Bu en korkunç anda Hiroşimanın yüzde 60ı yerle bir oldu. 1 milyon derece santigradın üzerine çıktığı tahmin edilen patlama ısısı, kenti kuşatan havayı tutuşturdu ve 256 metre çapında bir ateş topu oluşturdu. (Joseph Siracusa, Nuclear Weapons: A Very Short Introduction/ Nükleer Silahlar: Çok Kısa Bir Giriş)
Hiroşima ile Nagazakiye atom bombası atılmasının üzerinden 64 yıl geçti. Ama bu konu insanlığın gündeminden düşmedi; en azından objektif olarak. Bu süre içinde, başta ABD ve SSCB/ Rusya gelmek üzere çeşitli devletlerin elinde bulunan nükleer silahların gerek sayısı ve gerekse tahrip gücü çok büyük ölçüde arttı. Bugün dünyada, büyük çoğunluğu bu iki ülkenin elinde olmak üzere onbinlerce nükleer ve termonükleer silah bulunuyor. Özellikle ABD ve Rusya, sahip oldukları nükleer başlıklı kıtalararası balistik füzeler sayesinde dünyanın hemen hemen her yerini vurma olanağına sahipler.
(1) Öte yandan, nükleer silahlar sadece ilk patlama anında çok sayıda can almakla kalmıyorlar; bu patlamaların yol açtığı ve açacağı ölüm sayısı sadece radyoaktif kirlenmeye bağlı olarak onyıllar süren hastalıklara ve ölümlere de yol açıyor. 1986da Ukraynadaki Çernobil nükleer santralında meydana gelen kazanın, hatta 1945te Hiroşima ve Nagazakiye atılan atom bombalarının etkisiyle insanlar bugün bile hastalanmaya ve ölmeye devam ediyorlar.
Ne var ki, olası ve yüzlerce ya da binlerce atom ve hidrojen bombasının kullanılacağı büyük ölçekli bir nükleer savaş daha ilk başta yüzlerce milyon insanın ölümüne, savaşan ülkeler başta gelmek üzere tüm dünyada çok büyük bir maddi yıkıma, başta büyük kentler gelmek üzere yerleşim yerlerinin altyapı hizmetlerinin neredeyse tümüyle durmasına, olağanüstü boyutlara varacak olan hijyen, tedavi ve tıbbi yardım taleplerini karşılayamayacak hale gelecek olan sağlık hizmetlerinin çökmesine ve radyoaktif kirlenme başta gelmek üzere küresel bir çevre kirliliğine yol açacaktır. Dahası böyle bir savaşın, bildiğimiz biçimiyle insan uygarlığını ve hatta belki de homo sapiensi, yani insanlığı yok etmesi sözkonusu olmasa bile onu çok gerilere savuracağı kesindir. Bilim adamları, böyle bir senaryonun gerçekleşmesi halinde doğal kaynakların hemen hemen tümünün radyoaktif kirlilikten etkileneceğini, nükleer patlamaların yol açacağı dev yangınların atmosferin üst katmanlarında oluşturacağı duman, is ve toz bulutunun güneş ışınlarının dünyaya ulaşmasını engelleyeceğini ve dünya ikliminin hissedilir biçimde soğumasına yol açacağını (nükleer kış senaryosu) ve bunun da ormanlık alanları ve tarımsal üretimi çok büyük ölçüde azaltacağını ve insanlığı bir küresel açlığa mahkum edeceğini tahmin ediyorlar.
Hiroşima ve Nagazaki trajedisinden sonra, yani Soğuk Savaş döneminde ABD ile Sovyetler Birliği arasında ve bugüne kadar nükleer silahların kullanıldığı bir savaşın yaşanmamış olması bu konuda bir rehavet duygusuna yol açmıştır. Öyle ki genel bir savaş tehlikesinin daha da büyük olduğu bugün, 1980lerde olduğu gibi nükleer savaş tehlikesine karşı kitlesel bir barış hareketi bile yok. 1945ten sonra nükleer silahların kullanılmamış olması, bundan böyle de bunun böyle olacağı anlamına gelmez. (2) Bu tümüyle sahte bir nitelik taşıyan güvenlik duygusunun esas nedeni, kitlelerin emperyalist burjuvazi ve onun uşakları tarafından sürdürülen belleksizleştirme sürecinin kurbanı olmasıdır. Bu operasyondan ilerici insanlığın da nasibini aldığı yadsınamaz bir olgu. Hafıza-i beşerin nisyanla malul olduğu, yani insan belleğinin unutkanlıkla sakatlanmış olduğu aksiyomu, ne yazık ki bu alanda fazlasıyla geçerlidir. Hiroşima-Nagazaki trajedisinin üzerinden 64 yıl geçmiş ve bu süre içinde pek çok yıkıcı savaş yaşanmış olmasına rağmen insanlığın, hatta ilerici insanlığın kısmi ya da genel bir nükleer savaş tehlikesinin bilincinde olduğu söylenemez. ABD halkının durumu ise içler acısı. Geçenlerde Quinnipiac Üniversitesinin yaptığı bir anket, ABD yurttaşlarının yüzde 61inin Hiroşima ile Nagazakiye atom bombası atılmasını doğru görmelerine karşılık sadece yüzde 22sinin bu eylemleri yanlış bulduğunu göstermişti. ABD okullarında okutulan ders kitaplarında hala, Hiroşima ve Nagazakiye atılan atom bombalarının milyonlarca ABD askerinin canını kurtardığı hikayesi anlatılıyor. Başında Barack Obamanın bulunduğu aynı ABD, bu yıl nükleer silahların geliştirilmesi için 6 milyar dolardan fazla para harcayacak.
Hiroşima-Nagazaki trajedisini unutmamak gerek; ama bu, sadece geçmişte işlenmiş olan korkunç bir savaş suçunu insanlığın kollektif belleğinden silme çabalarına izin vermeme kararlılığı olarak görülmemeli. Sovyetler Birliğinin 1991de dağılmasından sonra esen ya da estirilen sahte yumuşama havasının bir kaç yıl içinde dağılması, kapitalist-emperyalist sistem ayakta kaldığı sürece savaş tehlikesinin devam edeceği yolundaki Marksist önermenin ne denli doğru olduğunu bir kez daha gösterdi. Kabaca 2001den bu yana ise, emperyalistlerarası çelişmelerin keskinleşmeye yüz tutması, gerek konvansiyonel ve gerekse nükleer alanda silahlanmanın yoğunlaşması, bir nükleer savaş tehlikesini daha da arttırmaktadır. Bugün bu tehlike, öncelikle dünya işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı ABDnden ve onun yakın bağlaşığı İsrailden kaynaklanıyor. Ancak bunun yanısıra, nükleer silahların yaygınlaşması, küçük-ölçekli ve bölgesel nükleer savaşların patlak vermesi olasılığını Soğuk Savaş dönemine göre daha da arttırmaktadır. Örneğin, şimdiye kadar birbirleriyle dört kez savaşmış olan Hindistan ile Pakistanın önümüzdeki aylarda ya da yıllarda girişebilecekleri bir savaşta nükleer silahlar kullanmayacaklarının hiçbir güvencesi yok.
Dünya üzerindeki giderek zayıflayan egemenliğini askeri zor ve
saldırganlık yoluyla ayakta tutmaya çalışan ABD, bir önceki başkan G. W.
Bush döneminde faşist önleyici vuruş doktrinini kabul etmiş ve kendisi
için tehdit oluşturduğu kanısına vardığı bir ülkeye tek yanlı olarak
saldırma hakkını ilan etmişti. Daha da önemlisi, yeni başkan B.
Obamanın değiştirmek için hiçbir girişimde bulunmadığı bu doktrine,
ABDnin nükleer silahlara sahip olmayan ülkelere karşı nükleer silah
kullanma hakkını savunması eşlik ediyor. 2004te, dönemin ABD
Savunma Bakanı Donald Rumsfeld Nükleer Silahları Kullanma Politikası
adlı bir belge yayımlamış ve burada ABDnin, elinde nükleer silah
bulundurmasının nedeninin, potansiyel düşman liderliklerinin elinde
bulunan kritik önemdeki savaşmaya ve savaşı sürdürmeye yarayabilecek
varlıkların ve olanakların yokedilmesi olduğunu ileri sürmüştü. Halen
yürürlükte olan bu belgenin faşist mantığına göre ABD, herhangi bir
devleti potansiyel düşman olarak damgalayabilir ve nükleer saldırının
hedefi haline getirebilir.
