Garbis Altınoğlu
8-14 Şubat 2012
Giriş
27 Ocakta Adil Medya adlı internet sitesinde Demir Küçükaydınla yapılan bir mülâkat yayınlandı. Ben bu yazıda, Adil Medyanın okuyucularına, Küçükaydın: Sosyalizmin Muaviyesi Stalindir başlığıyla sunmayı yeğlediği sözkonusu mülâkatta ele alınan bazı önemli noktaları eleştiri konusu yapacağım. Tabii bu mülâkatta eleştiriyi hak eden, ama bu yazının kapsamını fazlasıyla genişleteceği için burada ele almayacağım ya da belki sadece geçerken değineceğim başka hatalı görüşler de var.
Ancak ben dikkatimi Demirin; İslâmın doğuşunu bir devrim ve Muaviyenin iktidara geçişini bir karşı-devrim olarak nitelendirmesi, İslâm ile Marksizm arasındaki derin farkı gözlerden gizlemeye hizmet eden görüşleri ve siyasal İslâma ilişkin yanılgıları üzerinde yoğunlaştıracağım.
Muaviye-Stalin Karşılaştırması
Demir arkadaş şöyle diyor:
(Muaviyenin iktidara gelmesiyle- G. A.) Silâhlı Müslümanların yerini devletin silâhlı adamları aldı. Benzeri de sosyalizmin başına geldi. Nasıl Muaviye ve diğerlerinin yaptıklarına bakarak İslâm dini veya öğretisi yargılanamazsa, Sovyetler ve diğerlerine bakarak da Sosyalist öğreti yargılanamaz. Sosyalizmin Muaviyesi de Stalindir diyelim. Demir bu görüşünü daha önce kaleme aldığı bir başka yazıda da şu sözlerle dile getirmişti:
Aydınlanma devriminin Muaviyesi Napoleondur. İşçilerin yaptığı Aydınlanma devriminin Muaviyesi de Stalindir. (İşçi Sınıfı Neden Devrim Yapamaz?, 9 Şubat 2010)
Napoleonu bir yana bırakarak, ilk başta Muaviye ile Stalin arasında kuşbakışı bir toplumsal köken, siyasal duruş ve yaşam tarzı karşılaştırması yapalım. Muaviyenin babası Mekkenin en sözü geçen kişisi olan Ebu Süfyan, anası Kureyşlilerin başkanı Utba bin Rabianın kızı ve kendisi de başarılı bir tacir olan Hinddir. Mekkenin en zengin ailelerinden olan Muaviye ailesi önce Hz. Muhammede şiddetle karşı çıkmış, hatta ona karşı savaşmıştı. Ancak 622de Medineye göç etmek zorunda kalmış olan Muhammed ve yandaşlarının 630da Mekke'yi fethetmesi üzerine onlar, tüm Mekkelilerle birlikte Müslüman olmak zorunda kaldılar. Diyanet İşleri eski Başkanı ve yazar Süleyman Ateş Muaviye hakkında şu bilgileri veriyor:
Mekkenin fethinden bir yıl önce veya fetih sırasında Müslüman olan Muaviye, Ebusüfyanın oğludur. Ebusüfyan Ümeyyeoğullarının lideriydi. Hz. Muhammede peygamberlik verilmesini hazmedemediği için ona inanmadı. Ona karşı savaşları yönetti. Bu düşmanlığı Mekkenin fethine kadar sürdü. Fetihte inanmaktan başka çare kalmadığını anlayıp Müslüman oldu.
Muaviye de ailesiyle birlikte fetih esnasında Müslüman oldu. Ama bu ailenin, Peygamber ailesine karşı rekabet hissi, üstü örtülü olarak devam etti. Hz. Ömer döneminde Muaviye, Şam valisi yapıldı. Hz. Osmanın şehadeti üzerine halife seçilen Hz. Aliye karşı çıkanların safında yer alan Muaviye, Hz. Alinin şehadeti üzerine bir hileyle halifeliği ele geçirdi. Yaptığı en kötü şey de kendi sağlığında oğlunu veliaht seçip halktan Yezid için beyat aldırarak İslâmdaki seçim sistemini saltanata çevirmiş olmasıdır. (Süleyman Ateş, Muaviye Mekkenin fethinden sonra Müslüman oldu, Vatan, 8 Ocak 2009)
Rus Çarlığının boyunduruğu altında ezilen Gürcistanın küçük bir kentinde dünyaya gelen Jozef Stalin ise son derece yoksul bir ailenin son çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Ailenin daha önce dünyaya gelen üç çocuğu da doğumdan hemen sonra yaşamlarını yitirmişlerdi. Stalinin babası Vissaryon Çugaşvili ve annesi Ekaterina Geladze, Muaviye ve ebeveynleri gibi aristokrat değil, toprak kölesi/ serf kökenliydiler. Mekke elitinin bir üyesi olan, lüks yaşantıya olan tutkusuyla tanınan ve yaşamı saraylarda geçen Muaviyeden farklı olarak Stalin önemli bir siyasal konum edinmeden önce yaşamını zor koşullarda yasadışı örgütsel çalışmasında, fabrikalarda, sürgünlerde, cezaevlerinde sürdürmüş ve tüm ömrü boyunca onun en azgın düşmanlarının da kabul ettiği gibi- son derece sade ve alçakgönüllü bir yaşam tarzına sahip olmuştu. Gene Muaviyeden farklı olarak Stalin hiçbir zaman Demirin, Ekim devriminin Muhammedi saydığını tahmin edebileceğimiz- Lenine karşı bir düşmanlık beslemediği gibi onun en sadık izleyici ve öğrencisi oldu. Dahası Stalin, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisinin Bolşevik kanadına katılmak için Mekkenin fethini beklememiş, neredeyse başından beri Leninin önderlik ettiği Bolşevik kanadın yanında yer almıştır. Rusya devriminde Muaviyeye benzer bir figür aranacaksa, onun Stalin değil, babası bir toprak ağası olan, 1903-1917 yılları arasındaki siyasal yaşamı Lenine karşı savaşmakla geçmiş ve ona en ağır hakaretleri yağdırmış, ama daha sonra Leninist kesilmiş olan Trotski olduğunu söyleyebiliriz. Anımsanacağı gibi Trotski, içinde yer aldığı Mejrayontsi grubuyla birlikte ancak, Mekkenin fethinin, yani 1917 Ekim Devriminin öngününde bir özeleştiri yaparak Bolşeviklere katılmış, daha sonraları ise Ekim devriminin ideallerine bir kez daha sırt çevirmiş, 1920lerin ikinci yarısında Bolşevik Partisine karşı yıkıcı bir muhalefet sürdürmüş, -en azından objektif olarak- devrilmiş eski egemen sınıf ve katmanların çıkarlarını aşırı sol bir retorik kullanarak savunmuş ve 1930larda Nazi ve Japon emperyalistleriyle işbirliği yaparak bir süper-Muaviye payesine erişmişti. (Bu olgunun, onyıllardır revizyonist/ sosyal-emperyalist bir devlete dönüşmüş ve tam da bu nedenle çökmüş olan Sovyetler Birliğinin 1991de dağılmasından sonra kısmen açılan devlet arşivlerinden edinilen belgelerle bir kez daha tartışma götürmez bir tarzda doğrulandığını anımsatayım.) İnsanlık tarihinde Muaviye ile Stalin gibi bu denli benzemez iki siyasal figür bulmak, herhâlde pek kolay olmasa gerek.
Stalinin Ekim Devriminin Muaviyesi olduğu, yani eşitlikçi ve sosyalist bir toplum inşa etme çabalarını durdurduğu ve geriye döndürdüğü yolundaki son derece yaygın, ama aynı ölçüde hatalı sav için ise şunları söyleyeceğim. Friedrich Engels, Pudingin kanıtı onun yenmesindedir demişti. Stalin 1922de SBKP Genel Sekreterliğine getirildiğinde Avrasyanın en geri ülkelerinden birisi olan Sovyet Rusya, Onun yaşama gözlerini yumduğu 1953de dünyanın ekonomik, siyasal ve askerî bakımdan ikinci güçlü devleti hâline gelmiş, dünyanın her yanındaki ezilen ve sömürülen kitleler için bir umut ve esin kaynağı olmuştu. Leninin sağlığında sosyalizmin inşası konusunda ancak ilk adımlar atılabilmişti. Bu ülkenin işçi ve emekçileri, ancak Stalinin SBKPnin başında bulunduğu koşullarda tarihte ilk kez üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasını başaracak ve o zamana kadar bir teori olan sosyalizmi ete-kemiğe büründüreceklerdi. Dahası bu eşsiz başarılar, komünistlerin ve Sovyet Rusya işçilerinin olağanüstü zor koşullar altındaki inanılmaz özveri ve kahramanlıkları sayesinde gerçekleştirilecekti. Bu olağanüstü zor koşulların neler olduğunu, unutkanlıkla sakatlanmış kafalara anımsatmakta yarar var.
Rusya, Birinci Dünya Savaşında 3 milyon insanını yitirmiş ve bitkin düşmüştü. Ekim Devriminin ardından emperyalist burjuvazinin doğrudan ve dolaylı desteğine sahip olan Beyaz Muhafızlara karşı verilen İç Savaşta (1918-20) ise 7 milyon insan ölmüş, ülke ekonomisi neredeyse çökmüş ve işçi ve emekçiler açlıkla yüzyüze gelmişti. İç Savaş sona erdiğinde tarım, sanayi, ulaştırma ve madencilik sektörleri Birinci Dünya Savaşı öncesi düzeyinin çok gerisindeydi. Hammadde ve yarı-işlenmiş madde stokları tükenmişti. Ülkenin büyük kentlerinin dışında elektrik yoktu; halkın ezici bir çoğunluğu eğitimsizdi ve sağlık hizmetlerinden yoksundu. Sovyet iktidarı 1921de Kronstadtta ve 1924te Gürcistanda olduğu gibi bazı yerel isyanlarla boğuşmak zorunda kalıyordu. 1920lerde ve 1930larda ise Sovyet Rusya, öndegelen emperyalist devletlerin ekonomik ambargosu ve kuşatmasının yanısıra onların istihbarat örgütlerinin beşinci kol etkinliklerinin de hedefi durumundaydı. Bu arada eski egemen sınıfın kalıntıları, burjuva aydınları ve uzmanları ile kulaklar, Sovyet iktidarına karşı yaygın ve ekonomik sabotaja ve terörizme kadar varan bir direniş sürdürüyorlardı. 1929dan itibaren tarımın kollektifleştirilmesine ve Birinci Beş Yıllık Planın uygulanmasına geçiş, bu direnişi yeni bir iç savaş düzeyine çıkardı. Bu direnişe paralel olarak; Parti ve devlet aygıtı içindeki zayıf ve yenilgici öğelerin, açık ve gizli revizyonist lider ve kadroların sabotaj ve ihanete varan bir direnişi sözkonusuydu.
