a yayılmasına karşı güçlü bir muhalefet bulunduğunun altını çizmek gerekiyor. Baxter ve Smith bu kaynaklara göndermede bulunarak, böyle bir saldırının gerçekleşmesi halinde dört ya da beş general ve amiralin istifa edeceğini belirttikten ve üst düzey komutanların görüşlerini yansıtan “Savunma” Bakanı –ve CIA eski şefi- Robert Gates’in bir İran saldırısına kesinlikle karşı olduğunu söyledikten sonra şunları ekliyor:
“Generallerin hepsinin kafası ABD ordusunun, İran’a karşı bir savaşı başarılı bir biçimde yürütmek için gerekli askeri kapasiteye sahip olmadığı konusunda tamamen berraktır.” Sözkonusu yazıda ayrıca, ABD’nin son haftalarda Basra Körfezi’ne yapmakta olduğu askeri yığınaktan bahsedildikten sonra, ABD Genelkurmay Başkanı General Peter Pace’in bir süre once İran ile bir savaş olasılığının sıfır olduğunu söylediği ve İran’ın Irak’taki direnişçi grupları silahlandırdığı yolundaki haberlerin kanıtlanmamış olduğunu söylediği aktarılıyor.
Buna öndegelen Amerikan komutanlarından Lübnan kökenli General Abizaid’in kaygılarını ekleyebiliriz. Mart 2007’de emekliye ayrılan ve ABD’nin Irak’a saldırdığı 2003 Martından 20 Aralık 2006’ya kadar –Ortadoğu ülkeleri de içinde olmak üzere 27 ülkedeki ABD birliklerini yöneten- CENTCOM’un komutanlığını yapmış olan General John Abizaid Mayıs 2006’da yaptığı bir açıklamada şöyle diyecekti:
“Bakın, İran kadar büyük, sınırları boyunca terörizmi destekleme ve sınır aşan bir füze yeteneği olan ve dünya petrol pazarını etkileme kapasitesine sahip bir ülkeye karşı savaş, üzerinde herkesin son derece derinlemesine bir biçimde düşünmesi gereken bir şeydir.”
ABD devlet aygıtının değişik bölüm ve kademelerinde dile getirilen bu ve benzer kaygılara ve kapsamlı bir İran harekatının ABD emperyalizmi açısından gerçek bir çöküş ve yıkıma yol açabileceğini gösteren verilere rağmen Yanki haydutlarının böyle bir maceraya girişmeleri olasılığı hiç de küçük değil. ABD Başkanı George W. Bush 10 Ocak’ta yaptığı ve Irak’a daha fazla asker gönderileceğini açıkladığı konuşmasında, İran ile Suriye’yi “teröristler”e yardım etmekle suçladı ve “Irak’taki düşmanlarımızı” eğiten ve silahlandıran “şebekeleri ortaya çıkaracak ve yok edeceğiz” dedi. New York Times’in haberine göre Bush aynı konuşmasında Iraklı direnişçilere ileri teknikle hazırlanmış patlayıcı maddeler sağlamakla suçladığı İran’lı diplomatlara ve danışmanlara karşı baskınlar yapılmasını buyurdu.
İran’ı hedef alacak olan bir saldırının öndegelen mimarının İsrail olduğu biliniyor. Bu koşullarda bir ABD/ ABD-İsrail saldırısının İsrail’e yönelik bir misillemeye yol açacağını söylemek kehanet sayılmaz. Bu bağlamda, Mart ayının ikinci yarısında Telaviv’de ve İsrail’in diğer kentlerinde olası bir füze saldırısına karşı geniş-ölçekli bir tatbikat yapılması anlamlı görünüyor. Öte yandan Rusya’nın, geçtiğimiz haftalarda, BM “Güvenlik” Konseyi’nin uranyum zenginleştirme çalışmalarını durdurma kararına karşı çıkmakta direten İran’ın, Rus yardımıyla inşa edilen Buşehr nükleer santralinin çalışması için gereken nükleer yakıtı vermeyeceğini açıklaması ve tesiste çalışan 2,000 dolayında teknisyenini geri çekmesi, savaş olasılığının arttığını gösteriyor. Emekli Korgeneral Leonid İvaşov, RIA-Novosti ajansının 21 Mart’ta kendisiyle yaptığı bir mülakatta,
“İran’a karşı bir harekat, daha doğrusu büyük bir operasyon yapılacağı konusunda hiçbir kuşkum yok” dedi. Başkan Putin’in danışmanları arasında yer alan ve halihazırda Moskova Jeopolitik Bilimler Akademisi Başkan Yardımcısı olan General İvaşov daha sonra sözlerini şöyle sürdürdü:
“Büyük olasılıkla bir kara saldırısı olmayacak; fakat İran’ın askeri direnme kapasitesini, yönetim merkezlerini, bellibaşlı ekonomik kaynaklarını ve pekala siyasal liderliğini ya da onun bir bölümünü yoketmeyi hedefleyen büyük-ölçekli hava saldırıları yapılacak.”
