Marx-Engels |  Lenin  | Stalin |  Home Page

Garbis Altinoglu

Articles

Karikatür Eylemleri Üzerine Bir Değerlendirme
 Garbis Altınoğlu, 26-27 Şubat 2006


Giriş
Muhammet karikatürleri, İslam dünyasında önemli bir tepkiye ve kitlelerin sokağa dökülmelerine ve Danimarka’nın yanısıra Norveç, İtalya, Almanya, ABD ve İsrail’i hedef alan eylemlere yol açtı. Çoğu barışçı protestolar biçiminde gerçekleşen bu gösteriler yer yer –özellikle Afganistan ve Pakistan’da- ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerine ve onların yerel işbirlikçilerine karşı eylemlere dönüştü.


Gerek ülkemizde ve gerekse dünyadaki sol ve ilerici çevreler ise, değişik sınıfsal ve siyasal güçlerin katıldığı bu yaygın protesto gösterilerine fazla bir değer biçmediler; bu eylemlere gösterilen ilgi, Kasım 2005’te Paris’te patlak veren ve esas itibariyle araba yakma biçimine bürünen ve hemen hemen hiçbir siyasal niteliği olmayan eylemlerin bile çok gerisinde kaldı. Bu yazıda, bu ilgisizliğin yanısıra bazı hatalı yaklaşımları ele alacak ve İslam dünyasını belli ölçülerde ayağa kaldıran ve İslam ülkelerinin sömürülen, ezilen ve aşağılanan kitlelerinin öfkesini yansıtan bu eylemlerin tutarlı demokrasi ve enternasyonalizm açısından nasıl değerlendirilmesi gerektiği ve bu protesto dalgasının içerdiği devrimci potansiyel üzerinde duracağım.


Eylemler
Muhammet karikatürlerine karşı eylemlerin kaba bir sıralaması bize şu tabloyu sunuyor:
1-2 Şubat Çarşamba-Perşembe: Fransa, Almanya, Britanya, İspanya, ABD, İzlanda, İtalya, Belçika, Portekiz, İsviçre, Bulgaristan, Macaristan gazeteleri daha önce Jyllands-Posten’de yayımlanan karikatürleri sayfalarında yeniden verdiler.
2 Şubat Perşembe: Gazze’de AB ofisini kapatan –İslami Cihad’a ve El-Aksa Şehitleri Tugayı’na bağlı- silahlı Filistinliler Avrupalılar karikatürlerden dolayı özür dileyene kadar ofisin kapalı kalacağını söylediler.
3 Şubat Cuma: Bağdat’ta ve Basra’da binlerce Iraklı Cuma namazının ardından yaptıkları gösterilerde karikatürleri kınadılar ve Danimarka bayrakları yaktılar. Endonezya’nın başkenti Cakarta’da İslam Savunucuları Cephesi’ne bağlı 100 kadar gösterici Danimarka elçiliğinin bulunduğu binaya saldırdı ve binaya taş, domates ve çürük yumurta attı.

4 Şubat Cumartesi: Suriye’de göstericiler Danimarka elçiliğini taşa tuttuktan sonra Norveç elçilik binasını ateşe verdiler. Göstericilerin Fransız elçiliğine girme girişimi ise sonuçsuz kaldı.

5 Şubat Pazar: Beyrut’ta göstericilerin Danimarka elçiliğine yaptığı saldırıda 1 gösterici öldü, 30 gösterici yaralandı ve 200 gösterici tutuklandı.

3,000 dolayında Afganlı Danimarka bayrağını yaktı ve Jyllands-Posten gazetesi editörlerinin İslama hakaretten ötürü yargılanmasını istedi.

6 Şubat Pazartesi: Karikatürleri protesto eden yüzlerce Afganlı göstericiye polisin ateş açması sonucu 4 gösterici öldü ve en az 19 gösterici yaralandı. 2,000 gösterici, ABD’nin Bagram’daki en büyük üssüne zorla girme girişiminde bulundu. Çıkan çatışmada 2 gösterici ölürken, 5 gösterici ve 8 polis yaralandı. Kandahar, Kabil, Mezar-ı Şerif ve kuzeydoğudaki Tahar eyaletinde Batı karşıtı gösteriler yapıldı.

Somali’nin değişik kentlerinde Batı karşıtı sloganların atıldığı bir dizi gösteri yapıldı. Bosaso adlı liman kentindeki gösteride 14 yaşındaki bir çocuk yaşamını yitirdi.

Hint işgali altındaki Keşmir’de karikatürleri protesto amacıyla genel grev yapıldı.

Tayland’ın başkenti Bangkok’ta Danimarka elçiliği önünde gösteri yapıldı.

Gazze’de AB merkezi önünde protesto eylemi yapıldı.

Güney Irak’taki Kut kentinde yürüyüşe geçen binlerce gösterici Danimarka, Almanya ve İsrail bayraklarını yaktı. Karikatürleri yayımlayan ülkelerle diplomatik ve ekonomik bağların kesilmesini isteyen göstericiler, Irak’ta bulunan 530 Danimarka askerinin ülkeden çekilmesini istediler.

Endonezya’nın 4 kentinde protesto gösterileri yapılırken, ülkenin ikinci büyük kenti Surabaya’da 300 gösterici polisle çatıştı.