Başında Stalinin bulunduğu SBKPnin önderliği altındaki değişik ulus ve milliyetlerden Sovyet işçi ve emekçileri görülmemiş ve duyulmamış özverilerle bu engellerin hepsini aştılar. Ve dünya burjuvazisinin öncü gücü Nazi Almanyasının 1941de Sovyet Rusyaya saldırısını, olağanüstü boyutlara varan kayıplar pahasına püskürttüler. Bu ülke İkinci Dünya Savaşında, 13,600,000i asker olmak üzere en az 21 milyon yurttaşını yitirdi; Nazi saldırganları ulaşabildikleri her yerde Sovyet Rusyanın fabrikalarını, kollektif çiftliklerini, ulaşım altyapısını vb. bütünüyle yıktılar. Ama bu ülke savaşın ardından yeniden bir mucize yaratmayı, bir kez daha dirilmeyi ve ayağa kalkmayı başardı. Bu inşa çalışması, Alman, İtalyan ve Japon faşistlerinin yerini alan ABDnin ve bağlaşıklarının Sovyetler Birliğine ve Halk Demokrasisi ülkelerine- karşı bir Soğuk Savaş başlattığı, onu kuşatmaya giriştiği koşullarda gerçekleştirildi.
Herhâlde bütün bu saydıklarımın (ve saymadığım diğer başarıların) gerçeğin ta kendisi olduğunu, Demir de içinde olmak üzere hiç kimse yadsıyamayacaktır. O zaman sorulması gereken soru ya da sorular şunlardır: 1922den sonra Sovyetler Birliğinde inşa edilen sosyalizm değil de kapitalizm miydi? Bütün bu başarılar bir Sovyet Muaviyesi olduğu ileri sürülen Stalinin değil de bir başkasının önderliği altında mı gerçekleştirildi? Bütün bu başarıların yaşandığı ülke sosyalist değil de kapitalist bir ülke miydi? Bu dönemde Sovyetler Birliği, işçi ve diğer emekçi kitlelerden kopuk ve onlara düşman, hatta onlara karşı terör uygulayan dar bir yeni- burjuva sınıfı tarafından mı yönetiliyordu? Sovyet halkları bütün bu başarı ve zaferleri Stalinist terör koşulları altında mı gerçekleştirdiler? Sanırım, sorunun böyle dosdoğru konması bile, Stalinin Muaviyeyle karşılaştırılmasının ne kadar saçma ve anlamsız olduğunu göstermeye yeter.
Politik İslâm-Sosyalizm Karşılaştırması
Ama Demir, bu talihsiz ve zorlama Stalin-Muaviye benzetmesiyle asıl olarak, bu iki figürden birincisinin Ekim devrimini ve ikincisinin sözümona İslâm devrimini durdurduğunu ve tersine çevirdiğini kastediyor. Böylece o, en azından objektif olarak, siyasal İslâmın; sözümona sosyalizmi inşa edemeyen, yani devrimi yarıda bırakan ve dolayısıyla her türlü eşitsizliğe karşı mücadele etmeyi başaramayan Bolşeviklerin yaptığından DAHA FAZLASINI yapabileceğini de söylemiş oluyor. Şu sözler ona ait:
Mantık sonuçlarına ulaşmış bir politik İslâm her türlü eşitsizliğe karşı mücadele eden bir sosyalizmden farklı olamaz. Demirin, siyasal İslâmın bu saptamaya uygun bir evrim geçirebileceğini gösteren herhangi bir veriye sahip olup olmadığını bilmiyorum. Ama İslâm âleminin tarihi ve dünya pratiği, bu saptamaya en küçük ölçüde de olsa hak verdirecek herhangi bir olgu ya da örnek sunmuyor bize. Dahası, sözünü ettiğimiz; burjuva demokratizminin de gerisinde bir akım olduğuna göre, bu akımın, en azından bazı öğelerinin her türlü eşitsizliğe karşı mücadele eden bir sosyalizmle aynı çizgiye varabilmesi bir yana, biçimsel ya da hukuksal eşitliği savunma noktasına varabilmesi de doğrusu, çok sevindirici bir gelişme olurdu.
Bu konuda bir yargıya varmadan önce siyasal İslâmın ne olduğuna açıklık getirmek gerek. Radikal İslâm, fundamentalizm (=köktendincilik) gibi adlarla da anılan ve tabiî kendi içinde belirli ölçülerde farklı eğilimleri de taşıyan siyasal İslâm, kökeni 20. yüzyılın başlarına, hatta belki de 19. yüzyıla kadar uzanan görece modern bir düşünce akımıdır. Bu akım; İslâm toplumlarının geriliğine, bu ülkelerdeki yönetici elitlerin/ egemen sınıfların yoz ve işbirlikçi niteliğine, İslâm halklarının Batılı sömürgeciler ve emperyalistler tarafından aşağılanmasına ve bir ölçüde de İslâm ülkelerinde ortaya çıkan toplumsal adaletsizlik ve eşitsizliğe vb. tepki olarak ortaya çıkmıştır. Siyasal İslâma göre, bugün İslâm toplumlarının yaşadığı sorunların temelinde, bu toplumların gerçek İslâmın ilkelerine göre yönetilmemeleri, Muhammed ve Dört Halife döneminden sonra İslâm ülkelerinde iktidara gelen yönetici elitlerin İslâmdan sapmış olmaları yatmaktadır. Dolayısıyla bu akım çözümün İslâm toplumlarının, ama sadece İslâm toplumlarının değil, tüm insanlığın gerçek İslâma yönelmesinde, onun ilke ve öğretilerini yaşama geçirmesinde yattığını savunmaktadır. Örneğin, bu akımın en öndegelen temsilcilerinden biri olan Seyyid Kutub, 1964de yayımlanan Yoldaki İşaretler adlı kitabında, kapitalist ve sosyalist sistemler de içinde olmak üzere diğer tüm sistemlerin iflas ettiğini belirttikten sonra şöyle demektedir:
Çağımızda ortaya çıkan bütün milliyetçi ve şovenist ideolojiler ve onlardan türeyen hareketlerin tümü de canlılıklarını yitirmişlerdir. Kısacası, tüm insan yapımı bireysel ve kollektif teorilerin başarısız olduğu kanıtlanmıştır.
Bu belirleyici ve şaşırtıcı kavşakta sıra, İslâma ve İslâm ümmetine, maddî buluşları yadsımayan İslâma gelmiş bulunuyor. (Milestones, International Islamic Federation of Student Organizations, tarihsiz, s. 9-10) Bütün dünyanın Allahın yeryüzündeki egemenliğine karşı bir isyan temeli üzerinde yükselen bir Cahiliyeye batmış olduğunu (aynı yerde, s. 15) söyleyen Kutub, insanın insan üzerinde baskı kurmasının nedeninin de bu olduğunu belirtiyor. Daha ilerde ise, insanlığın yüzyıllardır bir Cahiliye döneminde yaşadığını, içinde yaşadığımız ortamın tümünün, insanların düşüncelerinin, inançlarının, sanatlarının, yasalarının, yönetimlerinin, hatta İslâmi kültür, İslâmi felsefe, İslâmi kaynaklar olarak bilinenlerin tümünün Cahiliye döneminin ürünleri olduğunu ileri süren Kutub, çözümün İslâmın o saf özüne ve kaynağına, Kurana ve onun ilkelerine, egemenliğin sadece Allaha ait olduğunu söylediği Muhammed dönemine dönmekte yattığını söylüyor.
Siyasal İslâm; tekelci kapitalizmin egemen olduğu çağımızın temel sorunlarının Kuranın hükümleri esas alınarak çözülebileceğini ileri sürmektedir. Ne var ki Kuran; M. S. 7. yüzyılda, ulaşımın, haberleşmenin, ticaretin ve hatta savaşın develerle ve atlarla yapıldığı, dünya halklarının birbirleri ve yaşadıkları gezegen, hatta kendi ülkeleri hakkındaki bilgilerinin çok sınırlı olduğu, Muhammedin bilgi ve deneyim kaynaklarının Arabistanda çeşitli din ve mezheplerden din adamlarıyla ve Suriye, Yemen, Filistin, Irak, İran gibi ülkelere yaptığı yolculuklarda değişik insanlarla yaptığı tartışmalarla sınırlı olduğu bir dönemde ve o çağın en geri ülkelerinden birinde yazılmış ya da daha doğrusu indirilmiştir. (1) Kuran, o dönemin Arabistanının pre-kapitalist sosyo-ekonomik formasyonunun gereksinimlerini karşılamak ve Muhammed ve çevresinin M. S. 7. yüzyıl Mekkesi ve Medinesinde karşı karşıya bulunduğu sorunları çözmek için kaleme alınmış olan bir metindir. Bugün siyasal İslâmın savunucularının ve başkalarının, o günden bu yana her alanda yaşanmış başdöndürücü değişiklikleri ve gelişmeleri gözönüne almaksızın, M. S. 7. yüzyıl Arabistanının mülk sahibi sınıflarının sınırlı ve dar bakış açısıyla yazılmış olan bir metni günümüz insanlığının sorunlarını çözmenin tılsımlı anahtarı olarak sunmalarının kabul edilebilir bir yanı olmadığı açıktır. Hele de bu metnin ve ona dayalı olarak kurulan toplum düzeninin, aşağıda da göreceğimiz gibi, zamanında bile ideal bir toplum olmaktan son derece uzak olmuş olduğu gözönüne alındığında. Demek oluyor ki, bu akımın temsilcilerinin kof ve abartılı savlarının kabul edilebilir bir yanı olmadığı açıktır. Dolayısıyla, Demirin siyasal İslâmın savunucularının bu yaklaşımı onamasınını ve Mantık sonuçlarına ulaşmış bir politik İslâm her türlü eşitsizliğe karşı mücadele eden bir sosyalizmden farklı olamaz sözlerinde anlatımını bulan bir saptama yapmasını anlamak zor. Kuşkusuz o, bu alıntının hemen öncesinde,
Politik İslâmcılık içerisinde bugün eşitlikçi ve özgürlükçü bir eğilim yansıyor. Özgürlükçü eğilim ulusçulukla yüzleşip kesin tavır almadığı takdirde, sosyalistlerin uğradığı aynı akıbete mahkûm olacaktır. Yüzleştiği takdirde ise; İslâm ile tanımlanmış bir ulus devlet kurmamak için de dünya çapında insanların dini, dili, soyu, sopu ne olursa olsun, eşitlikçi bir düzen istiyorsa, fiiliyatta kendini İslâmiyet ile değil de, inançların tamamen kişisel olduğu; bütün diğer dinlerin eşit düzeyde olduğu, bir düzenle tanımlamış olacaktır dediğini ileri sürebilir. Yani, böyle bir denklemin kurulabilmesi için siyasal İslâmın belli bir dönüşüm yaşamasını önkoşul olarak belirttiğini. Ancak, bu bir yanıt olarak kabul edilemez; edilemez çünkü ulusçuluğa karşı kesin tavır alabilen ve İslâm ile diğer dinleri eşit düzeyde görebilecek vb. bir siyasal İslâm, kendisini yadsımış ve siyasal İslâm olmaktan çıkmış olacaktır. Böylesi bir olasılık da hemen hemen hiç derekesindedir. Kaldı ki, Demir de içinde olmak üzere hiç kimsenin terimleri ve kavramları keyfî bir biçimde tanımlamaya ve tarihsel ve somut olguları görmezden gelmeye hakkı yoktur. Şunu da eklemeliyim: Tarihsel deneyim ve günümüzün siyasal pratiği Türkiyenin, Osmanlı gericiliğinin mirasıyla ve devlet ve egemen sınıfa biat geleneğiyle sakatlanmış siyasal İslâmı içinde ciddiye alınabilecek boyutta bir özgürlükçü eğilim olmadığını yeterince göstermiş bulunuyor.