Rusya ile Çin’in, ABD’nin yoğun baskısı altında 24 Mart’ta yapılan “Güvenlik” Konseyi toplantısında, aslında kendi emperyalist çıkarlarını da dolaylı olarak hedef alan böylesi bir harekatı kolaylaştıran ve ona bir çeşit uluslararası meşruiyet kazandıran karara onay vermeleri ise savaş kışkırtıcılarının elini güçlendirmiştir. Bu karar uyarınca Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı 60 gün içinde “Güvenlik” Konseyi’ne, İran’ın nükleer çalışmalarını durdurup durdurmadığı konusunda yeni bir rapor sunacak. Ajans’ın bu süre içinde de şimdiye kadar olduğu gibi, İran’ın nükleer silah yaptığı yolunda hiçbir veri bulamayacağını tahmin edebiliriz. Ama bu, kalıcı üyelerinin hiçbiri kendi nükleer cephanelikleri konusunda kılını kıpırdatmayan ve İsrail, Hindistan ve Pakistan’ın nükleer silahlarını asla tartışma konusu yapmayan “Güvenlik” Konseyi’nin yeni bir yasadışı karar almasına engel olmayacaktır. Bu koşullarda, ABD ile İsrail’in bu yaz bölgeye karşı büyük bir saldırı gerçekleştireceklerini öngören İran Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Hasan Firuzabadi’nin Mart ayı sonunda yaptığı açıklamada,
“Uluslararası Siyonizm ve Filistin’e el koyan İsrail, ABD’ndeki gerici yeni-muhafazakarlarla birlikte yeni bir plan hazırlıyor.
“Amerikalıların ve Batı’nın bu planı başarısızlığa uğrayacak. Ancak İslam ülkeleri tehlikeyle karşı karşıya” demesi hiç de şaşırtıcı değildir.

Sonuç
ABD ve ortaklarının İran’a yönelik bir saldırısına kesinkes karşı çıkmanın ve dünya işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı konumundaki ABD-İsrail-Britanya ekseninin yenilmesini dilemenin ve bu amaçla çalışmanın, asla Tahran rejiminin iç ve dış politikalarını desteklemek anlamına gelmediği açık olmalıdır. ABD-İsrail-Britanya neo-faşist ekseni tarafından stratejik bir tehdit olarak görülen ve teslim alınmak istenen İran, bu emperyalist-Siyonist kuşatma ve saldırıya karşı durduğu, onu zayıflattığı ve frenlediği sürece objektif olarak ve İran burjuvazisinin niyetlerinden bağımsız olarak dünya proletaryası ve halklarının tutarsız ve güvenilmez de olsa ikincil bir bağlaşığı konumundadır. Bu; İran’lı devrimci ve komünist güçlerin –ABD/ İsrail saldırısına karşı savaşımın merkezi önemini gözardı etmeksizin gerici İslami rejime karşı demokrasi ve sosyalizm savaşımını sürdürme göreviyle hiçbir biçimde çelişmez. İşçi sınıfının ve diğer sömürülen emekçi yığınları vahşice ezen ve sömüren ve onların bağımsız örgütlenme haklarını tanımayan, Kürt, Beluci, Türkmen azınlıklara karşı ulusal zulüm uygulayan bir rejime karşı durmak, demokratizmin ve Marksizmin