Marx-Engels |  Lenin  | Stalin |  Home Page

Garbis Altinoglu

Articles

BİR İBRAHİM KAYPAKKAYA DEĞERLENDİRMESİ
Garbis Altınoğlu, Ekim 2006
Giriş
Türkiye devrimci hareketinin, özellikle kendisinin izinden giden ya da gittiğini ileri süren örgüt ve gruplarının İbrahim Kaypakkaya’ya ilişkin değerlendirmelerinin çoğuna belirgin bir anti-diyalektiksel ya da mekaniksel yaklaşım damgasını vurmuştur. Canlı diyalektiğin yerine ölü metafiziği geçiren bu değerlendirmeler, Kaypakkaya’nın içinde yaşadığı ve devrimcileştiği dünya ve Türkiye ortamını hesaba katmamakta ve dahası, O’nun düşüncelerinin görece kısa siyasal yaşam süresi içinde geçirdiği önemli değişiklikleri dikkate almamaktadırlar. Onlar Lenin’in, 12 Haziran 1920’de kaleme aldığı “Kommunismus” başlıklı makalesinde “B. K. yoldaş”ın “sol” yaklaşımını eleştirirken söylediği gibi, “en önemli şeyden, Marksizmin özünün kendisinden, yaşayan ruhundan, yani somut durumun somut çözümlemesinden tamamen kaçınıyor”lar. Bu anti-Marksist yaklaşım, sözkonusu örgüt ve grupları, İbrahim Kaypakkaya’yı kusursuz ve eksiksiz bir devrimci önder, hatta bir çeşit devrimci evliya düzeyine yükseltmeye ve O’nun görüşlerini, neredeyse Marksizm-Leninizmin son sözü ve tartışılması olanaksız aksiyomlar olarak görmeye götürmektedir. Bunun da ötesinde, bu Kaypakkaya’yı putlaştırma ve O’nun adı etrafında içi boş bir ajitasyon yürütme faaliyeti, sözkonusu örgüt ve gruplar tarafından, genel plandaki zaaflarının ve Türkiye devriminin stratejik sorunları bağlamında sergiledikleri yerinde sayma ve kısırlığın üzerini örtmenin bir aracı haline getirilmiştir.

Bunun temelinde esas olarak, küçük-burjuva devrimciliğinin/ revizyonizmin bir biçimi olan Maoizmle -ya da bir başka deyişle Mao Zedung Düşüncesiyle- herhangi bir ya da tam bir hesaplaşmanın yapılmamış/ yapılamamış olması yatmaktadır. Bunu, işçi sınıfını ve proleter sosyalizmini odağına alan Marksizm-Leninizmin kavranmaması ya da yarım-yamalak kavranması olarak da ifade edebiliriz. Küçük-burjuva devrimciliğinin ideolojik çekim alanından kurtulamama, elbette Türkiye “sosyalist hareketi” ile işçi hareketinin onyıllar boyu ayrı mecralarda seyretmiş olmasıyla da yakından ilişkiliydi. (Bu saptamanın, Türkiye devrimci hareketinin bir can çekişme dönemi yaşadığı bugün için de fazlasıyla geçerli olduğu söylenebilir.) İkinci olarak ise, ülkemizde –ve herhalde kapitalizmin görece az gelişmiş olduğu diğer ülkelerde- üstün bireylerin ve önderlerin rolünü ölçüsüzce abartan ve tarihin kitleler değil, kahramanlar tarafından yapıldığını sanan ve kitlelere ve onların rolüne ikinci mevkiyi layık gören zihniyetin etkisine işaret edilmelidir. Bu kişileri putlaştırma, onlara tapınma zihniyetinin; modern kapitalist sınıf ilişkilerinin ve proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımının görece geç geliştiği, kitlelerin özerk devrimci eyleminin cılız olduğu ve dolayısıyla halkın/ toplumun karşı karşıya olduğu ağır sorunları “bir kılıç darbesiyle çözecek kurtarıcı” bekleme eğiliminin oluştuğu ve yerleştiği 19. yüzyılın son onyılları ve 20. yüzyılın ilk yarısının Türkiyesi’nin objektif zemini üzerinde yeşerdiği söylenebilir. Sözkonusu örgüt ve grupların Maoist anlayışlarına bağlı olarak modern proletaryayı değil, toplumun daha ya da en geri emekçi yığınlarını, yani emekçi köylüleri ve kentlerin köylü zihniyetinden henüz kopamamış yarı-proleter yığınlarını temel alan bir siyasal faaliyet yürütmeleri de bir çeşit geri besleme yoluyla onların teorik-ideolojik geriliğini ve bu arada önderleri putlaştırma anlayışını daha da pekiştirmeye hizmet etmiştir.

 Türkiye devrimci hareketinin, özellikle kendisinin izinden giden ya da gittiğini ileri süren örgüt ve gruplarının İbrahim Kaypakkaya’ya ilişkin değerlendirmelerinin çoğuna belirgin bir anti-diyalektiksel ya da mekaniksel yaklaşım damgasını vurmuştur. Canlı diyalektiğin yerine ölü metafiziği geçiren bu değerlendirmeler, Kaypakkaya’nın içinde yaşadığı ve devrimcileştiği dünya ve Türkiye ortamını hesaba katmamakta ve dahası, O’nun düşüncelerinin görece kısa siyasal yaşam süresi içinde geçirdiği önemli değişiklikleri dikkate almamaktadırlar. Onlar Lenin’in, 12 Haziran 1920’de kaleme aldığı “Kommunismus” başlıklı makalesinde “B. K. yoldaş”ın “sol” yaklaşımını eleştirirken söylediği gibi, “en önemli şeyden, Marksizmin özünün kendisinden, yaşayan ruhundan, yani somut durumun somut çözümlemesinden tamamen kaçınıyor”lar. Bu anti-Marksist yaklaşım, sözkonusu örgüt ve grupları, İbrahim Kaypakkaya’yı kusursuz ve eksiksiz bir devrimci önder, hatta bir çeşit devrimci evliya düzeyine yükseltmeye ve O’nun görüşlerini, neredeyse Marksizm-Leninizmin son sözü ve tartışılması olanaksız aksiyomlar olarak görmeye götürmektedir. Bunun da ötesinde, bu Kaypakkaya’yı putlaştırma ve O’nun adı etrafında içi boş bir ajitasyon yürütme faaliyeti, sözkonusu örgüt ve gruplar tarafından, genel plandaki zaaflarının ve Türkiye devriminin stratejik sorunları bağlamında sergiledikleri yerinde sayma ve kısırlığın üzerini örtmenin bir aracı haline getirilmiştir.Bunun temelinde esas olarak, küçük-burjuva devrimciliğinin/ revizyonizmin bir biçimi olan Maoizmle -ya da bir başka deyişle Mao Zedung Düşüncesiyle- herhangi bir ya da tam bir hesaplaşmanın yapılmamış/ yapılamamış olması yatmaktadır. Bunu, işçi sınıfını ve proleter sosyalizmini odağına alan Marksizm-Leninizmin kavranmaması ya da yarım-yamalak kavranması olarak da ifade edebiliriz. Küçük-burjuva devrimciliğinin ideolojik çekim alanından kurtulamama, elbette Türkiye “sosyalist hareketi” ile işçi hareketinin onyıllar boyu ayrı mecralarda seyretmiş olmasıyla da yakından ilişkiliydi. (Bu saptamanın, Türkiye devrimci hareketinin bir can çekişme dönemi yaşadığı bugün için de fazlasıyla geçerli olduğu söylenebilir.) İkinci olarak ise, ülkemizde –ve herhalde kapitalizmin görece az gelişmiş olduğu diğer ülkelerde- üstün bireylerin ve önderlerin rolünü ölçüsüzce abartan ve tarihin kitleler değil, kahramanlar tarafından yapıldığını sanan ve kitlelere ve onların rolüne ikinci mevkiyi layık gören zihniyetin etkisine işaret edilmelidir. Bu kişileri putlaştırma, onlara tapınma zihniyetinin; modern kapitalist sınıf ilişkilerinin ve proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımının görece geç geliştiği, kitlelerin özerk devrimci eyleminin cılız olduğu ve dolayısıyla halkın/ toplumun karşı karşıya olduğu ağır sorunları “bir kılıç darbesiyle çözecek kurtarıcı” bekleme eğiliminin oluştuğu ve yerleştiği 19. yüzyılın son onyılları ve 20. yüzyılın ilk yarısının Türkiyesi’nin objektif zemini üzerinde yeşerdiği söylenebilir. Sözkonusu örgüt ve grupların Maoist anlayışlarına bağlı olarak modern proletaryayı değil, toplumun daha ya da en geri emekçi yığınlarını, yani emekçi köylüleri ve kentlerin köylü zihniyetinden henüz kopamamış yarı-proleter yığınlarını temel alan bir siyasal faaliyet yürütmeleri de bir çeşit geri besleme yoluyla onların teorik-ideolojik geriliğini ve bu arada önderleri putlaştırma anlayışını daha da pekiştirmeye hizmet etmiştir.

Bilimsel bir İbrahim Kaypakkaya değerlendirmesinin olmazsa olmaz önkoşulu, İbrahim Kaypakkaya’nın ve O’nun, içinde yaşadığı, siyasal bilinç edindiği ve devrimcileştiği dünya ve Türkiye ortamını ana çizgileriyle Marksist bir analize tabi tutmaktır. Dolayısıyla değerlendirmeme, 1960’lı yılların, özellikle ikinci yarısının dünya ve Türkiyesi’ne, bu dönemin kitle hareketine ve siyasal atmosferine göz atmakla başlayacağım.

1960’lar dünya bağlamı
Türkiye devrimci hareketinin radikal kanadının üç ana örgütü -TKP (M-L), THKP-C ve THKO- 1960’ların dünyası ve Türkiyesi’nin çocuğu ve ürünüydüler. Bu dönem, ileri kapitalist ülkelerde kapitalizmin -İkinci Dünya Savaşının bitiminden başlayarak- görece sakin bir gelişme fırsatı bulabildiği, revizyonizmin ve reformizmin maddi temelinin güçlendiği ve bu ülkelerdeki komünist partilerinin giderek daha fazla sağa ve sınıflararası işbirliği çizgisine kaydığı ve işçi sınıfı hareketinin güç ve militanlığının gözle görülür bir biçimde azaldığı bir dönemdi. Browderizmin yayılması, Yugoslav revizyonizminin ve özellikle Sovyet modern revizyonizminin doğuşu ve buna bağlı olarak Doğu Avrupa’daki Halk Demokrasisi rejimlerinin sağa kaymaları bu süreci daha da pekiştirdi. Sovyetler Birliği’nde ve SBKP’nde 1950’lerin ikinci yarısında yaşanan dramatik değişiklikler, sadece “ileri” kapitalist ülkelerin ve Doğu Avrupa’nın komünist partilerini değil, geri ve bağımlı ülkelerin komünist partilerinin de hemen hemen hepsini revizyonizmin batağına çekti. Sovyetler Birliği’nde Kruşçov-Brejnev kliğinin iktidara gelmesinden sonraki yıllarda, devrimci niteliklerini yitirmekte ve bürokratikleşmekte olan eski sosyalist rejimlerin gerek dünya proletaryası ve halkları ve gerekse özellikle devrimci güçler üzerindeki etkileri zaten önemli ölçüde sarsılmıştı. Çekoslovakya’nın 1968’de Sovyet birliklerince işgal edilmesi, bu süreci daha da derinleştirdi.

