12 Haziran seçimlerinin ardından İranda yapılan
kitlesel protesto gösterileri, dünya kamuoyunun dikkatinin bir kez daha bu
ülke üzerinde yoğunlaşmasına yol açtı. (Bu son derece belirsiz dünya
kamuoyu ibaresinin esas olarak emperyalist burjuvazinin sınıfsal çıkarları
doğrultusunda hareket eden tekelci medya anlamına geldiğini unutmamak
zorundayız.) Herhangi bir maddi kanıta dayanmaksızın seçimlere hile
karıştırıldığını ileri süren reformist kamp, ABD ve AB emperyalist
burjuvazisinin tam ve histerik bir karakter kazanan desteğini alırken,
siyasal yelpazenin en sağından neredeyse soluna kadar çok geniş bir cephe,
Başkan Mahmut Ahmedinecatın simgelediği ve muhafazakar olarak
adlandırılan kampı hedef aldı. Oysa, seçimlerden birkaç hafta önce BBC ile
ABC Newsın görevlendirdiği Center for Public Opinion (=Kamuoyu Merkezi)
adlı güvenilirliği tartışma konusu olmayan kuruluş, İranlılarla bir anket
yapmış ve seçimlere katılım oranının yüzde 89 olacağını ve Ahmedinecatın
Musevi karşısında yaklaşık ikiye karşı bir oranında üstün çıkacağını doğru
bir biçimde tahmin etmişti. (Gerçekte ise seçimlere katılım yüzde 85 olurken,
Ahmadinecat oyların yüzde 62.6sını ve Musevi ise oyların 33.8ini aldı.
Gençliğin Musevi kampını desteklediği savlara rağmen 18-24 yaş grubunun
Ahmedinecata en çok oy veren blok olduğunu saptayan anket, Musevinin
Ahmedinecattan üstün gözüktüğü kategorilerin üniversite öğrencileri ve
mezunlarıyla yüksek gelirli İranlılar olduğunu saptadı.)
Çoktandır gerçek bir savaş aracına dönüşmüş bulunan tekelci medya ve onun sanal alemdeki uzantılarının saldırgan propaganda kampanyası, dünya kamuoyunda İranın yeni bir renkli devrimin eşiğinde bulunduğu düşüncesini yaydı. Hatta ölü ve yaralı sayısına ilişkin abartılı haberler yapan bu medyaya bakılırsa, İran, 30-40,000 kişinin canını verdiği 1979 devriminin bir benzerini yaşamaktaydı!
Bu kampanya, kendisini demokrat ve ilerici olarak tanımlayan grup, çevre ve kişilerin yanısıra yer yer, kendisini devrimci olarak tanımlayan ya da gerçekten öyle olan grup, çevre ve kişileri de belirli ölçüde etkisi altına aldı. Öyle ki, ABD ve AB emperyalistlerinin ve tekelci medyanın yorum ve analizleriyle demokrat, ilerici ve hatta yer yer bazı devrimci grup, çevre ve kişilerin yorum ve analizleri birbirinden ayırdedilemez hale geldi. Örneğin bunlar tekelci medyanın, seçimlerde milyonlarca oyu kapsayan bir sahtekarlık olduğunu ileri süren Goebbelslerinin M. Ahmedinecatın yeniden devlet başkanlığına seçilmesini bir darbe olarak niteleyen ve görülmemiş boyutlara varan geniş-ölçekli karalama ve dezenformasyon kampanyasına karşı herhangi bir ciddi tavır koymamakla kalmadılar. Onlar, Ortadoğuda değil de adeta siyasal bir vakumda yaşadığını varsaydıkları İrandaki olayları, başını dünya işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı ABDnin çektiği dünya gericiliğinin onyıllardır sürdürdüğü İran-karşıtı yıkıcı çalışmalara, İrana yönelik emperyalist-Siyonist kuşatmaya ve savaş tehditleri ve hazırlıklarına tek sözcükle bile değinmeden değerlendirmeye de kalktılar.
Uzun yıllar Şah Rıza Pehlevinin ABD-güdümlü kanlı diktatörlüğünün boyunduruğu altında yaşayan İran, 1979 devrimiyle kurtuluş yolunda önemli bir adım atmıştı. Ancak, Ayetullah Humeyninin başını çektiği fundamentalist ulema kliği, bir dizi objektif ve subjektif nedene bağlı olarak devrimin kazanımlarını kendi kanalına akıtmayı başardı. Humeyni kliği, bu kazanımları deforme ya da yok etti ve devrimci hareketi vahşi ve acımasız bir biçimde ezdi. İran, işçi ve emekçilerin ve ezilen ulus ve milliyetlerin gerici rejimin yaklaşık 30 yıldır süregelen baskısı altında bunaldığı bir ülke. Kitlelerin hoşnutsuzluk, direniş ve savaşımları nedeniyle belli ölçülerde yumuşamış olmakla birlikte anti-demokratik bir İslami rejimin hüküm sürdüğü bu ülkede kitlelerin çok güdük taleplerle de olsa- sokağa dökülmelerinin İranlı devrimciler için büyük bir coşku kaynağı olmasını anlayabiliriz. Onların, son kitle eylemlerinin olumlu yönünü öne çıkarmalarını, abartmalarını ve bu gelişmeleri değerlendirirken bir ölçüde subjektivizme düşmelerini bir yere kadar anlayışla karşılayabiliriz. Tabii bu, İranlı devrimcilerin hatalarını hata olmaktan çıkarmaz.