Siyasal İslâma olmadık bir rol biçen Demir sözkonusu mülâkatın bir yerinde şöyle diyor:
Bu biçimsel ya da hukukî eşitliktir. İlk idealimiz bu olmalıdır. İslâm zamanında bu ideal için yola çıkmıştı. İnsanları farklı aşiretlerden alıp bir tek Allah aracılığıyla eşit kılıyordu. Ama o yanılıyor. İslâm, bırakalım her türlü eşitsizliğe karşı çıkmayı, yani sosyal ve ekonomik eşitlik için savaşmayı, biçimsel eşitlik, yani burjuva demokrasisi için de savaşmamıştır. Ne siyasal İslâmın kendine temel aldığını söylediği Kuranın içeriği böyle bir savı doğrular; ne de İslâm devletinin, Muhammed ve Dört Halife döneminde Kuranın hükümleriyle görece uyumlu pratiği. Kadın ile erkeği, köle ve esir ile özgür insanı, yoksul ile zengini, kâfir ve müşrik ile Müslümanı eşit görmeyen bir dinin ve o dini esas alan/ aldığını ileri süren bir devletin biçimsel ya da hukukî eşitliği öğütlediği, onu gerçekleştirmek için adımlar attığı söylenebilir mi? Kendisine ve onun gibi düşünenlere Kuranın neler söylediğini anımsatmakta yarar var.
Kuran Ne Diyordu?
Tartıştığımız konuya açıklık getirmek için burada, başını Muhammedin çektiği hareketin ilkelerini açıklayan Kuranın, en azından bazı ayetlerini gözden geçirmemiz gerekiyor. Buraya aldığım ayetler Kuranın, eşitlikçi bir toplum ya da biçimsel ya da hukukî eşitliği öngörmediğini göstermekle kalmıyor; bu ayetler şiddet dozu hayli yüksek bir dili olan Kuranın barışçı, demokratik ve hoşgörülü bir toplum modeli öngörmediğini de çok açık bir biçimde gösteriyor. Ancak bunu Muhammedin otoriter kişiliğiyle ya da Arap toplumunun savaşçı gelenekleri gibi son derece ikincil önem taşıyabilecek gerekçelerle açıklamak tümüyle yanlış ve metafiziksel bir yaklaşım olacaktır. Bir üstyapı öğesi olan dinlerin deyim yerindeyse kendi tarihleri yoktur. Onlar, tümüyle pasif bir nitelik taşımezlar elbet; ancak, son çözümlemede toplumun maddî-ekonomik temelinin bir yansımasıdırlar. Bir başka anlatımla, toplum yaşamını düzenleyen çok sayıda kural içermesi ve bu kuralların yaşama geçirilmesini güvence altına alacak cezalar ve yaptırımlar öngörmesi, İslâmın doğduğu tarihsel (ekonomik ve siyasal) koşullarla ilgilidir. İslâmdan farklı olarak Hristiyanlık, Roma İmparatorluğundaki ezilen ve dışlanan kitlelerin bir hareketi olarak doğmuş, taraftarları 300 yıldan fazla bir süredir dönemin dünyasının bu en güçlü devletinin baskısı ve terörü altında ezilmişti. Bu dinin mensupları, ancak M. S. 313de İmparator I. Konstantinin ve M. S. 380de İmparator I. Teodosyusun çıkardığı yasalarla rahat nefes almış ve Hristyanlık bu ikinci tarihte İmparatorluğun resmî dini hâline gelmişti. Ve bu süreç de kaçınılmaz bir biçimde, Hristiyanlığın ezilen ve dışlanan kitlelerin dini olmaktan çıkması ve egemen sınıfın dini hâline gelmesiyle ve daha sonraki tarihlerde ise resmî Hristyanlıktan farklı ve ona karşı halk Hristiyanlığı akımlarının doğmasıyla elele gitmişti. İslâm ise, -Demirin savının aksine- ezilen ve dışlanan kitlelerin belli ölçülerde desteğini almış olmakla birlikte onların bir hareketi olarak doğmamıştır. O, Mekke tacirlerinin daha zayıf katmanlarının bir hareketi olarak doğmuş, çok kısa süren bir muhalefet döneminden sonra, Arabistanda merkezî bir siyasal otoritenin, yani devletin kurulması hareketinin ideolojisi olmuştur. Kuranın ve onun dilinin azarlama, tehdit ve ceza, hatta işkence ve ölüm gibi terim ve kavramlarla niteleniyor olması, işte onun bu doğuş ve gelişme koşullarıyla ilgilidir. Şimdi Kuranın ne dediğine bakabiliriz:
İslâm, savaşlarda ya da akınlarda esir alınan kişiler ve köleler için asla biçimsel ya da hukukî eşitlik öngörmemektedir. Nisa sûresinin 25. ayetinde köleler için şöyle deniyor:
İçinizden, imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayılan) cariyelerinizden alsın. (Kuran-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meali, Hadimüi ş-şerifeyn Kral Fehd Mushaf-ı Şerif Basım Kurumu, s. 81). Aynı konuda Nahl sûresinin 75. ayetinde şunları okuyoruz.
Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak harcayan (hür) bir kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olurlar mı? (aynı yerde, s. 274)
İslâm, insanlığın yarısını
oluşturan kadınları ikinci sınıf
bir konuma mahkûm etmektedir.
Nisa sûresinin 34. ayetinde
şöyle deniyor:
Allahın insanlardan bir
kısmını diğerlerine üstün
kılması sebebiyle ve mallarından
harcama yaptıkları için erkekler
kadınların yöneticisi ve
koruyucusudur
Baş
kaldırmasından endişe ettiğiniz
kadınlara öğüt verin, onları
yataklarında yalnız bırakın ve (bunlarla
yola gelmezlerse) dövün.
(aynı yerde, s. 83) Aynı sûrenin
11. ayetinde miras paylaşımında
erkeğe, kadına kıyasla tanınan
üstünlük şöyle anlatılıyor:
Allah size, çocuklarınız
hakkında, erkeğe, kadının
payının iki misli (miras
vermenizi) emreder.
(aynı yerde, s. 77) Bakara
sûresinin 228. ayetinde ise
şöyle deniyor:
Ancak erkekler, kadınlara göre
bir derece üstünlüğe
sahiptirler. (aynı yerde, s.
35) Kuran, kadının erkek
karşısındaki daha aşağı konumunu
Peygamberlerin hep erkek
olmalarına işaret etmek
suretiyle de doğruluyor. Yusuf
sûresinin 109. ayetinde şöyle
deniyor:
Senden önce de şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber göndermedik. (aynı yerde, s. 247)
Kuranda, insanların birbirlerine eşit olmadıkları açıkça savunulmaktadır da. Zuhruf sûresinin 32. ayetinde şöyle deniyor:
Dünya hayatında onların geçimliklerini biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. (aynı yerde, s. 490) Aynı konuda Enam sûresinin 165. ayetinde şu satırlara rastlıyoruz:
Sizi yeryüzünün halifeleri
kılan, size verdiği (nimetler)
hususunda sizi denemek için
kiminizi kiminizden derecelerle
üstün kılan Odur. (aynı yerde,
s. 149) Kuranın Nahl sûresinin
71. ayetinde ise şöyle deniyor:
Allah kiminize kiminizden daha
bol rızık verdi. Bol rızık
verilenler, rızıklarını
ellerinin altındakilere verip de
bu hususta kendilerini onlara
eşit kılmazlar. (aynı yerde, s.
273)
Kuran, İslâmın buyruk ve öğütlerine uymayanlara bu dünyada da ağır cezalar vâdetmektedir. Örneğin, Nur sûresinin 2. ayetinde şöyle deniyor:
Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allaha ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allahın dininde (hükümlerini uygularken) onlara acıyacağınız tutmasın. (aynı yerde, s. 349) Maide sûresinin 38. ayetinde ise şöyle deniyor:
Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allahtan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. (aynı yerde, s. 113)
Herhâlde en bağnaz Müslümanlar dışında- hiç kimse, M. S. 7. yüzyılda belirlenmiş olan bu ve benzer hükümlerin bugünün toplumuna uygulanabilir olduğunu, daha da önemlisi o dönemin egemen anlayışına göre yazılmış olan böylesi bir metnin yardımıyla bugünün sorunlarının çözülebileceğini savunmaya kalkmayacaktır.
Bayrağımızın Ne Olduğu Anlamsız ve Önemsiz mi?
Demirin Adil Medyaya verdiği mülâkatta şunları da söylüyor:
Bayrağımız İslâm olmuş, Hıristiyan olmuş, Aydınlanma olmuş, Sosyalizm olmuş, bunların hiçbir önemi yok. Bizim ne olduğumuza ilişkin söylemlerimizin anlamı yok. Gerçekte somut olarak ne istiyoruz; ne için mücadele ediyoruz? Buna değer vermek gerekiyor.