Bu arada, özellikle Batı Avrupa, Latin Amerika ve Asya’da pek çok komünist partisinin, kendi oportünist yönelimlerine bağlı olarak, İkinci Dünya Savaşı sırasında uygulanan ve o dönem için elbette geçerli olan, ama geçici bir nitelik taşıyan anti-faşist birleşik cephe taktiğinin çarpık bir versiyonunu, savaş sonrasında da uygulamaya giriştiğine değinmek gerekir. Sözkonusu partiler, proletaryanın iktidarı için savaşımı ya da proletaryanın önderliği/ hegemonyası düşünü ve pratiğini bir yana atıyorlardı; onlar, “demokratik mevzilerin korunması ve genişletilmesi”, “kozmopolitizme karşı savaşım”, “barışın savunulması”, “ABD emperyalizmine karşı savaşım” vb. gerekçelerle sözümona burjuvazinin “ulusal” ya da “anti-faşist” kanadıyla güç birliği yapmaya yöneliyor, ülke içinde sınıflararası uzlaşma ve liberal reformizm ve ülke dışında sosyal-şovenizm ve/ ya da yeni-sömürgecilik yoluna giriyorlardı. Bu çizgi, kaçınılmaz olarak “yerli” tekelci burjuvazinin ya da işbirlikçi burjuvazinin konumunun pekiştirilmesine hizmet ediyordu. Bu sağa savrulmanın sonuçlarından birisi de yarı-sömürge ülkelerdeki bu tür partilerin sosyalizm ve proleter diktatörlüğü perspektiflerini yitirmeleri ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelişen anti-emperyalist ve demokratik savaşımlarda ciddi bir rol oynayamamaları olacaktı. Bunlar arasında, 1945 sonrası dönemde ülkelerinin en önemli siyasal güçleri arasında yer alan ve hedeflerini “demokrasi ve barışı savunmak”la sınırlayan Fransa Komünist Partisi ile İtalya Komünist Partisi’nin yanısıra, Fransız emperyalizmine karşı FLN (=Ulusal Kurtuluş Cephesi) önderliğinde başlatılan ulusal kurtuluş hareketine seyirci kalan Cezayir Komünist Partisi’ni (1) ve Küba ‘da 26 Temmuz Hareketinin önderliğinde Batista diktatörlüğüne karşı girişilen direnişte son derece önemsiz bir rol oynayan –ve o sıralar Partido Socialista Popular (=Halk Sosyalist Partisi) adını taşıyan- Küba Komünist Partisi’ni sayabiliriz. Vietnam, Çin, Laos gibi ülkelerde “komünist” partilerinin anti-emperyalist ve demokratik devrimlerde önemli ya da belirleyici roller oynadıkları doğru olmakla birlikte, siyasal çizgi ve pratikleri bu partilerin aslında, proletaryanın devrimci partileri değil, küçük-burjuva demokratik partiler olduğunu ve sosyalizmi inşa etme gibi bir hedeflerinin olmadığını gösterecekti.

Kuşkusuz bütün bunlar, İkinci Dünya Savaşından sonra özellikle Asya, Afrika ve Latin Amerika’da emperyalizme, sömürgeciliğe ve onların yerli işbirlikçilerine karşı güçlü bir devrim dalgasının yükselmesini önleyemeyecekti. Tersine, bu dönemde devrim rüzgarı Doğu’dan esiyordu. 1952’de Mısır’da ve 1958’de Irak’ta İngiliz emperyalizmine darbe indiren ve kitlelerin desteğini alan ulusal burjuva devrimleri, 1954’te patlak veren sekiz yıl süren çetin bir savaştan sonra 1962’de Fransız emperyalistlerini ülkeden defeden Cezayir halkının bağımsızlık savaşının zaferi, 1959’da zafere ulaşan ve Latin Amerika’da bir dizi gerilla hareketine esin kaynağı olan Küba devrimi, 1960’lı yıllarda Angola, Mozambik ve Gine Bissau’da Portekiz sömürgeciliğine karşı gerilla savaşının başlaması ve Güney Afrika halkının Apartheid rejimine karşı direnişe geçmesi, gene 1960’ların ikinci yarısında Vietnam halkının ABD emperyalizmine ve uşaklarına ağır darbeler indiren ulusal kurtuluş savaşının zafere doğru yürümesi, 1965’de El Fatah’ın İsrail Siyonizmine karşı silahlı savaşıma başlaması, 1950’li ve 1960’lı yıllarda Laos’ta, Filipinler’de, Birmanya’da, Tayland’da, İran’da, Kolombiya’da, Hindistan’da vb. çoğu Maoist eğilimli gerilla hareketlerinin gerici ve faşist yönetimlere karşı silahlı savaşıma girişmeleri, bunun somut örnekleriydi. Bu dönemde devrimci güçler yüzlerini; ABD emperyalistlerine ve onlarla örtük bir anlaşma içinde olan Sovyetler Birliği’nin “barışçı geçiş”i öngören revizyonist yoluna karşı dünya proletaryası ve halklarını devrim yapmaya çağıran ve 1966’da “Büyük Proleter Kültür Devrimi”ni başlatan Mao Zedung’un Çin’ine ve 1967’de OLAS’ı (=Latin Amerika Dayanışma Örgütü) kurarak bir başka devrimci odak olarak ortaya çıkan ve Latin Amerika ülkeleri başta gelmek üzere tüm dünyada özellikle ezilen halkların ABD emperyalizmine karşı devrimci kurtuluş savaşlarını destekleyeceğini ilan eden Castro’nun Kübasına çevirmişlerdi. Bu dönemin kahramanları Ho Amca’lar, Che Guevara’lar, Amilcar Cabral’lar, Leyla Halit’ler, Çaru Mazumdar’lar, Douglas Bravo’lardı. Onlar, ideolojik esinlerini, esas olarak reformizme ve sosyal-demokrasiye doğru evrilmekte ve evrilmiş olan revizyonist “komünist partileri”nden ve Sovyet modern revizyonizminden değil, dünya proletaryası ve halklarını emperyalizme ve gericiliğe karşı silah elde savaşmaya çağıran Maoizmden ve Kastroizmden alıyorlardı.

1950’lerin ortalarından 1970’lerin ortalarına kadar uzandığını söyleyebileceğimiz bu dönemde,
a) “İleri” ülkelerdeki proletarya hareketi göreli bir durgunluk içine girmiş ve “geri” ülkelerde proletarya kitle hareketi, köylü ve diğer küçük-burjuva emekçi kitlelerinin hareketine göre daha geri bir düzeyde seyretmiş,
b) Afrika, Asya ve Latin Amerika halklarının sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş hareketleri ve geri ve bağımlı ülkeler halkları ve ulusal burjuvazisinin emperyalizmin yeni-sömürgeci ekonomik yağma ve boyunduruğuna karşı savaşımı yükselmiş,
c) Sovyet modern revizyonizmi dünya komünist hareketinin bir çeşit ideolojik felce uğramasına yol açarken Maoizm ve Kastroizm –ve daha sınırlı ölçüde olmakla birlikte Trotskizm ve anarşizm- gibi küçük-burjuva devrimci akımlar proleter sosyalizmine sahte birer alternatif olarak öne çıkmışlardı. Başını İbrahim Kaypakkaya’nın çektiği TKP (M-L)’nin ve Türkiye radikal devrimci hareketinin diğer iki ana bileşeninin –TKHP-C ile THKO- işte bu ortamın etkisi altında biçimlendiğinin altını çizmek gerekir.

Geçerken, Batı Avrupa ülkelerini ve ABD’ni etkisi altına alan ve özellikle Fransa ve İtalya’da geniş bir kitle seferberliğine yol açan ünlü 1968 olaylarının, belli ölçülerde işçi sınıfını da kucaklamış olmakla birlikte, daha çok öğrenci gençliğin eylemi olduğunu ve bu kitle seferberliğine, esas itibariyle işçi sınıfının anti-kapitalist taleplerinin değil, gençliğin demokratik, anti-emperyalist ve savaş-karşıtı taleplerinin damgasını vurduğunu belirtmeliyim. 1939’da devrimci güçlerin yenilgisiyle sona eren İç Savaşın bitiminden bu yana faşist diktatörlük koşulları altında yaşayan İspanya’da işçi sınıfının 1960’ların ikinci yarısında yükselen ve bir yandan ekonomik ve sosyal haklar ve bir yandan da faşizme karşı siyasal hak ve özgürlük talepleri temelinde yükselen savaşımı, bu kurala kısmi bir istisna oluşturur.

Sözünü ettiğim maddi gerçeklik ve ideolojik biçimlenme, güçlü bir dünya komünist hareketinin ve Marksizm-Leninizmin yolgöstericiliğinden yoksun devrimci güçlerin; gerilla savaşını, kırları ve –yoksul- köylülüğü ve bir ölçüde kentlerin proleter-olmayan yığınlarını temel almayı sağlam ve tutarlı devrimciliğin ölçütü olarak algılamalarına, buna karşılık işçi sınıfı ve sendikalar içinde kitle çalışması yapma, kentleri temel alma yönelimini revizyonizmle özdeşleştirmelerine yol açıyordu. Marksizm-Leninizmin temel aksiyomlarını kavramamış olan bu radikal devrimci güçler, bu ikinci yönelimi, legalizm, parlamentarizm ve sağ oportünizmin şaşmaz göstergesi olarak algılıyorlardı. Bu hatalı algılamanın yaygınlaşmasında, Sovyet modern revizyonizmine ve onun çizgisini izleyen revizyonist “komünist” partilerinin reformist, pasifist, parlamentarist ve puçist çizgisine duyulan tepki yattığının altı bir kez daha çizilmelidir. Bu revizyonist “komünist partileri”nin büyük çoğunluğu, reformist-ekonomist tarzda ve burjuva-demokratik bir perspektifle sınırlı bir çalışma yürütmekte ve işçi sınıfının özellikle sendikalarda örgütlü kesiminin kazanılmış haklarını ya da görece imtiyazlı konumunu savunmakla yetinmekteydi; dahası, örgütsüz işçilerin ve diğer sömürülen yığınların ve ezilen ulus ve milliyetlerin taleplerine sırtını dönmüş olan bu partiler, devrim ve sosyalizm davasına ihanetlerinin üzerini sözümona Marksizm-Leninizmin ortodoks savunuculuğu perdesiyle örtmeye çalışıyorlardı. Bu partilerin devrimci-olmayan teori ve pratikleri, gençliğe ve proleter-olmayan yığınlara dayalı bir strateji öneren devrimci-demokratik eğilimin küçük-burjuva/ burjuva sınıfsal karakterini, yani gerçek niteliğini açığa çıkarabilmek bir yana, tam tersine onun etkisini güçlendiriyordu. Proletaryayı stratejisinin merkezine oturtan Ekim devriminin yolunun izlenmesini güçleştiren bir başka faktör, Sovyet toplumunun eski devrimci idealizmini yitirmesi ve burjuva toplumuna özgü sınıfsal karşıtlıklarla sakatlanmış hale gelmesi, Sovyet devletinin ve SBKP’nin bir yandan oportünist ve revizyonist sözde komünist partilerinin parlamentarist çizgisini ve bir yandan da “kapitalist-olmayan yol” adı altında geri ve bağımlı ülkelerdeki “ilerici” askeri darbeleri destekleme yolunu tutması olacaktı.

Dünya komünist hareketinin, Sovyet modern revizyonizminin yol açtığı büyük gerileme ve yıkımın üstesinden gelememiş olduğu koşullarda küçük-burjuva demokratist basınca karşı koymak çok güçtü. Başında Enver Hoca’nın bulunduğu Arnavutluk Emek Partisi Titoizme, Avrokomünizme, Sovyet modern revizyonizmine, Castro ve Guevara’nın adlarıyla özdeşleşen fokoculuğa-öncü savaşı anlayışına ve Maoizme karşı esas itibariyle kararlı ve uzlaşmaz bir savaşım yürüttü. Ne var ki, AEP’nin SBKP’nin manevi otoritesi, teorik birikimi ve deneyimine sahip olmaması ve “küçük” sosyalist Arnavutluk’un maddi ve siyasal etkisinin adeta bir kıta ölçeğindeki Sovyetler Birliği’nin etkisine kıyasla –nesnelerin doğası gereği- çok daha zayıf olması, Batı Avrupa, ABD ve Japonya’da proleter kitle hareketinin zayıf ve sendikaların işçi aristokrasisinin etkisi altına girmiş olduğu koşullarda bu küçük-burjuva dalgayı püskürtmeyi olanaksızlaştırıyordu. AEP’nin, henüz siyasal olarak karşı-devrim saflarına geçmemiş olduğu koşullarda Halk Çini ve Mao Zedung’un ÇKP’siyle Sovyet modern revizyonizmine ve sosyal-emperyalizmine karşı yaptığı taktiksel ideolojik-siyasal bağlaşma nedeniyle, Maoizme karşı açık bir ideolojik savaşıma girişmekte gecikmesi de, uzun erimde revizyonizmin ve ona tepki olarak gelişen küçük-burjuva “sol” sapmanın yıkıcı ve saptırıcı etkilerinin daha da büyümesine yardımcı olacaktı.