Ancak, olaylara biraz daha uzaktan bakma olanağına sahip olan Türkiyeli devrimci güçler ya da onların önemli bir bölümü de 12 Haziran seçimleri sonrasında yaşanan gelişmeleri değerlendirirken benzer bir subjektivizme düşmüş bulunuyorlar. İran olaylarını fazlasıyla iyimser yorumlara tabi tutan Türkiyeli devrimci grupların, tarihlerinin en zayıf dönemlerinden birini yaşamakta olduğu dikkate alındığında, onların İran olaylarını fazlasıyla iyimser yorumlara tabi tutmalarını da onaylamamakla birlikte- anlayabiliriz. Gerek İrandaki ve gerekse de Türkiyedeki sözkonusu devrimci örgütlerin bu subjektif yaklaşımlarının temelinde, kendiliğinden-gelme hareketinin önünde boyun eğişlerinin ve özgüven eksikliklerinin/ yoksunluklarının yattığını söyleyebiliriz. Eğer kitleler nasıl olsa, devrimci öncünün müdahalesi olmaksızın devrimcileşiyor ve burjuvazinin ideolojik-siyasal boyunduruğundan kurtulmaya yöneliyorlarsa devrimci öncüye ve onun sömürülen kitleleri tutarlı bir Marksist-Leninist bakış açısıyla eğitme ve onlara yol gösterme çabasına gerek olmayacaktır. Devrimci öncünün gerekliliğini yasak savarcasına dile getiren, ancak sıra İran olaylarının somut analizine gelince bunu unutanların, işçi sınıfının ve diğer sömürülen emekçilerin demokrasi ve sosyalizm savaşımına ciddi bir katkı yapmaları beklenemez.
Her iki kümede yer alan güçlerin İran
olaylarına ilişkin somut değerlendirme hatalarını birbiriyle yakından
ilişkili- iki ana başlık altında toplamak olanaklı gözüküyor. Bunlardan
birincisi, İranda özellikle 12 Haziran seçimlerinden sonra patlak veren
kitle hareketinin niteliği. İkincisi ise, İrandaki gelişmelerin ve iç
çatışmanın uluslararası bağlamı. Birincisinden başlayalım.
ABD ve bağlaşıklarının dezenformasyon kampanyasının bir parçası olmayan
gözlemcilerin hemen hemen tümünün üzerinde birleştiği nokta şu: Seçimlerde
usulsüzlük ve hile yapıldığı savıyla sokaklara dökülen ve damgasını vuran
kitleler ağırlıklı olarak, Tahran başta gelmek üzere birkaç büyük kentin
hali vakti yerinde katmanlarından ve orta sınıflardan/ üniversite
öğrencilerinden gelmektedir. 1979da 430,000 olan üniversite mezunlarının
sayısı 1999a gelindiğinde dokuz kat artarak 4 milyona yaklaşmıştı. İslami
rejimin kısıtlamalarına haklı olarak- tepki duyan, ama aynı zamanda esas
olarak gelişmiş Batı ülkelerinin TV kanallarını izleyen ve Amerikan yaşam
tarzına özlem duyan bu kitlenin gösterilerde önemli bir rol oynadığı
sanılıyor. Muhalefetin protesto eylemlerine İran işçilerinin ve
emekçilerinin bir bölümünün de katılması, tahmin edilebileceği gibi onların
da mevcut rejime karşı önemli bir hoşnutsuzluk beslediğini gösteriyor. Ancak,
İran işçilerinin ve emekçilerinin çoğunluğunun oylarını M. Ahmedinecata
vermeleri onların, bu iki burjuva kamp arasında daha az kötü olanı ya da
öyle olduğunu düşündükleri kampı- tercih ettiklerini de gösteriyor. Yani
onlar, reformist etiketine rağmen aslında İranı daha da sağa çekecek olan
Musevi kampının programını oldukça bilinçli bir biçimde reddetmişlerdir. Bu
programın özü; İranı ABD ve Batı Avrupaya daha bağımlı hale getirme,
işsizlik ve yoksulluğu daha da arttırma pahasına özelleştirmelere hız verme,
yoksullara yapılan yardımları azaltma ya da durdurma, İranın nükleer
çalışmaları konusunda Batıyla uzlaşma, ABD ve İsraile karşı daha uzlaşmacı
bir dış politika izleme, İranın Lübnan ve Filistin halklarıyla
dayanışmasına son verme vb. İranın ABDnin basıncı karşısında dize
gelmesine ve Irakta ve Afganistanda yaşanan felaketin bir benzerini
İranda da yaşanmasına yol açabilecek olan bu program, İran burjuvazinin
geniş kesimlerinin yanısıra, 1979 İslam devriminden sonra İran
burjuvazisiyle giderek daha fazla içiçe geçen, kendileri de hızla
burjuvalaşan ve Ahmedinecat kampına düşman olan- mollaların çoğunluğu
tarafından da desteklenmektedir. New York Times, Musevi kampını destekleyen
eski başkan Ali Ekber Haşimi Rafsancaniyi, Batıya daha fazla açılımdan,
ekonominin belli sektörlerinin özelleştirilmesinden ve seçilmiş sivil
kurumlara daha fazla iktidar payı verilmesinden yana olan (New York Times,
22 Haziran 2009) bir kişi olarak betimliyor ve reformistlerin zaferinin
İranın, ABDnin Irak ve Afganistanda yürüttüğü savaşlara destek vermesini
ve kolaylaştıracağını ve ülkeyi ABD sermayesine açacağını belirtiyordu.