Tahran’da polis, “Allah-ü ekber!” ve “Amerika’ya ölüm!” sloganları atarak Danimarka elçiliğine girmeye çalışan 1,000 dolayında göstericiyi püskürttü. Çatışmada 9 gösterici yaralandı.

Cezayir’in başkenti Cezayir’de 2,000 kişinin katıldığı gösteride Danimarka ve ABD bayrakları yakıldı.

Kahire’deki El Ezher Üniversitesinde binlerce öğrenci bir protesto gösterisi yaptı.

7 Şubat Salı: Afganistan’ın kuzeyindeki Maymana kentinde, Norveçli NATO “barış” gözlemcilerinin bulunduğu bir üssün önünde protesto eylemi yapan kitleye polisin ateş açması sonucu 4 gösterici yaşamını yitirdi. Norveç askerleri göstericilere karşı göz yaşartıcı gaz kullanırken, NATO halka gözdağı vermek amacıyla kent üzerinde F-16 uçakları uçurdu ve bölgeye takviye yolladı. Mihtarlam kentinde göstericilerle polis arasında çıkan çatışmada 2 gösterici yaşamını yitirirken 1 gösterici ve 2 polis de yaralandı. Kabil’deki Danimarka elçiliği önünde gösteri yapan kitle ABD’ni ve kukla başkan Hamit Karzai’yi lanetledi.

Pakistan’ın Peşaver kentinde 5,000 gösterici ABD’ni protesto etti.

8 Şubat Çarşamba: ABD, İran ile Suriye’yi gösterileri kışkırtmakla suçladı.

Afganistan’ın güneyindeki Kalat kentinde yüzlerce kişinin bir ABD üssüne doğru yürüyüşüne ateş açan polis 2 kişiyi öldürdü. Çatışmada 10 gösterici ile 4 polis de yaralandı.

9 Şubat Perşembe: Beyrut’ta yağmur ve rüzgar altında yapılan ve polise göre 400,000, Hizbullah’a göre 700,000 kişinin katıldığı gösteride “Amerika’ya ölüm!” ve “İsrail’e ölüm!” sloganları atıldı.

10 Şubat Cuma: Kenya’da Danimarka elçiliği önünde gösteri yapan kitleye polis ateş açtı.

Bengladeş’de yapılan protesto eyleminde 10,000 kişinin Danimarka elçiliğine doğru yürüyüşe geçmesi üzerine kitleyle polis arasında çatışma çıktı.

Mısır’ın değişik kentlerinde binlerce göstericiyle onları dağıtmak için basınçlı su ve göz yaşartıcı gaz kullanan polis arasında çatışmalar yaşandı.

Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da 3,000, Pakistan’ın başkenti İslamabad’da 5,000, Hindistan’ın başkenti New Delhi’de 6,000 kişinin katıldığı gösterilerde Danimarka, ABD ve AB lanetlendi.

Berlin’de yayımlanan Tagesspiegel adlı gazetenin sakalları uzamış ve bıyıklı 4 İranlı futbolcuyu bellerine patlayıcı madde bağlamış intihar eylemcileri olarak gösteren bir karikatür yayımlaması, İran’ın protestosuna yol açtı.

14 Şubat Salı: Gösterilerin yasaklanmasına rağmen yürüyüşe geçen kitleye polisin ateş açması sonucu Pakistan’ın Lahor kentinde 2 kişi öldü.

15 Şubat Çarşamba: Norveç telefon şirketi Telenor, bir ABD fast-food restoranının yanısıra bazı yabancı bankaların saldırıya uğradığı Pakistan’da 3 gösterici daha yaşamını yitirdi.

16 Şubat Perşembe: Pakistan’ın Karaçi kentinde yapılan protesto eylemine 50,000 kişi katıldı.

17 Şubat Cuma: Hindistan’da binlerce Müslüman gösterici polisle çatıştı.

Pakistan’ın başkenti İslamabad’daki şiddetli gösteriler üzerine Danimarka, bu ülkedeki elçiliğini kapattı.

18 Şubat Cumartesi: Müslüman göçmenlere “Ali Baba” diyerek hakaret eden neo-faşist İtalyan bakan Roberto Calderoli’nin sözkonusu karikatürleri bastırdığı bir T-şörtle poz vermesi Libya’nın Bingazi kentinde protesto edildi. İtalyan konsolosluğu önünde yapılan gösteriye ateş açan Libya polisi 11 göstericiyi öldürdü.

Pakistan’ın Pencap eyaletinin Chiniot kentinde yollara barikat kuran ve polise taş atan göstericilerin üzerine ateş açan polis 4 kişiyi yaraladı.

19 Şubat Pazar: Nijerya’da yapılan protesto gösterileri Müslüman-Hristyan çatışmasına dönüştü; olaylarda en az 15 kişi öldü, dükkanlar ve kiliseler yakıldı.

Hükümetin bir önceki gün tüm gösterileri yasaklamasına rağmen başkent İslamabad’da sokağa çıkan ve Başkan Müşerref’i ABD uşağı olmakla suçlayan binlerce göstericiyi dağıtmak için polis göz yaşartıcı gaz ve kauçuk mermi kullandı.

