Marx-Engels | Lenin | Stalin | Home Page
Garbis Altinoglu Articles“Terörist” Muhammet, “Demokrat” Batı Karikatür Bunalımı Üzerine Düşünceler
Garbis Altınoğlu, 12-14 Şubat 2006
“Bu son yıllarda İslam, gerek küresel ve gerekse yerel ölçekte bize meydan okuyor. Bizim bu meydan okumayı ciddiye almamız gerekiyor. Hoşgörülü ve tembel olduğumuzdan bu sorunu gereğinden daha uzun süre askıda tuttuk. İslama karşıtlığımızı ortaya koymalı ve zaman zaman hoş olmayan sıfatlarla anılmamız riskine katlanmalıyız; katlanmalıyız, çünkü asla hoşgörü gösteremeyeceğimiz bazı şeyler vardır.” Danimarka Kraliçesi Margrethe II, 15 Nisan 2005
30 Eylül 2005’de Jyllands-Posten adlı gerici ve yabancı düşmanı Danimarka gazetesinde yayımlanan ve Muhammet’i bir terörist olarak gösteren karikatürlerin 10 Ocak 2006’da Norveç gazetelerinde ve 1 Şubat 2006’da Fransız, Alman, İspanyol ve İtalyan gazetelerinde yayımlanması önemli bir tartışma ve siyasal çatışmaya yol açtı. Çok sayıda İslam ülkesinin yanısıra Müslümanların yaşadığı Batı Avrupa ülkelerinde yapılan gösteri ve eylemlerde, adıgeçen karikatürler kınanırken, “güvenlik” güçleriyle göstericiler arasında yer yer çatışmalar çıktı; bazı Arap ülkeleri Danimarka’daki elçilerini geri çağırırken Danimarka ürünlerinin boykot edilmesi çağrıları yapıldı, Danimarka elçilikleri saldırılara hedef oldu ve özellikle Afganistan’da bir dizi gösterici polis ve işgalci güçler tarafından öldürüldü ya da yaralandı.
Basın Özgürlüğü mü?
Burjuva medyası ve Batı Avrupa hükümetleri sözkonusu karikatürleri ‘basın özgürlüğü’ gerekçesinin arkasına saklanarak savunmaya çalışıyor ve bunun basının tasarrufundaki bir olay olduğunu, hükümetleri vb. bağlamayacağını ya da sorumlu kılamayacağını ileri sürüyorlar. Dahası onlar, bu karikatürler etrafında gelişen kamplaşmayı barbarlık ve dinsel fanatizmle demokrasi ve laisizm arasındaki bir çatışma olarak sunmaya çalışıyorlar. Bu değerlendirmenin gerçeklerle taban tabana karşıt olduğu açıktır. Demokrasinin beşiği sayılan ABD ve Batı Avrupa’da görsel ve yazılı basının büyük tekellerin, genelkurmayların ve burjuva devlet aygıtının bir uzantısı ve ayrılmaz bir parçası olduğu onyıllardır yeterince ortaya çıkmış bulunuyor. Batı tekelci medyasının, büyük tekellerin denetiminde olduğu, onlar tarafından finanse edildiği, beslendiği ve yönlendirildiği ve dolayısıyla büyük ölçüde tek yanlı ve burjuva-sınıfsal içerikli bir yayım politikası izlediği artık hemen hemen hiç kimse için bir sır değil. Eğer Avrupa’da ve genel olarak emperyalist ülkelerde basın özgürlüğü tehdit altındaysa bu, ekonomik ve siyasal ağırlığı çok sınırlı olan İslam dünyasından ve Müslüman halklardan değil, iliğine kadar çürümüş, faşizme yönelmekte ve yeni bir dünya savaşının ateşlerini tutuşturmakta olan ABD ve onun peşinden sürüklenen Batı Avrupa tekelci burjuvazisinden kaynaklanmaktadır.