Bu arada atlanan bir olguya da değinmekte yarar var: Tekelci medya, başını
Mir Hüseyin Musevinin çektiği reform kampının gösterilerini abartılı
rakamlarla verirken, Mahmut Ahmedinecat kampının, -hemen hemen hepsi kent
yoksullarından oluşan- milyonları harekete geçiren daha büyük gösterilerini
neredeyse görmezden geldi. James Petras bu konuda şu gözlemi yapıyor:
Daha da kötüsü Batı medyası, rakip gösterilerin sınıfsal bileşimini,
muhalefet yanlısı göstericilerin ana gövdesi üst ve orta sınıf öğrencilerden,
işveren ve profesyonel sınıflardan gelirken, görev başındaki adayın esas
desteğini çok daha kalabalık olan yoksul işçilerden, köylülerden,
zanaatkarlardan ve kamu sektörü çalışanlarından aldığı olgusunu gözardı etti.
(Iranian Elections: The Stolen Elections Hoax/ İran Seçimleri: Çalınan
Seçim Tezgahı, 18 Haziran 2009) Tekelci medya ve efendileri başka
ülkelerde de yaptıkları gibi- dikkatlerini, eğitim düzeyi görece geri,
yabancı dil konuşamayan, yaşam standardı düşük İranlı emekçiler, yani
toplumun büyük çoğunluğu değil, İran burjuvazisinin, çoğu İngilizce
konuşabilen, üniversitelere giden ve görece yüksek bir yaşam standardına
sahip mensupları ya da çocukları, yani toplumun küçük bir azınlığı üzerinde
yoğunlaştırdılar. George Friedman, 15 Haziranda kaleme aldığı bir yazıda
iPod liberalizmi olarak nitelediği bu yanılsamayı şöyle değerlendiriyordu:
Amerikalılar ve Avrupalılar İranı 30 yıldır doğru okuyamıyorlar. Bu ülkede,
Şahın devrilmesinden sonra bile, liberalleşme isteyen ve Batının destek
vermesi halinde sonunda çoğunluk haline gelecek ve ülkeyi yönetecek bir
kitlesel halk hareketi olduğu söylencesi yaşamaya devam etti
Tahrandaki profesyonel sınıfların içinde olduğu gibi öğrenciler arasında
da (İran rejimini liberalleştirmek isteyenler- G. A.) var
Batılılarla
konuşabilecek ve onlarla konuşmaya istekli insanlar bunlar. Ve bu insanlar
Batılılara, büyük ölçüde çarpıtılmış bir İran tablosu sunuyorlar. (Western
Misconceptions Meet Iranian Reality/ Batının Yanlış Kanılarıları İranın
Gerçekliğiyle Yüzleşiyor,
http://www.stratfor.com/weekly/20090615_western_misconceptions_meet_iranian_reality)
Bu yanılsamanın ABD ve AB emperyalistlerinin ve onların tekelci medyasının,
dezenformasyon kampanyalarını, sadece kendi işçilerini ve halklarını değil,
belki kendilerini de aldatma noktasına çıkardığını, kendi yalanlarına
kendilerinin de inanmaya başladıklarını gösterdiğini kaydetmeden
geçemeyeceğim. Devam edelim.