Karikatür olayının arkasında ABD’nin bulunduğunu ileri süren İslam Savunucuları Cephesi’ne bağlı 400 dolayında gösterici, Endonezya’nın başkenti Cakarta’daki ABD elçiliğini taşa tutu.

21 Şubat Salı: Pakistan’ın Afganistan sınırına yakın Bervent kentinde toplanan 2,000’i aşkın gösterici “Amerika’ya ölüm!”, “Danimarka’ya ölüm!” sloganları eşliğinde yürüdü.

Irak’ın Kerbela kentinde 10,000 kişinin katıldığı gösteride Danimarka bayrağı yakıldı ve Danimarka’yla ilişkilerin kesilmesi talep edildi.

26 Şubat Pazar: Nijerya’da geçen haftadan bu yana devam eden Müslüman-Hristyan çatışmasında ölenlerin sayısı 100’ü aştı. (1)

Pakisan’ın en büyük kenti Karaçi’de yetkili makamların yasaklamasına ve asker ve polisin gövde gösterisine rağmen toplanan 25,000 gösterici “Amerika’ya ölüm!” ve “Avrupa ülkeleriyle diplomatik ilişkiler kesilsin!” sloganları attılar.

Hong Kong’da 3,000 Müslüman barışçı bir protesto eylemi yaptı.

İslami öfkenin siyasal niteliği
Sözkonusu protesto dalgasının devrimci ya da az-çok tutarlı demokratik bir önderliğe sahip olmadığı ve yer yer bazı gerici İslami örgütler, hatta kitlelerin öfkesini denetim altında tutmak/ yönlendirmek, -Nijerya’da olduğu gibi- iç çatışmaları körükleyerek kendi konumlarını pekiştirmek isteyen ya da emperyalist efendilerinden daha fazla ödün koparmak isteyen gerici egemen sınıf ve klikler tarafından yönlendirildiği söylenebilir. ABD’nin saldırı hedefi olan Suriye ve İran gibi ülkelerde gerçekleştirilen eylemlerin de bir ölçüde güdümlü olduğu düşünülebilir. İslam ülkeleri işçi sınıfı ve emekçilerinin komünist, devrimci öncü güçler tarafından yönetilmedikleri koşullarda bunun böyle olması kaçınılmazdır. Ne var ki, bu olumsuz subjektif koşullara rağmen, Muhammet karikatürlerini protesto biçiminde başlayan gösterilerin özellikle Afganistan, Irak, Pakistan ve Lübnan’daki ve bir ölçüde Suriye ve İran’daki protesto eylemlerinin zamanla ABD ve AB emperyalistlerini ve İsrail’i ve onların yerel işbirlikçilerini hedef aldığı ya da almaya başladığı görülüyor.
Tutarlı demokratlar ve enternasyonalistler bu olaya sadece basın özgürlüğü ya da Muhammet karikatürlerini protesto eylemleriyle sınırlı bir perspektiften bakamazlar ve bakmamalıdırlar; Afganistan ve Irak’ın işgal altında olduğu, Filistin’in Siyonist devlet terörünün kıskacında tutulduğu, emperyalist gangsterlerin Suriye ve İran’a yönelik saldırı hazırlıklarını sürdürdüğü, İslam dünyasını kendi emperyal çıkarlarına göre yeniden dizayn etme yolundaki planlarını küstahça açıklayan ABD’nin bölgedeki askeri varlığını arttırdığı, Arap ve İslam ülkelerinin büyük çoğunluğunun sırtlarını ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerine dayamış ve iliğine değin çürümüş işbirlikçi burjuva/ burjuva-feodal klikler tarafından yönetildiği vb. koşullarda İslam dünyası işçi sınıfı ve halklarının kökü tarihin derinliklerinde yatan meşru bir öfkeyle dolup taşması ve bazan çok da rasyonel olmayan tepkiler vermesi tamamen doğaldır. Başını Washington’un çektiği Batılı emperyalistlerin küstahça müdahale ve saldırganlığının süreceği gözönüne alındığında bu, sözkonusu meşru öfkenin önümüzdeki aylar ve yıllarda değişik vesilelerle yeniden ve yeniden patlak verebileceği/ vereceği anlamına da gelir. Aslına bakılırsa, emperyalist burjuvazi ve özellikle ABD-İsrail-Britanya şer ekseni, Müslüman emekçi kitlelerinin devrimci potansiyelini sol ve devrimci güçlerden çok daha iyi kavramış durumdadır. Sözkonusu eksenin uzun süredir “uygarlıklar çatışması”na ilişkin demagoji yoluyla Müslüman ve Hristyan işçi ve emekçiler arasında bir uçurum yaratmaya çalışıyor, Müslüman emekçi kitleyi hedef alan yoğun bir dezenformasyon ve saptırma çalışması sürdürüyor olması, sadece Irak’ta değil, İslam dünyasının genelinde farklı etnik kökenlerden ve Şii ve Sünni inançlardan işçi ve emekçiler arasındaki çatışmaları körüklemesi, bin Ladin, Zarkavi gibi ne idüğü belirsiz kişilerin ve kendi istihbarat örgütlerinin gerçekleştirdiği gerici terör eylemlerini kullanarak İslam halklarının meşru direnişlerini karalamaya çalışması vb., bunun göstergesidir. Bu bağlamda, Irak’ın Samara kentindeki Askeriye türbesine 22 Şubat’ta yapılan provokatif saldırının ardından ABD, Britanya İsrail istihbarat örgütlerinin ve onların hizmetindeki işbirlikçi güçlerin yıllardır körüklemekte oldukları Şii-Sünni çatışmasını açık bir iç savaşa dönüştürme yolundaki girişimlerini hızlandırmaları, sadece ABD ve ortaklarının Irak direnişini zayıflatma planlarıyla asla açıklanamaz. (2) Bu karşı-devrimci atak,