Objektif içeriği bakımından bu sözler Marksizmden din doğrultusunda bir kaçış ve/ ya da İslâmın ve dinin yüceltilmesi anlamına geliyor. Eğer belirleyici olan bayrağımızın ne olduğu DEĞİLSE, eğer İslâm olmak, Hristiyan olmak, Aydınlanmacı olmak, sosyalist olmak arasında bir FARK YOKSA, o zaman Marksizme de GEREK YOKTUR. Marksistler, -işçi sınıfının ve diğer ezilen/ sömürülen katmanların kurtuluşu davasına yarar sağladığı ölçüde özellikle taktikler alanında en geniş esneklikten yanadırlar ve olmalıdırlar da. Ama bu onların, ideoloji ve teori alanında bir uzlaşmadan, hatta bir aynılaşmadan ve Demirin yaptığı gibi bayrakları karıştırmaktan, hatta tek bir bayrak altında toplanmaktan yana oldukları ve bunun olanaklı olduğu anlamına asla gelmez. Böyle bir tutum, ideolojik ve siyasal intihar anlamına gelir. Neden?
Herşeyden önce, İslâm (ya da herhangi bir din) ile Marksizm arasındaki sınırların kaldırılabileceği düşünülemez. Muhammedin kafasının ürünü olan Kuran, o dönem dünyasının ulaştığı kültürel-entellektüel düzeyin hayli altında bir metindir. Dönemin Arap mülksahibi sınıfının çıkarlarını meşrulaştırmaya hizmet eden ve tutarsızlıklarla dolu olan Kuranın içeriği, Marks ve Engelsin 19. yüzyılda oluşturduğu ve dönemin kültürel-entellektüel düzeyinin doruğuna ulaşmış, hatta bir çok yönüyle bugün bile aşılamamış bir teoriyle hiçbir biçimde karşılaştırılamaz. Daha da önemlisi Marksizmin diyalektiksel materyalist ve bilimsel metot ve yaklaşımıyla Kuranın ve İslâm öğretisinin metafiziksel, idealist ve bilim-dışı niteliği arasındaki aşılamaz mesafedir. Ne yazık ki, içinden geçmekte olduğumuz siyasal gericilik döneminde pek çok devrimci, Kuranın, birtakım ahlâk öğütlerinin ve toplumsal davranış kurallarının yanısıra, evrene, dünyaya, doğaya ilişkin ve hiçbir bilimsel temeli olmayan öykülerle, aptalca savlarla, en ilkel türünden boşinanlarla dolup taştığını âdeta unutmuştur. Şunu da eklememe izin verilsin: İslâm (ve belli ölçülerde diğer dinler de) kendi temel önermelerini ya da hükümlerini Allahın buyrukları saymakta ve dolayısıyla bunların eleştirisini ya da gözden geçirilmesini bile hiçbir biçimde kabul etmemekte, hatta bu önerme ve hükümlerin eleştirilmesi ve sorgulanmasını ağır bir suç olarak görmektedir. Örneğin Kuran, kâfirlere (=Muhammede ve İslâma inanmayan insanlar) ve müşriklere (=Tanrıya ortak koşanlar) karşı çok sert tehditler savurmaktadır. Bunu bir kaç örnekle gösterelim:
(Ayetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince, işte Allahın, meleklerin ve tüm insanların laneti onların üzerinedir. (Bakara sûresi, 161. ayet, Kuran-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meali, s. 23)
İnkar eden ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince onlar cehennemliklerdir. (Maide sûresi, 10. ayet, aynı yerde, s. 108)
Ehl-i kitap ve müşriklerden olan inkârcılar, içinde ebedî olarak kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte halkın en şerlileri onlardır. (Beyyine sûresi, 6. ayet, aynı yerde, s. 597)
Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. (Tevbe sûresi, 5. ayeti, aynı yerde, s. 186)
yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmıştır (Bakara sûresi, 24. ayet, aynı yerde, s. 3)
Demek oluyor ki, M. S. 7 yüzyılda oluşmasından bir süre sonra donmuş ve katılaşmış böylesi bir ideoloji ile insanlığın bilim hazinesinin büyümesine ve toplumsal gelişmeye paralel olarak kendisi de gelişen ve elbette eleştiriye açık olan ve ilkelerini kabul edenler tarafından da yer yer kıyasıya eleştirilen bir bilimsel teorinin aynı kategoriye konmasının olanaksız olduğu açıktır.
Öte yandan, Demirin bu yaklaşımının pratikte işçi sınıfının siyasal öncüsünün bağımsız örgütlenmesinin ve dahası her türden devrimci ve demokratik örgütlenmenin reddi ve örgütsel alanda en uç düzeyde tasfiyeciliği öğütlemek anlamına geldiği de açık. Eğer isteklerimizin İslâm, Hristiyanlık gibi dinlerin ya da bir başka Marksist-olmayan ideoloji ve siyasetin bayrağı altında gerçekleştirilmesinin olanaklı olduğunu söylüyorsanız ne bir Komünist Partisine, hatta ne de herhangi bir devrimci örgütlenmeye gerek olmadığını söylüyorsunuz demektir. Bu mantığa göre yapmanız gereken de, size göre bayrağı hiç de önemli olmayan bu örgütlerden, sözkonusu istekleri gerçekleştirme olanağı en fazla olanın saflarında yer almak olurdu. Oysa Marks, Almanyada 1848 devriminin yenilgisinden SONRA bile Komünist Birliğe yaptığı çağrıda proletaryanın bağımsız örgütlenmesini şu sözlerle savunuyordu:
Demokratik küçük burjuvazi, her yerde ezilmekte olduğu şu anda, proletaryaya genel olarak birlik ve uzlaşma öğütlüyor, ona elini uzatıyor ve her türden görüşü demokratik bir parti içinde kucaklayacak geniş bir muhalefet partisinin kurulması için çabalıyor, yani işçileri, ardında kendi özel çıkarlarının gizlendiği sosyal-demokrat lafların egemen olacağı ve sevgili barış uğruna proletaryanın özel istemlerinin ön plana getirilmeyeceği bir parti örgütüne bulaştırmaya çabalıyor. Böyle bir birlik tamamen onların yararına ve tümüyle proletaryanın zararına olacaktır. Proletarya sahip olduğu ve büyük emeklerle sağlanmış bağımsız konumunu yitirecek ve bir kez daha resmî burjuva demokrasisinin bir eklentisi olma durumuna düşecektir. Bu birlik, bundan ötürü, en kesin bir biçimde reddedilmelidir. (Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Çağrısı, Karl Marx ve Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar, Birinci Cilt, Ankara, Sol Yayınları, 1976, s. 218)
Marksın çizgisini izleyen Lenin Temmuz 1920de, Kominternin İkinci Kongresine sunduğu tezlerinde, komünist hareketin ve proletaryanın özel olarak genel olarak dinsel referanslı hareketlerden daha ileri konumda bulunan- ulusal demokratik hareketle ve genel olarak burjuva-demokratik hareketle bağlaşması, ama asla onun içinde erimemesi, hatta onunla savaşması gerektiğini şöyle açıklıyordu:
Komünist Enternasyonal , sömürge ve geri ülkelerdeki burjuva-demokratik ulusal hareketleri, ancak bütün geri ülkelerde, yalnızca lafta Komünist olmayan, geleceğin proletarya partilerinin öğelerinin biraraya getirilmesi ve kendi özel görevlerini, yani kendi uluslarının burjuva-demokratik hareketlerine karşı savaşma görevlerini kavrayacak biçimde eğitilmesi koşuluyla desteklemelidir. Komünist Enternasyonal, sömürgelerde ve geri ülkelerde burjuva demokrasisi ile geçici bir bağlaşma kurmalı, fakat onunla kaynaşmamalı, tersine en ilkel biçimde de olsa proletarya hareketinin bağımsızlığını kayıtsız koşulsuz korumalıdır. (Theses, Resolutions & Manifestoes of the First Four Congresses of the Third International, Londra, Pluto Press, 1983, s. 80)
Bu söylediklerimin hiçbir biçimde, İslâmı referans alan direniş hareketlerinin objektif olarak sahip oldukları ilerici potansiyeli reddetmek anlamına gelmediği ve gelemeyeceği açık olmalı. 26-27 Şubat 2006 tarih ve Karikatür Eylemleri Üzerine Bir Değerlendirme başlıklı yazımda bu konuda şunları söylemiştim:
Öte yandan Marksist-Leninistler -tarihsel deneyimin de pek çok kez doğrulamış olduğu gibi- emperyalizme, faşizme, militarizme ve kapitalizme karşı gerçek ve tutarlı savaşımın ancak sosyalizmin bayrağı altında ve işçi sınıfının önderliğinde verilebileceğinin, en radikal ve devrimci küçük-burjuva hareketlerin bile meta üretiminin ve kapitalizmin çerçevesini aşamayacaklarının da bilincindedirler. Hiçbir zaman demokratik bir programa sahip olamamış ve olamayacak olan ve geleceğin toplumunu yüzlerce yıl öncesinin dinsel kurallarına dayanarak inşa etmeyi öneren İslâmî direniş hareketlerinin program ve siyasal çizgilerinin ise küçük-burjuva demokrasisinin bile gerisinde olduğu açıktır.
Ne var ki bu, proletaryanın sınıf bilinçli öncüsünün, dinsel renge bürünmüş/ dinsel bir biçim almış siyasal akımların belirli tarihsel koşullar altında, ezilen halkların emperyalizme ve uşaklarına karşı savaşımında objektif olarak kısmî bir ilerici rol oynayabileceği gerçeğini reddettikleri anlamına gelmez. Latin Amerikada 1960lardan bu yana ABD destekli gerici ve faşist diktatörlüklere karşı kurtuluş teolojisi öğretisi temelinde karşı duran ilerici din adamlarının, 1960larda Vietnamda ABD emperyalistlerine ve işbirlikçilerine karşı direnen Budist rahiplerin, 1978-2000 yılları arasında Lübnanda İsraile karşı başarılı bir gerilla savaşı yürütmüş olan Hizbullahın ya da bugün Irakta, Filistinde ve Afganistanda ABD ve ortaklarına karşı siyasal İslâm bayrağı altında direnen örgütlerin geçici, sınırlı ve koşullu bir nitelik taşıyan ilerici rolü reddedilebilir mi? Elbette hayır. Tersini ileri sürmek, bu görüşlerin sahiplerini ister istemez dünya işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı ve sözde demokrat ve lâik, ama aslında genelde siyasal gericiliğin ve özelde en gerici dinsel akımların ve El Kaide türü provokatif grupların destekçisi olan emperyalizmle ve hatta İslâm düşmanlığını yaygınlaştırmaya çalışan neo-faşist ve ırkçı akımlarla buluşturur.