Bu medya, işçileri ve diğer sömürülen emekçileri aptallaştırmak, uyuşturmak, kapitalist sömürü ve zulümden kaynaklanan gerçek sorunlardan uzak tutmak ve bu amaçla sahte gündemler yaratmakla görevlidir; onun ekran ve sayfalarında ne gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi haklarının nasıl kısıtlanmakta, kazanılmış mevzilerin nasıl kemirilmekte, bu ülkelerin nasıl adım adım faşizme sürüklenmekte olduğuna, ne de “terörizmle savaşım”, “barışı koruma”, “demokrasi ihracı” adına Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri halklarına karşı düzenlenen yeni-sömürgeci seferlere ilişkin objektif ve dürüst bir haber ve yorum bulmak olanaklıdır. ABD-İsrail-Britanya şer ekseninin yeni bir dünya savaşı hazırlıklarına bağlı olarak, öteden beri yığınları sinsi ve açık bir biçimde ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve militarizmle zehirlemekte olan görsel ve yazılı Batı tekelci medyası giderek daha fazla Nazi Almanyası’nın propaganda bakanlığının borazanlarını andırmaya başlamaktadır. Bir kaç örnek verelim.
ABD’nin 7 Ekim 2001’de Afganistan’a saldırısını meşru kılmak için Taliban yönetiminin Bamyan’daki iki Buda heykelini havaya uçuruşunu haftalar boyunca haber yapan “özgür” Batı tekelci medyası, ABD işgalcilerinin Irak’ın kültürel zenginliklerini nasıl barbarca yağma ve tahrip ettikleri ve bu uğursuz eylemlerini hala sürdürmekte oldukları gerçeğini geçiştirmektedir. (1)
“Özgür” Batı tekelci medyası, 1991’den sonra uygulanan ekonomik ambargo nedeniyle Irak’ta –UNICEF’in rakamlarına göre- bir milyondan fazla insanın öldüğü sessiz bir jenosid yaşandığına, bu dönemde Irak halkının yaşam düzeyinin hızla kötüleştiğine, ülkenin altyapısının, eğitim ve sağlık sisteminin büyük ölçüde tahrip edildiğine değinmezken, yıllardır ABD, Fransa, Rusya ile işbirliği yapan ve kendileri tarafından silahlandırılan Saddam Hüseyin kliğinin suçlarını diline pelesenk yaparak bu ülkeye karşı açılan yağma savaşının ideolojik altyapısını oluşturmaya hizmet etmiştir.
Afganistan’ın işgali ve Taliban yönetiminin devrilmesinin ardından binlerce Taliban savaş tutsağının Kasım 2001’de Mezar-ı Şerif’de ABD kuvvetlerinin gözetimi altında işbirlikçi Kuzey İttifakı güçleri tarafından katledilmesi ve toplu mezarlara gömülmesi konusu “özgür” Batı tekelci medyasının ilgi alanına girmemiştir.
“Özgür” Batı tekelci medyası, Irak’taki gelişmeleri Pentagon’un, Britanya “Savunma” Bakanlığının ve Telaviv’in ağzından vermenin ötesine gitmemekte, bu bağlamda büyük çoğunluğu Irak direnişiyle hiçbir ilgisi bulunmayan ve büyük olasılıkla ABD, Britanya ve İsrail istihbarat örgütleri ve onların uşaklarının oluşturduğu ölüm mangaları tarafından gerçekleştirilen provokatif eylem ve katliamlardan hareketle Şii-Sünni çatışması olasılığı üzerine timsah gözyaşları dökmektedir. (2)
ABD ve yardakçılarının Afganistan ve Irak’a demokrasi ve uygarlık götürmeyi amaçladıkları yolundaki iğrenç yalanlarını sorgulamayan “özgür” Batı tekelci medyası, köylerin ve kentlerin savaş uçaklarıyla bombalanmasını, onbinlerce Iraklı’nın Ebu Gureyb benzeri cezaevlerinde tutulması ve işkence görmesini ve Kasım 2004’de Felluce’de olduğu gibi beyaz fosfor ve napalm gibi uluslararası anlaşmalarla yasaklanmış silahların kullanılmasını eleştirmeyi aklından bile geçirmemektedir.
Irak ve İran’ın var olmayan kitle imha silahları konusunda yıllardır yaygara koparan “özgür” Batı tekelci medyası, Ortadoğu’da –hem de yüzlerce- nükleer başlığa sahip olmakla kalmayıp, en modern konvansiyonel silahlarla tepeden tırnağa donanmış bulunan saldırgan Siyonist devleti ve onun yayılmacı politikalarını, toprak gasplarını, pek çok BM kararını hiçe saymasını vb. asla eleştiri konusu yapmamaya büyük bir özen göstermektedir.