asgari önkoşuludur. Tahran’ın dış politikası da tahmin edilebileceği gibi az-çok ilkeli bir anti-emperyalizmden tamamen uzak olup, ABD-İsrail-Britanya ekseninin onyıllardır sürdürdüğü ve görünür gelecekte sürdürecekleri anlaşılan İran’ı teslim alma politikasına karşı pragmatik bir duruş olarak biçimlenmektedir. Anımsanacağı üzere İran, ABD ve ortaklarının Ekim 2001’de Afganistan’a saldırısını onamış, işbirlikçi “Kuzey İttifakı” güçlerini desteklemiş, kukla Hamit Karzai hükümetiyle görece iyi ilişkiler içinde olagelmiş, ABD ve ortaklarının Mart 2003’de Irak’a saldırılarının öngününde bu saldırıyı onamış, Irak’ta Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasının ardından bu ülkedeki nüfuzunu arttırmak amacıyla değişik Şii burjuva ve küçük-burjuva grupları desteklemiş ve ABD-destekli işbirlikçi hükümetle iyi ilişkilere sahip olagelmiş, Afganistan’da Taliban ve Irak’ta değişik Sünni gruplar önderliğinde yürütülen direnişlere sıcak bakmamıştır ve bakmamaktadır. Tabii koşulların ve güç ilişkilerinin değişmesine bağlı olarak Tahran’ın tutumunda şu ya da bu yönde önemli değişiklikler görülebilir. Zaten İran, Muhammet Hatemi’nin devlet başkanlığı koltuğunda oturduğu Mayıs 2003 tarihinde –kuşkusuz dinsel önder Ali Hameney’in ve İran devletinin diğer yöneticilerinin de onayıyla- ABD’ne kapsamlı bir uzlaşma planı sunmuş, ancak İran’ı çökertme ya da boyunduruk altına alma biçimindeki stratejik planlarını ve Filistin’deki statükoyu değiştirmekten yana olmayan ABD-İsrail bu plana yanıt bile vermemişlerdi. (4) İlerde konjonktürün radikal bir biçimde değişmesi ve/ ya da İran işçi ve emekçilerinin devrimci kitle hareketinin gelişmesi, İslami burjuvaziyi bir kez daha ABD ya da başka emperyalist devletlerle yeni yakınlaşma arayışlarına pekala itebilir.

Burada not etmemiz gereken husus İran’ın, M. Ahmedinejad’ın Ağustos 2005’de devlet başkanlığını –İran büyük burjuvazisinin siyasal eğilimini yansıtan- Muhammet Hatemi’den devralmasıyla birlikte, ABD ve ortaklarına karşı daha net bir tavır takındığı, Lübnan’daki Hizbullah, Filistin’deki HAMAS gibi Siyonist saldırganlığa karşı duran güçleri daha kararlı bir biçimde desteklediğidir. Bu çerçevede İran’ın, esas itibariyle kendi savunmasını gözeterek Irak’ta nüfuzunu arttırdığı ve ABD ve ortaklarının bu ülkeye egemen olma planlarını belirli ölçülerde bozduğu olgusunun altı çizilmelidir. Elikanlı Amerikan neo-faşistleri ise Irak halkının geniş kesimlerinin düşmanlığını üzerine çekmek suretiyle İran’ın ve onun bu ülkedeki bağlaşıklarının konumunu güçlendirmiş ve deyim yerindeyse kendi oyunlarıyla alta düşmüşlerdir.