Bu eylemlere işçi sınıfının ve diğer sömürülen emekçilerin çok daha büyük
ölçülerde katılmış olması, kuşkusuz olayın boyutlarını değiştirir ve onları
İran burjuvazisi ve emperyalist burjuvazi bakımından potansiyel olarak çok
daha tehlikeli kılardı. Ama sadece potansiyel olarak. Çünkü, burada önemli
olan bu işçi ve emekçilerin devrimci proletaryanın bayrağının mı, yoksa
liberal burjuvazinin bayrağının (ya da bir başka gerici sınıfın bayrağının)
mı altında yürüdükleri ya da yürüyecekleridir. Tarih, bir kitle eyleminin,
sınıf bileşiminin proleter bir nitelik taşımasının dahi onun devrimci bir
nitelik taşıması için asla yeterli olmadığını bir çok kez göstermiştir.
1980lerin başlarının Polonyasında Solidarnosc (=Dayanışma) sendikasının
sosyal-faşist rejime karşı yürüttüğü savaşım, bunun en iyi bilinen
örneklerinden biridir. Burada işçilerin, Polonya halkının geniş kesimlerini
etkileyen ve harekete geçiren militan ve kitlesel grev eylemlerinin, ABD ve
Batı Avrupa yanlısı bir başka gerici rejimin kurulmasının, yani gerici bir
politikanın aracı ve kaldıracı haline gelebildiğine tanık olduk. İran
örneğinde benzer bir durumla karşı karşıyayız: Sözkonusu devrimci çevreler,
niyetleri ne olursa olsun kitle hareketinin kendiliğinden-gelme niteliğinin
önünde kölece boyun eğmiş ve liberal burjuvazinin bayrağının altında yürüyen
ve bileşimi esas itibariyle küçük burjuva olan muhalefet yanlısı kitlelerin
eylemine abartılı bir misyon yüklemişlerdir. Onlar gerçek proleter ve halk
devrimlerinin, ancak kendi devrimci öncüsünün peşinde ve kendi devrimci
bayrağının altında yürüyen işçiler ve diğer sömürülen emekçiler tarafından
yapılabileceğini unutmuşlardır.
Demek oluyor ki, üzerinde durulması gereken çok önemli bir nokta da
sözkonusu kitlelerin hangi talep ve sloganlarla sokaklara döküldükleridir.
Reform kampının, İranın en zengin aileleri tarafından da desteklenen
gösterilerinde egemen talep ve sloganlar nelerdi? Bunlar; özü itibariyle
liberal burjuva nitelikte ve son derece kısıtlı talep ve sloganlardı. Yani,
seçimde yapıldığı ileri sürülen hilelerin sergilenmesi, 12 Haziran
seçimlerinin yenilenmesi, diktatör olarak nitelenen devlet başkanı M.
Ahmedinecatın ve gösterilerde meydana gelen ölüm olaylarının kınanması vb.
Bu gösterilerde İran işçi ve emekçilerinin temel talepleri; yani işsizliğe,
yoksulluğa, yaşam pahalılığına, yolsuzluklara, siyasal özgürlüğe, Fars
egemen sınıfları tarafından ezilen ulus ve milliyetlerin durumuna, ABD-İsrail
tehditleri ve müdahaleleri başta gelmek üzere anti-emperyalizme ve siyasal
iktidarın halkın eline geçmesine ilişkin talepler dile getirilmedi ya ancak
marjinal düzeyde dile getirildi.
Lenin, 1908 Portekiz devriminin ve 1908 Jön Türk devriminin bir burjuva
devrimi olmakla birlikte bir halk devrimi olmadığını belirttiği pasajında
şöyle diyordu:
Ama bu devrimlerin her ikisi de halk devrimi değildir; çünkü halk
yığınları, halkın geniş çoğunluğu, kendine özgü ekonomik ve siyasal
istemlerle, etkin, bağımsız ve hissedilir bir biçimde, bu devrimler içinde
görünmezler. (Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1989, s. 50)
Yani Leninin de işaret ettiği gibi belirleyici öğe, sözkonusu devrimlere
halk katılımının genişliği değil, halkın bu eylemlere kendine özgü ekonomik
ve siyasal istemlerle, etkin, bağımsız ve hissedilir bir biçimde
katılmasıdır. İrandaki kitle eylemlerinde bir halk devriminin öğelerinin
bulunduğunu söyleyebiliriz. Ancak, bu eylemlere katılan kitleye, kurulu
düzenin bir parçası olan Musevi kampının sınıfsal ve siyasal eğilimleri yön
vermiştir.