1960’lar Türkiye bağlamı

Türkiye’de kapitalizmin 1950’lerden başlayarak görece hızlı bir tempoyla gelişmesi, kır nüfusunu kentlere yığarak proletaryanın niceliksel büyümesini hızlandırdı. Bu süreç, aynı zamanda egemen sınıf bloku içinde toprak ağalarının/ büyük toprak sahiplerinin ağırlığının büyük sanayi burjuvazisi lehine azalmasının yanısıra, burjuvazi-proletarya çelişmesinin keskinleşmesiyle elele gidiyordu. Bu sürecin siyasal plandaki yansıması olarak değerlendirilmesi gereken 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra kazanılan sınırlı demokratik hak ve özgürlükler ortamında, -tali olarak devrim dalgasının dünya ölçeğinde yükselmekte olmasının da katkısıyla- henüz egemen sınıfların ideolojik hegemonyasından kurtulamamış olan kitlelerde ve aydınlarda giderek belirginleşen bir radikalleşme yaşandı. 1961’de TİP’nin (=Türkiye İşçi Partisi) kuruluşu ve YÖN dergisinin yayım yaşamına başlaması, 1963’de 274 sayılı Sendikalar Kanunu’yla 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun kabul edilmesi, gene 1963’de Sosyalist Kültür Derneği’nin ve 1965’de -daha sonra Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (=Dev-Genç) adını alacak olan- Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun (=FKF) kuruluşu, 1965’de CHP’nin, kitlelerin radikalleşmesinin önüne set çekmek için “Ortanın Solu” politikasını benimsemesi, 1967’de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (=DİSK) kuruluşu ve gene aynı yıl Türk Solu dergisinin yayım yaşamına başlaması, bu sürecin önemli kilometretaşlarıydı. Özellikle 1965’den sonra anti-emperyalist gençlik eylemleri dalga dalga işçileri ve diğer kent ve kır emekçilerini de etkileyerek 15-16 Haziran 1970’de doruğuna ulaşacak olan bir zincirleme reaksiyon başlatacaktı. Ve bu dönem, ezilen yığınların anti-faşist, anti-emperyalist ve anti-kapitalist savaşımının yükselmesine ve kapitalizmin ve emperyalist ülkelerle çok yönlü ve karmaşık ilişkilerin gelişmesine bağlı olarak safları parçalanan ve giderek eskisi gibi yönetemez duruma gelen egemen sınıfların faşizme yönelmesiyle, yani 12 Mart 1971 askeri darbesiyle sonuçlanacaktı.

1965-71 dönemi; Türkiye’nin emperyalist devletler tarafından işgal edilmesi ve paylaşılmasıyla örtüşen Büyük Ekim Devrimi’nin etkisiyle işçi ve köylü kitlelerinin büyük bir hareketlilik içine girdikleri 1919-21 dönemi bir yana bırakılacak olursa, devrim ve komünizm düşüncesinin geniş kitleleri kucaklaması olanağının doğduğu ve bunun bir ölçüde ve bir biçimde gerçekleştiği ilk dönemdi. Bu yıllar aynı zamanda bir çeşit “sosyalizm”in Türkiye’de, adeta kendi ideolojik hegemonyasını kurduğu yıllardı. Tabii 1965-71 dönemi, “sosyalist” hareketin “sol” Kemalizmin ve Türk milliyetçiliğinin sol yorumundan kendisini henüz koparamadığı, Marksizm-Leninizmle militan devrimci demokratizmin ideolojik sınır çizgilerinin belirginleşmemiş olduğu yıllar olarak da tanımlanabilir. Dahası, bu dönemin başlarında, toplumun alt sınıflarının (proletarya, yoksul ve küçük köylüler ve kent emekçileri) eğilimlerini yansıtan devrimci ve militan solla, sendika bürokrasisinin, orta köylülerin ve demokrat küçük-burjuva aydınlarının eğilimlerini yansıtan reformist ve düzen içi sol bile henüz tam anlamıyla ayrışmış olmaktan çok uzaktı. Bu yıllar, okun ucunun, ABD emperyalizmine, NATO’ya, Ortak Pazar’a yönelik olduğu, Mustafa Kemal’in kalpaklı resimlerinin, Lenin’in, Ho Chi Minh’in ve Che Guevara’nın resimleriyle birlikte devrimci mekanları süslediği, başat sloganların “Bağımsız Türkiye”, “Kahrolsun Amerika”, “Ordu-Gençlik Elele, Milli Cephede” vb. sloganlar olduğu, Mustafa Kemal’n gerçekleştirdiği ilk ulusal kurtuluş savaşının devamı olacak olan ikinci bir ulusal kurtuluş savaşının bütün “millici güçlerle” birlikte sürdürülmesinin düşlendiği yıllardı da. 1968’in sonu gibi görece geç bir tarihte bile Deniz Gezmiş’in DÖB’i (=Devrimci Öğrenci Birliği) gibi militan bir gençlik örgütü, Samsun’dan Ankara’ya -siyasal iktidarı, yani Adalet Partisi hükümetini Ata’ya ve halka şikayet etmek için- bir Mustafa Kemal yürüyüşü düzenliyordu.

Ama 1969’dan itibaren Türkiye kapitalizminin yeni bir ekonomik bunalıma sürüklenmeye başlaması (ki, bu egemen sınıflar cephesinde yeni parçalanmalara ve Demokratik Parti, Milli Nizam Partisi, Cumhuriyetçi Parti gibi yeni gerici burjuva partilerinin doğmasına yol açacaktı) ile o zamana değin başını gençliğin çektiği ve anti-emperyalist yanı ağır basan devrimci hareket, yerini giderek işçi ve köylü kitlelerinin yurt çapında yaygınlaşmaya başlayan eylemlerine bırakmaya yüz tuttu. Greve katılan işçi sayısı 1967’de 8,612, 1968’de 8,098 olmuşken, bu rakam 1969’da 23,190, 1970’de 25,963 ve 1971’de 20,016 oldu. Bu rakamların proletaryanın eyleminin işgal, yasadışı grev, yürüyüş ve çatışma gibi daha militan biçimler kazanmasını, yani niteliksel yükselişini yansıtmadığı da unutulmamalı. İşçi sınıfı hareketinin, İstanbul ve İzmit’te sıkıyönetim ilanına yol açan 15/16 Haziran direnişiyle doruğuna çıkması, egemen sınıfların başını çeken askeri kliğin 12 Mart askeri-faşist darbesini tezgahlamaya iten nedenlerin başında geliyordu. 1969-70 yılları, yoksul köylülerin toprak işgallerinin, küçük ve orta köylülerin taban fiyatlarının yükseltilmesi ve tefeci sömürüsüne son verilmesi istemleriyle yaptıkları miting ve yürüyüşlerin alabildiğine geliştiği yıllardı aynı zamanda. 1967 ve 1969 yıllarında düzenlenen “Doğu mitingleri” ve Mayıs 1969’da Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın kurulması ise, Kürt halkının ulusal ve demokratik savaşımının yeniden yükselişe geçtiğini gösteriyordu. Bütün bunlara askeri okullarda ve burjuva ordusunun alt kademelerindeki genç subaylar arasında, Kemalizmin sol yorumunun damgasını vurduğu demokratik ve anti-emperyalist bir tavrın gelişmesi eklenmelidir.

Bu yıllarda egemen sınıflar, devrimin ve kitle hareketinin yükselişine gerici önlemleri ve beyaz terörü arttırarak yanıt vermeye başladılar. 16 Şubat 1969’da gerçekleşen “Kanlı Pazar”, 1969 ve 1970’te Kürdistan’da komando operasyonları, 274 ve 275 sayılı yasalarda değişiklik yapma girişimi, 1969’da Milliyetçi Hareket Partisi’nin kurulması ve sivil faşist hareketin örgütlenmesi ve silahlanması, polis, jandarma ve sivil faşistlerin devrimci gençliğe yönelik saldırılarının yoğunlaşması ve faşist darbe hazırlığı vb. bu gelişmenin göstergeleri arasında sayılabilir. 1969’a gelindiğinde TİP’nin 1965 seçimlerinde (yüzde 3 oy ve 14 milletvekili kazanarak) elde ettiği seçim başarısının da yardımıyla körüklenen parlamentarist hayaller iyiden iyiye zayıflayacak, seçim sisteminin değiştirilmesi nedeniyle 1969 seçimlerinde yüzde 2.68 oranında oy alan TİP bu kez sadece 2 milletvekiliyle yetinmek zorunda kalacaktı. Bütün bu gelişmeler, Türkiye devrimci hareketi içindeki militan ve devrimci sol eğilimle, reformist ve parlamentarist eğilim arasındaki saflaşmayı hızlandırdı ve dolayısıyla, alt sınıfların eğilimlerini temsil eden birinci eğilimin kendi oportünist, milliyetçi ve Kemalist yanılsamalarının etkisinden kurtulmasının objektif koşullarını daha da olgunlaştırdı.


Revizyonizmden Kopuş mu?

Türkiye devrimci hareketinin radikal kanadının literatüründe, odağında TKP (M-L), THKP-C ve THKO’nun durduğu 1971 devrimci çıkışı, “50 yıllık revizyonizmden ve reformizmden kopuş” olarak nitelenir. Bu, bir yönüyle doğrudur. 1971 devrimci çıkışı, 1920’lerin ikinci yarısından başlayarak Kemalizmin bir çeşit sol kanadı haline gelmiş olan ve devrimci iktidar perspektifinden yoksun olduğu için her zaman egemen sınıfların şu ya da bu kanadına yaslanmaya çalışmış ve “legale çıkmayı” kendi varoluşunun olmazsa olmaz koşulu olarak algılamış olan TKP’nin ve son çözümlemede onun varyantlarından başka bir şey olmayan TİP’nin ve başını Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı, Doğu Perinçek gibi isimlerin çektiği siyasal eğilimlerin temsil ettiği sağ oportünizme ve reformizme karşı duyulan güçlü devrimci tepkiyi dile getiriyordu. Ama bu çıkış, içinde gerçekleştiği iç ve uluslararası koşullar ve bu koşullarla sıkı bir ilişki ve etkileşim içindeki kendi öz evriminin diyalektiği nedeniyle “50 yıllık revizyonizm ve reformizmden” tam ve gerçek bir kopuş sağlamaktan uzak kaldı. TKP’nin, objektif olarak, küçük burjuvazinin üst katmanlarının ve ulusal burjuvazinin liberal-demokratik özlemlerini yansıtan sağ oportünist çizgisine karşı 1971 devrimci hareketinin geliştirdiği çizgi, küçük burjuvazinin alt katmanlarının ve kent ve kır yoksullarının radikal-demokratik özlemlerini yansıtan “sol” oportünist bir çizgiydi. Bu çizginin, kapitalizmin görece gelişmiş olduğu ve işçi sınıfının –doruğuna 15/16 Haziran 1970’de ulaşan- militan savaşım pratiğinin yeterince kanıtladığı 1960’ların sonu ve 1970’lerin başının Türkiyesi’nde ortaya konduğunu unutmayalım. Aralarındaki teorik kavrayış ve Marksizm-Leninizmden etkilenme düzeyine ilişkin farklılıklara rağmen işçi sınıfının tarihsel rolünü kavramama ve anti-kapitalist bir perspektife sahip olmama noktalarında birleşen bu üç örgütün tam da bu koşullarda sınıfa sırtlarını dönmeleri ve proleter-olmayan emekçi kitlelerini devrimci öncünün yapacağı silahlı eylemlerle siyasallaştırmaya ve seferber etmeye girişmeleri, 1971 devrimci hareketinin trajedisi olmuştur. Bu örgütlerin önder ve ileri kadrolarının silahlı çatışmalarda, darağaçlarında, işkencehanelerde vb. Türk gericiliğinin zor aygıtı karşısında sergiledikleri –ve haklı olarak övündüğümüz- yiğitlikleri etrafında yaratılan devrimci romantizm havası ise, 1974 sonrasında toparlanmaya ve yeniden ayağa kalkmaya başlayan Türkiye devrimci hareketinin geçmişin tutarlı bir devrimci özeleştirisini yapmasını ve proleter sosyalizmi ile küçük-burjuva devrimciliği arasındaki hesaplaşmayı gündemine almasını daha da güçleştirmiştir.