11 Eylül 2001 saldırılarının, 12 Ekim 2002’de Endonezya’nın Bali adasında, 7 Temmuz 2005’de Londra metrosunda vb. meydana gelen patlamaların arkasında Batılı istihbarat örgütlerinin varlığı konusunda ortaya atılan son derece ciddi ve kanıtlara dayalı savlara rağmen “özgür” Batı tekelci medyası, bu yakıcı konudan uzak durmaktaki inat ve ısrarını sürdürmektedir.
“Özgür” Batı tekelci medyası, Bush ve Blair kliklerinin, Irak’a karşı girişilen ve uluslararası burjuva hukukuna göre de gayrimeşru olan saldırı savaşını haklı göstermek için yaptıkları sahtekarlıklar, söyledikleri yalanlar ve dolayısıyla yol açtıkları insan kaybı ve maddi yıkımı göstermelik bir biçimde ele almakla yetinmiş ve bu savaş suçlularının yargılanmaları ya da hiç olmazsa görevlerinden alınmaları için herhangi bir çaba harcamayı aklından bile geçirmemiştir.
Genelde demokrasiyi ve özelde basın ve düşünce özgürlüğünü savunduklarını ileri süren ABD ve bağlaşıklarının istihbarat örgütlerinin Irak’ta onlarca yerli ve yabancı basın mensubunu ve yüzlerce Iraklı akademisyeni ve aydını katletmeleri “özgür Batı tekelci medyasının ilgi alanına girmemektedir.
Sömürgeci ve ırkçı bir zihniyetle donanmış “özgür” Batı tekelci medyası, BM’in Kuruluş Sözleşmesine bile girmiş bulunan ulusların kendi yazgılarını özgürce belirleme hakkını reddetmekte, ABD ve bağlaşıklarının “demokrasi” ihraç etme ya da “barışı sağlama” görüntüsü altında başka ülkeleri işgal etme, oralarda istediği rejimi işbaşına getirme “hakkını” tartışma konusu bile yapmamaktadır. (3)
Amerikan neo-faşistlerinin, “terörist” olduklarından kuşkulandıkları kişileri Batı Avrupa hükümetleri ve istihbarat örgütlerinin de üstü örtülü işbirliğiyle çeşitli ülkelerdeki gizli merkezlerde sorgulaması ve bu amaçla “demokrat” Batı Avrupa ülkelerinin havaalanlarının kullanılması, “özgür” Batı tekelci medyasını çok da fazla ilgilendirmemiştir.
Filistin halkının Siyonist işgale ve devlet terörüne karşı meşru direnişini ötedenberi “şiddet”, “terör” sözcükleriyle niteleyen “özgür” Batı tekelci medyası, 25 Ocak 2006’da yapılan seçimleri HAMAS’ın kazanması üzerine, ABD, Batı Avrupa ve İsrail hükümetlerinden aldığı işaretle, bu halkın özgür ve demokratik seçimini adeta bir “aşırılığın ve terörizmin zaferi” olarak sunmuş ve Filistin halkını Siyonist devleti tanıma ve silahlı direnişten vazgeçirmeye zorlayan bir kampanya başlatmayı dürüst ve objektif gazeteciliğin gereği saymıştır.
Bush ve Blair kliklerinin, Irak’ın sözümona kitle imha silahlarına sahip olduğu ve emperyalist Batı için bir tehdit oluşturduğu yolundaki yalan kampanyasına destek olarak bu emperyalist saldırı savaşına çanak tutan “özgür” Batı tekelci medyası, bu suçunun herhangi bir biçimde hesabını vermediği gibi, şimdi benzer bir kampanyayı İran (ve Suriye) için sürdürmekte, ABD ile İsrail’in İran’a karşı savaş açma ve nükleer silah kullanma tehditlerini görmezden gelmekte ve onların bu ülkede iç karışıklıklar çıkararak rejimi değiştirme girişimlerini adeta meşru görmektedir.