Bu terörist devlet, zaten nükleer silah kullanmaksızın da, yani devsel
ve modern konvansiyonel silahlarının ve uyguladığı ve uygulattığı
ekonomik yaptırımların yardımıyla da milyonlarca insanı
katledebileceğini 20. yüzyıl boyunca yeterince kanıtlamıştır ve 21.
yüzyılda da kanıtlamaya devam etmektedir. (Vietnam ve Irak örnekleri)
Ancak, ABD-NATOnun, Rusyayı kuşatacak biçimde doğuya doğru
genişlemesi, ABDnin, Polonya ve Çek Cumhuriyetine füzeler ve füze
kalkanı sistemi yerleştirmekte diretmesi ve Rusyanın bu girişimin
nükleer bir savaşa yol açabileceği yolundaki uyarıları, ABDnin,
Afganistan ve Irakta giriştiği saldırı savaşları ve İsrailin Filistin,
Lübnan ve Suriyeye karşı saldırılarını destekleyen ABDnin barışçı
nükleer çalışmalarından ötürü İranı nükleer bir saldırıyla tehdit
etmesi ve İsraili sığınak delici olarak bilinen taktiksel nükleer
silahlarla donatması, Çin ile gelecekte girişebileceği bir askeri
çatışma için yaptığı hazırlığın bir parçası olarak ABDnin, Hindistanın
nükleer silahlanmasını desteklemesi vb., insanlığın her an yeni ve çok
daha korkunç Hiroşimalar ve Nagazakilerle karşı karşıya kalabileceğini
göstermektedir. (3)
Nükleer silahlara sahip olduğunu açıkça kabul bile etmeyen İsrail ise yıllardır İranı savaşla tehdit ediyor. Nükleer silah yapma peşinde olduğunu ileri sürdüğü İranın kendisi için yaşamsal bir tehlike oluşturduğunu ve oluşturacağını ileri süren Siyonist devlet, İkinci Holokosta asla izin vermeyeceğini söylerken, son çözümlemede bu ülkeye karşı nükleer silahlar kullanacağını doğrulamış oluyor.
Saldırganı kurban, kurbanı da saldırgan olarak göstermede uzmanlaşmış olan tekelci medyanın dezenformasyon kampanyası, bütün bu savaşları ve savaş hazırlıklarını adeta bir savunma refleksi olarak sunmaktadır. Ama belki de hepsinden acısı, bu nükleer saldırı hazırlıklarının, örneğin İranın karşı karşıya bulunduğu nükleer saldırı tehdidinin ilerici insanlık tarafından ciddi bir biçimde sorgulanmaması ve güçlü bir kitlesel tepkiyle karşılanmamasıdır.
Tarihsel deneyim, özelde nükleer savaş tehlikesi ve genelde savaş tehlikesinin, pasifistlerin ve liberallerin sofuca dilekleri ya da burjuva devlet yöneticilerinin ve diplomatlarının ikiyüzlü ve sahte konuşmalarıyla önlenemeyeceğini göstermiştir. Bunun başarılması, ancak işçi ve emekçi kitlelerinin anti-emperyalist ve anti-kapitalist savaşımının yükselmesi ve zaferle taçlandırılmasıyla olanaklı olacaktır. Onbinlerce nükleer silahın, gerçek ve potansiyel savaş suçlusu gerici kliklerin elinde bulunduğu bugünkü koşullarda, bir tür olarak homo sapiensin yazgısı, daha önce hiçbir zaman olmadığı ölçüde proleter devriminin zaferine bağlıdır. Bir başka deyişle gerçek barışa ulaşmanın bir tek yolu vardır: İnsanın insanı sömürmesine ve ezmesine dayanan kapitalizmi yıkmak ve sınıflı toplumun yerine sınıfsız toplumu kurmaya girişmek.
DİPNOTLAR
(1) Bugün dünyada, -yüzde 95i ABD ile Rusyanın elinde olmak üzere-
toplam 9 ülkede (ABD, Rusya, Çin, Britanya, Fransa, İsrail, Hindistan,
Pakistan ve Kuzey Kore) 23,000 nükleer bomba bulunduğu tahmin ediliyor.
(2) Aslına bakılırsa dünyamız, hem de bir kaç kez ABD ile SSCB/ Rusya arasında geniş ölçekli bir nükleer savaş tehlikesi de atlatmış bulunuyor. Bunlardan en önemlileri, 1962 yılındaki Küba krizi sırasında, ikincisi ise Ekim 1973teki Arap-İsrail savaşı sırasında yaşandı. Bunların yanısıra sahte alarmlar
(3) Halihazırda Dünya Güvenlik Enstitüsü başkanı olan ve bir ara 170, 300 ve 335 kilotonluk savaş başlıklarıyla donatılmış Minutemen Kıtalararası Balistik Füzelerinin sorumlu subayı olarak görev yapmış bulunan Bruce Blair, bir kaç yıl önce yaptığı bir açıklamada, bir nükleer savaşa girişmeleri halinde ABD ile Rusyanın birbirlerine 12 dakika içinde 100,000 Hiroşima bombasına eşdeğer güçte nükleer ve termonükleer bomba atabileceklerini belirtmişti.
60 Yıl Sonra: Hiroşima ve Nagazakide ABD Nükleer Terörü
Garbis Altınoğlu, 3-6 Ağustos 2005
Saçlarım tutuştu önce
Gözlerim yandı kavruldu
Bir avuç kül oluverdim
Külüm havaya savruldu
Nazım Hikmet
Şimdi artık sadece savaşı kökünden dönüştürmekle kalmayacak, aynı
zamanda tarihin ve uygarlığın da seyrini değiştirecek bir silaha
sahiptik.
Harry S. Truman
6 Ağustos 1945 günü saat sabah 8:15te bir ABD uçağı Japonyanın,
350,000 kişinin yaşadığı Hiroşima kentinin üzerine Little Boy (=Küçük
Oğlan) adı takılmış olan atom bombasını bıraktı. Küçük Oğlan 80,000
kişiyi anında öldürdü. Atom bombasının yaydığı korkunç sıcaklık, patlama
gücü, basıncın etkisiyle ilk elde ölenlerin çoğunun cesetlerinden geriye
hiçbir iz kalmayacaktı. Bedenleri radyasyonun ve ısının etkisiyle yanan,
ancak anında ölecek kadar talihli olmayanlar, ya kendilerini kentin
içinden geçen ırmağa atarak, ya da korkunç acılar içinde can çekişerek
öleceklerdi. Bunu izleyen haftalarda ise onbinlerce insan, gerekli
tedavi olanaklarının bulunmaması, radyasyondan kaynaklanan hastalıkların
tedavisi konusunda bilgi eksikliği ve Japonyanın altyapısının ve sağlık
tesislerinin büyük ölçüde tahrip edilmiş olması nedeniyle yavaş yavaş ve
büyük acılar çekerek can verecekti. 1950 yılına gelene dek Küçük
Oğlanın patlaması sonucunda yaralanan ve hastalanan 200,000 kişi daha
yaşamını yitirecek, 1950-1980 yılları arasında ise gene bu son nedenden
ötürü 97,000 kişi daha ölecekti. Yani, Hiroşimaya atılan atom bombası
toplam 377,000 kişinin ölümüyle sonuçlanacaktı. 9 Ağustos 1945te
270,000 kişinin yaşadığı Nagazakiye atılan ikinci atom bombası, yani
Fat Man (=Şişko) ise, 1980 yılına kadar toplam 200,000den fazla
insanın canına mal olacak, böylelikle iki atom bombasının yol açtığı ölü
sayısı 580,000e yaklaşacaktı. (1) Bu arada 1945te, yaklaşık 1,000,000
kişinin yaşadığı Kyoto kentinin bir nükleer felaketten adeta bir
rastlantı sonucu kurtulduğu daha sonra ortaya çıkacaktı. Atom bombasına
ilişkin çalışmaları gerçekleştiren Manhattan Projesinin yöneticisi
General Leslie Grovesin yoğun itirazlarına rağmen ABD Savaş Bakanı
Henry Stimson Kyotoyu hedef listesinden çıkarmış ve yerine talihsiz
Nagazakiyi geçirmiş ve böylece ilk evrede en az 800,000 kişinin
yaşamını yitireceği bu kenti kurtarmıştı. Manhattan Projesinin
yöneticisi General Groves, daha sonra kaleme aldığı anılarında Kyotonun
hedef listesinden çıkarılmasından duyduğu hayal kırıklığını şöyle dile
getirecekti:
Daha önce de söylemiş olduğum gibi, ben özellikle Kyotonun hedef
olarak kullanılmasını istedim; çünkü burası, atom bombasının etkileri
hakkında tam bir fikir sahibi olabilmemize olanak verecek büyüklükteydi.