Şimdi Kaypakkaya’nın TKP (M-L)’sine biraz daha yakından bakabiliriz. THKO ve THKP-C’nin küçük-burjuva maceracı çizgisini eleştirmesine rağmen gerek siyasal saptamaları ve gerekse özellikle pratiği bakımından 1971 devrimciliğinin diğer iki kolundan çok farklı bir konumda durmayan TKP (M-L), faşist diktatörlük tarafından, bir yıl gibi görece kısa bir süre içinde çökertilecekti. Kaypakkaya ve yoldaşlarının bu süre içinde yürüttüğü siyasal faaliyetin odağına proletaryayı koymadıkları ve bu faaliyetin özünün, yoksul ve küçük köylü kitlelerini bir çeşit öncü savaşı yoluyla silahlı savaşıma çekmek olduğu açıktır. Teorisiyle pratiği oldukça tutarlı olan böyle bir çizginin proleter-devrimci ya da Marksist-Leninist olarak adlandırılamayacağını kavrayabilmek için çok derin bir çözümleme yapmak gerekmiyor; Kaypakkaya’nın PDA-TİİKP (=Proleter Devrimci Aydınlık-Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) revizyonistlerine sunduğu ünlü 11 maddenin eleştirici bir gözle incelenmesi bunun için yeterlidir. Bu 11 madde ya da ilke şunlardı:

“1- Köylük bölgelerdeki faaliyet esas, şehirlerdeki faaliyet talidir.
“2- Silahlı mücadele esas, diğer mücadele biçimleri talidir.
“3- İllegal faaliyet esas, legal faaliyet talidir.
“4- Ülke çapında düşman bizden güçlü olduğu müddetçe stratejik savunma esastır.
“5- Stratejik savunma içinde taktik taarruzlar esas, taktik savunma talidir.
“6- Bu dönemde köylerde, silahlı mücadele içinde gerilla mücadelesi esas, diğer mücadele biçimleri talidir.
“7- Şehirlerde (büyük şehirlerde), stratejik savunma döneminde, kuvvet biriktirmek ve fırsat kollamak esas, ayaklanmalar düzenlemek talidir.
“8- Örgütlenmede parti örgütlenmesi esas, diğer örgütlenmeler talidir.
“9- Diğer örgütlenmeler içinde silahlı mücadele örgütleri esastır.
“10- Kendi kuvvetlerimize dayanmak esas, müttefiklere dayanmak talidir.
“11- Ülkemizde silahlı mücadele şartları vardır.” (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, İstanbul, Ocak Yayınları, 1979, s. 302-03)

Peki, TKP (M-L)’nin baş çelişmenin feodalizmle köylülük arasındaki çelişme, demokratik devrimin özünün toprak devrimi, devrimin temel gücünün köylülük olduğunu ileri sürdüğü 1970’lerin Türkiyesi’nde kapitalizmin, sınıf çelişmelerinin ve devrim ile karşı-devrim güçlerinin stratejik konumlanışı nasıldı? Yukarda da değindiğim gibi, Türkiye’de de kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak, 1950’lerden başlayarak nüfusun kentlere akışı hızla artmış, 1950-70 döneminde kır nüfusu sadece yüzde 39.0 dolayında büyürken, kent nüfusu yüzde 163.5 oranında büyümüştü. Tüm kapitalist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de belirleyici bir konuma sahip İstanbul, İzmir ve Adana gibi büyük sanayi merkezlerinde bu gelişmeler çok daha büyük ölçekte yaşanmaktaydı. Kapitalizmin gelişmesi sırasında sınai nüfusun tarımsal nüfustan daha hızlı büyümesi yasasının bir göstergesi olan bu eğilimin, nüfus dengesinin zaman içinde daha da büyük ölçüde kentlerden yana değişeceği anlamına geldiği de açık olmalıydı.

Kaypakkaya’nın, Maoizmin etkisi altında yarı-feodal üretim ilişkilerinin egemen olduğunu ileri sürdüğü Türkiye’nin tarım sektörü, TKP (M-L)’nin kurulduğu tarihten çok daha önce (gerek üretim girdisi, gerek tarım çıktısı ve gerekse tüketim malları gereksinimi itibariyle) büyük ölçüde Türkiye ve dünya pazarına bağlanmış, kırlarda Maoist devrim stratejisinin öngördüğü kızıl siyasi iktidarların kurulabilmesi için gerekli olduğu savunulan “ekonomik bakımdan kendi kendine yeterli bölge”ler kalmamıştı. Türkiye tarımında makinalı ve modern tarım yöntemleri görece hızlı bir tempoyla gelişiyordu. 1950’de 16,600 olan traktör sayısı 1972’de 135,700’ü, 1950’de yalnızca 15,000 ton olan yapay gübre kullanımı 1972’de 3,284,000 tonu bulmuştu. Tarımda kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak köylülüğün farklılaşması büyüyor, küçük üreticilerin mülksüzleşmesi hızla artıyor, geniş bir kır proletaryası ve yarı-proletaryasının yanısıra, kırlarda gericiliğin sağlam dayanağı durumunda olan oldukça büyük bir kulak katmanı oluşmuş bulunuyordu. Tümüyle topraksız aile sayısı 1950’de 90,000 iken (1950-60 yılları arasında 370,000 aileye toprak dağıtılmasına rağmen) 1963’de 309,000’e ve 1972’de 1,200,000’e ulaşmış, 1950-70 yılları arasında kırdan kente göç edenlerin sayısı 4.7 milyonu bulmuştu.
Öte yandan, ekonomik olarak aktif nüfus içinde toplam ücretlilerin oranı, 1963’de yüzde 21.6’dan 1971’de yüzde 29.2’ye, aynı yıllar arasında sigortalı işçilerin sayısı 710,000’den 1,404,000’e ve sendikalı işçilerin sayısı 296,000’den 2,363,000’e çıkmıştı. Emperyalizme bağımlı olmasına rağmen kapitalizmin hayli gelişmiş olduğu Türkiye’de burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme, çoktan toplumsal savaşımın odağına yerleşmiş, buna bağlı olarak emperyalizmle ve -büyük toprak sahiplerini arka plana iterek siyasal iktidarın denetimini esas olarak kendi ellerine alan işbirlikçi büyük burjuvazi ile kentlerin ve kırların orta burjuvazisi, proletaryaya ve kır ve kent yoksullarına karşı gerici bir bağlaşma oluşturmuştu. Kaypakkaya’nın savunduğu tezlerin aksine bu koşullarda, “milli burjuvazinin devrimci kanadı”yla ne birleşik cephe kurmanın, hatta ne de -istisnai durumlar dışında- eylem birliği gerçekleştirmenin olanağı vardı. 12 Mart 1971 faşist darbesi olsun, bu tarihten sonra meydana gelen gelişmeler olsun, milli ya da daha doğrusu orta burjuvaziyle ya da onun bir kanadıyla bir birleşik cephe kurulabileceği düşüncesinin ne denli yanlış olduğunu yeniden ve yeniden göstermiştir. Oysa, TKP (M-L), “demokratik halk iktidarı”nda işçi sınıfının, köylülerin, küçük burjuvazinin ve milli burjuvazinin devrimci kanadının birlikte yer alacaklarını ve demokratik halk devriminin zaferinden sonra “devrimci halk”ı oluşturacaklarını ileri sürdüğü bu sınıf ve katmanlar arasındaki çelişmelerin “uzlaşmaz-olmayan ve barışçı metotlarla” çözülebileceğini, yani “milli burjuvazi” ya da onun “devrimci kanadı” zorla tasfiye edilmeksizin ve mülksüzleştirilmeksizin demokratik devrimden sosyalist devrime geçilebileceğini ileri sürüyordu. Bu bakış açısıyla, sosyalizmin ve proleter diktatörlüğünün kurulamayacağı bir yana, tutarlı bir anti-emperyalist demokratik devrim savaşımının bile sürdürülemeyeceği açık olmalıydı.

TKP (M-L) kentleri “gericiliğin kaleleri”, devrimci köylülük tarafından kuşatılıp kurtarılacak mevziler olarak görüyordu; oysa –Kürdistan’ın özel durumu bir yana bırakılacak olursa- Türkiye’de tarihsel olarak güçlü bir devrimci köylü hareketi geleneği bulunmadığı gibi, daha 1960’lı yıllarda proletarya en devrimci sınıf, burjuvaziye, gericiliğe ve emperyalizme karşı demokrasi ve sosyalizm savaşımında diğer emekçilere önderlik edebilecek biricik güç olduğunun elle tutulur kanıtlarını kendi eylemiyle sunuyordu. 1963-71 yılları arasında gerçekleşen 610 greve, 190,835 işçi katılmış ve bu grevlerde yitirilen işgünü sayısı 2,165,522’yi bulmuştu. İşçi sınıfı gerçek bir devrimci önderlikten yoksun olduğu koşullarda 12 Mart 1971 faşist darbesinden sonra da -ekonomik- savaşımını sürdürmüştü. 1971 yılı içinde gerçekleşen 97 greve 20,016 işçi katılmış ve bu grevlerde 295,950 işgünü yitirilmişti. Böyle bir ortamda ve varolduğu kadarıyla devrimci köylü hareketinin daha gerilere savrulmuş olduğu koşullarda İbrahim Kaypakkaya, Türkiye proletaryasının en kitlesel ve en militan direnişi olan 15/16 Haziran eylemini değerlendirirken şunları söyleyebiliyordu:
“Dördüncüsü, 15-16 Haziran direnişinin bastırılması devrimin ilk başlarda şehirlerde başarıya ulaşamayacağını, şehirlerde zaman zaman ortaya çıkacak işçi ayaklanmalarının kırlık bölgelere çekilmediği takdirde bastırılmaya mahkum olduğunu gösterdi. PDA kliğinin belirsiz bir gelecekte, şehirlerde genel ayaklanma ile iktidarı ele geçirme hayallerine ağır bir darbe indirdi.” (Aynı yerde, s. 274)

Bununla birlikte, Kaypakkaya’nın bir çok bakımdan 1971 devrimci hareketinin en ileri temsilcisi olduğunun, TKP (M-L)’nin önderinin ve onun tezlerinin geleneksel reformizm ve revizyonizmden kopmada ve Marksizm-Leninizmden etkilenmede THKO ve THKP-C’den daha/ çok daha fazla mesafe katetmiş olduğunun altı çizilmelidir. Kaypakkaya adı haklı olarak, temel önem taşıyan ve birbiriyle sıkısıkıya bağlı iki alanda “50 yıllık revizyonizmden ve reformizmden kopuş”ta büyük bir ileri atılımın sembolü gibi algılanmaktadır. Bunlardan biri ulusal sorun, diğeri ise Kemalizmdir.

Dönemin diğer devrimci kadrolarının ezici çoğunluğunun durumunda olduğu gibi, bir süre, başını Mihri Belli’nin çektiği “Milli Demokratik Devrimciler” kümesinde yer alan ve TKP revizyonizminin bir varyantı olan Belli oportünizminin boyunduruğunu kırma süreci içinde devrimcileşen İbrahim Kaypakkaya, “olgun” ya da son döneminde Maoizmin etki alanına girecekti. O, işte bu nedenle tarihe, Marksizm-Leninizmden önemli ölçüde etkilenmiş, ancak radikal devrimci-demokratizmin sınırlarını aşamamış bir devrimci önder olarak geçti. Bununla birlikte Kaypakkaya, ulusal sorunu ele alırken esas olarak Lenin’in ve Stalin’in tezlerine dayanıyordu; bu O’nun, Türk şovenizmine ve Kürt halkı üzerinde uygulanan ulusal zulme karşı net bir tutum takınmasını, Kürt ulusunun kendi yazgısını belirleme, yani ayrı bir devlet kurma hakkını kayıtsız koşulsuz savunmasını, bir yandan Türk şovenizmi ve egemen ulus milliyetçiliğinin devrimci hareket üzerindeki etkilerine ağır bir darbe indirirken, bir yandan da ezilen ulus miliyetçiliği ile proleter enternasyonalizmi arasında kesin ve kalın bir çizgi çekmesini olanaklı kıldı. (2) Ancak bu alanda da Maoizmin halkçı yaklaşımının belli bir etkisini sezmemek olanaksızdır. Maoizmin etkisi Kaypakkaya’yı, Marksizm-Leninizmin, bir devletin sınırları içindeki değişik milliyet, din ve mezheplerden proleterlerin ortak sınıf örgütlerinde birleşmelerini öngören öğretisini çarpıtmaya ve onun yerine proleterlerin ve diğer emekçilerin birlikte örgütlenmesi formülasyonunu koymaya yöneltmiştir. Bu ilkesel hatanın kökeninde, Kaypakkaya’nın Maoizmin etkisiyle, işçi sınıfının tarihsel rolünü ve işçi sınıfıyla proleter-olmayan emekçiler arasındaki farkı kavrayamamış olması yatmaktadır. Örneğin O, “Türkiye’de Milli Mesele” adlı yazısının “Marksist-Leninist Hareketin Milli Meseleyle İlgili Görüşlerinin Özeti” adlı bölümünde şöyle diyordu:

“Marksist-Leninist hareket, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin belli bir devlette, birleşik örgütlerde, siyasi, sendikal, kooperatif, eğitsel vb. örgütlerde kaynaştırılmasını savunur. İşçileri ve emekçileri milliyetlerine göre ayrı örgütlerde toplama eğilimleriyle mücadele eder.” (Aynı yerde, s. 258, abç) Proleterlerle proleter-olmayan, yani küçük-burjuva emekçileri “birleşik örgütlerde... kaynaştırmak”tan yana olmak, proleter sosyalizminin yerine küçük-burjuva sosyalizmini geçirmenin şaşmaz göstergelerinden biridir.