a) neo-faşist şer ekseninin Şii-Sünni gerilimini kullanarak İran’a (ve Suriye’ye) karşı hazırladığı saldırı savaşı için daha avantajlı bir konum elde etme hesaplarıyla ve
b) Muhammet karikatürlerinin arkasından patlak veren değişik ulus ve mezheplerden Müslüman emekçilerin protesto eylemlerinin güçlendirdiği anti-emperyalist bilinci ve birleşik cephe eğilimini baltalama ve tersine çevirme planlarıyla açıklanabilir ancak.

Proletaryanın devrimci enternasyonalist bakış açısıyla aydınlatılamadığı ya da az-çok tutarlı bir anti-emperyalist önderliğe kavuşturulamadığı koşullarda, İslam bayrağı altında girişilen böylesi kitle eylemlerinin, emperyalist ve gerici burjuvazi ve onların ajanları tarafından rayından saptırılması ve kendi gerici amaçları için kullanılması olanaklı olduğu gibi, bu tür eylemlerin bölgedeki Hristyan azınlıkları, “rakip” mezheplerden emekçileri, demokratik değerleri, devrimci güçleri, kadın haklarını hedef alması ve kör terör eylemlerine dönüşmesi de pekala olanaklıdır. Ve bu, belli ölçülerde böyle olmaktadır da. Zaten, şer ekseni ve onun uzantıları da bunun böyle olması için adeta fazla mesai yapmakta ve ellerinden geleni ardlarına koymamaktadırlar. Buna, bölge halklarının emperyalizme ve Siyonizme ve onların çürümüş yerli işbirlikçilerine karşı birikmiş öfkesini kullanarak kendi iktidarlarını pekiştirmek ve “ulusal birlik” görüntüsü altında işçiler ve emekçiler üzerindeki boyunduruklarını sürdürmek isteyen İran, Suriye gibi ülkelerin gerici burjuvazisinin entrikaları ve Tahran ve Şam’daki gibi -emperyalist sistemle bağları görece gevşek- gerici burjuva rejimler kurmak isteyen El-Kaide türü örgütlerin demagojik manevraları eklenmelidir. Bilimsel sosyalizmin rehberliğinden yoksun ve onlarca yıldır süren baskı, sömürü, işgal, emperyalist terör ve aşağılamanın hedefi olmuş olan ve kendilerini dörbir yandan kuşatılmış hisseden yoksul Müslüman emekçilerin, anarşizme özgü kör terör eylemlerine yatkın bir ruh hali içinde olması da emperyalistlerin ve Siyonistlerin ve onların burjuva rakiplerinin işini kolaylaştırmaktadır. Güçsüzlük ve çaresizlik duygusu, Filistin’in intihar eylemcilerinin durumunda olduğu gibi bir dizi İslami renkli direniş örgütünü –ne yazık ki, yer yer emperyalist istihbarat örgütlerinin manipülasyonlarına açık- hatalı eylemlere sürüklemektedir. Lenin, “Anarşizm umutsuzluğun sonucudur” (“Anarşizm ve Sosyalizm”, Marks, Engels, Lenin, Anarşizm ve Anarko-Sendikalizm, Ankara, Sol Yayınları, 1979, s. 230) derken herhalde bu ruh halini kastetmişti. Ancak bütün bu sayılanlar, tutarlı demokrat ve enternasyonalist güçlerin, Müslüman emekçilerin devrimci potansiyelini küçümsemelerini, hatta daha da kötüsü yok saymalarını asla haklı çıkarmaz. Tam da burada bazı hatalı yaklaşımlara değinmem gerekiyor.