Demir Küçükaydın, Hikmet Kıvılcımlı ve İslâmcı Yazarların Buluştuğu Yer
İslâmcı yazarlardan farklı bir söylem ve üslup kullansalar da Demirin ve bir anlamda onun hocası ve en önemli esin kaynaklarından biri olan Hikmet Kıvılcımlının Muhammed ve Dört Halife dönemine ilişkin değerlendirmeleri büyük ölçüde bu birincilerinkiyle çakışmaktadır. Bu değerlendirmeye göre, sözkonusu dönem demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi bir nitelik taşıyordu. Marksizm ile İslâmı neredeyse aynı kategoriye yerleştiren ve Muhammedin eşitlikçi bir toplum yaratma yönünde adımlar attığını ileri süren Demir arkadaş şöyle diyor:
Marksizm de (din gibi- G. A.) tüm insanları eşitlemek ister, dil, din, ırk ne olursa olsun bütün insanlar eşittir idealine sahiptir. O sözlerini şöyle sürdürüyor:
Marksizm denilen öğreti de eşitlikçi çağrısıyla, bütün dinlerin mirasına bu anlamda sahiptir. Gene o, Muhammed ve Dört Halife dönemindeki Silâhlı Müslümanların yerini Muaviye döneminde devletin silâhlı adamlarına bıraktığını, yani eşitlikçi bir toplumdan sınıflı bir topluma dönüldüğünü ileri sürüyor. Demirin bir anlamda hocası ve en önemli esin kaynaklarından biri olan Hikmet Kıvılcımlı da Muhammed ve Hülefayi Raşidiyn (=Dört Halife) dönemini idealize ediyordu. Örneğin o, 1954 yılında kurulmuş olan Vatan Partisinin 1957 seçimleri sırasında yaptığı ünlü Eyüp Sultan Konuşmasında şöyle diyordu:
Nerede toplanıyoruz? Toplayıcı olan Camide Niçin toplanıyoruz, vatandaşlarım? Hak için değil mi?.. İşte o büyük ve necip dava, bugün dünyada insanlığın arıya arıya henüz bulabildiği, henüz güçlükle çalışabildiği Demokrasi dediğimiz gâvurca lakırdının ta kendisidir
Ne zaman mübarek bir camiin, mübarek bir mescidin önünde bulunsam, daima Hülefayi Raşidiyn zamanındaki vatandaşların siyasi hayatları gözüm önüne geliverir. Bilirsiniz, o zamanlar, camiler Müslümanların siyasi toplantı yerleri idi. Yani her Cuma, Halife bizzat camiin içerisine gelir, karşısındaki vatandaşlara bütün memleketin Umur ve Hususu hakkında hesap verirdi. Gene çok iyi bilirsiniz ki, devlet başkanı olan Halife, bizzat halk tarafından biat suretiyle reis olur, yani seçimle iktidara gelirdi. (2) Bizzat Halifeler seçilmiş devlet başkanı idiler. Bu seçilmiş başkanlar, her hafta bütün Müslümanları önüne toplıyarak, camide onlara memleket işleri hakkında hesap verirlerdi (Dr. Hikmet Kıvılcımlının Eyüp Sultan Konuşması, İstanbul, Vatan Partisi Yayınları, 1979, s. 14-15) Kıvılcımlı daha sonra, İslâm ordularının hudutlarda zafer üstüne zafer kazandıklarını, elegeçen ganimetleri Müslümanlar arasında kardeşçe paylaşılmak üzere gönderdiklerinden söz ediyor. Ardından, bir Müslümanın ganimet olarak gelen kumaşların eşit bir biçimde paylaştırılmadığı gerekçesiyle Halife Ömeri eleştirdiğini belirten Kıvılcımlı, Ömerin bu eleştirinin haksız olduğunu kanıtladığını ve bu vesileyle yaşanan tartışmanın Ömerin ne kadar adil ve o dönem İslâm yönetiminin ne kadar demokratik olduğunu gösterdiğini söylüyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor:
Bizim, en müstebit sultanların zulüm yaptığı Şark memleketlerimizde dahi, öyle büyük geleneği olan bir demokrasi 1400 yıl evvel kurulmuştur. Biz hâlâ bugün, o kadar kuvvetli demokrasinin vücudunu hayranlıkla:
- Acaba var mıymış? Nasılmış? Ah! Ben de öğrenebilsem diye arıyoruz. Hepimizin, şu mübarek tanrı evinde, beş vakitte dualarla andığımız hayat, özlediğimiz şey: o büyük insan demokrasisi değil mi? (aynı yerde, s. 17) Şunu da belirtmekte yarar var. Ganimet elde etmeyi yücelten Kıvılcımlı, bu konuşmayı yaptığı aynı kentte, sadece iki yıl önce meydana gelen 6-7 Eylül pogromunda da cinayet, ırza geçme ve yıkım eylemlerinin yanısıra, özü itibariyle 1400 yıl öncesininkine benzer bir ganimet elde etme eyleminin yaşandığını unutmuş gözüküyor. Bir kaç sayfa ilerde ise o, Türk ve Müslüman halkın en geri yanlarından birini, yani gayrimüslim düşmanlığını ve Türk şovenizmini kaşımaya girişiyor:
Dikkat ettim: herhangi bir firmanın başında Türk (bilmem ne) ihracat firması, Türk bilmem ne şirketi diye Türk kelimesi kondu mu kurcalamışımdır İdare Meclisini. Belki içlerinde Türk te var, amma geri kalan hepsi Levanten çıkmıştır. Yani Mişan, Kostaki Ama firmasının başı, kocaman antet Gidin görün, Beyoğlunda gezin görün Her tarafta, başta kocaman Türk. Çünkü Türk değil vatandaşım. (aynı yerde, s. 29) Devam edelim.
Kuranı, Asr-ı Saadet (=altın çağ) dönemini yücelten bu görüşler özü itibariyle, her eğilimden Müslüman yazarların yaklaşımlarıyla hemen hemen aynıdır. Örneğin, siyasal İslâmın teorisyenlerinden Seyyid Kutb bu dönemi şöyle değerlendiriyordu:
Toplum, zulümden azat kılınmış, adaletin Allahın adaleti olduğu, herşeyin Allahın terazisinde tartıldığı bir İslâmî sistem kurulmuştu. Biricik Allahın adına, adı İslâm olan toplumsal adalet bayrağı göndere çekilmişti. Bu bayrağın üzerinde sadece La İllahe İllallah yazılıydı.
(Bu dönemde- G. A.) Moral değerler yüceltilmiş ve ruhlar arınmıştı; bir kaç istisna bir yana bırakılacak olursa, Allahın öngördüğü kısıtlama ve cezalandırmaların uygulanmasına gerek duyulmamıştı
İnsanlığın toplumsal düzeni, ahlâkı ve yaşamının bütün yönleri, daha önce hiç görülmedik ve daha sonra sadece İslâm yoluyla erişilebilecek bir kusursuzluk doruğuna erişmişti. (Milestones, s. 51-52)
Dr. Müçteba Uğur ise, Asr-ı Saadette Sosyal Hayat başlıklı yazısında şöyle diyordu:
Bilindiği gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hayatta olduğu, özellikle peygamberlik görevi yaptığı döneme özel deyişiyle Asr-ı Saadet denilmesi âdet olmuştur. Allah Resûlü'nün ebedî hayata göçetmesinin ardından gelen yaklaşık kırk yıllık Raşit Halifeler dönemi buna eklenirse yine yaklaşık üç çeyrek asırlık bir dönem eder. Sözkonusu dönem insanlık tarihinin çok az yaşadığı gerçek bir huzur, güven ve saadet devri olmuştur.
Burada bir soru sorulabilir. Acaba insanlık tarihinin bu huzur, güven ve saadet dönemine damgasını vuran nedir? İslâm misyonunun tebliğ edilişinde olduğu kadar yayılışında da çeşitli güçlüklerle karşılaşıldığı; zulüm ve haksızlıklar görüldüğü; çeşitli mücadeleler verildiği; hatta kan döküldüğü halde bu döneme yine de Asr-ı Saadet denilmesi hangi sebebe dayanır?
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in 23 peygamberlik hayatı ile yaklaşık kırk yıl süren Raşid Halifeler devri gözönüne alındığında bu sorunun cevabı kolayca verilebilecektir. Bir kere ne kadar çetin mücadeleler, zulümler ve haksızlıklarla geçerse geçsin Mekke devri dahil peygamberlik dönemi ve onu izleyen sahabe zamanı kelimenin tam anlamıyla bir ideal dönemi olmuştur. Bu döneme ideal dönemi demek boşuna değildir; çünkü İslâm ideali bu devrede kök salmış, filizlenmiş ve nihayet olgun meyveler vermeye başlamıştır. Kısacası İslâm medeniyetinin temeli bu dönemde atılmıştır. O nedenle ortaya çıkan parlak sonuç çekilen sıkıntıları unutturmaya yetmiştir.
Müslüman yazarların, Demirin ve Hikmet Kıvılcımlının görüşlerin doğruluk derecesini sınamak için Muhammed döneminde Arabistanına ve orada gerçekten de eşitlikçi amaçlara sahip bir İslâm devrimi yaşanıp yaşanmadığına bakmamız gerekiyor.
Muhammed ve Dört Halife Dönemlerinde Neler Oldu?