İkinci önemli nokta, gerek İranlı devrimcilerin ve gerekse bazı Türkiyeli
devrimci grupların analizlerinde, İranın karşı karşıya bulunduğu
emperyalist-Siyonist kuşatmayı hesaba katmamalarıdır. Her zaman ve her koşul
altında ağır bir biçimde kınanmayı hak eden böyle bir eksiklik, İranın ve
Ortadoğunun bugünkü somut koşulları dikkate alındığında ağır bir suç halini
almaktadır. İran egemen sınıflarının ya da onların bir fraksiyonunun (Ahmedinecat
kampının), kendi konumlarını pekiştirmek için anti-emperyalist bir retoriğe
başvuruyor olması, bu konunun yaşamsal önemini hiçbir biçimde ortadan
kaldırmaz. İran; ABDnin, Pehlevi monarşisinin 1979 başında devrilmesinden
bu yana denetimi altına almaya çalıştığı bir ülke. ABD İrana 1979dan bu
yana bir ambargo uyguluyor; İrana komşu iki ülkeyi (Afganistan ve Irak)
işgal etmiş olan ABD bölgedeki bir dizi ülkede asker ve askeri üs
bulunduruyor; ABD Basra Körfezinde en gelişmiş ölüm makinalarıyla donanmış
devsel boyutlarda bir donanmayı İrana saldırıya hazır durumda bekletiyor;
ABD; Beluci, Kürt, Arap vb. azınlıkların haklı taleplerini bu ülkeyi
istikrarsızlaştırmak ve parçalamak için kullanmaya çalışıyor; ABD,
taktiksel nükleer silahlar kullanmakla tehdit ettiği bu ülkeye saldırmak
için sabırsızlanan Siyonist devlete her türlü askeri, mali ve siyasal
desteği sunuyor; ABD, nükleer çalışmalarını bahane ederek onu uluslararası
alanda izole etmeye çalışıyor ve Obamanın açılımlarına rağmen- Halkın
Mücahitleri, Cundullah gibi örgütlerin yardımıyla bu ülkedeki örtülü
operasyonlarını sürdürüyor vb.
Şu soruyu sormak zorundayız: İran devrimci hareketinin ve İran işçi hareketinin bu son derece önemli sorunla yüzleşmesi, emperyalist-Siyonist kuşatmanın hedefi olan İranın bağımsızlığını savunması gerekmiyor mu? Her iki hareket te kendilerini dar, sınırlı ekonomik ve siyasal taleplerle kısıtlamak yerine ulusun yöneticiliği konumuna layık olduklarını göstermek, İran halkının Ahmedinecat kampı tarafından bir ölçüde dile getirilen ya da isterseniz kullanılan- yurtsever duyarlılığını kendi kanallarına akıtmakla yükümlü değiller mi? Bazı İran işçi sendikalarının, işçileri kendi burjuvazilerine satan ve kendi burjuvazilerinin Irak, Afganistan, Lübnan, Filistin gibi ülkelerde gerçekleştirdikleri kıyımlara sessiz kalan/ ortak olan ABD ve Batı Avrupanın gerici ve reformist sendikalarının bürokratik önderlikleriyle sözümona enternasyonalist dayanışma gösterileri yapmaları, gerek İran ve Ortadoğu ve gerekse ABD ve Batı Avrupa işçi sınıfı ve halklarına sırtını dönmek ve aslında enternasyonalizmin ırzına geçmek anlamına gelmiyor mu? (1)
11 Eylül 2001 provokatif saldırısından sonra neo-faşist Bush kliğinin İranı sözümona şer ekseninin bileşenlerinden biri olarak nitelediği ve sözkonusu dezenformasyon kampanyası ve saldırı tehditlerinin bu tarihten itibaren daha da yoğunlaştığı doğru. Ancak ABDnin İran-karşıtı eylemlerinin başlangıcı 11 Eylül 2001den çok daha gerilere gidiyor. Sadece bir örnek vermekle yetineyim: Dünya emperyalizminin İran-karşıtı kampanyasının en kara sayfalarından biri, Türkiyedeki 12 Eylül askeri-faşist darbesinden 10 gün sonra, yani 22 Eylül 1980de açılmıştı. Bu tarihte Saddam Hüseyin kliği; ABD, Batı Avrupa ve SSCBnin yeşil ışık yakması ve özellikle Washingtonun aktif desteğiyle İrana saldırmış ve yaklaşık sekiz yıl süren bu savaşta bir milyona yakın İranlı ve Iraklı asker ve sivil ölmüş, milyonlarca insan yaralanmış ve sakatlanmış, her iki ülke de ekonomik çöküntünün eşiğine gelmişti. Bugün pek az insanın anımsar gözüktüğü ve hem Tahranın, hem de Bağdatın büyük ölçüde zayıflayarak çıktığı bu savaşın Ortadoğuda hangi güçlerin stratejik ve taktiksel çıkarlarına hizmet etmiş olduğu bellidir. Böyle bir savaşın yaşanmamış olması halinde, Ortadoğunun görünümünün bugünkünden hayli farklı olacağını tahmin etmek hiç de zor değil. Yakın tarihten ABDnin İran-karşıtı tutumuna ışık tutacak iki örnek daha vereceğim,
Amerikalı araştırmacı gazeteci Seymour Hershin 19 Ocak 2005te New Yorkerda yayımlanan yazısına göre, ABD Özel Kuvvetleri ve CIA 2004 yılının ortalarından itibaren İran topraklarında keşif ve istihbarat çalışması yürütüyor ve yer yer sabotajlar gerçekleştiriyordu. Gene Hershe göre, ABD tarafından resmen terörist bir örgüt sayılan Halkın Mücahitlerinin İran topraklarında giriştiği sabotaj ve suikast eylemlerine, pilotsuz ABD uçaklarının İran hava sahasına keşif amaçlarıyla girmeleri ve İsrail istihbarat görevlilerinin İran Kürdistanında yürüttüğü bilgi toplama ve örgütlenme çabaları eşlik ediyordu.