Bazı hatalı yaklaşımlar
O halde şimdi, girişteki soruya dönebilir ve yüzbinlerce insanı kucaklayan ve yüzmilyonlarca insanın ilgi ve sempatisinin odağı olan bu eylemler karşısında Türkiye’deki ve dünyadaki sol ve devrimci hareketlerin gösterdiği göreli ilgisizlik ve duyarsızlığın nedeni üzerinde durabiliriz. Bunun temelinde, proletaryanın devrimci enternasyonalist bakış açısını içselleştirmiş komünist partilerinin olmayışı ya da son derece zayıf oluşu, burjuvazinin dünya görüşünün etkisinden tam olarak kurtulamamış olan varolan sol ve devrimci hareketlerin bakış açılarının buna ek olarak Oryantalist-sömürgeci mantıkla sakatlanmış olması yatmaktadır. Öte yandan, din ya da siyasal din ile anti-komünizm ve siyasal gericilik arasındaki tarihsel bakımdan güçlü bağların siyasal İslama karşı –haklı olarak- mesafeli bir duruşa yol açtığı ülkemiz özelinde sol ve devrimci hareketlerin Kemalist-laisist bakış açısının etkisinden kendilerini hala tam olarak arındıramamış oldukları gözönüne alınmalıdır. Türkiye devrimci hareketi içinde yer alan grupçuklar, işte genel olarak bu ideolojik bagajın, ama aynı zamanda yaşamakta oldukları kendi kendini tasfiye sürecinin etkisiyle olsa gerek, Muhammet karikatürleri vesilesiyle ortaya çıkan kitlesel öfke karşısında herhangi bir pratiksel adım atmamayı ve ihtiyatlı ve pasif bir tutum takınmayı yeğlediler. (3)
Ama bölgemizde bu konuda daha geri tutumlara da rastlandığını belirtmek gerekir. Örneğin, Avrupa’yı siyasal İslama karşı teslimiyetçi bir tutum takınmakla suçlayan ve safını “uygar” ve “laik” Avrupa’dan yana belirleyen İran Komünist İşçi Partisi-Hikmetist adlı örgüt, 2 Şubat tarihli “İslamcıların vicdan ve anlatım özgürlüğüne saldırısını püskürtelim! İslamcıların saldırganlığına karşı durulmalıdır!” başlıklı açıklamasında şunları söylüyordu:
“İslami gericilik, Muhammet Peygamberin bir kaç karikatürünün yayımlanmasını, batı basını ve medyasına gözdağı vermek ve onların özgürlüklerini kısıtlamak için kullanmıştır. Suudi Arabistan’ın mali desteği ve Bin Ladin ve (İran- b. n.) İslam Cumhuriyeti yanlısı güruhların tehdidi üzerine kafasız ve fanatik zorbalar, Avrupa’daki anlatım ve vicdan özgürlüğünü hedef almışlardır. Bu saldırı yerle bir edilmelidir…”

Benzer bir tutum sergileyen Recep Maraşlı 9 Şubat tarihli ve “Ortadoğu gericilikleri kitle tabanlarını neden şahlandırıyor?” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“Danimarka, Norveç ve Fransa’daki bazı gazetelerde yayınlanan karikatürlerle Hz. Muhammed’e hakaret edildiği, İslâm aleminin bundan rencide olduğu ve bu nedenle öfkeli Müslümanların tepkilerinin büyüdüğü haberlerini kaygıyla izliyorum. Tepkiler makul demokratik protestolar olmaktan çıkıp, kitle terörüne, yakıp yıkmalara dönüştü. Büyükelçilikleri ateşe veren kalabalıkları görünce Sivas’ta Madımak otelini yakanlar, Trabzon’da bir papazın vurulduğunu duyunca da 6-7 Eylül olayları aklıma geliyor…
“Bugün bu tip operasyonların Şam ve Tahran başta olmak üzere Ortadoğu gericiliklerince ve onların uzantıları tarafından zamandaş olarak tezgahlandığı bir gerilim izlediğimizi düşünüyorum.”
PENa Kurd’un 23 Şubat tarihli bildirisinin içeriği de bu iki kaynağınkine paralel. ANF haber ajansının haberine göre,
“PENa Kurd Merkezi son günlerde karikatür krizini bahane eden çevrelerin samimi olmadığını, buna inananların da alet olduğunu belirtti...

Bu rejimlerin ülkelerinde yaşanan insan hakları alanındaki ihlalleri ve sebep oldukları yoksulluğu gizlemeye çalıştıklarını belirteren PENa Kurd, şiddet olaylarının bu rejimler tarafından bilinçli olarak geliştirildiğini savundu...

Kürt yazarları olarak Danimarka'ya sivil toplum örgütlerinin kalesi olarak baktıklarını, gelişen ekonomisi ve özgürlüklere yaklaşımı da bunu gösterdiğini ve bu çerçevede örnek alınması gerektiği belirtildi.”
Marksist-Leninistler ve proletaryanın sınıf bilinçli öncüleri materyalisttirler; dolayısıyla onlar ideolojik planda idealizmin bütün türlerine ve bu arada dine kesinkes karşı olmakla kalmayıp, sömürücü sınıfların ve onların devletinin dini ve diğer idealist saçmalıkları işçileri ve diğer sömürülen emekçileri uyuşturmak, onların devrimci ve anti-kapitalist sınıf savaşımlarını frenlemek ve bastırmak için kullandıklarını bilirler. Bu bakımdan onlar, DHKC’nin söylediğinin aksine Muhammet’i ve onun kişiliğini “halkın değeri” olarak görmezler. (4) Dahası onlar, anlatım ve basın özgürlüğü de içinde olmak üzere dünyanın büyük burjuva-demokratik devrimlerinin aristokrasiye, krallığa ve onların manevi desteği olan dinsel gericiliğe karşı savaşımında elde ettiği mevzileri titizlikle savunurlar. Öte yandan Marksist-Leninistler–tarihsel deneyimin de pek çok kez doğrulamış olduğu gibi- emperyalizme, faşizme, militarizme ve kapitalizme karşı gerçek ve tutarlı savaşımın ancak sosyalizm bayrağı altında ve işçi sınıfının önderliğinde verilebileceğini, en radikal ve devrimci küçük-burjuva hareketlerin bile meta üretiminin ve kapitalizmin çerçevesini aşamayacaklarının bilincindedirler. Hiçbir zaman az-çok tutarlı demokratik bir programa sahip olamamış ve olamayacak olan ve geleceğin toplumunu yüzlerce yıl öncesinin dinsel kurallarına dayanarak inşa etmeyi öneren İslami direniş hareketlerinin program ve siyasal çizgilerinin ise küçük-burjuva demokrasisinin bile gerisinde olduğu açıktır.