İran’a yönelik emperyalist-Siyonist saldırganlık karşısında dünya işçi sınıfının ve onun Marksist-Leninist öncülerinin tutumu son derece berraktır: Onlar, emperyalist saldırıya hedef olan ülkelerin rejimlerinin niteliğinden bağımsız olarak bu savaşlarda emperyalist devletlerin yenilgiye uğramasından yana olurlar; özellikle de dünya işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı olan emperyalist devlet ya da devletler sözkonusu olduğunda. Onlar, İkinci Dünya Savaşının öngününde, militarist Japonya’nın 1931’de Mançurya’ya ve 1935’te Çin’e, faşist İtalya’nın 1935’te Etyopya’ya saldırısını, Nazi Almanyası’nın 1939’da Çekoslovakya’yı ve daha sonraki yıllarda bir dizi Avrupa ülkesini işgal etmesini vb. haklı olarak mahkum etmişlerdi. Saldırıya uğrayan ve işgal edilen, Çan Kay-şek’in Çini’ninve Haile Selassie’nin Etyopyası’nın gerici ve despotik rejimlere sahip olması, emperyalist saldırı karşısında sessiz ya da tarafsız kalmayı asla haklı kılmazdı. “Her türden gericiliğe ve bütün burjuva devletlerine karşı olmak” gerekçesiyle emperyalizmi ve dünya işçi sınıfı ve halklarının belirli bir tarihsel momentteki baş düşmanını/ düşmanlarını görmezden gelenler, ister istemez karşı-devrimin ve siyasal gericiliğin değirmenine su taşıyacaklardır. Bunun adı, deyim yerindeyse “sol gösterip sağ vurmak”tır.

Marksist-Leninistler, Irak’taki Saddam Hüseyin rejimine karşı da benzer bir tutum takınmışlardır; onlar BAAS gericiliğinin kıyım ve zulmünü kayıtsız koşulsuz mahkum etmekle birlikte, ABD ve ortaklarının gerek 1991’de ve gerekse 2003’de bu ülkeye işgal etmeyi ve onun doğal kaynaklarının ABD ve dünya tekelci burjuvazisi tarafından yağmalanmasını hedefleyen emperyalist saldırganlığı lanetlemiş ve Saddam Hüseyin kliğinin işgale karşı direnişini onamışlardır. Lenin, 1915’de kaleme aldığı “Sosyalizmin İlkeleri ve 1914-1915 Savaşı” adlı makalesinde şöyle diyordu:
“Örneğin, yarın, Fas Fransa’ya, Hindistan İngiltere’ye, İran ya da Çin Rusya’ya... savaş açsalar, ilk saldıran kim olursa olsun, bu savaşlar, ‘haklı’ savaşlar, ‘savunma’ savaşları sayılırlar; ve her sosyalist, ezilen, bağımlı, eşit olmayan devletin, ezen, köleci, soyguncu ‘büyük’ devlete karşı kazanacağı zaferi sevgi ile karşılar.” (Sosyalizm ve Savaş, Ankara, Sol Yayınları, 1976, s. 13)
ABD ve dünya işçi sınıfının ve devrimci güçlerinin zayıflığı ve emperyalist savaş-karşıtı hareketin baskın burjuva ve küçük-burjuva reformist karakteri ve büyük olasılıkla emperyalist ve Siyonist istihbarat servislerinin sızma ve kaleyi içerden fethetme metotları nedeniyle siyasal bir ceset haline gelmiş olması, savaş kışkırtıcısı güçlerin (Bush-Cheney kliği, “yeni muhazakar” çete, Siyonist lobi ve İsrail) önünün kesilmesini güçleştiriyor. Kuşkusuz, emperyalist saldırganlığın İran’ı da kapsamına alması ve daha da geniş bir alana yayılması, sadece bölge ülkeleri işçi sınıfı ve halkları açısından değil, tüm dünya işçi sınıfı ve halkları açısından önemli sonuçlar doğurmaya adaydır. İşçi sınıfının –henüz çok zayıf olan- devrimci öncü müfrezelerinin görevi, emperyalist savaşı engellemek ve bu olanaklı olmazsa onu başta emperyalist burjuvazi gelmek üzere burjuvaziyi devirmek için çaba harcamaktır. Tarihsel deneyim, işçi sınıfı ve halklara büyük acılar çektiren emperyalist savaşların aynı zamanda proleter ve halk devrimlerine yol açtığını gösteriyor. Birinci Dünya Savaşı, Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin zafere ulaşmasının ve dünyanın altıda birinde işçi sınıfının iktidarının kurulmasının objektif koşullarını olgunlaştırdı. Bir dizi başka ülkede patlak veren işçi sınıfı ve halk ayaklanmaları ise burjuvazi tarafından kanla bastırıldı. İkinci Dünya Savaşı, bir dizi Doğu ve Güneydoğu Avrupa ülkesinde ve Doğu Asya’da halk demokrasisi rejimlerinin kurulmasının zeminini oluşturdu ve klasik sömürgecilik sisteminin çöküşünün yolunu açtı. ABD-İsrail-Britanya ekseninin ve uşaklarının emperyalist savaşı Ortadoğu, Orta Asya ve ötesine yayma çabaları ise büyük olasılıkla Siyonist devletin ve gerici Arap rejimlerinin çöküşüne ve bu bölgede anti-emperyalist halk iktidarlarının kurulmasının objektif koşullarının olgunlaşmasına katkıda bulunacaktır. Bundan ötesi, işçi sınıfının ve ezilen halkların devrimci öncü güçlerinin sorumluluk alanına, onların emperyalist canavarlığın radikalleştirmekte olduğu işçi ve emekçi yığınlarını devrimci, komünist ve enternasyonalist bir ruhla eğitme ve örgütleme çabalarına bağlıdır.