İslâmın doğuşu öncesinin Arabistanına egemen nüfus, ilkel komünal topluma özgü özellikler taşıyan Bedevilerdi. Arapçanın çeşitli lehçelerini konuşan Bedevilerin çoğu, esas olarak çölden ve steplerden ve kısmen de vahalardan oluşan ülkelerinde deve, at, keçi ve koyun besliyorlardı. Bedevilerin bir kısmı sınırlı sayıdaki vahalarda hurma ve tahıl üretimiyle, daha da küçük bir kısmı ise küçük yerleşim birimlerinde zanaat ve kısmen tarımla uğraşıyorlardı. Hemen hemen hepsi silâhlı olan Bedeviler, besin kaynaklarının son derece sınırlı ve yaşam koşullarının çok zor olması nedeniyle kendi aralarında sık sık çatışmakta ve bu arada zaman zaman kervanlara saldırmakta ve onları yağmalamaktaydılar. Bir devlet örgütünün neredeyse varolmadığı bu dönemin Arabistanında kabileler arası sorunlar gibi kabilelerin iç sorunlarının da çözüm metodu, daha çok manevî bir otorite sahibi olan şeyhler ve diğer yaşlıların hakemlik ve kararlarıydı. Bu durağan yapı M. S. 6. yüzyılın ikinci yarısında değişmeye başlayacaktı. Bu tarihten itibaren rakip ticaret yollarının (dönemin iki güçlü devleti olan Bizans ve Sasani İmparatorlukları arasındaki savaş vb. nedenlerle) kullanılamaz hâle gelmesi yüzünden Mekke üzerinden geçen ticaret yolu önem kazanmaya başladı. Bu ise Mekkede giderek esas olarak göçebe Kureyş kabilesi kökenli- bir tacir sınıfının oluşmasına yol açtı. Daha Muhammedin M. S. 570de doğumu öncesinden başlamak üzere Mekke önemli bir ticarî merkez hâline gelmiş, bu kentte önemli bir sermaye birikimi oluşmuştu. Tabiî, buna bağlı olarak, bir yandan zenginlerle yoksullar arasındaki mesafe açılmaya, bir yandan da tacir sınıfının kendi içindeki sürtüşmeler artmaya başlamıştı. Bu ikincisi, Muhammed hareketinin oluşumunda belirleyici bir rol oynayacaktı: Yani, Mekkeye egemen olan zengin ve güçlü Ümeyye (=Emevi) ve Mahzum kabileleriyle -aralarında Muhammedin bağlı olduğu Haşimi kabilesi de olmak üzere- daha zayıf ve nüfuzları daha sınırlı olan diğer sekiz kabile arasındaki sürtüşme.
Yükselen ticarî sermaye birikiminin gereksinimleriyle Arap toplumunun göçebe topluluklara özgü gelenekleri arasındaki çelişmelerin keskinleşmesi, ciddi toplumsal gerilimler yaratıyordu. Kabileler arasındaki sürtüşme ve çatışmaların ve kervanlara saldırıların artması, pek çok erkeğin yaşamını yitirdiği sonu gelmez kan davaları, kendi para biriktirme hırsının tutsağı hâline gelen zenginler ile konumları kötüleşen yoksullar arasındaki çelişmelerin keskinleşmesi ve kan bağlarının, kabile-içi dayanışmanın ve sadakat duygusunun zayıflamasına bağlı olarak toplumun dullar ve yetimler gibi en güçsüz katmanlarının daha da yardıma muhtaç hâle gelmesi vb., siyasal ve toplumsal istikrarı tehdit ediyordu. Bu koşullarda Arap toplumunun, ticarî sermaye birikiminin uzun erimli çıkarlarını tehlikeye sokacak daha büyük ölçekli bir kabileler arası çekişmeye ya da bir kaos ortamına sürüklenmesinin ve hızla zenginleşen ve siyasal iktidarlarını pekiştiren tacirlerin ölçüsüz hırslarının frenlenmesi gerekiyordu. Tabiî, Bedevilerin yer yer ticaretin gelişmesine zarar veren yağma eylemlerine son verilmesi, onların askerî enerjisinin dışa çevrilmesi ve cihad adı altında başka ülkelerin fethedilmesi ve onların zenginliklerinin yağmalanmasına kanalize edilmesi gerekiyordu. Bütün bunlar da bir ideolojik yeniden inşayı ve görece güçlü bir merkezî otoritenin, yani bir devletin kurulmasını gerektiriyordu. Arabistanın kabileler ve aileler arasındaki bölünmüşlüğünün ve ekonomik geriliğinin ideolojik plandaki yansıması olan çok tanrılılığın yerini tektanrılı Müslümanlığın alması, işte bu ekonomik ve siyasal merkezîleşme sürecine denk düşüyordu. Maxime Rodinson haklı olarak şu saptamayı yapıyordu:
Bütün Arabistanı birleştirerek, edinilmiş servetlerin ve ticaret yaşamının selâmetini sağlayacak ve şimdi bizzat Arapların ticaret yaşamı için tehlike teşkil etmeye başlayan yoksul Bedevilerin hırsını dışarıya döndürecek kudretli bir devlet Bir Arap ideolojisinden güç alan, hem yeni koşullara uygun, hem de kadroya alacağı Bedevi ortamına yatkın, büyük imparatorluklarla eşitlik içinde pazarlık edebilen bir Arap Devleti Dönemin gereksinmesi işte budur. Bu gereksinmeyi karşılayacak olan deha sahibine açıktır artık bütün yollar. (Maxime Rodinson, Hazreti Muhammed, İstanbul, Gün Yayınları, s. 46) Dolayısıyla, Muhammedin başını çektiği İslâm devrimi tarih sahnesine, bir devrim olarak DEĞİL, ama bir askerî ya da silâhlı bir reform hareketi olarak çıktı ve kısa süre içinde de yayılmacı bir İslâm imparatorluğunun kurulmasıyla sonuçlandı. İslâma sempati ve saygıyla yaklaşan T. W. Arnold ise şöyle diyor:
Serbestçe ve kalben Hz. Muhammede ve Onun tebligatına tâbi olanların sayısı pek azdı. Diğer taraftan başka tazyiklerle veya dünyevi bazı şeyler elde etmek ümidiyle Müslümanların saflarına katılanların sayıları daha yüksekti. Seyfullah Allahın kılıcı- lakabını alan Halid kendisi gibi benzerlerini Allahü Tealanın hem kalplerinden hem de saçlarından tutup Peygamberin eserini takibe sevk eylediğini (J. T. Döllinger) söylemekle, hem kendisinin hem de Kureyşîlerden çoğunun ihtidasında ikna ile icbardan mürekkep (=din değiştirmesinde inandırma ile zorlamadan oluşan- G. A.) bir hâl bulunmuş olduğunu göze çarpar bir şekilde göstermiştir. Emin bir surette bol ganimet kazanmak, yeni din için harp ederek, kendilerine pek fakir bir geçim temin edebilen kuru ve taşlı çöllere karşılık, ekilebilen ve meyve yetiştiren Suriye, İran ve Mısır arazilerine sahip olmak gibi cazibeler daha kuvvetli sebeplerdendirler. (İntişar-ı İslâm Tarihi, Ankara, Akçağ Yayınları, 1971, s. 86)
Muhammedin eşitlikçi bir devrimci lider gibi gösterilmesine ve onun öğretisinin yüceltilmesine karşı çıkmak, onun başarılarını ve mirasının olumlu yanını görmezden gelmeyi gerektirmez. Hiç kimse, tüm sınırlılıklarına rağmen Muhammedin başarılı bir komutan (Will Durant onun Medinede kaldığı on yıllık süre içinde 65 sefer ve baskını planladığını ve bunların 27sini kişisel olarak yönettiğini belirtiyor), usta bir politikacı, diplomat ve taktisyen olduğunu, Arapları birbirleriyle savaşan bir topluluktan birleşik bir Ümmete dönüştürdüğünü, onları tarih sahnesinde önemli roller oynayan bir topluluk hâline getirdiğini unutma hakkına sahip değildir. Evet; Muhammedin, M. S. 7. yüzyıl Arabistanı koşullarında Arap kabilelerinin birliğini sağlayan ve süreç içinde, çürümeye yüz tutmuş Bizans ve Sasani İmparatorluklarının çöküşlerini hızlandıran İslâmiyeti getirmesinin, ileriye doğru atılmış bir adım olduğu kabul edilmelidir. Önce Arabistandaki çeşitli Arap kabilelerine İslâmiyeti büyük ölçüde kılıç zoruyla kabul ettirmesine ve daha sonra da Arap-olmayan topluluklara aynı metotlarla İslâmiyeti dayatmasına ya da onları kendi dinsel inançlarını korumak kaydıyla haraca bağlamasına, kendisine eşlik eden kıyımlara ve yağma eylemlerine rağmen İslâmın bu yayılması ve giderek Batıda Fransa sınırlarından Doğuda Çin sınırlarına kadar uzanan dev bir imparatorluğa dönüşmesinin insanlığın ekonomik, kültürel ve bilimsel gelişmesine yadsınamaz katkıları olmuştur.
Yukarda da belirtmiş olduğum gibi, daha M. S. 6 yüzyılın ikinci yarısından itibaren başta Mekke ve çevresi olmak üzere Arabistan sınıflı bir topluma dönüşmekteydi. Zengin tacirlerin, mevali olarak anılan özgürleşmiş kölelerin de içinde yer aldığı küçük üreticilerin ve kölelerin/ cariyelerin bulunduğu bir toplum, sınıfsız bir toplum olarak nitelenemez. Bu bakımdan, ne Muhammedin iktidarı elinde bulundurduğu dönemde, ne de Dört Halife döneminde (M. S. 632-661) Arap toplumunun eşitlikçi olduğu savı ancak kısmen geçerlidir. Başta kırsal alanlarda, yani çölde ve vahalarda yaşayan Bedeviler arasında olmak üzere ilkel komünal topluma özgü ilişki, gelenek ve davranışların egemen olması ve kentlerde devlet örgütlenmesinin henüz rüşeym evresinde bulunması, Arabistanı eşitlikçi bir toplum yapmaz.
Öte yandan, Muhammedin başlattığı hareketin yoksul ve ezilen Arapların desteğini almış olması, hatta ilk Müslümanların genellikle yoksullar olması, Kuranda zenginlere yönelik uyarı ve tehditlerin yer alması vb., bu hareketin bir toplumsal devrimi/ eşitlikçi bir toplum kurmayı amaçladığı anlamına gelmez. Dolayısıyla Demirin, İslâmın başlangıçta Mekkede yoksulların bir hareketi olarak başladığını ileri sürmesi de gerçekleri yansıtmamaktadır. Bir hareketin böyle nitenebilmesi için onun, özellikle ve öncelikle toplumun yoksul sınıf ve katmanlarının özlem ve çıkarlarını seslendirmesi ve toplumun bu sınıf ve katmanlar yararına yeniden örgütlenmesini ve mülkiyet ilişkilerinin az-çok köklü bir tarzda değişimini talep etmesi gerekir. Tabiî kendisine şunu da sorabiliriz: Eğer Muhammedin hareketi bir eşitlikçi eğilim taşıyan bir yoksullar hareketi ise Karmatîliği, Babekîliği, Zencîliği, Babaîliği vb. nereye koyacağız?