Ne var ki bu, proletaryanın sınıf bilinçli öncüsünün, dinsel renge bürünmüş/ dinsel bir biçim almış siyasal akımların belirli tarihsel koşullar altında, ezilen halkların emperyalizme ve uşaklarına karşı savaşımında objektif olarak belirli bir ilerici rol oynayabileceği gerçeğini reddettikleri anlamına gelmez. Latin Amerika’da bazı ilerici din adamlarının 1960’lardan bu yana, ABD destekli gerici-faşist diktatörlüklere karşı “kurtuluş teolojisi” öğretisine dayanarak karşı durmalarının, 1960’larda Vietnam’da ABD emperyalistlerine ve işbirlikçilerine karşı direnen Budistlerin, Lübnan’da İsrail’e karşı 1978-2000 yılları arasında başarılı bir gerilla savaşı yürütmüş olan Hizbullah’ın ya da bugün Irak’ta, Filistin’de ve Afganistan’da ABD ve ortaklarına karşı siyasal İslam bayrağı altında direnen örgütlerin sınırlı ve koşullu ilerici niteliğini reddetmek, bu görüşlerin sahiplerini ister istemez dünya işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı ve sözde demokrat ve laik, ama aslında en gerici dinsel akımların destekçisi olan emperyalizmle ve hatta İslam düşmanlığını yaygınlaştırmaya çalışan neo-faşist akımlarla buluşturur.

Ne yazık ki, İKİP-Hikmetist, Recep Maraşlı ve PENa Kurd, objektif olarak bu konuma düşmüşlerdir. Asalak hale gelmiş, çürümüş ve kokuşmuş kapitalizm, yani emperyalizm çağında, dünyaya egemen olan bir avuç “ileri” ülkenin tekelci burjuvazisi, dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu soymakta, ezmekte, tüm dünyaya siyasal gericilik ihraç etmekte, yığınları görsel ve yazılı basın üzerindeki tekelci denetimi aracılığıyla uyuşturmakta ve aldatmakta ve kendilerine karşı koymaya yeltenen herkesi ve herkesi acımaksızın modern teknolojinin ürünü olan kitle imha silahlarıyla ve kolları dünyanın her yanına uzanan istihbarat örgütleri eliyle etkisizleştirmek ve yoketmekte zerrece duraksamamaktadır. Emperyalizm çağında mali sermaye ve onun devlet aygıtları, demokrasinin baş düşmanı, siyasal gericiliğin bütün türlerinin esas kaynağıdırlar. Özgürlüklerin ve uygarlığın kalesi olarak sunulan Batı Avrupa’nın tekelci sermayesinin prateğeni bir göz atalım. Bugün bu asalak katman, işçi sınıfının yüzyıllar süren savaşımları sonucu kazanılan demokratik özgürlükleri ve ekonomik mevzileri “terörle savaşım” gerekçesiyle budamıyor, genç kuşakları fiziksel ve zihinsel bakımdan dejenere etmiyor, dinsel gericiliği teşvik etmiyor, militarizmi, ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını geliştirmiyor, ABD ile birlikte değişik ülkelere (Yugoslavya, Haiti, Kongo, Fildişi Kıyısı vb.) askeri müdahalede bulunmuyor, Afganistan’ın işgaline katkı yapmıyor, İsrail’e sistematik biçimde para ve silah yağdırmıyor, Lübnan’ı istikrarsızlaştırmak için çaba harcamıyor, “renkli devrimler” gerçekleştirmek için ABD ve İsrail’le işbirliği yapmıyor, HAMAS’ı işbaşına getirdiği için Filistin halkını tehdit etmiyor, İran’a ve Suriye’ye karşı savaş açmak için elinden geleni yapmıyor mu? Batı Avrupa emperyalistleri onyıllar boyunca Güney Afrika’nın iğrenç apartheid rejimini, 1960’lardan 1990’lara kadar Kongo’yu kana bulayan Mobutu Sese Seko diktatörlüğünü desteklemediler mi? Onlar, Ruanda’da 1994’de yaşanan ve 800,000 kişinin yaşamını yitirdiği söylenen jenosidde ve Irak’a uygulanan 1 milyondan fazla insanın ölümüne yol açan BM ambargosunun yaşama geçirilmesinde rol oynamadılar mı? Aseem Shrivastava’nın dediği gibi,
“Uygarlık, sadece görgü kurallarından, hayvanları utandıracak bir vahşeti gözlerden saklayan temiz ve düzgün dış görünümden ibaret değildir. İslam ülkelerindeki karikatür-karşıtı gösterilerde barbarca davranışlar hiç olmazsa herkesin gözleri önünde yapılıyordu. Ama, eğer örgütlü kötülüğün boyutlarına sadece arasıra göz atmanıza izin veriliyor ve gayrı insani kılınmış yoksunluğun buzdağı sadece arasıra su yüzüne çıkıyor ve bizleri, uyku ilacı verilmiş bebekler gibi uyutmaya yetecek bir süre boyunca yeraltında kalıyorsa, yeni bir ifşaat dizisi ortaya çıkana kadar, uygar toplumların gemi azıya almış ve köklü barbarlığı nasıl görülebilecek?”