Bu arada, Kaypakkaya’nın “Türkiye’de Milli Mesele” adlı yazısında, o yıllarda bir tabu olan ve Türkiye devrimci hareketinin aradan geçen 40 yılı aşkın süreye rağmen bugün bile gündemine almış olduğunu kolay kolay söyleyemeyeceğimiz “Ermeni sorunu”na geçerken de olsa değinmiş olmasının altını çizmek gerekir. TKP (M-L)’nin kurucusu bu yazısında şöyle diyordu:

“Türkiye sınırları içindeki diğer milliyetler meta üretiminin ve kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde Türkiye’den koparak ayrı milli devletler içinde (veya çok milletli devletler içinde) örgütlenmişlerdir. 1915’de ve 1919-20’de kitle halinde katledilen ve topraklarından sürülen Ermenilerin hareketi müstesna.” (Aynı yerde, s. 215) Gene O, “Şafak Revizyonizminin Kemalist Hareket, Kemalist İktidar Dönemi, İkinci Dünya Savaşı Yılları, Savaş Sonrası ve 27 Mayıs Hakkındaki Tezleri” başlıklı yazısında Türk burjuvazisinin Ermeni ve Rum kapitalistlerinin zenginliklerini yağmalayarak sermaye birikimi yaptığı gerçeğini şöyle dile getirmişti:

“İttihat ve Terakki döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet döneminde de, Kurtuluş Savaşına katılan orta burjuvazinin bir kesimi, ele geçirdiği devlet gücünü, zenginleşmek için bir kaldıraç gibi kullanarak,... Türkiye’yi terkeden ve katledilen Ermeni ve Rum kapitalistlerinin mallarına, mülklerine el koyarak iyice zenginleştiler...” (Aynı yerde, s. 127)

TKP’nin çizgisini 1920’lerin ikinci yarısından bu yana karakterize eden ve 1960’lardan itibaren yeniden canlanmaya başlayan sol hareket üzerinde ideolojik hegemonyasını sürdüren Kemalizme ve onun sözde sol yorumuna karşı net ve uzlaşmaz bir tutum takınması, Kaypakkaya’yı ve O’nun TKP (M-L)’sini, dönemin diğer iki radikal devrimci örgütünden ayıran diğer bir önemli husustur. Kemalist hareketi “Türk büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfları”nın hareketi olarak tanımlayan İbrahim Kaypakkaya, onu küçük burjuvazinin ve/ ya da milli burjuvazinin devrimci anti-emperyalist hareketi olarak gören geleneksel TKP revizyonizminden ve onun varyantlarından olduğu kadar benzer görüşlere sahip THKP-C ve THKO’dan da daha ileri bir konumda durmakta ve bu alanda da önemli bir kopuşu ve ileriye doğru atılımı temsil etmektedir. (3) Dahası Kaypakkaya, yukarda sözünü ettiğim yazısında Türk ulusal kurtuluş savaşının başını “birbiriyle kopmaz bağları bulunan, ticaret burjuvazisi, toprak ağaları, tefeciler, o zaman zayıf olan sanayi burjuvazisi”nin çektiğini ve bu ittifakın “emperyalizme bağlı olarak gelen (‘gelişen’ olmalı- G. A.) bir kısım eski büyük ticaret burjuvazisinin ve milli azınlıkların burjuvazisinin (Ermeni, Rum burjuvazisinin) yerini aldı”ğını söylemiş, bu savaşın ve onun başını çeken Kemalizmin ve yeni yetme Türk burjuvazisinin gericiliğinin özgün tarihsel kökenine o erken tarihte bir biçimde işaret etmiştir. Ancak O’nun,

a) Türk ulusal kurtuluş hareketi içindeki “ulusal” öğeyi bütünüyle görmezden gelmesi ve Türk kurtuluş savaşını adeta farklı gerici kamplar arasında meydana gelen bir çatışma gibi algılaması ve (4)
b) Türkiye halkının –Bolşeviklerle geçici ve taktiksel bir bağlaşma yapmış olan- Kemalistlerin önderliği altında İngiliz ve Fransız emperyalistlerine ve onların Yunan uşaklarına karşı sürdürdüğü ulusal kurtuluş savaşının cılız ve sınırlı da olsa ilerici bir karakter taşıdığını yadsıması, geleneksel TKP revizyonizminin ve onun izleyicilerinin Kemalist yanılsamalarına karşı önemli bir panzehir işlevi görmekle birlikte, elbette yanlıştı.

Bu konuyu bitirirken İbrahim Kaypakkaya’nın bir diğer ileri yönüne değinmeden geçmek haksızlık olacaktır. TKP (M-L)’nin önderi ve kurucusu, o çok kısa devrimci yaşamına, Türkiye’de pek az ileri devrimci kadronun girişmeye cesaret ettiği başka bir iş de yerleştirmeyi başarmış ve iki ayrı sınıf analizi yazısı hazırlamıştır. Bunlardan birincisi, Nisan 1971’de Proleter Devrimci Aydınlık’ta yayımlanan “Çorum İlinde Sınıfların Tahlili”, ikincisi ise –büyük olasılıkla 1972’de kaleme alınmış olan “Kürecik Bölge Raporu”dur. Kaypakkaya bu çalışmalarında gerek gözlemlerine ve halk arasında yaptığı soruşturmalara ve gerekse bulabildiği istatistiksel materyallere dayalı olarak Çorum’da ve Kürecik’te sınıfların analizini yapmıştır. Ancak bu analitik yaklaşımı Kaypakkaya’nın daha sonra, Mao Zedung’un 1920’lerin, 1930’ların ve 1940’ların Çini’ne ilişkin yarı-bilimsel saptama ve çıkarsamalarını 1960’ların Türkiyesi’ne neredeyse zorlama bir biçimde uydurmaya çalışması sırasında sergilediği dogmatizmin ırmağında boğulacaktı. “Olgunluk” döneminin Kaypakkayası, Mao Zedung’un revizyonist formülasyonunu kabul ederek, kapitalizmin gelişme düzeyinden bağımsız olarak tüm yarı-sömürge ülkelerin aynı zamanda yarı-feodal olarak kalmaya mahkum olduğunu savunacak, bunun aksini savunanları Trotskizmle suçlayacaktır.

İbrahim Kaypakkaya’nın İdeolojik Evrimi

Yazının başında da değinmiş olduğum gibi, özellikle İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerini ‘aslına sadık kalarak’ savunduğunu ve/ ya da uyguladığını ileri süren gruplar ve kişiler, O’nun görüşlerinin hangi koşullar altında, nasıl oluştuğunu, ne tür değişiklikler geçirerek bilinen son halini aldığını ya bilmiyorlar, ya da bilmezlikten geliyor, belki de hesaba katmıyorlar. Bu kavranmadığı, Kaypakkaya’nın belli başlı makalelerinde ortaya konan düşüncelere statik, olgunlaşmış ve tamamlanmış düşünceler olarak bakıldığı, O’nun düşünceleri somut koşulların somut çözümlemesi yapılmadan ve tarihsel evrim perspektifi dışına çıkılarak değerlendirildiği zaman, ister istemez hatalı ve metafiziksel sonuçlara varılacak, O’nun yazılarında yer yer birbiriyle çelişen görüşlerin dile getirilmiş olmasının nedenleri de kavranamayacaktır. Az çok oturmuş, istikrar kazanmış devrimci ve komünist örgütlerin bile çeşitli tali, hatta bazan temel konulara ilişkin görüşlerinde zaman içinde önemli değişiklikler yapabildiği ve 1960’ların sonu ve 1970’lerin başı Türkiyesi’nin öndegelen devrimcilerinin bir ideolojik oluşum ve mayalanma süreci yaşadığı biliniyor. Dolayısıyla, aktif siyasal yaşamı, adeta ayların saatlerle ya da yılların günlerle ölçüldüğü bir tarihsel dönemeçte geçen beş ya da altı yıldan ibaret olan İbrahim Kaypakkaya’nın “olgun” ya da son döneminin yazılarının da, O’nun ya da o dönem Türkiye devrimci hareketinin son sözü olarak görülemeyeceği açık olmalıdır. Hele İbrahim Kaypakkaya’nın, teorik ve siyasal düzeyi bugünkünün düzeyinin hayli gerisinde olan 1960’ların Türkiye devrimci hareketinin içinde yetişmiş olduğu ve bugünün komünist ve devrimci grup ve bireylerinden farklı olarak yaslanabileceği şu kadar yıllık iyi-kötü bir örgüt geleneği ve mirasının hemen hemen bulunmadığı dikkate alındığında.

İbrahim Kaypakkaya’nın ve O’nun TKP (M-L)’sinin Marksist-Leninist olduğunu ileri sürenlerin bir bölümünün sık sık başvurduğu “ilginç” bir metod var. Onlar, Kaypakkaya’nın “olgun” ya da son dönemine ait yazılarına damgasını vuranın belirleyici niteliğinin Maoizm olduğu gerçeğini örtbas etmek amacıyla, bu yazıların içinden Marksizm-Leninizmin ilkelerine uygun düşen önerme ve saptamaları adeta cımbızla seçerek sunma yoluna başvurmaktalar. Bilimsel tartışma ve analiz kurallarına aykırı olan bu metodun genelleştirilmesi ve “eşit ve adil” bir tarzda uygulanması halinde, Bernstein’dan Kautsky’ye, Trotski’den Tito’ya, Browder’den Kruşçov’a, Mao Zedung’dan Castro’ya kadar herkesi “Marksist-Leninist yapmak” olanaklıdır. Çünkü, en pespaye revizyonistler bile, kendi burjuva-liberal program ve çizgilerinin üzerine bir Marksizm örtüsü çekmekte, hatta yer yer “oportünizme ve revizyonizme” atıp tutmaktadırlar. Bu metodu kullanan “İbrahim Kaypakkaya savunucularının” gözdesi O’nun, Maoizmin etkisinin en az olduğu Mayıs 1970 tarihli “İşçi-Köylü Hareketleri ve Proleter-Devrimci Politika” ile bir ölçüde Ocak 1972 tarihli “TİİKP Program Taslağı Eleştirisi” adlı çalışmalarıdır. Objektif olarak demagojik bir nitelik taşıyan bu metoda başvuranlar, böylelikle son çözümlemede hem İbrahim Kaypakkaya’nın ve O’nun TKP (M-L)’sinin dünya görüşüne ve siyasal çizgisine Maoizmin damgasını vurduğu gerçeğini, hem de belki daha da önemlisi 1972 TKP (M-L)’sinin, bu Maoist teorik temelle uyumlu bir siyasal pratik sergilediğini unutmaya ve unutturmaya çalışıyorlar. Onlar, İbrahim Kaypakkaya’nın “olgun” ya da son döneminde özeleştirisini yaparak reddettiği “İşçi-Köylü Hareketleri ve Proleter-Devrimci Politika” adlı yazısında yeralan bazı saptamalara dayanarak O’nun, işçi sınıfının, köylülüğün vb. konumlarını ve devrime karşı tutumlarını doğru ve Marksist tarzda saptadığını ileri sürmeye bile cüret edebiliyorlar.