Müslümanların, Asr-ı Saadet olarak adlandırdıkları Muhammed döneminde ve onu izleyen Dört Halife döneminde devletin görece demokratik ya da cumhuriyetçi bir karakter taşıdığı, (özellikle Hazreti Ömer gibi) yöneticilerin görece sade bir yaşam sürdürdükleri, ordunun toplumdan bütünüyle ayrı ve kopuk olmadığı, Bedevilerin eşitlikçi geleneklerinin bir ölçüde yaşatıldığı doğrudur. Ancak, Medineye göç etmesinin ardından Muhammedin kendisinin, yandaşlarıyla birlikte kervan soygunları yaptığı, Medinedeki üç Yahudi kabilesinin Muhammedin yönettiği Müslümanların saldırısına hedef olduğu (3), Muhammedin ölümünden sonra Halife Ebubekir döneminde meydana gelen ve İslâmdan cayanlara karşı sürdürülen- Ridde savaşlarında, Halife Osmanın ölümünden sonra meydana gelen Deve ve Sıffin savaşlarında ve Ali ve yandaşlarının Haricilere karşı sürdürdükleri savaşlarda onbinlerce Müslümanın yaşamını yitirdiği, halifelerden üçünün (644de Ömerin, 656da Osmanın ve 661de Alinin) cinayetlere kurban gittiği bu dönemde mülksahibi-mülksüz, zengin-yoksul, özgür insan-köle ayrım sürmekte, hatta giderek derinleşmekteydi. Suriyenin, İranın, Mısırın, Libyanın, Doğu Anadolunun, İranın ve Kafkasyanın Arap boyunduruğu altına girdiği Ömerin halifelik döneminde buralardan gelen (ve köle hâline getirilen ve/ ya da köle pazarlarında satılan) tutsakları da içeren ganimetin eşitsiz paylaşımı iyice gözle görünür hâle gelmeye başlamıştı. Will Durant, içeriği başka kaynaklar tarafından da doğrulanan şu örnekleri veriyor:
Aklın çoğuna sahip olan küçük azınlık çok geçmeden, hızla artan bu Arap servetinin çoğunu ele geçirdi. Kureyş soyluları Mekke ve Medinede görkemli saraylar inşa ettiler; Zübeyrin (Zübeyr bin el-Avvam- G. A.) bir dizi kentte sarayları, 1,000 tane atı ve 10,000 kölesi vardı. Abdurrahmanın (Abdurrahman b. Avf- G. A.) 1,000 tane devesi, 10,000 koyunu ve 400,000 dinar parası vardı. Ömer, halkının lükse batmasını üzülerek izliyordu. (The Age of Faith, New York, Simon and Schuster, 1950, s. 190) Burada adıgeçen Zübeyr ile Abdurrahman, cennete gideceği söylenen on İslâm büyüğü arasında yer almaktadırlar. (4) Maxime Rodinson, kitaplarından birinde dönemin bilinen tarihini, çok sonraları kaleme alınmış ve bir çeşit resmî tarih niteliği taşıyan belgelerden öğrendiğimizi anımsatırken şunları söylüyordu:
Çok eskiden beri, hiç değilse Sünnîler arasında, bu devre yüceltilmiştir (idealleştirilmiştir). Bu yüceltme, ilk defa olaydan en az iki yüzyıl sonra genellikle menkıbelere başvurularak yapılmaktadır. Bunlar, yukarda sözü edilen ve doğruluğundan şüphe etmek için çok kuvvetli sebepler bulunan bu hadisler ve Peygamber hakkında anlatılanlardır. Bütün bunlar, pek iyi bildiğimiz sonraki yüzyıllarda düşünce akımları ve siyasi-sosyal-dini kararlarla çok yakından ilgilidir
Ayrıca bizzat İslâmiyetin savunucularına göre, (Muhammedin 632de Medineye göçünden Alinin 661de öldürülmesine kadar geçen- G. A.) bu ideal 29 yıl pırıl pırıl değildir. Tabiatiyle Şiîler, 656da Alinin iktidara gelişine kadar bu devrede sadece alçalma (nefret) görüyorlar, yani bu 20 yılı, Alinin çok güç şartlar içinde hüküm sürdüğü beş yıla indiriyorlar. Sünnîler, Halife Osmana (644-646) karşı yapılan ve onun öldürülmesine kadar varan suçlamaların hiç değilse kısmen doğru olduğunu, yani Osmanın güçsüzlüğünün bir çeşit iltimasçılığa yol açtığını kabullenmek zorunda kalmışlardır. Alinin (656-661) iktidarında, taraflar arasındaki iç mücadele adaletsizleri arttırmıştır. Demek ki, ideal devre daralmakta, Ebubekir ile Ömerin hüküm sürdüğü 12 yıla inmektedir. (İslâmiyet ve Kapitalizm, İstanbul, Gün Yayınları, 1969, s. 108-09)
Bu bölümü bitirirken Muaviyenin, Muhammedin başlattığı hareketin deyim uygunsa sol ve halkçı kanadını temsil eden Ali ve yandaşlarının tasfiyesinin bir karşı-devrim olarak değerlendirmediğimi, bunun bu hareket içindeki daha zengin ve daha sağ öğelerin konumunu pekiştirdiğini ve onları temsil eden ve başında Muaviyenin bulunduğu Ümeyye ailesinin iktidarının restorasyonunu tamamladığını söyleyebiliriz. Ne var ki, Muhammedin vizyonuyla Muaviyeninki arasında temelde hiçbir farklılık olmadığı dikkate alındığında böyle bir tasfiyenin, yani Ali ve yandaşlarının temsil ettiği akımın ezilmesinin er ya da geç gündeme gelmesi kaçınılmazdı. Eğer Muhammed daha uzun süre yaşasa ve iktidarda kalsaydı, Muaviye olmaksızın da aynı süreç yaşanacaktı. Dört Halife döneminin sonlarına doğru zengin-yoksul ve yöneten-yönetilen ayrımlarının keskinleşmeye yüz tutması bunu kanıtlamaya yeter.
Marksizm mi Reformizm mi?
Muhammedin yaptıklarını bir devrim olarak değerlendirdiği anlaşılan Demir şunu da belirtiyor:
Gerçek bir iktisadî ya da sınıfsal eşitlik olması yönünde de dinlerin gayreti vardır. Hristiyanlıkta Komşunu kendinden önce düşün.. denir. İslâmiyette faizin haram edilmesi, başkalarıyla elindekini paylaşmak gibi davranışlar her zaman övülmüştür, hatta farzdır.
Ama bütün tarih bize şunu gösterir: dünyanın en iyi ahlâkî öğretileri bile fiiliyatta gerçekleşmemiştir
Sorunun özü şurada aslında; tüketim ve bölüşüm aracılığıyla eşitlik çağrıları başarısız kalmaya mahkûmdur. Çünkü bunlar eşitsizliğin nedenlerine girmez, onların sonuçlarıyla uğraşır. Sınıfları yok etmez, sınıfları veri alarak onların arasındaki farkı, tüketim ve bölüşüm farklılıklarını ılımlandırmaya çalışır. (abç)
Evet, sorunun özü tam da burada. Ancak Demir bunları söylemekle kendisinin dile getirdiği tezi, yani İslâm ile komünizmi eşitleyen yaklaşımını kendi ağzıyla reddetmekte ve kendi kendisiyle çelişmektedir. Onun bu son pasajda da söylediği gibi, sınıf ayrımlarını ve sınıfların kendilerini ortadan kaldırmayan ve üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermeyen bir siyasal-toplumsal hareket eski toplumu ortadan kaldıramaz; olsa olsa onun en göze batan, en rahatsız edici olgularını yumuşatır ve toplumsal çelişmeleri hafifletir. İnsanın, kendinden önce komşusunu düşünmesi ya da onun, elindekini başkalarıyla paylaşması türünden ahlâksal öğütler ya da faizin haram edilmesi gibi davranışlar tam da buna hizmet ederler. Bu saptama, Kuranın önerdiği ve Müslüman yöneticilerin bir ölçüde yaşama geçirdiği önlemler, yani zenginlerin; fitre, zekat, sadaka vb. vermek suretiyle yoksulların acılarını hafifletmeleri ve onları ölçüsüz bir biçimde ezmemeleri yönündeki uyarılar için de geçerlidir. Dolayısıyla sözkonusu olan, belli bir ezilen toplumsal katmana dayanan az-çok sistemli bir reformist hareketten ziyade, zenginlerin ve yöneticilerin yoksullara sadaka dağıtmasıdır. Bunu allayıp pullamaya, hele sosyalizm, komünizm olarak sunmaya kalkışmanın, en bayağı türünden bir reformizmi vazetmek anlamına geldiği tartışma götürmez.
Demirin kendi anlatımıyla, Sınıfları yok etmeyen, sınıfları veri alarak onların arasındaki farkı, tüketim ve bölüşüm farklılıklarını ılımlandırmaya çalışan bir hareket, olsa olsa reformist bir hareket olabilir; ister dinsel bir renge bürünmüş olsun, isterse sosyal-demokratik ya da başka bir retorikle yürütülsün böyle bir hareket asla gerçek bir iktisadî ya da sınıfsal eşitlik doğrultusunda yürümez/ yürüyemez. Kaldı ki toplumsal pratik, gerek Muhammed ve gerekse Dört Halife döneminde İslâmın reformist karakterinin de hayli sınırlı olduğunu, İslâmın önce Arabistana ve daha sonra komşu ülkelere yayılması ölçüsünde devlet yöneticileri ve ticarî aristokrasi ile esas itibariyle, kölelerden ve özgür yurttaşlardan oluşan halk arasındaki mesafenin hızla açıldığı, Muaviye döneminde ise bu evrimin doruk noktasına yaklaştığı söylenebilir.