Nagazaki bu bakımdan aynı ölçüde doyurucu değildi. (Leslie Groves, Now
It Can Be Told: Story of the Manhattan Project), Londra, Andre Deutsch,
1963, s. 275)
Hiroşima ve Nagazakide ölü sayısının artmasının bir başka nedeni de,
kent sakinlerinin daha önceden hiçbir biçimde uyarılmamış olmasıydı. ABD
Hava Kuvvetleri, 17 Haziran-5 Ağustos 1945 tarihleri arasında 58 ayrı
Japon kentine karşı konvansiyonel bombaların kullanıldığı yoğun hava
bombardımanları gerçekleştirmişti. ABD, yüzbinlerce insanın yaşamını
yitirdiği ve büyük tahribata yol açan bu bombardımanlardan önce,
göstermelik olarak da olsa, insan kaybını azaltmak amacıyla, uçaklardan
bildiri atmak suretiyle kent sakinlerini uyarıyor ve onlara hedef
bölgelerden uzak durmalarını anımsatıyordu. Ancak, Hiroşima ve
Nagazakinin bombalanması sırasında bu standart prosedür uygulanmadı. O
sıralar (Manhattan Projesinin bir parçası olan) Metalürji Projesinin
başında bulunan Dr. Arthur Compton bunu daha sonra şu sözlerle itiraf
edecekti:
Hiroşimaya hiçbir spesifik uyarı yapılmamıştı. Halk habersiz
yakalanmıştı. Herkes sokaklarda günlük olağan işleriyle meşguldu.
(Arthur Compton, Atomic Quest, Londra, Oxford University Press, 1956, s.
254-255)
ABD Başkanı Trumanın yüzbinlerce insanın bir anda korkunç bir biçimde
ölmelerine yol açan nükleer patlamaya reaksiyonu ilginç ve öğreticiydi.
SSCB Başbakanı Joseph Stalin ve Britanya Başbakanı Winston Churchill ile
birlikte katıldığı Potsdam Konferansından Augusta kruvazörüyle ABDne
dönüşü sırasında Başkan Trumana ivedi bir mesaj ulaştırılacaktı.
Mesajda HİROŞİMA BOMBALANDI yazıyordu. Hiroşimanın bombalanmasını,
Bu tarihin tanık olduğu en büyük olay diyerek sevinçle karşılayan
Truman geminin içinde koşarak haberi herkese duyuracaktı. Trumanın
biyografisini kaleme alanlardan Donovan, Conflict and Crisis adlı
kitabında bunu şöyle anlatacaktı:
O üzerinde hiç kafa yormadan, şimdiye kadar yaptığı hiçbir açıklamanın
kendisini bu denli mutlu etmediğini söyledi. (Aktaran Tim Weiner, Blank
Check, New York, Warner Books, 1991, s. 23)
* * *
* *
Nükleer fizik alanında araştırmaların daha Birinci Dünya Savaşı
sonrasında belli ölçüde gelişmiş olduğu ABDnde atom bombasına ilişkin
çalışmalar, ilk kez 1939da başladı. Manhattan Projesi kod adı verilen
bu çalışma, 1942 yazından itibaren Nazilerin zulmünden kaçan ve ABDli
bilim adamlarının yanısıra Britanya ve Kanadanın da katılımıyla son
derece gizli bir biçimde sürdürüldü. Churchill ile Roosevelt nükleer
alanda işbirliği yapmayı ilk kez 20-25 Ocak 1942de yapılan ve Sovyetler
Birliğinin temsil edilmediği Washington Konferansında kararlaştırdılar.
Onlar, 17-24 Ağustos 1943de Kanadanın Quebec kentinde yaptıkları bir
başka konferansta, aralarındaki nükleer işbirliğini, faşist bloka karşı
bağlaşıkları durumundaki SSCBnden gizli tutma konusunda da anlaştılar.
Açıkça dile getirmemekle birlikte, iki taraf ta savaşın gidişatının
faşist blokun aleyhine döndüğünün ortaya çıkmış olduğu bu dönemde, atom
bombasını gelecekteki düşmanları olan SSCBne karşı bir askeri tehdit ve
bir diplomatik koz olarak kullanmayı düşünüyorlardı. 1942 yazında
Manhattan Projesinin başına getirilen General Leslie Groves şöyle
diyecekti:
(Projenin- G. A.) Yönetimini üstlenmemin üzerinden daha iki hafta
geçmeden kafamda, Rusyanın düşmanımız olduğu ve bu Projenin bu temelde
yürütüldüğü konusunda hiçbir yanılsama kalmadı.
ABD yetkilileri, önemli bir bölümü anti-faşist eğilimli olan nükleer
bilimcilerin duraksamalarını gidermek ve bir an önce böyle bir silahı
üretmelerini sağlamak için Nazi Almanyası ile bu alanda sıkı bir yarış
olduğu kanısını uyandırmaya çalışmışlardı. Tarihçi Kenneth C. Davis
şöyle diyordu:
Birçoğu Hitler Avrupasından kaçarak ABDne sığınmış olan ve New
Mexiconun Los Alamos kentinde çalışan nükleer bilimciler, bir Nazi
bombası geliştirmekte olan Almanlarla yarıştıklarını sanıyorlardı.
Daha sonraları gizlilikleri kaldırılan belgeler, Nazilerle yarışın
uydurma olduğunu gösterecekti. SISin (=Britanya İstihbarat Servisi)
resmi tarihine göre, bu örgüt, savaşdışı ülkelerdeki bilimadamlarıyla
bağları sayesinde 1943 ortalarına gelindiğinde, Almanların nükleer bomba
üretme programı diye bir şey olmadığını öğrenmişti.
ABD, hükümet üyelerinin büyük bölümünden bile saklanan bu projeye
1941-1945 yılları arasında gizli fonlardan 2 milyar doları aşkın kaynak
ayırdı. General Leslie Grovesin komutası altında, yürütülen bu çalışma,
sonunda 16 Temmuz 1945te New Mexico eyaletinin Alamogordo kentinde
dünyanın ilk başarılı nükleer denemesinin yapılmasıyla taçlandı.
Eylül 1944de Roosevelt ile Churchill, başarıyla denenmesi halinde atom
bombasının ilk evrede belki, iyice ölçülüp biçildikten sonra Japonlara
karşı kullanılabileceği konusunda genel bir görüş birliğine
varmışlardı. Rooseveltin 12 Nisan 1945de, yani İkinci Dünya Savaşının
sonuna yaklaşıldığı günlerde ölümünden sonra yerine yardımcısı Harry S.
Trumanın geçtiği dönemin koşulları, bir önceki dönemin koşullarından
farklıydı; faşist bloka karşı SSCB-ABD-Britanya arasında bir askeri
bağlaşmaya duyulan gereksinim ortadan kalkmaya yüz tutmuş, emperyalist
ülkelerin Sovyetler Birliğine ve dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına
karşı birleşik cephesi politikası bir kez daha öne çıkmaya başlamıştı.
Bu koşullarda ABD ve Britanyanın atom bombasını, bu siyasal amaçlarının
bir dayanağı haline getirmeyi düşünmemeleri olanaksızdı. Peki ama,
Hiroşima ve Nagazaki hangi gerekçelerle bu cehennem silahının hedefi
haline getirilecekti?
Gerekçeler...
Öteden beri ABD emperyalistleri ve
onların borazanları Hiroşima ve Nagazakiye atom bombası atmalarını, bu
yolla yüzbinlerce, hatta milyonlarca ABD askerinin yaşamını kurtarmış
oldukları savıyla meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Ama bu savların
gerçeklerle hiçbir ilişkisi olmadığı bilinmektedir. Ağustos 1945e
gelindiğinde, hatta ondan aylar önce Japonya fiilen yenilmiş bir
ülkeydi; faşist bağlaşıkları İtalya çoktan ve Almanya 9 Mayıs 1945te
teslim olmuş, hava ve deniz kuvvetleri hemen hemen tümüyle tahrip
edilmiş ve etkisizleşmiş, ekonomisi çökme noktasına gelmiş, savaş
sırasında işgal ettiği yerlerin hemen hemen tümünden ağır kayıplar
vererek çekilmek zorunda kalmış olan Japonya teslim olmaya hazırdı ve
zaten bu amaçla birtakım diplomatik girişimlerde bulunuyordu. Dahası,
Sovyetler Birliği de Japonyaya savaş ilan etmeye hazırlanmaktaydı. ABD
Başkanı Truman, Aralık 1945te Hiroşima ile Nagazakinin bombalanması
sayesinde 250,000 ABD askerinin yaşamının kurtarıldığını söylerken, 12
Ocak 1953te yaptığı bir konuşmada bu rakamı 1 milyona çıkarmış ve 28
Ocak 1959da yaptığı bir başka konuşmada bombaların atılması...
milyonlarca insanın yaşamını kurtardı demişti. Trumanın ilk ve görece
muhafazakar rakamı bile, ABDnin Aralık 1941-Mayıs 1945 yılları arasında
yer aldığı İkinci Dünya Savaşında bütün cephelerde verdiği toplam kayıp
rakamına -298,000- yaklaşıyordu. Oysa, ABD askeri makamlarının, gene bu
bayın buyruğu üzerine Haziran 1945te hazırladığı bir rapora göre, Japon
adalarına karşı gerçekleştirilecek genel bir saldırıda ölecek ABD
askerlerinin sayısı 40,000 dolayında tahmin edilmişti.