Ancak Kaypakkaya, Mart 1971’de, yani TKP (M-L)’nin kuruluşu döneminde, yani kendisinin “olgun” ya da son döneminde, “İşçi-Köylü Hareketleri ve Proleter-Devrimci Politika” gibi Marksizm-Leninizme daha yakın yazılarındaki görüşlerini açık ve net bir biçimde reddetmişti. “Arkadaşlar” başlığını taşıyan ve TKP (M-L)’nin oluşumuna giden ideolojik ve siyasal süreci anlattığı bu yazısında Kaypakkaya şöyle diyordu:

“Bu dönemde PDA’ya hakim olan esas anlayış şudur: Devrim, uzun bir birikim döneminden sonra, şehirlerde genel ayaklanmalarla gerçekleşecek ve başarıya ulaşacaktır. Şimdi Türkiye ‘evrim aşamasındadır’ (Kıvılcımlı’dan). Görevimiz, işçi sınıfına ‘sosyalist bilinç’ (artık milli değil) götürmek ve halkı örgütlemektir. Böylece devrimin subjektif şartları hazırlanmış olacaktır ve ‘sırası’ gelince devrim bir şamar gibi patlayacaktır! Bütün yazılarda bu yanlış anlayışın silinmez damgası vardır! PDA’ın 5-19. sayısında yayımlanan ‘İşçi-Köylü Hareketleri ve Proleter-Devrimci Politika’ başlıklı benim yazımda da tamamen aynı yanlış hakimdir ve o yazı bütün arkadaşların, bütün yazı kurulu üyelerinin tasvibinden geçmiş ve beğenilmiştir.” (Aktaran Ethem Direhşan, Fırtınalı Yıllarda İbrahim Kaypakkaya, Bilinmeyen Yazılar, İstanbul, Belge Yayınları, 1994, s. 145, abç)

Ortalama zeka düzeyine sahip ve önyargısız herhangi bir siyasal gözlemci, İbrahim Kaypakkaya’nın “İşçi-Köylü Hareketleri ve Proleter-Devrimci Politika” adlı bu yazısında; işçi sınıfı hareketiyle birleşme ve proleter bir temel edinmenin önemi, tarım proletaryasının küçük-burjuva emekçi köylülerden bağımsız olarak örgütlenmesi ve onun kır burjuvazisine/ kulaklara karşı savaşımının geliştirilmesi, kitlelerin bilinçlendirilmesi ve eyleme çekilmesinde siyasal sergileme ve ajitasyonun oynadığı rol, ülke çapında dağıtılan bir siyasal gazetenin eğitici ve örgütleyici işlevi, en gerici olanları da içinde olmak üzere sendikalarda çalışmanın önemi, bireysel terörizme ve maceracılığa karşı tutum vb. konularda “olgun” ya da son döneminde savunduğu Maoist düşüncelerden çok daha farklı düşüncelere sahip olduğunu rahatlıkla görecektir. Aslında, kesin çizgilerle ayrılması olanaklı olmasa da, Kaypakkaya’nın siyasal evriminin üç evresinden, farklı ideolojik etkilerin biçimlendirdiği ya da ağır bastığı “üç Kaypakkaya”dan sözedebiliriz.

Yaklaşık olarak, aktif devrimci yaşamının başladığı 1968 başlarından -içinde kendisinin de yeraldığı PDA (=Proleter Devrimci Aydınlık) grubunun ‘Milli Demokratik Devrimciler’ kümesinden ayrıldığı- 1970’in başlarına kadar geçen dönemi, İbrahim Kaypakkaya’nın ideolojik evriminin birinci evresi sayabiliriz. Bu evrede Kaypakkaya, başını Mihri Belli’nin çektiği ‘Milli Demokratik Devrimciler’ kümesinin, Kemalizmin ve Türk milliyetçiliğinin ya da yurtseverliğinin sol yorumuyla Marksizmin karışımı olan eklektik oportünist görüşlerini savunan genç bir militan devrimci kadrodur. O sıralar, İbrahim Kaypakkaya da 27 Mayıs’a ve onun ürünü olan 1961 Anayasasına, Mustafa Kemal’a ve Kemalistlere, Türk ordusuna ve bürokrasisine bir çeşit ilericilik yüklemekte, bütün ‘milli güçler’in birliğini ve ABD emperyalizmine, yerli işbirlikçilerine ve feodal kalıntılara karşı ortak eylemini savunmakta, oportünizmi esas olarak –TİP’ne egemen olan- Aybar ve Aren oportünizminden, siyasal gericiliği esas olarak ‘işbirlikçi AP iktidarı’ndan ve belki burjuva devlet aygıtı ve parlamentosunun onun paralelindeki öğelerinden ibaret görmektedir.

1970’in başlarından aynı yılın sonlarına kadar uzanan ikinci dönem, İbrahim
Kaypakkaya’nın Marksizm-Leninizme en fazla yaklaştığı dönem, O’nun ideolojik evriminin ikinci evresidir. (5) O’nun bu evredeki görüşleri en iyi anlatımını, Proleter Devrimci Aydınlık’ta Mayıs 1970’de yayımlanmış olan “İşçi-Köylü Hareketleri ve Proleter-Devrimci Politika” adlı yazıda bulmuştur. O, bu evrede görüş ve analizlerini hemen hemen bütünüyle Lenin’e dayandırmakta ya da dayandırmaya çalışmaktadır.

Sözkonusu ideolojik evrimin 1968 başlarından 1970 başlarına kadar olan kesiti kabaca, Türkiye’de öğrenci gençliğin savaşımının akademik taleplerle karakterize edilen eylemlerinin ülkenin siyasal gündeminde, işçilerin ve emekçi köylülerin savaşımıyla aşağı yukarı benzer ağırlıklı bir yer işgal ettiği, geleceğin devrimci önder ve kadrolarının, esas olarak üniversite gençliğinin boykot, işgal vb. türünden eylemleri içinde oluşmaya ve pişmeye başladığı bir döneme denk düşmektedir.

Bu evrimin ikinci evresi gene kaba bir anlatımla, işçi sınıfının, yoksul köylülerin grev, fabrika işgali, toprak işgali, yürüyüş gibi eylemlerinin yoğunlaştığı ve öğrenci eylemlerinin önüne geçtiği bir dönemdir. Bu dönemde öğrenci gençliğin eylemleri giderek daha fazla militanlaşmakta, onların akademik talepli eylemleri yerlerini hızla anti-emperyalist ve anti-faşist nitelikli eylemlere bırakmakta ve işçilerin ve yoksul köylülerin objektif olarak düzen karşıtı potansiyeli daha yüksek eylemlerine eklemlenmeye başlamaktaydı. Gene bu dönemde, ekonomik ve siyasal bunalımın derinleşmesine bağlı olarak egemen sınıflar; faşist komandolar, toplum polisi ve diğer sivil ve askeri güçleri aracılığıyla devrimci kitle hareketine ve öncü devrimci güçlere karşı daha sert saldırılara girişmekteydi. Ancak işçi sınıfının ve kent ve kır yoksullarının eylemindeki niceliksel büyüme kadar, belki de daha önemli olan, kitle hareketinin yükselişine, onun giderek daha militan biçimler almasının (fabrika işgalleri, işçiler ve yoksul köylülerle toplum polisi ve jandarma arasında çatışmalar, faşist komandoların saldırısına karşı, devrimci gençlik hareketinin silahlı savunmaya yönelmesi) eşlik etmeye başlamasıydı.

İbrahim Kaypakkaya’nın ideolojik evriminin üçüncü ve son evresi, kabaca 1970’in sonlarından ölümüne kadar geçen süreyi kapsar. Bu dönem O’nun Maoist evresidir. O’nun ideolojik konumu ve siyasal kişiliğinde belirleyici olmuş olan da bu evredir. İbrahim Kaypakkaya değerlendirmelerinde, kural olarak O’nun “olgun” ya da son dönem yazıları esas alındığından, bu evrede savunduğu görüşlerin iyi bilindiğini varsayabiliriz. Ayrıca, Kaypakkaya’yı değerlendirirken O’nun bu dönemde kaleme almış olduğu yazıların -”Başkan Mao’nun Kızıl Siyasi İktidar Öğretisini Doğru Kavrayalım”, “TİİKP Program Taslağı Eleştirisi”, “Şafak Revizyonizminin, Kemalist Hareket, Kemalist İktidar Dönemi, İkinci Dünya Savaşı Yılları, Savaş Sonrası ve 27 Mayıs Hakkındaki Tezleri”, “Türkiye’de Milli Mesele”, “Şafak Revizyonizmi ile Aramızdaki Ayrılıkların Kökeni ve Gelişmesi”- esas alınması doğru ve meşrudur; çünkü deyim yerindeyse asıl Kaypakkaya üçüncü evrenin Maoist İbrahim Kaypakkayası’dır. Ama, genel ve eksiksiz bir Kaypakkaya değerlendirmesinin, O’nun ideolojik evriminin tümünü ve dolayısıyla ilk iki evresini de hesaba katması gerekir. Daha da önemlisi, böylesi bir yaklaşımın ilgili tüm taraflara İbrahim Kaypakkaya’nın Maoist olduğu son evrede bile görüşlerini bütünüyle sistematize etme fırsatı bulamadan katledilmiş olduğunu ve görüşlerinin adeta sürekli bir oluşum halinde olduğunu kavrama fırsatı sunacak olmasıdır. Nisan 1994’de kaleme aldığım “TKP (M-L) Hareketi’nin Geçmişi Nasıl, Hangi Yöntem ve Bakış Açısıyla Değerlendirilmelidir?” adlı yazıda şöyle diyordum:

“Daha uzun süre yaşamış, ortaya koyduğu görüşleri başkalarıyla daha geniş bir biçimde tartışabilmiş ve bu görüşlerin siyasal pratiğin tezgahında denenmesinin sonuçlarını eleştirel bir analize tabi tutabilmiş olsaydı, İbrahim Kaypakkaya’nın bunları aynen savunmaya devam edip etmeyeceği sorusu, spekülatif bir soru olarak kalmaya mahkumdur. Ancak, İbrahim Kaypakkaya’nın bu yazılı materyalleri görece kısa bir sürede, ciddiye alınabilecek bir yardım ve desteğe sahip olmaksızın, pratiğin yoğun baskısı ve zor koşulları altında hazırladığı ve devrimci değişime açıklık bakımından kendisinin bağnaz tilmizlerinden çok daha ileri olduğu hesaba katılmalı ve dolayısıyla bu yazılarda dile getirilen görüşlere, salt bundan dolayı da olsa ‘bilimin son sözü’ gözüyle bakılmamalıdır.”

Kaypakkaya’nın, evriminin bu son evresinde -kitle çizgisi ve taktik anlayışı bakımından- “sol” oportünist bir çizgiye varmış olmasıyla, 15/16 Haziran 1970 işçi direnişini izleyen aylarda devrimci kitle hareketinin gerilemeye ve devrimci dalganın alçalmaya yüz tutmuş olması arasında çok sıkı bir ilişki bulunmaktadır. TKP (M-L)’nden önce oluşan THKO ile THKP-C’nin kurucu ve ileri kadroları zaten ötedenberi işçi ve emekçi kitlelerinin ruh halini, bilinç ve savaşım düzeyini hesaba katmayan “öncü savaş” anlayışına yatkındılar. Bu bakımdan onların, 15/16 Haziran günlerini izleyen sıkıyönetim döneminde ve 12 Mart 1971 askeri darbesinin ardından bu yönelimlerini daha da sistemlileştirmeleri, nesnelerin doğası gereğiydi. Daha önce, yakın geleceğin THKO ve THKP-C kadrolarının taktik ve kitle çizgisi anlayışlarını Leninist bir yaklaşımla ısrarlı bir tarzda eleştirmiş olan Kaypakkaya’nın kendisinin de askeri darbe sonrası dönemde, öncü savaşının farklı bir versiyonunu benimsemesinin kaçınılmaz olup olmadığı tartışılabilir. Her halükarda, Kaypakkaya ve yoldaşlarının böyle bir taktiksel yönelimi benimsemiş olmalarının asıl ve belirleyici nedeni onların, genelde Marksizm-Leninizmi ve özelde Marksist-Leninist kitle çizgisi ve taktik anlayışını kavrayamamış olmalarıdır. (6) Bu dönemde üç ana devrimci örgütün böyle bir rotaya yönelmeleri, onların hatalı taktik ve kitle çizgisi anlayışlarının yanısıra düzene karşıtlık düzeyleri yükselmekte olan devrimci örgütlerle, alçalmakta olan kitle hareketini birarada barındıran siyasal ortamın kendine özgü niteliğinin doğal sonucuydu. Bir başka deyişle, 1971 dönemecinde işçi ve emekçi kitlelerinin devrimcileşme düzeyini subjektif bir biçimde kavrayan bu örgütlerin trajedisi, tarihin akışının devrimci öncünün iradesiyle değiştirilebileceği ve kitlelerin onun kahramanlık ve fedakarlıkları ile etkilenip harekete geçirilebileceği yolundaki soylu bir yanılgıdan kaynaklanıyordu.