İKİP-Hikmetist, Recep Maraşlı ve PENa Kurd gibi düşünenlerin savlarının tersine, İran gibi bazı istisnalar bir yana konacak olursa, -Türkiye de içinde olmak üzere- Ortadoğu’daki ve diğer geri ve bağımlı ülkelerdeki gerici ve faşist rejimler- öndegelen emperyalist devletlerle çatışma konumunda değillerdir; tam tersine onlar, “kendi” işçi sınıfı ve halklarına karşı ABD ve ortaklarıyla birleşik bir cephe oluşturmuşlardır. Bu bağlamda, 6-7 Eylül türü olaylar da salt yerel gerici kliklerin marifeti olmayıp, emperyalist planlarla yakından ilişkilidirler. (5) Dolayısıyla, İslam ülkeleri işçi sınıfları ve halklarının, Muhammet karikatürleri vesilesiyle ayağa kalkmaları ve sokaklara dökülmelerinin, ırkçı ve emperyalist önyargılarını kışkırtmak suretiyle Batı Avrupa işçi sınıfını yeni askeri maceralara hazırlamaya hizmet ettiği savı kısmen doğru olsa bile, esas itibariyle yanlıştır. Sözkonusu karikatürlerin bu amaçla yayımlanmış olması, emperyalist çevrelerin hesaplarının tuttuğu anlamına gelmiyor. Yüzbinlerce, milyonlarca Müslüman emekçinin ayağa kalkmış olması, hem başını ABD, Britanya ve İsrail’in çektiği dünya emperyalizmi, hem de Ortadoğu gerici rejimleri için önemli bir potansiyel tehdit oluşturmaktadır. Ortadoğu başta gelmek üzere İslam ülkeleri işçi ve emekçilerinin –şimdilik- görece geri taleplerle de olsa sokağa dökülmelerinin siyasal gericiliği güçlendireceği düşünülebilir mi? Emperyalist burjuvazinin bölgeyi savaş alanına dönüştürdüğü koşullarda, ülkelerinde bir yaprağın kımıldamasından bile korkan gerici ve işbirlikçi rejimlerin, halihazırda devrimci ya da demokratik bir önderlikten yoksun olsalar da bu yığınların gösterilerinden rahatsız olmayacakları ileri sürülebilir mi? Bu sorunun yanıt, kesin bir hayır’dır.

Bu ülkelerin yoksul ve ezilen işçileri, köylüleri, gençleri ve işsizlerinin, bütün ulus, din ve mezhep farklılıklarını bir yana koyarak proletaryanın devrimci bayrağı altında toplanması ya da hatta güçlü bir birleşik anti-emperyalist cephe oluşturması olasılığı, Afganistan ve Irak bataklıklarında debelenen Amerikan neo-faşistlerini ve onların “uygar” Avrupalı ortaklarını daha şimdiden kaygılandırmaktadır. Bu koşullarda devrimci ve ilerici insanlığın görevi asla “uygarlık”, “laisizm” ya da “demokrasi”yi savunma adına, saflarındaki derin ayrımları, hatta yer yer uzlaşmaz karşıtlıkları hesaba katmaksızın İslami renkli tüm siyasal hareketleri, genel olarak “siyasal İslam”ı hedef tahtasına oturtmak olamaz; onların ivedi görevi İran’a ve İran üzerinden tüm İslam dünyası halklarına karşı uzun bir savaşa hazırlandığını açıkça ilan eden ve elleri milyonlarca ve milyonlarca işçi ve emekçinin kanlarıyla lekelenmiş olan emperyalist haydutların önünü kesmek ve bu amaçla dünya işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı olan ABD-İsrail-Britanya eksenine ve onların ortak ve uşaklarına karşı en geniş anti-emperyalist cepheyi oluşturmaktır. ABD ve Batı Avrupa tekelci burjuvazisinin, Hristyan işçi ve emekçilerle Müslüman işçi ve emekçiler arasında sahte bir kamplaşma ve çatışma ortamı yaratma ve böylelikle kitle temelini genişletme ve faşizme yönelme yolundaki atağının önüne de ancak böylelikle geçilebilir. Ezilen halkların gerçek kurtuluşu ancak, bütün ulus, milliyet, din ve mezheplerden işçileri ve diğer sömürülen emekçileri emperyalizme, faşizme, militarizme ve kapitalizme karşı tek bir cephede birleştirebilecek komünist partilerinin önderliğinde yürütülecek bir kavgayla, sömürülen insanlığın iktidarını kuracak olan sosyalist devrimle sağlanabilecektir.