Aslına bakılırsa bu gerekçenin hiçbir iler tutar yanı yoktu. Hatta, bazı
öndegelen Amerikalı askeri ve siyasal yetkililer de bunu kabul
etmişlerdi ya da kendilerini Hiroşima ve Nagazakide işlenen savaş
suçundan uzaklaştırmak için bir süre sonra bunu teslim edeceklerdi.
Örneğin, resmi bir kuruluş olan ABD Stratejik Bombardıman Ölçümü,
1946da yaptığı bir değerlendirmede şu sonuca varmıştı:
Japonya; atom bombaları atılmamış, Rusya savaşa girmemiş ve hatta bir
işgal planlanmamış ya da düşünülmemiş olsa bile kesinlikle 31 Aralık
1945ten ve büyük olasılıkla 1 Kasım 1945ten önce teslim olacaktı.
(Aktaran Barton Bernstein, The Atomic Bomb: The Critical Issues, Boston,
Little Brown, 1976, s. 52)
Başkan Roosevelt ile Başkan Truman dönemlerinde genelkurmay başkanlığı
görevinde bulunmuş olan Donanma Amirali W. D. Leahy ise aynı konuda,
Bu barbarca silahın Hiroşima ve Nagazakide kullanılmasının, Japonyaya
karşı sürdürmekte olduğumuz savaşa hiçbir somut yararı olmadı. Fiili
deniz ablukası ve konvansiyonel silahlarla gerçekleştirdiğimiz başarılı
bombardımana bağlı olarak Japonlar zaten yenilmişlerdi ve teslim olmaya
hazırdılar (W. D. Leahy, I Was There: The Personal History of the Chief
of Staff to Presidents Roosevelt and Truman, Londra, Victor Gollencz
Ltd., 1950, s. 429) demişti.
Nükleer silahların geliştirilmesini Başkan Rooseveltle birlikte
kararlaştırmış ve desteklemiş olan Britanya Başbakanı Winston Churchill
bu değerlendirmeye katılıyordu. O, İkinci Dünya Savaşını anlatan
kitabında şöyle diyordu:
Japonyanın yazgısını nükleer silahların belirlediğini düşünmek yanlış
olacaktır. Daha ilk atom bombası atılmadan Japonyanın yenilgisi
kesinleşmişti ve bunu sağlayan da çok üstün deniz gücü oldu. (Winston
S. Churchill, The Second World War, Cilt VI: Triumph and Tragedy,
Boston, Houghton Mifflin Company, 1953, s. 646)
Japonyaya karşı nükleer silah kullanılmasına gerek olmadığı yolunda
görüş bildirenler arasında, o sıralar Avrupadaki ABD kuvvetlerinin
komutanı olan ve daha sonra Trumandan başkanlık koltuğunu devralan
General Dwight D. Eisenhower da bulunuyordu. O anılarında, ABD, Britanya
ve Sovyetler Birliği arasında Temmuz 1945de yapılan Potsdam
Konferansında şöyle demişti:
(ABD Savaş Bakanı- G. A.) Henry Stimsona
, Japonyanın zaten yenilmiş
bulunduğu ve dolayısıyla atom bombasının atılmasının tümüyle gereksiz
olduğu yolundaki kanıma dayanarak ciddi kaygılarımı ilettim. (Dwight D.
Eisenhower, Mandate for Change: 1953-1956, New York, Doubleday & Company
Inc., 1963, s. 312-313)
Eisenhower bu görüşünü, 1963de Newsweek dergisinin kendisiyle yaptığı
bir röportajda,
Japonlar teslim olmaya hazırdı ve bizim onları vurmamız son derece kötü
bir şeydi diyerek bir kez daha yineleyecekti.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Güneybatı Pasifik Bölgesi Bağlaşık
Kuvvetleri Başkomutanı olan ve sorumluluk bölgesinde atom bombalarının
kullanılması sırasında kendisine danışılmayan General Douglas MacArthur
da Hiroşima ve Nagazakiye atom bombası atılmasını gerekli görmeyenler
arasındaydı. 1950-53 yılları arasındaki Kore Savaşı sırasında saldırgan
ABD birliklerine komuta eden, Korenin tüm kentlerini yerle bir etmek ve
yüzbinlerce sivilin katletmekle kalmayıp, Kore halkına yardıma gelen Çin
Halk Cumhuriyetine karşı atom bombası kullanmayı öneren bu azılı
gerici, yıllar sonra yaptığı bir basın toplantısında,
Japonyaya karşı Bombayı kullanmaya gereksinimimiz yoktu (New York
Times, 21 Ağustos 1963, s. 30) diyecekti. MacArthur daha sonra,
anılarında aynı görüşü şu sözlerle yineledi:
Kurmaylarım, Japonyanın çökme ve teslim olma noktasında olduğu
konusunda görüş birliği içindeydiler. Hatta ben, başka askeri
operasyonlara girişilmeksizin Japonyanın barışçı bir biçimde işgali
planlarının hazırlanması yolunda direktif vermiştim. (Douglas
MacArthur, Reminiscences, New York, McGraw Hill Book Company, 1964, s.
260)
Bu arada, Şikago Üniversitesindeki Metalürji Projesi laboratuarında
çalışan bilim adamlarının atom bombasının Japonyaya atılması konusunu
kendi aralarında tartıştıklarını anımsatayım; başında Nobel ödüllü James
Franckın bulunduğu bir bilim adamları komitesi ABD hükümetine,
Japonlara gücünü göstermek için atom bombasının, kimsenin yaşamadığı,
boş bir adaya atılmasını önermiş, ancak bu öneri dikkate bile
alınmamıştı.
Ve Gerçekler
Peki, Hiroşima ve Nagazakide uzun erimde yarım milyondan fazla insanın
canını alan saldırının gerçek nedeni ve amacı, Japon adalarının işgali
sırasında şu ya da bu kadar ABD askerinin ölmesini önlemek olmadığına
göre neydi? Burada bu sorunun hiç de tek ve basit olmayan yanıtını
vermeye çalışacağım. Ama öncelikle şu gerçeğin altı çizilmelidir:
Hiroşima ve Nagazakide gerçekleştirilen nükleer terör, önemli bir
sembolik anlam taşıyordu. ABD, bu eylemiyle can çekişmekte olan Japon
militarizmi, daha doğrusu Japon halkı üzerinden tüm dünyaya tarihsel bir
mesaj vermekteydi: Artık dünyanın efendisi benim!
Aslında yukardaki sorunun yanıtı, emperyalizmin doğasında ve gerek
İkinci Dünya Savaşından önce ve gerekse bu savaştan sonra
kapitalist-emperyalist sistemin dünya işçi sınıfı ve komünist
hareketine, onun önderi konumunda bulunan Leninin ve Stalinin
sosyalist Sovyetler Birliğine ve ezilen uluslara ve onların ulusal
kurtuluş hareketlerine karşı genel tutumunda yatmaktadır. Koşullar
(özellikle Nazi Almanyasının, faşist İtalyanın ve militarist
Japonyanın nüfuz alanlarının yeniden paylaşımını dayatan saldırgan
politikası) ve kendi işçi sınıfı ve halklarının anti-faşist öfkesi,
ABD ve Britanyayı 1941de Sovyetler Birliği ile anti-faşist bir
bağlaşmaya girmek zorunda bırakmıştı. Ancak, bu iki emperyalist devlet,
proleter diktatörlüğü devletiyle istemeden girdikleri bu bağlaşmayı her
zaman bir yük olarak görmüş ve anti-faşist savaşı yer yer sabote
etmekten de kaçınmamıştı. Onlar daha savaş biter bitmez, hatta belki de
bitmeden önce, Nazi sürülerine karşı savaşta 25 milyondan fazla şehit
veren işçilerin ve emekçilerin anayurduna karşı yeni bir savaşın
hazırlıklarına girişmiş, yani 1941 yılı öncesinin politikalarına geri
dönmüşlerdi. Onları böyle davranmaya zorlayan bir başka faktör de, gerek
Avrupada ve gerekse Asyada Alman ve İtalyan faşizmine ve Japon
militarizmine karşı kararlılıkla savaşan Komünist Partilerinin ve diğer
devrimci güçlerin siyasal etki ve prestijlerinin büyük ölçüde artması,
bir dizi ülkede işçi sınıfı ve ezilen halkların ayağa kalkması ve önemli
devrimci mevziler kazanması ve sömürgecilik sisteminin temellerinin
sarsılmasıydı. Bu gelişmeler, küresel güç dengesinin belli ölçüde
devrimci ve anti-emperyalist güçler yararına değişmesine yol açmıştı.
ABD ve Britanyanın daha savaşın hemen ertesinde, Alman, İtalyan ve
Japon faşizminin kalıntılarıyla işbirliğine girişmelerinin, hatta daha
savaş sona ermeden anti-Sovyetik komplolar tezgahlamalarının ve Soğuk
Savaşın zeminini oluşturmaya başlamalarının altında yatan neden de
buydu.