Bu arada, aralarındaki –yer yer önemli- farklılıklara rağmen, 1971 devrimciliğinin üç bileşeninin paylaştığı bu radikalizm ve düzen karşıtlığının daha çok, radikal savaşım biçimlerini benimseme ve geleneksel düzen-içi sol siyaset yapma tarzından kopuş bağlamında olduğunun altı çizilmelidir. TKP (M-L) sözkonusu olduğunda, bu radikalizm ve düzen karşıtlığı sol Maoizm biçimini almıştı; bunda, İbrahim Kaypakkaya’nın da bir süre içinde yeraldığı PDA-TİİKP çevresinin kendi özgün ideolojik-siyasal evrimi sırasında, o dönemde uluslararası planda önemli bir saygınlığa sahip olan Maoizmi benimsemesinin belirleyici etkisi oldu. 1969’dan başlayarak dünya komünist ve devrimci hareketi içindeki değişik akım ve eğilimler, Türkiye devrimci hareketinin, “eski sol”la çatışan ve bu temelde bir arayış ve hızlı bir oluşum süreci yaşayan militan kanadı üzerinde etkilerini duyurmaya başlamıştı. PDA çevresi 1970 başında “Milli Demokratik Devrimciler” kümesinden ayrılmasından bir süre sonra Maoizme yönelmiş ve 1971’de, Çaru Mazumdar’ın önderlik ettiği ve “Naksalitler” olarak tanınan ve Maoizmin daha uç bir yorumunu savunan Hindistan Komünist Partisi (Marksist-Leninist)’in görüşleriyle tanışmıştı. İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşları, PDA-TİİKP grubunun oportünist ve ikiyüzlü bir biçimde Maoizme yöneldiği ve devrimci halk/ köylü savaşını savunduğu bu ortamda, içinde bulundukları örgütün sağ yaklaşım ve politikalarına tepki temelinde TKP (M-L)’ni sol Maoist bir örgüt olarak oluşturdular. Aslında bütün bu süreç, Lenin’in 20. yüzyılın başlarında yaptığı bir saptamanın tipik bir doğrulaması gibidir. Lenin, Ne Yapmalı? adlı yapıtında Rus sosyal-demokrasisinin (=komünist hareketinin) oluşum sürecini tartışırken şöyle diyordu:

“Bu koşullar altında, ilk başta 'önemsiz' gibi görünen bir hata en zararlı sonuçlara yol açabilir ve ancak burnunun ötesini göremeyenler, hizip tartışmalarını ve nüansları en titiz biçimde birbirinden ayırdetmeyi zamansız ya da gereksiz sayabilir. Rus Sosyal-Demokrasisinin yazgısı gelecek bir çok yıllar boyunca şu ya da bu 'nüansın' güçlenmesine bağlı olabilir." (“What Is to Be Done?”, Selected Works, Cilt 1, Moskova, Foreign Languages Publishing House, 1950, s. 227) Lenin’in saptamasının ışığında bakacak olursak, 1971’de henüz PDA-TİİKP çevresinden örgütsel olarak kopmamış olan TKP (M-L) çekirdeğinin temel görüşlerinin biçimlenmesinde, İbrahim Kaypakkaya’nın PDA-TİİKP kanalıyla Maoizmin daha ‘sol’, yani Naksalit versiyonuyla yüzyüze gelmesinin son derece önemli, hatta belki de belirleyici bir rolünün olduğunu söyleyebiliriz. Bu satırların yazarı, Kaypakkaya’nın tam da bu dönemde HKP (M-L)’nin görüşleriyle karşılaşmasının O’nu; Kemalizm ve Kurtuluş Savaşı değerlendirmesi, köylülüğün rolü, revizyonist akımlara yaklaşım gibi konularda daha ‘sol’ bir konuma ittiğine, ona dogmatik bir aşı yaptığına tanık olmuştur.
Bitirmeden önce, “olgun” ya da son döneminde savunduğu görüşlerle karşılaştırılabilmesi ve böylece daha objektif bir değerlendirme yapılmasına olanak sağlanabilmesi için İbrahim Kaypakkaya’nın, ideolojik evriminin birinci ve ikinci evresinde savunduğu görüşlerden bazı parçalar sunacağım.

Birinci evre:

“Hatta ‘teorisyenimiz’, 1961 Anayasasını aynen bir AP’li ağzıyla açık açık reddederek, irticayı Mustafa Kemalcilikten üstün tutarak, emperyalizmin Türkiye’deki varlığını, ‘üretim güçlerini geliştirdiği’ iddialarıyla meşrulaştırarak, Aybar’dan daha cesaretli ve daha ileri bir oportünist olduğunu da ispat etmiştir.” (“Ölçü Seçimler Değil, Güçlenen Milli Demokratik Mücadelemizdir”, Türk Solu, Sayı: 102, 28 Ekim 1969)

“Subaylarımıza ‘büyük bir milli görev’ olarak gayrı milli iktidarlar karşısında hiçbir şey yapmamaları, gayrı milli iktidarları ‘kendi hallerine bırakmaları’ öğütlenmektedir. Milli Demokratik Devrimin güçlerinden olan ‘devrimci subaylar’ emperyalizm ve uşakları karşısında eylemsizleştirilmek, silahsızlandırılmak istenmektedir. Bu kime hizmettir? İşbirlikçi Süleyman Demirel iktidarının Kemalist müdahalelere karşı korunması görevi bu yazarlara mı düşmüştür? Görevlerimizi iyi bilelim, bu görev polisin görevidir.

“Bu milli saflara ihanet ve emperyalizme hizmettir.” (Adıgeçen dergi)
“ ‘Büyük ve kesin mücadele’ye ‘yavaş yavaş ’ilerleyen işçi ve köylü mücadelelerine vargücüyle destek olmak, bu mücadeleleri geliştirip olgunlaştırmak, yurt düzeyine yaymak, milli-demokratik cephenin temelini teşkil edecek işçi-köylü ittifakını gerçekleştirip güçlendirmek en başta proleter-devrimcileri olmak üzere, bütün Kemalistlerin, bütün yurtsever aydınların kaçınılmaz görevidir.” (“İşçi-Köylü İttifakını Sağlam Bağlarla Kuralım ve Türkiye Çapında Yaygınlaştıralım”, Türk Solu, Sayı: 106, 25 Kasım 1969)

“Yürütülen şiddetli ideolojik mücadeleyle ve sosyal pratiğin ağır şamarlarını yiyerek, şimdilik proleter sosyalist düşüncenin en çok hakim olduğu Devrimci Gençlik Federasyonu’ndan tasfiye edilen oportünizm, bu sefer de sosyalist düşüncenin yeni yeni ulaşmaya başladığı işçi örgütlerinde direnmekte...” (“İşçi-Köylü Hareketleri Milli Demokratik Mücadelemizin Ekseni Olmak Yolundadır”, Türk Solu, Sayı: 107, Aralık 1969)
“Yıl 1969. Şubatın onaltısı. Günlerden Pazar: Kanlı Pazar. Yine 6. Filo Boğaz’a demir atmış. Türkiye halkına meydan okuyor. Yine İstanbul sokaklarında, ‘moral takviyesi’ne çıkmış, Amerikan askerleri. Mustafa Kemal’in gençleri durur mu; Mustafa Kemal durur muydu? Durmazdı. Gençler de durmuyorlar.” (“Bağımsızlık Savaşından Dönülmez”, Türk Solu, Sayı: 110, Aralık 1969)

“Toplantıdan sonra Adliye’ye gelen devrimci öğrenciler, Türk Yargıcına olan güvenlerini belirttiler ve Savcıyla görüşmek istediler. İşbirlikçi iktidarın sözcülüğünü meslek edinmiş Savcı Nedim Demirel, gençlerin görüşme isteğini kabul etmedi.” (Adıgeçen dergi)

“Yine yurtsever subaylarımız Mustafa Kemal’e yaraşan bir davranışla, mert ve erkek seslerini dile getiren bildirileriyle Milli Kurtuluş cephesinde saf tuttular.” (Adıgeçen dergi)

İkinci Evre:

“İşçi sınıfının, ‘kendi kendine sınıf’dan ‘kendisi için sınıf’ durumuna geçmekte olduğu iddiasına gelelim: Bu doğrudur, ama bunun belirtileri, yazarın sandığı gibi işçilerin trade-unioncu politik mücadelede aldığı yol değil, her gün daha çok sayıda işçinin proleter-devrimci düşünceyi benimsemeye ve ona yakınlık duymaya başlamasıdır. Bu ise işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesinin doğurduğu bir sonuç değil, 50 yıllık proleter-devrimci mücadelenin ve mesela yazarın pek itibar etmediği İŞÇİ-KÖYLÜ gazetesinin, proleter-devrimci kadroların çabalarının ürünüdür.” (“İşçi-Köylü Hareketleri ve Proleter-Devrimci Politika”, Proleter-Devrimci Aydınlık, Sayı: 5-19, Mayıs 1970)

“Karşı-devrimci sendikalarda, uzlaşıcı oportünist sendikalarda, niteliği ne olursa olsun bütün sendikalarda çalışmak ve bunları partinin ‘yönetimi ve denetimi’ altına almaya, işçi yığınlarını proleter-devrimci hareketin saflarına kazanmaya uğraşma, proleter-devrimcilerinin görevidir; ...
“ ‘yığınlara’ yardımcı olabilmek için onların sevgisini kazanabilmek için davaya katılmalarını ve desteklerini sağlayabilmek için, oportünist ve sosyal-şoven olarak, çoğunlukla –doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak-, burjuvaziyle ve polisle bağlantıları olan ‘şeflerin’ önümüze çıkaracakları güçlüklerden, başvuracakları hilelerden kuracakları tuzaklardan, hakaretlerden, baskılardan yılmamak gerekir ve mutlaka yığınların olduğu yerde çalışmak gerekir. Asıl kurumlarda, derneklerde, örgütlerde, proleter ya da yarı-proleter yığınların bulunduğu her yerde (bunlar en gerici eğilimde olsalar bile) metotlu, azimli, inatçı ve sabırlı bir bilinçlendirme çabası ile bütün fedakarlıkları göze almak, en büyük engelleri göğüslemeyi bilmek gerekir.” Lenin’in bu sözlerini bugün görüşleri saflarımızda bir hayli taraftar bulan Regis Debray’nin aşağıdaki sözleriyle karşılaştırın:

“Fakat kaç siyasal önder sayabiliriz ki, gün geçtikçe, dünya sendikacılığı ile ilgilenmek ya da binbir ‘uluslararası demokratik örgüt’ten birine girmek gibi kendi çıkarlarına uygun düşen bir iş yerine, kendini halkının savaşına ilişkin askeri sorunların ciddi ve somut bir incelemesine adamayı tercih etmiş olsun!” Açıktır ki, gerici sendikalarda çalışmayı reddeden bu ve buna benzer ‘sol’ ‘teori’ler, henüz yeteri kadar bilinçlenmemiş işçi yığınlarını ‘gerici liderlerin, burjuvazi ajanlarının, aristokrat işçilerin ya da ‘burjuvalaşmış işçilerin’ etkisine terkettiği için objektif olarak burjuvaziye hizmet etmektedir.” (Adıgeçen yazı)

“Proleter-devrimci hareketin köylü hareketleri karşısındaki görevi; bir, bütün köylülerin, büyük toprak sahiplerine, feodalizmin kalıntılarına karşı yürüttüğü ‘demokratik’ hareketi desteklemek, onu ilerletmek; iki, tarım proletaryasını sanayi proletaryası ile birlikte bağımsız bir sınıf partisi içinde örgütleyerek, onu sosyalist devrim için mücadeleye hazırlamak; bunun yanısıra yoksul köylüyü ve mümkün olduğu ölçüde orta köylüyü tarım proletaryasının yanına yani sosyalizme kazanmak için mücadele etmektir. Proleter-devrimci hareketin esas görüş açısı proletaryanın nihai menfaatleridir. Proleter-devrimci hareketin köylü hareketi karşısındaki tutumunu tayin eden şey de, genel olarak proletaryanın (bu arada tarım proleterlerinin) nihai menfaatleridir.” (Adıgeçen yazı)

“Yukarıda söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, hareketimiz henüz geniş ölçüde bir gençlik ve aydınlar hareketi niteliğindedir, işçi sınıfı temeline dayanmamaktadır. Bilimsel sosyalizmle işçi sınıfının kendinden-gelme hareketi bütünlenememiştir.” (Adıgeçen yazı)

“Eğer, işçi sınıfının ‘hegemonya’sı kendi kendimizi tatmin konusu değilse, onun ‘hegemonya’sını gerçekleştirmek için, en temel görevimizi, proleter-devrimci mücadele ile işçi sınıfı hareketini bütünleme görevimizi yerine getirelim. Eğer Marksizmin M’sinden haberdarsak, gerçek kahramanın halk kitleleri olduğunu, halk kitlelerini, onların ‘sınırsız yaratıcı gücünü’ seferber etmeden ve bu gücü proleter-devrimcilerinin emrine vermeden, işçi sınıfımızın ideolojik, politik ve örgütsel önderliğini gerçekleştirmeden milli demokratik devrimi başaramayacağımızı bilelim ve bunun gerektirdiği eylemlere yan çizmeyelim! Bu eylemin başlıca muhtevası, bu eylemin temerküz noktası ‘en kuvvetli patlama döneminde olduğu gibi, en sakin dönemde de mümkün ve mutlaka gerekli çalışma olmalıdır’, yani ‘hayatın bütün yönlerini aydınlatan ve yığınların mümkün olduğu kadar geniş katları arasında yürütülen siyasi ajitasyon çalışması olmalıdır.’ Bu eylem için başlıca aracımız, İŞÇİ-KÖYLÜ GAZETESİ’dir. İŞÇİ-KÖYLÜ GAZETESİ’ni daha canlı, daha yaratıcı hale getirerek, Türkiye çapında geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyası örgütlendirmeliyiz... Ülke çapında bir siyasi ajitasyonu, bütün çalışmalarımızın temel taşı yapmamız gerekir; bunu mutlaka yapmak zorundayız.” (Adıgeçen yazı)