G. W. Bush rejiminin öndgelen yetkililerinden John Bolton 16 Mayıs 2007 Londrada yayınlanan Daily Telegraph gazetesine verdiği demeçte, ABDnin İrana karşı askeri saldırısının, ekonomik yaptırımların ve bir halk ayaklanması kışkırtma çabalarının başarısızlığa uğramasından sonra gündeme gelecek son seçenek olduğunu söylemişti.
İran burjuva muhalefeti, sınıfsal çıkarları gereği bu geçmişi unutabilir ya da unutmayı seçebilir. Ancak İranlı, Türkiyeli ve diğer devrimcilerin buna hakları olmadığı bellidir. Buna bağlı olarak İran burjuva muhalefeti ve onların ABD ve ABndeki destekçileri ateşlerini, diktatör olarak nitelendirdikleri ve şeytanlaştırdıkları, ama başkanlık koltuğunda ancak 2005 ortalarından bu yana oturmakta olduğunu ve yetkilerinin hiç de geniş olmadığını gözlerden sakladıkları Mahmut Ahmedinecat üzerinde yoğunlaştırmayı yeğlemişlerdir. Bu, tam bir saptırmadır. ABD emperyalizminin hedefi, özel olarak M. Ahmedinecatır devrilmesi değil, İranda Şah diktatörlüğünü restore etmek ya da kendisine kölece bağımlı bir rejim kurmaktır. Bu Washingtondaki haydut ve soygunculara, İranın ve Hazar bölgesinin doğal gaz ve petrol kaynaklarını denetim altına almak, bu ülkeyi Rusya ve Çine karşı kullanabileceği bir üs haline getirmek, İran rejiminin Filistin ve Lübnan halklarına verdiği destekten son derece rahatsız olan İsrailin güvenliğini daha da pekiştirmek olanağını verecektir.
İrandaki burjuva muhalefet hareketi ABD ve AB emperyalistlerinin desteğini almış olmakla birlikte onun, bugünkü koşullarda tümüyle onların bir aleti konumunda olduğu söylenemez belki. Ancak önemli olan, yaşama geçirilmesi halinde muhalefetin programının ve siyasal yöneliminin İranı nereye götüreceğidir. Değerlendirmelerinden anlaşıldığı kadarıyla, sadece bugünkü kitle hareketinin devrimci niteliğini abartmakla kalmayan, ama İran devriminin anti-emperyalist görevlerini ve parça ile bütün arasındaki bağa ilişkin Marksist-Leninist yaklaşımı da unutmuş gözüken bazı İranlı ve Türkiyeli devrimci gruplar tutumlarını gözden geçirmezlerse zamanla kendilerini İrana karşı yürütülmekte olan saldırının bir parçası ya da destekçisi konumunda bulabilirler. Bir zamanlar Şah diktatörlüğüne, ardından Humeyni gericiliğine karşı kahramanca savaşan ve bu kavgada yüzlerce şehit vermiş olan, ancak daha sonraları Saddam Hüseyin kliğinin, Irakın Mart 2003de işgalinden sonra ABD (ve AB) emperyalistlerinin vurucu gücü haline gelen Halkın Mücahitleri örgütünün serüveni, bunun pekala olanaklı olduğunu gösteren bir örnektir.