Ne var ki, bu devrim ve sosyalizm korkusu anlaşılabilir nedenlerle-
büyük ölçüde abartılmıştı. Kapitalist-emperyalist sistemin istikrarını
sarsan bütün bu gelişmelere rağmen, en azından kısa erimde ABDnin
başını çektiği kapitalist-emperyalist sistemin bir Sovyet tehdidinden
ve/ ya da yakın bir proleter devriminden çekinmesini gerektirecek güçlü
nedenler yoktu. Savaşta 25 milyondan fazla insan kaybeden Sovyetler
Birliğinin ekonomisi ve altyapısı acımasız Nazi işgali nedeniyle çok
büyük bir yıkıma uğramıştı. Daha sınırlı ölçüde olmak üzere aynı şey,
Sovyetler Birliğinin ve Komünist Partilerinin nüfuzunun büyük olduğu
Doğu Avrupa ülkeleri için de söylenebilirdi. Batı Avrupa ülkelerinde ve
özellikle Fransa ve İtalyada Komünist Partileri önemli bir güç haline
gelmişlerdi; ancak onlar da kapitalist sistem için yakın bir tehdit
oluşturacak durumda değillerdi. Dahası, savaşta sadece 300,000
dolayında asker yitiren ABDnin toprakları savaşın yıkımından asla
nasibini almadığı gibi, 1930lı yılların ortalarının New Deal
politikalarının yardımıyla toparlanmaya başlayan ülke ekonomisi savaş
siparişlerinin de etkisiyle hızlı bir büyüme göstermişti. Sovyetler
Birliği, ne modern bir deniz kuvvetlerine, ne ABDninkiyle boy
ölçüşebilecek stratejik bir hava kuvvetlerine, ne de -1949 yılına kadar-
atom bombasına sahipti. Kaldı ki ABD ile SSCB arasındaki askeri güç
dengesizliği bu tarihten sonra da sürecek, 1944 ile 1962 yılları
arasında ABD, Sovyetler Birliği karşısında gerek nükleer ve gerekse
konvansiyonel silahlar bakımından askeri üstünlüğe sahip olmaya devam
edecekti. Bütün bunlara şu da eklenmeli: Savaşın ekonomisinde, toplumsal
yapısında ve halklarında yol açtığı olağanüstü maddi ve manevi yıkımın,
kan kaybının ve yorgunluğun üstesinden gelme gereksinimi nedeniyle
İkinci Dünya Savaşının bitimini izleyen yıllarda Sovyetler Birliği, ABD
ve diğer emperyalistler karşısında bir gerilim politikası izlemekten
olabildiğince uzak duruyor ve barış uğruna savaşımı daha önce olmadığı
ölçüde destekliyordu.
Ancak bütün bunlar, kapitalist-emperyalist dünya sisteminin lideri
konumundaki ABDnin, temel politikalarını, azgın bir devrim ve sosyalizm
düşmanlığı tabanına oturtmasına engel olmayacaktı ve olmadı. Olmadı;
çünkü İkinci Dünya Savaşının ardından Hitler faşizminin çizmelerini
giyen ABD emperyalistlerinin gerek kendi işçi sınıfı ve halkına, gerek
sosyalist Sovyetler Birliğine ve ezilen ulusların kurtuluş
hareketlerine saldırmak ve gerekse emperyalist-militarist saldırı ve
çılgınca silahlanma politikalarını meşrulaştırmak için korku üretmeye ve
yaymaya gereksinimi vardı. Bu korku üretme ve yayma çabası, ABD tekelci
burjuvazisinin sınıfsal çıkarlarının doğrudan bir sonucuydu. Bu sınıfın
bazı açıksözlü temsilcilerinin biraz abartılı bir biçimde itiraf
ettikleri gibi, ABDnde 1920lerin sonları ve 1930ların başlarında
olduğu gibi burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çelişmenin
keskinleştiği ve dolayısıyla proleter devrimi tehlikesinin uç vermeye
başladığı koşulların oluşmasına izin vermemek olarak dile getiriliyordu.
ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Dean Acheson 1944de bu konuda şunları
söyleyecekti:
Ekonomik ve sosyal sistemimiz bakımından çok kapsamlı sonuçlar
doğurmaksızın, 1920lerin sonları ve 1930ların başlarını kucaklayan on
yılda yaşadıklarımızı bir kez daha kaldıramayız. (Aktaran William
Appleman Williams, The Tragedy of American Diplomacy, New York, Dell
Publishing Co., 1972, s. 202)
Hiroşima ve Nagazakiyi hedef alan nükleer terörün asıl amacını anlamak
için tanıklarımıza başvurmaya devam edelim. ABD Başkanı H. Trumanın
kızı Margaret Truman, önceli Franklin. D. Rooseveltin henüz Almanya ve
Japonyaya karşı savaşın sürdüğü- 12 Nisan 1945 tarihinde ölmesinden
sonra başkanlık koltuğuna oturan babası için şunları söyleyecekti:
Bu ilk haftalarda en başta gelen kaygısı, Rusyaya karşı izlenecek
politikaydı.
Atom bombasının geliştirilmesinde ve Hiroşima ile Nagazaki üzerinde
kullanılmasında belirleyici rol oynayan kişilerden ABD Savaş Bakanı
Henri Stimson, 11 Eylül 1945te atom bombasının diplomatik bir silah
olduğunu ve Amerikan devlet adamlarının, göze çarpacak biçimde
kalçalarının üstüne yerleştirdikleri bu bombayla Rusları korkutmakta çok
istekli olduklarını söylemişti.
ABD Dışişleri Bakanı James Byrnes ise, -Manhattan Projesinde çok önemli
bir rol oynayan nükleer bilimci Leo Szilardın anlattığına göre- atom
bombasının kullanılması olasılığıyla ilgili kaygılarını kendisine ileten
bu bilim adamına şunları söyleyecekti:
Byrnes... Rusyanın savaş-sonrası dönemdeki tutumu konusunda
kaygılıydı
Amerikan askeri güç gösterisi yoluyla etkilenmesi halinde
Rusya daha kolay denetlenebilirdi ve bombanın gücünün sergilenmesi
Rusyayı etkileyebilirdi. (Aktaran Spencer Weart and Gertrud Weiss
Szilard, ed., Leo Szilard: His Version of the Facts, s. 184)
Geçtiğimiz günlerde, iki tarihçinin hazırladığı ve Britanyada
yayımlanan New Scientist adlı dergide yer alan bir rapor, bu apaçık
gerçekliği bir kez daha perçinledi. Peter Kuznick ve Mark Selden bu
raporlarında, Hiroşima ve Nagazakiye atom bombası atılması kararının,
İkinci Dünya Savaşını sona erdirmekten ziyade (Washingtonun savaş
sırasındaki bağlaşığı Sovyetler Birliğine karşı) Soğuk Savaşı başlatmak
amacıyla alındığını gösteren yeni kanıtlar ele geçirdiklerini
yazıyorlardı. ABD, Japonya ve Sovyetler Birliğinin diplomatik
arşivlerini inceleyen Selden ile Kuznick, Hiroşimaya atom bombası
atılmasından üç gün önce Trumanın kendisinin de, Japonyanın barış
istediğini itiraf ettiğini ortaya çıkardılar. Ama atom bombaları gene
de atıldı; çünkü ABD emperyalistleri açısından, Seldenın deyişiyle
Rusyayı etkilemek savaşı bitirmekten daha önemliydi.
ABD Başkanı Trumanın Yalta Konferansının, daha önceden saptanmış olan
açılış tarihinin bir kaç gün ertelenmesini istemesi ve bu arada New
Mexicodaki Manhattan Projesi görevlilerine çalışmalarını bir an önce
bitirmeleri ve bombayı patlatmaları direktifini vermesi de, Sovyetler
Birliğini korkutma amacına yönelikti. Böylelikle Yalta Konferansının 17
Temmuzda, yani 16 Temmuzda Alamogordoda ilk başarılı denemesi yapılan
atom bombasından hemen sonra başlatılması sağlandı. Ancak Stalin,
Trumanın atom bombasının başarıyla denenmesine ilişkin verdiği haberi
sükunetle karşılayacaktı. (2)
Soğuk Savaşın kışkırtıcılarından,
Moskovadan gönderdiği Uzun Telgrafıyla ünlü Amerikan diplomatı George
F. Kennan ise daha sonraları,
O günün Rusyası konusunda en basit bir bilgiye sahip bir insan Sovyet
liderlerinin kendi silahlı kuvvetlerini kullanarak askeri saldırılarla
kendi davalarını yayma niyetlerinin olmadığını açıkça görebilirdi.
(Aktaran Hugh Higgins, Soğuk Savaş, s. 67, İstanbul, Koza Yayınları,
1975) diyecekti.