“Evet, en temel görevlerimizden sağ teslimiyetçi çizgi, ‘ittifak’ adına sosyalist politikadan vazgeçerek kaçıyor; ‘sol’ maceracı çizgi ise aynı şeyi bizi ‘devrimci eğitim’den küçük burjuva terörüne çağırarak, ‘tehlike çanlarını’ çalarak yapıyor! Saflarımızdaki ‘sol’ çizginin görüşleri yazılı hale pek gelmemiştir. Ama, örgütlenmede kendiliğinden-gelmeliğin ve ilkelliğin örgütlenme ilkelerinin savunulması olan ‘militan örgütlenme ve ‘devrimci terör’ gibi görüşleri proleter-devrimci hareketle az çok ilgisi olan herkes bilir. Bu, en geniş alan üzerinde yürütülecek siyasi ajitasyonun yerine ‘heyecanlandırıcı terörizmi’ koymak değil de nedir? Bu, ‘devrimci mücadele ile işçi sınıfı hareketini bir bütün içinde birleştirme yeteneğinden yoksun olan, ya da fırsatını bulamayan aydınların tutkulu öfkesini, kendiliğinden gelmelik önünde boyun eğme’yi ifade etmiyorsa neyi ifade ediyor? Neden bilimsel sosyalist örgütlenme değil de istikrarlı ve sürekli bir yanı olmayan ‘militan örgütlenme’? Çünkü, gerçekte bütün alanları kapsayan bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyası örgütlendirme eylemini başlıca görev olarak kabul etmeyenlere, siyasi mücadeleyi bireysel çıkışlar olarak sınırlandıranlara bilimsel sosyalist bir örgüt değil, ‘militan örgüt’ lazımdır. ‘Ve böyle bir örgüt, ne yazık ki mücadeleye nerede ve nasıl girişeceklerini henüz bizden sormayan ya da seyrek soran yığınlarla birliklerimizin daha sıkı bağlar kurmasını gerçekten önler...” (Lenin)
“Yine bu ‘sol’ çizginin bir yanda proleter-devrimci hareketi bütün yönleriyle kitlelerin siyasi eğitimi görevinden ‘devrimci teröre’ çağırırken, bir yandan da siyasi ajitasyonun yerine, ekonomizmin ‘aşamalı bilinçlendirme teorisi’ni koyması ve ‘kitlelerin polisle çatıştırılarak bilinçlendirileceği’ görüşünü, o ünlü oportünist teoriyi benimsemesi, ekonomizmle terörizmin bağlantısını, ortak kökünü ortaya koyması bakımından önemlidir ve Lenin’in ‘Ekonomistin bitişik kapı komşusu terörist’ demekle ne kadar haklı olduğunu bir kere daha göstermektedir.” (Adıgeçen yazı)

Sonsöz

İbrahim Kaypakkaya gibi, bir dizi olağanüstü niteliğe sahip ve hele Türkiye ortamında ender yetişen yetenekli bir devrimci önderin, tutarlı Marksist-Leninist çizgiyi benimseyememiş olmasının Türkiye devrimci hareketi açısından kaçırılmış bir şans olduğunu söylemek acaba bir abartı sayılabilir mi? Bunun gerçekleşmiş ve Kaypakkaya’nın gerek teori ve gerekse örgütsel pratik alanındaki potansiyelini tam olarak ortaya koyabilecek kadar uzun süre yaşamış olması halinde Türkiye devrimci hareketinin neler kazanmış olacağını ya da bugün nerede bulunacağını sormak ve kestirmeye çalışmak, spekülatif bir faaliyet gibi gözükebilir. Ama, tarihi kitlelerin yaptığını söyleyen Marksizm-Leninizm, asla üstün ve yetenekli bireylerin ve önderlerin rolünü yadsımaz; o yetenekli bireylerin ve önderlerin toplumun gelişme çizgisini, yasalarını ve belli başlı sınıfların konumlarını kavrayabildikleri ölçüde önemli ya da son derece önemli bir rol oynayabileceklerini de söyler. Devrimler tarihi, kritik dönemeçlerde, öncü sınıfa dayanan gerçekten devrimci örgütleri yöneten önderlerin ne denli önemli roller oynayabileceğini bir çok kez göstermiştir. Bu nedenledir ki kendisi de bu aksiyomun bir örneği olan Lenin,
“Tarihte hiçbir sınıf, hareketi örgütleme ve yönetme yeteneğine sahip siyasal önderlerini, ileri temsilcilerini yaratmadan egemen olamamıştır” diyordu. Yukardaki soruya net bir yanıt veremeyeceğimiz kuşku götürmez; ama yaşadığı kendi kendini tasfiye sürecinden çıkabilmek ve yeniden ayağa kalkabilmek için Türkiye devrimci hareketinin İbrahim Kaypakkaya’nın gözüpekliğine, devrimci iradesine, ileriyi görme yeteneğine, sürekli öğrenme tutkusuna ve teorik ve siyasal üretim yapma kapasitesine sahip önderlere, Marksizm-Leninizmle donanmış yeni Kaypakkaya’lara gereksinimi olduğu tartışma götürmez.

 

DİPNOTLAR

(1) Cezayir Komünist Partisi’nin genel sekreteri Beşir Hacı Ali, ulusal kurtuluş savaşının zaferle sonuçlanmasından sonra kaleme aldığı “Cezayir Kurtuluş Mücadelesinden Alınacak Dersler” başlıklı yazısında yaptığı göstermelik ve ikiyüzlü özeleştiride şöyle diyordu:
“Sendikalarda, Komünist Partisinde ve Demokratik Özgürlük Hareketi içinde örgütlenmiş olan işçi sınıfı da önemli bir rol oynamakla birlikte devrimin önderi değildi.” (William J. Pomeroy, Gerilla Savaşı ve Marksizm, Ankara, Ekim Yayınları, 1969, s. 315) Beşir Hacı Ali sözlerini şöyle sürdürüyordu:
“Biz kendi adımıza çeşitli mücadele yollarına başvurma konusu ve kitlelerin belli ekonomik isteklerle ortaya çıkması ihtiyacı üzerine her zaman parmak basıyorduk.” (Aynı yerde, s. 318) Ulusal burjuvazinin örgütü FLN’nin Fransız işgalcilerine karşı gerilla savaşı sürdürdüğü koşullarda, bu savaşıma sırtını dönen ve “ekonomik isteklerle” sürdürülen savaşıma öncelik veren bu sözde komünist partisinin genel sekreteri, silahlı direnişe karşı çıktığını şu utangaç tümcelerle itiraf edecekti:
“Komünist Partisi, şiddete ve silahlı mücadeleye karşı çıkmamakla birlikte, 13 Ocak 1955’de yayınladığı bir uyarı, sömürgecilerin işini kolaylaştıracak belli kişisel eylem biçimlerinden kaçınılmasını söylüyordu. Bu uyarı yanlıştı; çünkü, bu tip eylemlerden kaçınmanın yolu hiç tereddüt etmeden silahlı mücadeleye katılmaktı.” (Aynı yerde, s. 319)

(2) İbrahim Kaypakkaya’nın teorik mirasının en sağlam ve kalıcı bölümü, O’nun ulusal soruna ilişkin saptamalarıdır. O, ulusal sorunu incelerken bütünüyle Lenin ve Stalin’in düşüncelerini esas almış, onların yazı ve analizlerine dayanmış ve dolayısıyla bu sorunu hemen hemen tutarlı Marksist-Leninist bir tarzda ele alabilmiş, hatta bu konuda Türkiye devrimci hareketi içinde çığır açıcı bir rol oynamıştır. Bunu, büyük ölçüde Mao Zedung’un yapıtlarında ulusal soruna ilişkin analiz ve değerlendirmelerin neredeyse hiç bulunmamasına borçlu olduğumuzu söyleyebiliriz. Nüfusunun yüzde 90’ı Han milliyetinden olan Çin’de ulusal sorun, bir halklar hapishanesi olmuş olan ve ulusal sorunun gerek ezen ulus devrimcilerini ve gerekse ezilen ulus devrimcilerini fazlasıyla meşgul ettiği Rusya’dan farklı olarak büyük bir önem taşımıyordu. Mao Zedung’un yapıtlarında ulusal soruna hemen hemen hiç değinmemesi ve değindiği yerlerde Lenin ve Stalin’in formülasyonlarını yinelemenin ötesine geçmemesi, Kaypakkaya’nın ulusal sorun bağlamında Maoizmden etkilenmesi olanağını ortadan kaldırmıştır.

(3) Örneğin, THKP-C’nin kurucusu ve önderi Mahir Çayan Kemalizmi şöyle tanımlıyordu:
Kemalizm, emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin devrimci-milliyetçilerinin bir milli kurtuluş bayrağıdır. Kemalizmin özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizmi bir burjuva ideolojisi, veya bütün küçük-burjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır.
Kemalizm, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm, devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur...
“... Kemalistler için ülkemizdeki, asker-sivil aydın zümrenin jakobenleri diyebiliriz.” (Kesintisiz Devrim, Devrimci Tavır Yayınları, s. 134-36, aç M. Çayan)

(4) Kaypakkaya bu anlayışına uygun olarak Bolşeviklerin Kemalist hareketi desteklemesini “gericiler arasındaki çelişmelerden” yararlanmak olarak açıklarken şunları söylüyordu:
“ÇKP ve Mao Zedung yoldaş, Asya’nın, Afrika’nın ve Latin Amerika’nın geri ülkelerindeki komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarlarını, mesela Yahya Han’ın faşizmini, ABD emperyalistlerine ve Sovyet sosyal-emperyalistlerine karşı niçin destekliyorsa, o dönemde SSCB ve Lenin yoldaş da Kemalistleri onun için destekledi, yani o dönemde daha gerici ve daha büyük düşman olan İngiliz-Fransız emperyalistlerini tecrit etmek için destekledi; yani SSCB ve Lenin yoldaş, gericiler arasındaki çelişmelerden devrimin menfaatine ustalıkla yararlandılar.” (Seçme Yazılar, İstanbul, Ocak Yayınları, 1979, s. 178-79)

(5) İbrahim Kaypakkaya’nın bu dönemde, devrimci gençliğin İTÜ’nün ünlü Saffet Müftüoğlu Amfisi’nde az-çok düzenli aralıklarla yapılan siyasal tartışma toplantılarında, daha sonra THKP-C ile THKO’nu oluşturacak olan Dev-Genç kadrolarının “sol” çizgilerini ve bu arada onların bireysel terörizm doğrultusundaki eğilimlerini, özellikle Lenin’e dayanarak cesaret ve kararlılıkla eleştirdiğini ve hatta bundan ötürü bir kaç kez fiziksel saldırıya hedef olduğunu bugün herhalde pek az kimse anımsamaktadır.

(6) Tabii Kaypakkaya’nın kendisi, TKP (M-L)’nin kitle çizgisi anlayışıyla küçük-burjuva devrimci örgütler olarak gördüğü THKO ve THKP-C’nin kitle çizgisi anlayışları arasında köklü bir fark olduğu kanısındaydı. O, THKO ve THKP-C üzerinden kamulaştırma, adam kaçırma, sabotaj türü eylemleri eleştiren ve reddeden Şafak (=PDA-TİİKP) revizyonistlerini yanıtlarken şunları söylüyordu:
“Yanlış olan, bizzat eylemin biçimi değildir. O eylemi yürütenlerin, yani THKP-THKC ve THKO’nun bir bütün olarak ideolojik ve politik çizgileri yanlıştır, sakattır. İktidar mücadelesinin yerini bizzat sözkonusu eylemlerin almış olması, bu eylemlerin mücadelenin bel kemiğini teşkil ediyor olması yanlıştır, sakattır.” (Aynı yerde, s. 373, aç İ. Kaypakkaya)