Sorunun bir yanı da şu: Başını ABD-İsrail-Britanya
şer ekseninin çektiği İran-karşıtı kampanya ve savaş hazırlıkları, aslında
ABD ve bağlaşıklarının Avrasyaya egemen olma, Rusya ve Çinin önünü kesme
ve belki de koşulları kendileri için uygun gördükleri koşullarda bir Üçüncü
Dünya Savaşı başlatma planlarıyla ilgilidir. Emperyalist savaş tehlikesini
ortadan kaldırmak değil, ama azaltmak ya da uzaklaştırmak, asıl saldırgan
güçlere, II. Dünya Savaşı döneminin faşist blokunun yerine almış olan ABD-İsrail-Britanya
blokuna direnmekten geçer. (2) Bu bakımdan İranın Rusya ile Çinin üstü
örtülü desteğiyle- ABDnin basıncına karşı koyması ve esas olarak ABDne
karşı kurulmakta olan bir Pan-Asya bağlaşmasının çekirdeği olan Şangay
İşbirliği Örgütüne gözlemci üye olmasıysa, aslında yeni bir dünya savaşı
tehlikesini azaltan bir faktördür. Lenin, Temmuz 1916da kaleme aldığı
Ulusların Yazgılarını Belirleme Hakkı Üzerine Bir Tartışmanın Özeti
başlıklı yazısında şöyle diyordu:
Kendi yazgısını belirleme de içinde olmak üzere, demokrasinin çeşitli
talepleri mutlak şeyler değil, genel-demokratik (şimdi: genel-sosyalist)
dünya hareketinin sadece küçük bir parçasıdır. Bazı somut durumlarda parça
bütünle çelişebilir; öyle olduğu takdirde o reddedilmelidir. Bir ülkedeki
cumhuriyetçi hareketin başka ülkelerin din adamlarının ya da mali-monarşist
çevrelerinin entrikalarının bir aletinden başka bir şey olmaması olanaklıdır;
öyle olduğu takdirde biz o özel, somut hareketi desteklememeliyiz; fakat bu
gerekçeyle cumhuriyet talebini uluslararası Sosyal-Demokrasinin programından
çıkarıp atmak gülünç olurdu.
Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının
Washingtonun hegemonik konumunu ilerde tehlikeye düşürebileceğini sezen ve
ABD emperyalizminin öndegelen beyinlerinden biri olan Zbigniew Brzezinski
yıllar önce şunları yazmıştı:
Avrasya dünya nüfusunun yüzde 75ine, brüt ulusal gelirinin yüzde 60ına,
enerji kaynaklarının yüzde 75ine sahiptir. Kollektif olarak ele alındığında
Avrasyanın potansiyel gücü Amerikanınkini de gölgede bırakmaktadır.
Avrasyaya egemen olan bir güç, dünyanın ekonomik bakımdan en üretken üç
bölgesinden ikisi, yani Batı Avrupa ve Doğu Asya üzerinde belirleyici etki
sahibi olacaktır
Haritaya bir göz atmak, Avrasyaya egemen olan bir ülkenin
adeta otomatik olarak Ortadoğu ile Afrikayı denetim altında tutacağını
gösterir
Avrasya kıtasında gücün dağılım biçimi, Amerikanın küresel
üstünlüğü ve tarihsel mirası açısından belirleyici önem taşıyacaktır.
İstikrarsız bir Avrasyada ivedi görev, herhangi bir devletin ya da
devletler bağlaşmasının ABDni buradan kovma ya da onun belirleyici rolünü
azaltma yetisi kazanmasını engellemeyi güvence altına almaktır. (A
Geostrategy for Eurasia, Foreign Affairs, 76:5, Eylül/Ekim 1997) Aslına
bakılırsa ABD, revizyonist Sovyet imparatorluğunun çöküşünden bu yana
giderek daha bilinçli ve tutarlı bir biçimde bu çizgiyi izlemeye çalışmıştır.
(3) Özellikle 11 Eylül 2001den bu yana yaşananlar ABD emperyalizminin, o
zaman Savunma Bakan Yardımcısı olan Paul Wolfowitzin gözetimi altında
1992de hazırlanan Savunma Planlama Rehberinde özetlenen, daha sonra ise
Brzezinskinin yukarda aktardığım pasajında anlatımını bulan bu yolda
yürümüştür. Dolayısıyla, kendi gerileme ve çöküşünü savaş yoluyla durdurma
eğiliminde olan ABDnin İrana yönelik kuşatma, izole etme, denetim altına
alma vb. planlarının amacının salt İranın teslim alınmasıyla sınırlı
olmayıp, daha geniş bir stratejik planın bir parçası olduğu da dikkate
alınmalı. İranı denetimi altına almış olması halinde ABD, çok zengin doğal
gaz ve petrol kaynaklarına sahip olmakla kalmayacak, Kafkasya ve Orta Asya
bölgesinde ciddi bir güç haline gelecek ve stratejik rakipleri olan Rusya
ile Çin karşısında önemli bir avantaj elde edecektir. Bununsa, en azından
orta erimde Rusya-Çin bağlaşmasıyla ABD arasında nükleer silahların da
kullanılabileceği yeni bir dünya savaşına yol açması hiç de küçüksenecek bir
olasılık sayılmaz. O sıralar Rusya devlet başkanı olan V. Putin 17 Ağustos
2005te İnterfax ajansına verdiği demeçte, ABDni İrana karşı taktiksel
nükleer silah kullanmaması için şu sözlerle uyaracaktı:
Nükleer silahları kullanma eşiğini alçaltmak tehlikeli bir girişimdir; çünkü bu birilerini nükleer silah kullanmaya teşvik edebilir... Eğer böyle bir şey olursa, daha ileri adımlar atılabilir ve daha güçlü nükleer silahlar kullanılabilir ki, bu da nükleer bir çatışmaya yol açabilir.