ABD emperyalistlerinin nükleer terörizm yoluyla Sovyetler Birliğini ve dünya işçi sınıfı ve halklarını korkutma amaçları, Japon militaristlerinin bir an önce teslim olma girişimlerinin görmezden gelinmesini ve hatta sabote edilmesini gerektiriyordu. Savaşta yenilmiş olduklarını ve durumlarının umutsuz olduğunu çoktan görmüş olan Japon militaristleri, teslim olmak için aylardır çeşitli kanallardan muhataplarıyla temas kurmaya çalışıyorlardı.
Örneğin, ABDnin ele geçirdiği ve şifresini çözdüğü 5 Mayıs tarihli bir telgraf mesajında Tokyodaki Alman elçisi, Japon silahlı kuvvetlerinin geniş kesimlerinin, koşulları çok ağır olmamak kaydıyla teslim olmaya hazır olduğunu bildiriyordu. Daha sonra adı CIA olarak değiştirilecek olan Stratejik Hizmetler Bürosunun (=Office of Strategic Services) direktörü William Donovan 12 Mayıs 1945te Başkan Trumana sunduğu bir raporda, Japonyanın İsviçre elçisinin, İmparator Hirohitonun savaş suçlusu olarak yargılanmaması ve tahtını muhafaza etmesi koşuluyla, Japonyanın teslim olmaya hazır olduğunu söylediğini bildirdi. Amerikalılara benzer bir rapor da Portekizdeki bir Japon görevli aracılığıyla ulaştırıldı. Haziran ortalarında Amiral William D. Leahy, Japonya tarafından kabul edilebilecek ve ABDnin Pasifik bölgesinden gelebilecek bir saldırıya karşı savunmasını güvence altına alabilecek bir teslim olma anlaşmasının yapılabileceğini söylüyordu. Başkan Trumanın, gizliliği 1979da kaldırılan günlük notlarında ise, Temmuz 1945te Stalinin kendisine, Japon İmparatorundan barış talebinde bulunan bir telgraf aldığını bildirdiği ortaya çıkacaktı. Öte yandan, Temmuz 1945de, SSCB, ABD ve Britanya liderlerinin Potsdamda biraraya gelmelerinden önce, Japon hükümetinin, Moskovadaki elçisi Naotake Satoya gönderdiği mesajlarda barışın sağlanması için o sıralar Japonyaya henüz savaş ilan etmemiş olan- Sovyetler Birliğinin aracılık etmesini istediği de biliniyordu. Japon askeri şifrelerini çözmüş olan ABD emperyalistleri, daha Sovyetler Birliği bu mesajı kendilerine aktarmadan önce onların içeriğinden haberdar olmuşlardı.
Ancak, askeri kayıplarını en aza indirmek gerekçesiyle Japonyaya atom bombası atmakta kararlı olan ABD yetkilileri, bu Japon önerilerini duymazdan ve görmezden geldiler. Aksi takdirde bu güç gösterisini yapma olanağını yitireceklerdi. ABD Savaş Bakanı Stimson 6 Haziranda, yani Hiroşimanın bombalanmasından 2 ay önce Başkan Trumana, ABD Hava Kuvvetlerinin sürdürmekte olduğu ve çok güçlü konvansiyonel bombaların kullanıldığı yoğun hava bombardımanının yarattığı büyük ölçekli yıkımdan yakınıyor, bunun atom bombalarının etkisinin gözler önüne serilmesini önleyeceğini söylüyordu! Stimson daha sonraları anılarında, Japonların teslim olma önerilerinin hiçbirinin ciddiye alınmadığını itiraf edecekti.
Potsdam Konferansı sırasında, ABD, Britanya ve başında henüz Çan Kay-şekin bulunduğu- Çin, 26 Temmuzda Japonyaya kayıtsız-koşulsuz teslim olma çağrısı yaptılar. Ama onlar bu çağrıyı yaparken, Japonyanın teslim olmak için, ülkede adeta kutsal ve yarı-tanrısal bir kişilik olarak kabul edilen İmparator Hirohitonun sembolik olarak tahtında kalması koşulunu görmezlikten ve duymazlıktan geldiler. Bunun nedeni, ABD ve Britanya emperyalistlerinin İmparator Hirohitoya ya da onun tahtını muhafaza etmesine karşı olmaları değildi. Değildi; çünkü işgalden sonra ABD işgal yetkilileri İmparator Hirohitoyu tahtında tutmakla kalmadılar; onlar aynı zamanda Japon savaş suçluları, militaristleri ve tekelci kapitalistleriyle açık bir işbirliğine girdiler. Dolayısıyla, bu çağrı tümüyle demagojik bir nitelik taşıyordu. Onların amacı, kabul edilmesi hemen hemen olanaksız koşullar ileri sürerek Japonyanın teslim oluş tarihini geciktirmek ve bu arada Tokyonun, Bağlaşıkların teslim olma koşullarını kabul etmedikleri gerekçesinin arkasına saklanarak atom bombasını kullanmaktı. Bazı bilim adamlarının atom bombasının boş bir ada üzerinde kullanılması yolundaki taleplerinin dikkate alınmamasının nedeni de buydu.
Asıl amacı Japonyanın kayıtsız koşulsuz
teslim olmasını sağlamak olmuş olması halinde ABDnin, Hiroşimada
meydana gelen yıkımın boyutlarını gözleriyle görmeleri ve bu yıkımı
yerinde doğrulamaları için Japon yetkililerine bir süre tanıması ve
ardından kayıtsız koşulsuz teslim çağrısını yinelemesi ve ya da ilk atom
bombasını insanların oturmadığı bir alanda denemesi vb. beklenirdi. Ama
ABD bunların hiçbirini yapmadı ve 6 Ağustosta Hiroşimayı, üç gün
sonra, yani 9 Ağustosta da Nagazakiyi nükleer terörün hedefi haline
getirdi.
Bu arada, atom bombalarının Hiroşima ve Nagazakide kullanılmasının daha
spesifik bir diğer nedenine de değinmek gerekiyor. Roosevelt, Churchill
ve Stalinin katılımıyla 4-11 Şubat 1945te gerçekleştirilen Yalta
Konferansında Bağlaşıklar diğer şeylerin yanısıra, Sovyetler Birliğinin
Almanyanın yenilmesinden üç ay sonra, Japonyaya karşı askeri harekata
girişmesi ve böylelikle ABD kuvvetlerinin üzerindeki yükün
hafifletilmesi konusunda anlaşmışlardı. Aslında Kızılordunun Uzakdoğuda
Japonyaya karşı savaşa girmesini öteden beri talep eden ABDnin ta
kendisiydi. Temmuz 1943de Kızılordunun Wehrmacht karşısında Kurskda
kazandığı büyük zaferin ardından Moskovadaki Amerikan Askeri Misyonunun
başında bulunan Tuğgeneral John Deane, Almanyanın yenilmesinden sonra
Rusyanın Japonyaya karşı savaşa tam katılımının büyük öneminden
sözetmiş, Pasifik bölgesindeki ABD kuvvetlerinin komutanı General
MacArthur ise, Kızılordunun Mançuryada Japonlara karşı savaşa
katılmasının kendi kuvvetleri üzerindeki yükü hafifleteceğini
söylemişti. Başkan Rooseveltin kendisi de Kasım 1943deki Tahran
Konferansında Staline, Nazi Almanyasının yenilgiye uğratılmasından
sonra Kızılordunun Uzakdoğuda konuşlandırılıp konuşlandırılamayacağını
sormuştu. 1945 Şubatındaki Yalta Konferansından sonra General MacArthur,
bir kez daha Sovyet askeri desteği talebinde bulunacaktı. Dolayısıyla
Sovyetler Birliği, Nazi Almanyasının 9 Mayıs 1945de yenilgiye
uğratılmasından sonra, bağlaşıklarının talebi ve Yalta Konferasında
alınan ortak karar uyarınca Kızılordunun bir bölümünü Uzakdoğu cephesine
aktarmaya başlamıştı.
16 Temmuz 1945de ilk atom bombasının başarıyla denenmesinin ardından 17
Temmuzda başlayıp 2 Ağustosta sona eren Potsdam Konferansına
gelindiğinde ise ABD-Britanya ile SSCB arasındaki ilişkiler önemli
ölçüde soğumuş ve Batılı emperyalistler atom bombasına sahip olmanın
avantajını kullanarak Yalta Konferansında alınan bu kararın yaşama
geçirilmesini önlemeyi ve böylelikle kafalarına Sovyetler Birliğinin
Uzakdoğuda nüfuz edinmesini önlemeyi koymuşlardı. ABD emperyalistleri,
yapacakları nükleer güç gösterisiyle Sovyetler Birliğini Mançurya ve
Kuzey Çindeki Japon ordularına karşı harekete geçmekten
alıkoyabilecekleriini düşünüyorlardı. Bu nedenledir ki Truman güncesine,
Japonyaya atom bombası atmamız, Rusyayı Uzakdoğudaki konumunu
yeniden düşünmeye zorladı notunu düşecekti. (3) Ama ABD emperyalizminin
şefi yanılıyordu. Uzakdoğu cephesinde gerekli yığınağı yapan Kızılordu,
kararlaştırılan tarihte, Japonyaya karşı savaş ilan ettikten sonra
Japonların bu bölgedeki Kwantung ordusuna karşı askeri harekat başlattı.