DİPNOTLAR
(1) 120 milyonluk nüfusunun kabaca yarısı Müslüman ve yarısı da Hristyan olan Nijerya’da egemen sınıflar öteden beri, İngiliz sömürgecilerinin ve emperyalistlerinin geleneğini sürdürerek gerek Müslümanlarla Hristyanlar, gerekse de farklı etnik gruplar (Yoruba, Hausa, İbo vb.) arasındaki çatışmaları sistemli olarak kışkırtmaktadırlar. Dolayısıyla, sadece 1999’dan bu yana farklı topluluklar arasındaki çatışmalarda 10,000’den fazla insanın yaşakmını yitirdiği Nijerya’nın durumunun büyük ölçüde kendine özgü bir nitelik taşıdığı unutulmamalıdır.


(2) ABD emperyalistlerinin kendi kontrgerilla öğretileri doğrultusunda eğittiği Özel Harp Dairesinin şeflerinden Tümgeneral M. Cihat Akyol’un Mart 1971’de yayımlanan makalesinde dile getirdiği görüşler Pentagon’un taktikleri konusunda bir fikir vermektedir. Akyol, Özel Harp Dairesinin başında bulunduğu sıralarda, Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde yayımlanan “Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat” adlı yazısında şöyle diyordu:
“Halkı mukavemetçilerden (direnişçilerden- b. n.) ayırmak için, sanki ayaklanma kuvvetleri yapıyormuş gibi, müdahale kuvvetlerince zulme kadar varan haksız muamele örnekleri ile sahte operasyonlara başvurulması tavsiye edilir.” (Aktaran M. Emin Değer, CIA, Kontrgerilla ve Türkiye, 1978, Ankara, 1978, s. 145) Bu metodların gerek ABD tarafından dünyanın pek çok köşesinde, gerekse de Türk gericileri tarafından Kürdistan’da ve başka yerlerde sistematik bir biçimde uygulandığı biliniyor.
(3) Aslında Türkiye devrimci hareketi, görece güçlü olduğu dönemlerde de, bazı alanları ve konuları gerici İslamcı hareketlere ve faşistlere terketme gibi hatalı bir geleneğe sahipti. Örneğin, Irak’ta öteden beri ezilen bir milliyet konumunda bulunan Türkmenlerin, Kuzey Kafkasya’da Rus emperyalizmine karşı 1990’lardan bu yana kahramanca bir direniş sergileyen Çeçenlerin, Yugoslavya’da 1990’lardaki iç savaş sırasında özellikle Sırp gericilerinin saldırılarına hedef olan Boşnakların, Türkiye’de de önemli ölçüde yankılanan dramları, hemen hemen hiçbir zaman bu hareketin gündemine girmemiştir. Herhalde Lenin’in, Ne Yapmalı? adlı ünlü yapıtında sosyal-demokratların (=komünistlerin) kime yönelirse yönelsin her türlü haksızlığa karşı çıkmasının mutlak zorunluluğunu belirttiği aşağıdaki sözlerini anımsatmanın yeridir:
“Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, bütün zorbalık, zulüm, şiddet ve suistimal olaylarına karşı tepki gösterecek biçimde eğitilmemişlerse işçi sınıfının bilinci gerçek siyasal bilinç olamaz. Dahası bu tepki, başka bir görüş açısından değil, Sosyal-Demokratik açıdan bir tepki olmalıdır.” (Selected Works, Londra, Lawrence and Wishart, 1936, Cilt II, s. 88)

(4) Bakınız DHKC Enternasyonal’in 7 Şubat tarihli “Karikatür değil halklara düşmanlık” başlıklı açıklaması. Muhammet’in geniş Müslüman kitleleri tarafından saygıdeğer bir kişilik olarak kabul edilmesi, onu ya da ona saygıyı “halkın değeri” yapmaz. Marks’ın “Alman İdeolojisi” adlı yapıtında söylemiş olduğu gibi,
“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda egemen düşüncelerdir; yani, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen entellektüel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçları üzerinde de denetim sahibi olur; öyle ki bunun sonucu olarak zihinsel üretim araçlarından yoksun olanlar, genellikle egemen sınıfa bağımlı olurlar. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin düşünsel anlatımından başka bir şey değildirler...” (Derleyen T. B. Bottomore ve M. Rubel, Karl Marx, Selected Writings in Sociology and Social Philosophy, New York, 1979, s. 93)

(5) Yağmacı Türk burjuvazisinin Rum burjuvazi ve küçük burjuvazisinin sermayesine zorbalık yoluyla el koymasına da olanak veren 6-7 Eylül olayları, Kıbrıs Rum halkının Britanya emperyalizmine karşı silahlı vb. direnişinin geliştiği koşullarda, adanın eski sahibinin “böl ve egemen ol!” metodu uyarınca Kıbrıs Türk ve Rum toplumları arasındaki gerilimi arttırma planının bir parçasıydı. Londra böylelikle, Türkiye ile Yunanistan’ı karşı karşıya getirerek adanın bölünmesini yani “Taksim”i dayatmayı, bu yolla önemli bir stratejik mevzi olan Kıbrıs’taki nüfuzunu ve özellikle Akrotiri ve Dikelya’daki dev askeri üslerini muhafaza etmeyi de tasarlıyordu. Dönemin Başbakan Yardımcısı Fuat Köprülü’nün Yassıada yargılamaları sırasında, 6-7 Eylül olaylarının tezgahlanmasında, o sırada Türkiye’de bulunan CIA şefi Allen Dulles’in katkılarından söz ettiği de unutulmamalı.