* * * * *
Sözlerimi, 5-6 Ocak 2006da kaleme aldığım Yaklaşan İran Savaşı ve Türkiye: Olanaklar, Sorumluluklar ve Görevler başlıklı yazımdan bir pasajla noktalamak istiyorum. Bu pasajda şöyle diyordum:
Tutarlı demokrasi ya da anti-emperyalizm açısından, kendi işçileri ve emekçilerinin yanısıra Fars-olmayan halkları ezen İran rejiminin savunulacak bir yanı yoktur. Dahası, olanak bulduğu takdirde İslami rejimin, ABD ve İsrail de içinde olmak üzere en gerici ve saldırgan güçlerle uzlaşma ve anlaşma yolunu tutabileceği de pekala söylenebilir. Ne var ki, koşullar buna olanak vermemektedir ve görünür gelecekte de olanak vermeyecektir. Başta ABD ve İsrail, ama aynı zamanda AB emperyalistleri; kendilerine esas itibariyle bağımlı olmayan, önemli enerji kaynaklarına sahip, petrol trafiğinin büyük bölümünün geçtiği Hürmüz Boğazını ve Ortadoğu ile Orta Asya arasındaki enerji koridorlarının önemli bir bölümünü denetleyen bir jeostratejik konuma sahip, Ortadoğunun bir dizi ülkesindeki İslami direniş hareketleriyle bağları bulunan 70 milyon nüfuslu İranın nükleer silahlarla donanarak bir çeşit dokunulmazlık kazanmasını asla ve kesinlikle kabul etmeyeceklerdir. Demek oluyor ki konjonktür İrana adeta, -hiç de kısa olmayan bir süre için de olsa- kendi iradesinden bağımsız olarak, dünya halklarının baş düşmanlarına meydan okuma misyonu yüklemiş, İranı onlarla çatışmaya mahkum etmiş gibidir. Böyle bir çatışmada, bütün tutarlı demokrat ve enternasyonalist güçler, İran rejimine ilişkin eleştirilerini saklı tutmak kaydıyla, Tahranın yanında yer almak ve onun zaferini dilemek ve onu savunmakla yükümlüdürler. Yükümlüdürler; çünkü İranı hedef alan emperyalist-Siyonist komplo ve saldırganlığın yenilgiye uğratılması ya da hiç olmazsa püskürtülmesi, bu tarihsel momentte dünya işçi sınıfı ve halklarının demokratik ve anti-emperyalist savaşımlarının gerekleriyle örtüşmektedir.
DİPNOTLAR
(1) Burada 26 İran işçi örgütünün, İrana yapılabilecek ve belki de
taktiksel nükleer silahların da kullanılabileceği bir ABD-İsrail saldırısına
itiraz etmeyeceğini tahmin edebileceğimiz dört uluslararası sendikaya 25
Haziranda yapmış olduğu çağrıyı kastediyorum. Bu çağrıda şöyle deniyordu:
Dört uluslararası emek örgütü (ITUC, ITF, IUF ve EI) 26 Haziranı, temel hakları için mücadele eden İranlı işçilerle dayanışma günü ilan etti. Bugün bu sendikaların dünya çapındaki üyeleri İranlı işçilerle dayanışma için destek eylemleri örgütleyecek..
Bu uluslararası İranlı işçilerle dayanışma deklarasyonu, uluslararası işçi hareketinin dünya çapında insan haklarını elde etmesi yönünde önemli bir tarihsel andır. Bu, İranlı işçilerin mücadelelerini ilerletmekte kesinlikle önemli bir rol oynayacaktır. Dahası, bu eylem dünya çapında işçi sınıfının uluslar arası birlik ve dayanışmasını daha da ilerletecektir.
Bizler aşağıda adı geçenler, bu uluslararası birlik girişimini bütün kalbimizle destekliyoruz. Eylem gününün örgütçülerine en derin takdirlerimizi ve tebriklerimizi sunmak ve dostça ellerinizi sıkmak isteriz. Dünyadaki bütün işçilere ve sendikalara içten duygularımızla kutluyoruz.
Yaşasın uluslarararası dayanışma (Justiceforiranianworkers / http://Sendika.Org )
(2) Emperyalist sistem ayakta kaldığı sürece emperyalist savaş tehlikesi devam edecektir. Stalinin dediği gibi, Savaşların kaçınılmazlığını yoketmek için, emperyalizmi yıkmak gerekir. (Son Yazılar, 1950-53, Sol Yayınları, 1990, s. 95)
(3) Ne var ki, Afganistan, Irak, Filistin, Lübnan, Somali vs. halklarının ABD ve bağlaşıklarına karşı büyük özverilerle sürdürdükleri direniş bu hesapları bozmuş, emperyalizmin ayakları kilden bir dev (Lenin) niteliğini gözler önüne sermiştir.