Bir kaynakta bu konuda şunlar söyleniyor:
9 Ağustos 1945de Sovyetler Birliği, Yaltada alınan karar uyarınca Japonyaya savaş ilan etti... Moğol birlikleriyle işbirliği yapan Sovyet ordusu, düşmanın savunma sistemini yararak Kwantung ordusunu teslim olmaya zorladı. Sovyet saldırısı karşısında Kuzeydoğu Çin, Kuzey Kore, Güney Sakhalin ve Kurildeki son Japon direnci de kırıldı. (N. V. Yelisiyeva-A. Z. Manfred, Yakın Çağlar Tarihi, İstanbul, Konuk Yayınları, 1978, s. 523)
Sonunda, 9 Ağustos günü sabah saat 11:00de Başbakan Kintaro Suzuki Japon hükümeti adına yaptığı açıklamada, ABDnin Potsdam konferansında yaptığı kayıtsız koşulsuz teslim çağrısını kabul ettiklerini ve savaşı sona erdirdiklerini açıkladı.
Soğuk Savaşın İlk Salvoları
Daha Ekim 1942de, yani, asıl yükünü Sovyetler Birliğinin çektiği anti-faşist savaş bütün şiddetiyle sürmekteyken Başbakan Churchill, İngiliz hükümetine gizli bir memorandum sunmuştu. O, bu memorandumda, Rus barbarlığının Avrupanın köklü devletlerinin kültür ve bağımsızlığının üzerine çökmesi halinde meydana gelecek büyük felaketi (Andrew Rothstein, A History of the USSR, Penguin Books, 1951, s. 355) önlemek için, faşist İspanya ve despotik Türkiyeyi de kapsayacak bir Avrupa Birleşik Devletlerinin oluşturulmasını savunuyordu. Churchillin sözleri, bu azılı anti-komünistin ve onun temsil ettiği Britanya tekelci burjuvazisinin anti-faşist savaşta takındığı ikircimli tutumun bir yansıması ve savaş sonrasında takınacağı gerici politikanın bir müjdecisiydi.
Almanya-İtalya-Japonya faşist blokuna karşı sürdürülen savaşta zaferin kazanılmasından hemen sonra ABD-Britanya kampı ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkiler önce daha yavaş ve üstü örtülü bir biçimde, sonraları ise daha hızlı ve açık bir biçimde bozulacaktı. Britanya Başbakanı Churchillin, daha Almanyanın teslim olmasından önce, Sovyet, Amerikan ve İngiliz birliklerinin Nazi Almanyasının sınırlarına dayandığı Nisan 1945de,
Birinci olarak, Sovyet Rusya hür dünya için öldürücü bir tehlike olmuştu. İkinci olarak da, hiç vakit geçirmeksizin, Sovyetlerin ilerlemesini durdurmak üzere yeni bir cephe kurmak gerekir (A. Maurois-L. Aragon, Amerika-Rusya, İkinci Cilt, İstanbul, Cem Yayınevi, 1969, s. 146) dediği biliniyordu. ABD ise Almanyanın teslim olduğu, ama Uzakdoğuda Japonyaya karşı savaşın henüz sürmekte olduğu 9 Mayıs 1945 günü Ödünç Verme ve Kiralama programını, Moskovayı önceden bilgilendirmeye bile gerek duymaksızın tek yanlı bir eylemle yürürlükten kaldırarak Sovyetler Birliğine 1941den bu yana yapmakta olduğu askeri malzeme yardımını durduracaktı.
2 Ekim 1998de Milliyette yayımlanan Churchill, 3. Dünya Savaşını Çıkartacakmış başlıklı haberde bu konuda başka ilginç, ama hiç de şaşırtıcı olmayan bilgiler sunuluyordu. Zafer Arapkirlinin Londradan geçtiği haberde aynen şöyle deniyordu:
İkinci Dünya Savaşının hemen sonunda İngiltere Başbakanı Winston Churchillin, Sovyetler Birliğine karşı Üçüncü Dünya Savaşını başlatmanın planlarını yaptığı bildirildi. İngiliz arşivlerinde ortaya çıkan gizli belgelere göre, Sovyet lideri Stalinin, güneye inerek Türkiye, Yunanistan, İran ve Irakı işgal edeceği varsayılarak hazırlanan planlarda, ABD ve İngiliz kuvvetlerinin yanısıra, mağlup Alman kuvvetlerinin de Sovyetlere karşı taarruza geçmesi planlanmıştı.
The Daily Telegraph gazetesinin dün manşetten verdiği haberde, 29 sayfadan oluştuğu belirtilen gizli raporun ayrıntıları yeraldı. Churchillin Operation Unthinkable (Akla Bile Gelmeyecek Harekat) adını verdiği harekatla ilgili planların, 22 Mayıs 1945 tarihinde, yani Avrupada savaşın sona ermesinden sadece 14 gün sonra hazırlandığı bildirildi. 1 Temmuz 1945 tarihinde başlayabileceği tahmin edilen Üçüncü Dünya Savaşının Dresden ve Baltık kıyıları arasında bulunan toplam 47 İngiliz ve Amerikan tümeninin taarruzuyla başlamasının da planlandığı kaydedildi.
Belgelerde, Churchillin General
Montgomery ve General Eisenhower ile birlikte yeni savaş planları
hazırlamasına neden olarak, savaşın sona ermesinden kısa bir süre sonra
Sovyet ordusunun 29 Haziran 1945 tarihinde yeniden Topyekun savaş
alarmına geçirilmesi gösteriliyor. Ancak daha sonraki gelişmeleri
izleyen İngiliz hükümetinin, savaş fikrinden vazgeçip, bunun yerine
savunma planlarına yöneldikleri de anlaşılıyor.
Trumanın anılarında yazdığına göre, Japonyanın Nagazakinin
bombalanmasının ardından kayıtsız koşulsuz teslim olmasından sonra, ABD
Genelkurmayı, Bombanın gizliliğinin muhafaza edilmesinin ve
sürdürülmesinin şimdi her zamankinden daha fazla gerekli olduğunu
düşünüyordu. Hiroşimanın bombalanmasının üzerinden dört hafta bile
geçmeden ABD Genelkurmayı, saldırganlık güçlerinin bize karşı
mevzilendiği netleşir netleşmez
gerektiğinde ilk darbeyi indirmeye
(Aktaran Tim Weiner, Blank Check, New York, Warner Books, 1991, s. 24)
hazır olunması gerektiğini ileri sürüyordu. (4)
Anglo-Amerikan emperyalistlerinin niyetlerini açığa vuran bir başka
veri, Martin Walkerın 1993de yayımlanan bir kitabında sunuldu. Buna
göre, ABD Genelkurmayı, İkinci Dünya Savaşının bitiminden yalnızca on
hafta sonra Sovyetler Birliğinin en büyük 20 kentine atom bombaları
atmayı planlamıştı. (Bak., The Cold War: And the Making of the Modern
World, Londra, s. 26-27)
ABD ve Britanya yöneticilerinin, Sovyetler Birliğinin yeni bir savaş
hazırlığı içinde olduğuna ilişkin yaygaralarının olgular ve gerçeklerle
hiçbir ilişkisi olmadığını anımsatmaya bile gerek yok. Washington ve
Londradaki emperyalist haydutlar bu dezenformasyon kampanyasını,
dikkatleri kendi gerici iç ve dış politikalarından uzaklaştırmak ve
kendi halklarını 1945-sonrasında girişecekleri yeni askeri maceralara
hazırlamak için yürütüyorlardı.
Kuşkusuz Soğuk Savaşın ilk salvoları arasında ABD ve bağlaşıklarının,
Sovyetler Birliğine, dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına karşı Alman
ve İtalyan faşizminin kalıntılarının yanısıra Japon militarizminin
kalıntılarıyla işbirliği yapma gibi öğeler de bulunacaktı. Bu nedenledir
ki; Çinde, Korede ve Güneydoğu Asya ülkelerinde gerçekleştirdikleri
korkunç katliamlarla Alman Nazilerinden hiç de geri kalmadıklarını
kanıtlamış olan Japon militaristleri Nazi liderlerinkini andıran
sembolik bir yargılamayla yakalarını kurtaracaklardı. İkinci Dünya
Savaşının bitiminde ABDnin işgali altına giren Japonyanın başkenti
Tokyoda toplanan askeri mahkeme, milyonlarca insanın kanını döken Japon
militaristlerinin sivil ve askeri önderlerinden yalnızca yedisini
darağacına çıkarabildi. İmparator Hirohitonun başını çektiği bu savaş
suçluları İkinci Dünya Savaşının ertesinde ve özellikle Soğuk Savaşın
başlamasından hemen sonra, ABDnin önderlik ettiği Hür Dünyanın saygın
kişilikleri oluverdiler.