DİPNOTLAR
(1) Taliban’ın yenilgiye uğramasından sonra Kuzey Afganistan’da tutsak edilen 8,000 kadar Taliban savaşçısı ABD emperyalistlerinin piyonlarından General Raşit Dostum’a bağlı askerler tarafından tutsak alınmıştı. Bu savaşçıların 3,000 kadarı Şibergan Cezaevine götürülmek üzere tıkabasa bir tarzda konteynerlere dolduruldu. ABD subaylarının buyruklarıyla konteynerlerde bulunan tutsakların “hava alabilmeleri için” ateş edilerek konteynerlerde delik açılırken vurulan ve taşıma sırasında havasızlıktan boğulan yüzlerce tutsak yaşamını yitirdi. Şibergan Cezaevine varıldığında ise sağ kalan tutsaklar ABD ve Britanya subaylarının gözetimi altında kurşuna dizilerek öldürüldü, alelacele açılan çukurlara dolduruldu ya da cesetleri vahşi köpeklerin yemesi için ortalıkta bırakıldı. Bu katliam İrlandalı film yapımcısı Jamie Doran’ın “Afganistan’da Katliam-Amerikalılar Seyir mi Ettiler?” adlı belgesel filmine de konu oldu.

(2) M. K. Bhadrakumar, 26 Şubat 2007 tarih ve “Foreign Devils in the Iranian Mountains” (=“İran Dağlarında Yabancı Şeytanlar”) başlıklı yazısında şu bilgiyi aktarıyordu:
“Geçen yıl Washington’da toplanan bir konferansta İranlı Kürt, Beluci, Ahvazi, Türkmen ve Azeri örgütler Tahran rejimine karşı bir birleşik cephe kurmak amacıyla biraraya geldiler. Nüfuzlu ABD düşünce üretim kuruluşu AEI (=American Enterprise Institute) bir adım daha ileri gitti ve yeni-muhazakar bir perspektifle, Yugoslavya-benzeri bir federe İran’ın nasıl gözükeceğine ilişkin bir rapor hazırladı.”
(3) Şubat 2007’de ABD Senatosu Dışilişkiler Komitesi’nde bilgisine başvurulan Jimmy Carter döneminin ünlü ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski, Bush kliğinin İran’a karşı bir savaş başlatmak için nasıl “inandırıcı bir senaryo” uygulayabileceğine ilişkin tahminlerini söylemişti. Ona göre bu senaryo büyük olasılıkla “Irak’ta yapılacak bir provokasyondan ya da ABD’nde gerçekleştirilecek bir terör eyleminden ötürü İran’ın suçlanmasını ve ardından, İran’a karşı girişilebilecek bir ABD ‘savunma’ harekatının tek başına kalmış bir Amerika’nın sonunda Irak, İran, Afganistan ve Pakistan’a kadar uzanan geniş ve derin bir bataklığa dalmasını” içerecekti.
(4) Bu uzlaşma planına göre İran; ABD’nin kendisine karşı düşmanca tutumuna son vermesi karşılığında nükler programı, Hizbullah ile HAMAS’a sunduğu destek ve Filistin ile İsrail arasında bir barış anlaşmasının sağlanması gibi konularda önemli ödünler vermeyi öneriyordu.