İslâmın gerçek bir iktisadî ya da sınıfsal eşitlik yönünde gayreti olduğu ve bu devrimin Ekim devrimiyle aynı ayarda bir toplumsal fenomen olduğu anlamına gelen tezlerin hiçbir iler tutar yanı yoktur. Eğer devrim kavramını bayağılaştırmadan, keyfî yorumlara tâbi tutmadan ve bilimsel anlamıyla ele alacak olursak onun, a) üretim ilişkilerinde köklü bir değişikliği ve b) siyasal iktidarı daha geri bir sınıftan daha ileri bir sınıfa veren bir olgu olduğunu kabul etmek zorundayız. İslâmın ne öğretisinde ve ne de pratiğinde üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı çıkmayı ve siyasal iktidarın dönemin yoksullarının eline geçmesini bırakalım öneren, ima eden bir tek tümce bile yoktur. Olsa olsa sınırlı bir reform olarak nitelenebilecek olan İslâmiyetin çıkışı hiçbir biçimde, dünya tarihinin en önemli olgularından biri olan ve bir dönemi kapatıp bir başka dönemi açmış olan 1917 Ekim devrimiyle karşılaştırılamaz. Karşılaştırılamaz; çünkü M. S. 7. yüzyılda gerçekleşen ve güçlendiği ölçüde Medine ve hatta Mekke yoksullarının, kölelerin ve yoksul Bedevilerin de desteğini almasına rağmen Muhamedin yönettiği hareket objektif olarak, yükselmekte olan tacir sınıfının çıkarlarını savunmaktadır. Buna karşılık İslâm tarihinde, gerçekten de eşitlikçi ve komünist-eğilimli siyasal-toplumsal hareketler görülmüştür. Mülksahibi sınıfların bir fraksiyonunun çıkarlarını temsil eden Muhammed hareketiyle aynı düzeyde ele alınması asla düşünülemeyecek olan ve toplumun en yoksul katmanlarının özlemlerini dile getiren bu hareketler arasında Karmatîliği, Babekîliği, Babaîliği, Zencîliği vb. sayabiliriz.
Demirin, İslâmın kuruluşu dönemi için yaptığı, tüketim ve bölüşüm aracılığıyla eşitlik çağrıları başarısız kalmaya mahkûmdur biçimindeki saptaması doğrudur. Ancak bunun asıl nedeni, özelde İslâmın kuruluşu döneminde ve genelde pre-kapitalist sosyo-ekonomik formasyonlarda ortaya çıkan devrimci ve eşitlikçi akımların eşitsizliğin nedenlerine girmemesi DEĞİLDİR. Bunun asıl nedeni bu çağlarda üretici güçlerin gerçekten adil ve eşitlikçi bir toplum kurulmasına elverecek ölçüde gelişmemiş olması, böylesi bir toplumun kuruluşu çalışmasının taşıyıcısı olan bir sömürülen sınıfın, yani modern işçi sınıfının ortaya çıkmamış olmasıdır. Bu maddî temelin oluşmadığı koşullarda, bu maddî temelin zihinsel plandaki karşılığı olan ve böylesi bir toplumun kuruluşu çalışmasına ışık tutacak olan bilimsel sosyalizm düşüncesinin ortaya çıkması da olanaklı değildi. Zaten geçmişte eşitlikçi bir toplum kurmak için zaman zaman ortaya çıkan ve hatta bazıları zafere ulaşarak siyasal iktidarı ele geçirmiş eşitlikçi hareketlerin hep yenilmeleri ve daha da önemlisi yenilgiye mahkûm olmaları bundandır.
Sözlerime Engelsin görece uzun, ama son derece öğretici bir pasajıyla son veriyorum. Marksizmin iki kurucusundan biri olan Engels yüzyıllardır bir dizi küçük grubun, daha doğrusu sektin özlemini çektiği eşitlikçi bir toplumun kurulması özlem ve girişimleri konusunda ve 19. yüzyılın sonları koşullarında böylesi bir toplumun kurulması olanakları konusunda şu değerlendirmeyi yapıyordu:
Ama bu, ancak gerçekleşmesinin somut koşulları bir kez verildikten sonra olanaklı olabilir, ancak bundan sonra tarihsel bir zorunluluk hâline gelebilirdi. Bütün öbür toplumsal ilerlemeler gibi, bu ilerleme de, sınıfların varlığının, adalet, eşitlik vb. ile çatıştığı gerçeğinin kavranması ile, salt bu sınıfların ortadan kaldırılması istenci ile değil, ama bazı yeni ekonomik koşullar ile uygulanabilir bir duruma gelir. Toplumun sömüren bir sınıf ile sömürülen bir sınıf biçimindeki bölünüşü, üretimin geçmişteki güçsüz gelişmesinin zorunlu bir sonucu idi. Toplam toplumsal emek, ancak herkesin kıtı kıtına yaşaması için zorunlu olanı çok az aşan bir verim sağladığı sürece, yani emek, toplum üyelerinin büyük bir çoğunluğunun bütün ya da hemen hemen bütün zamanını gerektirdiği sürece, toplum, zorunlu olarak, sınıflara bölünür. Salt emek angaryasına adanmış bu büyük çoğunluk yanında, toplumun; emeğin yönetimi, siyasal işler, adalet, bilim, güzel sanatlar, vb. ortak işlerini üzerine alan, doğrudan doğruya üretken emekten kurtulmuş bir sınıf oluşur. Öyleyse sınıflar biçiminde bölünmenin temelinde işbölümü yasası yatar. Ama bunun böyle olması, sınıflar biçimindeki bu bölünmenin zor ve hırsızlık, kurnazlık ve hile aracıyla gerçekleşmesini de ve egemen sınıfın, bir kez yerini yer ettikten sonra, çalışan sınıf zararına egemenliğini sağlamlaştırmak ve toplumsal yönetimi yığınların sömürüsüne dönüştürmekten geri kalmamasını da engellemez.
Ama, eğer buna göre, sınıflara bölünmenin belli bir tarihsel yasallığı varsa, o bu yasallığa, ancak belli bir zaman için, ancak belli toplumsal koşullar içinde sahiptir. Sınıflar biçiminde bölünme, üretimin yetersizliğine dayanıyordu; modern üretici güçlerin tam bir gelişmesiyle silinip süpürülecektir. Ve gerçekten, toplumsal sınıfların ortadan kaldırılması, yalnızca şu ya da bu belirli egemen sınıfın değil, ama genel olarak bir sınıfın varlığının, öyleyse sınıflar ayrılığının ta kendisinin bir anachronisme, bir çağdışılık durumuna geldiği tarihsel bir gelişme derecesini öngerektirir. Yani üretimin gelişmesinde, üretim araçları ve ürünlerin, ve bunun sonucu, siyasal egemenlik, kültür tekeli ve entelektüel yönetimin özel bir toplumsal sınıf tarafından temellükünün (mülk edinilmesinin- G. A.), yalnızca bir gereksizlik durumuna değil, ama ekonomik, siyasal ve entelektüel açıdan, bir gelişme engeli durumuna da geldiği bir yükseklik derecesini öngerektirir. Şimdi bu noktaya ulaşılmıştır
Toplumsal üretim araçlarıyla, toplumun bütün üyelerine yalnızca maddesel bakımdan adamakıllı yeterli ve gün günden zenginleşen bir yaşam değil, ama onlara fizik ve entelektüel yeteneklerinin tam bir özgür gelişim ve kullanımı da güvence altına alan bir yaşam sağlama olanağı, bugün ilk kez olarak var, ama var. (Anti-Dühring, Ankara, Sol Yayınları, 1977, s. 444-46)
DİPNOTLAR
(1) Müslüman kaynaklarına göre, Allahtan Muhammede gönderilen vahiyler sözlü belleğe kaydedilir ve/ ya da ezberlenirdi. Daha sonra bunlar vahiy katipleri tarafından; kemiklere, taşlara, ağaç kabuklarına yazılmaya başlandı. Bu vahiylerin derlenmesine ise yıllar sonra başlandı ve o zaman da ortaya aralarında farklar bulunan metinler çıktı. Bu karışıklığa son vermek üzere Halife Osman döneminde görevlendirilen bir kurulun kesin bir metin oluşturulması sağlandı ve elde bulunan diğer metinler yokedildi.
(2) Demir de bu konuda Hikmet Kıvılcımlı gibi düşünüyor:
Artık halifelik babadan oğula geçmeye başladı. Biat etmek bir bakıma onaylamak, seçmek demektir. (Muaviye döneminden itibaren- G. A.) Biat da, seçim de ortadan kalktı. Oysa biat ya da beyanın demokratik seçimle hiçbir ilgisi/ benzerliği yoktur. Orhan Hançerlioğlu bu konuda şu bilgiyi aktarıyor:
Bir hükümdarı tanıma ve ona uyruk olma Osmanlıcada biat denir. Bu tören, hükümdarın açık eline el konmasıyla yapılır ki bir çeşit sadakat yeminidir. (İslâm İnançları Sözlüğü, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1994, s. 43) Ayrıca Kuranda Allahın, Peygamberin ve yöneticilerin buyruklarına uyulması gerektiği pek çok kez söylenmiştir. Örneğin, Nisa sûresinin 59. ayetinde şöyle deniyordu:
Ey iman edenler! Allaha itaat edin. Peygambere ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz onu Allaha ve Resule götürün (onların talimatına göre hâlledin) (Kuran-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meali, s. 86)
Gerici İslamcı yazarlarımızdan Mehmet Şevket Eygi de biatın demokratik bir seçim değil itaat anlamına geldiğini şu sözlerle doğruluyordu:
İslamda itaat ve biat kültürü vardır. Müslüman ipsiz sapsız, başıboş değildir. Kur'an-ı Kerimde Ey iman edenler Allaha, Resulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz buyrulmaktadır.
Mümin, ezelde Allah ile yapmış olduğu ahd ü misakın bilincinde olan ve Rabbinin emirlerine ve öğütlerine uyan kimse demektir. (İslam'da İtaat ve Biat Kültürü, Milli Gazete, 21 Kasım 2011)
(3) Bu kabilelerden ikisi
zorla başka bölgelere sürüldü.
Beni Kureyza kabilesinin ise tüm
erkekleri öldürüldü; kadınları
ve çocukları ise köle
pazarlarında satıldı.
Müslümanlar bu üç kabilenin de
tüm topraklarına ve diğer
mallarına el koydular. Reşat
Erdem bu konuda şu bilgileri
veriyor:
Yahudilerin Medine şehrinde
toptan ortadan kaldırılmasının
önceden bizzat Muhammed
tarafından düşünülüp
planlandığını bütün
taraflı-tarafsız kaynaklar
doğruluyorlar. Hiçbir direnme
göstermeyen ve Müslümanlara
teslim olan Yahudiler, boyunları
vurularak öldürülmüşler ve
Medinedeki Yahudilerin kökü
kazınmıştır. (Kuranda
Şiddet, Saçak, Sayı:
22, Kasım 1985, s. 31)
(4) Server Tanilliye göre,
Ayrıca, Cennete gidecekleri kesinlikle saptanmış bulunan on İslâm büyüğü (Aşerei mübeşşere) vardır ki, şunlardır: Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Abdurrahman bin Avf, Ebu Ubeyde, Talha, Zübeyr, Saad bin ebi Vakkas ve Saad bin Zeyd. (İslâm Çağımıza Yanıt Verebilir mi?, İstanbul, Say Dağıtım, 1992, s. 96)