Asıl misyonları kapitalist-emperyalist dünya sistemini ayakta tutmak ve
dünya işçi sınıfına, diğer emekçilere ve ezilen uluslara karşı ve devrim
ve sosyalizm tehlikesini önlemek amacıyla acımasız bir savaşım
sürdürmek olan ABD emperyalistlerinin, Alman, Japon ve İtalyan
faşizminin kalıntılarını kendi kanatları altına almaları, nesnelerin
doğası gereğiydi. Anti-faşist savaşın temel hedeflerinden birisi olan
denazifikasyon, yani faşizmden ve faşist öğelerden arınma ve emekçi
halka karşı en korkunç katliamları gerçekleştirenlerin yargılanması ve
cezalandırılması gibi Potsdam Konferansı tarafından da karara bağlanmış
olan ilkesel yaklaşımlar, ancak Sovyet Kızılordusunun girdiği ve/ya da
halk iktidarlarının kurulduğu ülkelerde gerçekleştirilebildi. Buralarda,
faşizmin sosyal dayanağını oluşturan büyük toprak sahipleri ve gerici
burjuvazi mülksüzleştirildiler ve siyasal iktidardan uzaklaştırıldılar.
O günden bu yana yaşanan tarihsel deneyim, işçi sınıfının büyük
öğretmenlerinin çok önceleri dile getirmiş olduğu bir gerçeği yeniden ve
yeniden doğruladı: Kapitalist sınıf egemenliği sisteminin ürünü olan
savaşlara son vermenin yolu, bu sistemi yıkmaktan, insanın insanı
sömürmesine ve ezmesine son vermekten geçmektedir.
SONSÖZ
Aradan geçen 60 yıla rağmen insanlık Hiroşima ve Nagazakinin
karabasanının gölgesinde yaşamaya devam ediyor. O acı günlerden sonra da
dünyanın dörtbir yanında giriştiği doğrudan ya da dolaylı saldırganlık
yoluyla milyonlarca, hatta onmilyonlarca işçi ve emekçiyi katleden ve
Ortadoğu ve Orta Asyada savaş kundakçılığı yapan Amerikan devlet
teröristleri ve onların Siyonist ortakları, bugün de İrana karşı bir
nükleer saldırı hazırlığındalar. Ellerinde, her biri Küçük Oğlandan ve
Şişkodan binlerce kez daha güçlü binlerce nükleer füze bulunan ABD
emperyalistleri bütün dünyayı dev bir Hiroşimaya ve Nagazakiye
çevirmeye hazır olduklarını onyıllardır kanıtlamış bulunuyorlar.
Ellerindeki korkunç ve nicelik ve nitelik bakımından sürekli olarak
geliştirdikleri konvansiyonel silah stoğuyla yetinmeyen, uzayı
silahlandıran, 2001 yılından itibaren nükleer silahların
yaygınlaştırılmasına bazı kısıtlamalar getiren uluslararası anlaşmadan
çekilen ve değişik tipte yeni nükleer bombalar geliştirmekte olan ABD
emperyalistleri, tüm emekçi insanlık için Hitler faşizminden ve onun
bağlaşıklarından çok daha büyük bir tehlike oluşturuyorlar. Askeri
harcamaları, dünyanın geri kalanının toplamının askeri harcamalarına
eşit olduğu tahmin edilen bu devlet teröristleri çılgınca silahlanmaya,
dünyanın her tarafında askeri üsler kurmaya ve kendilerine boyun eğmeyen
herkesi tehdit etmeye devam ediyorlar. Halihazırda onlar, İslam ülkeleri
işçi sınıfı ve halkları başta gelmek üzere dünya işçi sınıfı ve
halklarına karşı teröre karşı savaş adı altında pazarlanan bir savaş
yürütmektedirler. Ve emekçi kitleler tarafından devrilene ve
silahsızlandırılana değin bu savaşı sürdüreceklerdir. Onları
durdurabilecek biricik güç, ezilen ve sömürülen yığınların demokrasi,
ulusal kurtuluş ve sosyalizm kavgasıdır. Bugün, emekçi insanlığın ivedi
ve merkezi görevi, her ulustan, milliyetten, dinden ve mezhepten işçi ve
emekçilerin geniş ve militan bir anti-emperyalist birleşik cephesini
oluşturmak ve tüm dünyayı köleleştirmek için yola koyulmuş bulunan
Amerikan neo-faşizmini ve onun yakın bağlaşık ve uşaklarını tarihin
çöplüğüne gömmektir. Yeni Hiroşimalardan ve Nagazakilerden ve tüm
dünyanın bir nükleer cehenneme çevrilmesinden kaçınmanın biricik yolu
budur.
DİPNOTLAR
(1) Fakat, savaşın sonunun yaklaştığı 1945 yılında ABD ve Britanya
emperyalistleri, kısmen Almanyada, ama daha çok Japonyada, atom
bombasının kullanılmadığı, ama aşağı yukarı aynı ölçüde sivil can
kaybına ve büyük maddi yıkıma yol açan çok şiddetli hava saldırıları da
gerçekleştireceklerdi. Örneğin, ABD ve Britanya savaş uçaklarının,
hiçbir askeri tesisin bulunmadığı ve Avrupanın en önemli kültür
merkezlerinden biri sayılan Alman kenti Dresdene karşı 13 Şubat 1945te
gerçekleştirdikleri ve 14 saat süren korkunç saldırı 60,000e yakın
insanın bombalanarak, yanarak ve havasızlıktan boğularak ölmesine yol
açacaktı. Mültecilerle birlikte 1 milyona yakın kişinin bulunduğu tahmin
edilen kente 700,000 fosfor bombasının atılması sonucunda sıcaklığın
1,600 dereceye çıktığı için ölen insanların çoğunun cesetlerinin tümüyle
yanarak tanınmaz hale geldiği ya da betona ve kentin zeminine karıştığı
tahmin ediliyor.
9-10 Mart 1945te ise 334 B-29 dev bombardıman uçağı 6 milyon kişinin
yaşadığı Tokyoyu üç saat süreyle yoğun bir biçimde bombaladı. 1,665 ton
yangın bombasının kullanıldığı bombardımanda yaklaşık 84,000 kişi can
verirken 41,000 kişi yaralandı; yer yer kentin içinden geçen ırmağın
sularının kaynadığı saldırıda 265,000 kadar bina yıkıldı ve yaklaşık 42
kilometrekarelik bir alan tamamen küle döndü. Ölenlerin çoğunu
kadınların, çocukların ve yaşlıların oluşturduğu bombardımanda B-29
uçaklarının pilotları yanan insan eti kokusundan ötürü kusmamak için
oksijen maskesi takmak zorunda kaldılar.
Kapitalizmin vahşeti, sosyalizmin insani niteliğiyle bu alanda da tam
bir karşıtlık oluşturuyordu. İkinci Dünya Savaşında ölçülemeyecek
derecede fazla kayıp vermiş olmasına rağmen Sovyetler Birliğinin hava
kuvvetleri sadece askeri hedeflere saldırdı ve hiçbir zaman kentsel
yerleşim bölgelerinin ve diğer sivil hedeflerin ayrımsız ve yoğun
bombardımanında kullanılmadı.
(2) Potsdam Konferansının 24 Temmuz tarihli oturumu sırasında Truman bir
ara Stalinin yanına gelerek ona bizim artık olağanüstü ölçüde güçlü
bir silahımız var diyecekti. Stalinin, sakin bir biçimde bunu
duyduğuma sevindim demesi üzerine Truman ile Churchill, Sovyet
liderinin, neyin sözkonusu olduğunu kavramadığı sonucuna vardılar. Oysa,
ABDndeki ve Manhattan Projesi içindeki ajanları aracılığıyla Sovyetler
çoktandır, nükleer çalışmalar hakkında geniş bilgi sahibiydiler.
(3) Azılı bir anti-komünist olan ve Nazi Almanyasının Haziran 1941de
Sovyetler Birliğine saldırmasından sonra ABDnin, bu iki ülkenin
karşılıklı olarak birbirlerini yormalarına ve tüketmelerine yardımcı
olması (!) gerektiğini savunan Senatör Truman o günlerde şöyle demişti:
Almanyanın kazandığını gördüğümüzde Sovyetler Birliğine; Sovyetler
Birliğinin kazandığını gördüğümüzde Almanyaya yardım etmeliyiz ki, bu
şekilde birbirlerini mümkün olduğunca çok kırsınlar. (New York
Timestan aktaran Tarih Çarpıtıcıları, İstanbul, İnter Yayınları, 1989,
s. 76)
(4) Yani, bazılarının sandığının tersine, önleyici savaş doktrini hiç
de George W. Bush dönemine özgü değildi; ABD emperyalistleri, en azından
Hitl