11 Eylül olaylarından sonra, Türkiye gibi ülkelerin Mehmetçik basınıyla yarışır hale gelen Amerikan tekelci medyasının durumu daha da içler acısıdır. Büyük bölümü şovenist savaş kışkırtıcılarından oluşan ve Beyaz Saray’ın ve Pentagon’un basın bürosu gibi çalışan bu medya, “özgür” Batı Avrupa tekelci medyasının yukarda sayılan “erdemler”ini paylaşmakla kalmıyor; o, Irak ve Afganistan’dan dönen ABD askerlerinin cenazelerinin görüntülerini yayınlamıyor, Bush kliğinin, Enformasyon Özgürlüğü Yasası’nı çiğneyerek bazı duyarlı bilgileri kamuoyuyla paylaşmayı reddetmesini eleştirmiyor, Pentagon’un interneti sansüre tabi tutma çabalarına ses çıkarmıyor, NSA (=Ulusal Güvenlik Ajansı) adlı çok gizli istihbarat örgütünün ABD yurttaşlarını yasalara aykırı bir biçimde dinlemesine karşı sesini yükseltmiyor ve ABD’nin, devletin bütün yurttaşlarını 24 saat gözetim altında tutan bir totaliter polis devletine dönüştürülmesi yolunda atılan adımları duyarsız gözlerle izliyor vb.
Kuşkusuz bu liste çok daha fazla uzatılabilir. Ama, tekelci burjuva medyasının sahibinin sesi olduğunu, özelde burjuva demokrasisinin sahte ve ikiyüzlü karakterini ve genelde emperyalist burjuvazinin ırkçı/ sömürgeci zihniyetini bir kez daha anımsatmak için bu kadarı yeter.
Basın özgürlüğünü savunduğunu ileri süren ABD ve Batı Avrupa’da Yahudi Holokostunu tartışma konusu yapanlar ya da yaşamını yitiren Yahudi sayısının çok daha düşük olduğunu ileri sürenler hemen “anti-Semitizm!” yaygarasıyla susturulmakta, hatta bunu yapmaya kalkışanlar bazı ülkelerde yürürlükteki yasalar uyarınca hapse atılmakla tehdit edilebilmektedir. İsrail’in Filistin halkına karşı uyguladığı sistematik terörü, Siyonist devletin yayılmacı ve militarist politikalarını eleştirenler de benzer tepkilerle karşılaşmaktadır. Aynı “demokrat” Batı’nın “özgür” tekelci medyası Nazi canavarlarının Çingeneleri, homoseksüelleri, zihinsel özürlüleri, Sovyet savaş tutsaklarını tabi tuttukları kitlesel katliamlarda milyonlarca insana kıymış oldukları olgusunu sessizlikle geçiştirmekte, İslam dünyası da içinde olmak üzere dünyanın pek çok yerinde gerici ve faşist iktidarların “kendi” işçi ve emekçilerini ABD ve Batı Avrupa hükümetlerinin destek ve yönlendirmesiyle terörize ettiklerini hemen hemen hiç ele almamaktadır. Aynı Avrupa’da Müslümanları karalamak ve aşağılamak, İslam ile “terörizm” arasında bağlantı kurarak Müslümanları terörist adayları olarak göstermek ve onların peygamberlerine hakaret etmek, “basın özgürlüğü” gerekçesiyle savunulabilmektedir. Dahası, neo-faşist/ Siyonist ABD tekelci basınının izinden giderek Makkarticiliğe soyunan “özgür” Batı Avrupa tekelci medyası, Avrupa Parlamentosunun geçenlerde, “totaliter komünist rejimlerin suçlarının uluslararası ölçekte kınanması” görüntüsü altında komünizmi savunmayı suç kabul eden bir yasayı gündemine almış olmasını, kendisinden beklendiği üzere suskunlukla karşılamaktadır.
Kuşkusuz bütün bunlar nesnelerin doğası gereğidir. Marksistler, burjuva demokrasisinin feodalizme ve ortaçağcılığa kıyasla büyük bir ilerleme anlamına geldiğini asla yadsımamakla birlikte, onun göreceli ve sınırlı niteliğini vurgulamış, bir avuç sömürücünün geniş işçi ve emekçi yığınlar üzerindeki diktatörlüğünden başka bir şey olmadığını söylemişlerdir. Lenin, 4 Mart 1919 tarihli “Burjuva Demokrasisi ve Proleter Diktatörlüğü Üzerine Tezler”inde şöyle diyordu:
“8. ‘Basın özgürlüğü’, ‘saf demokrasi’nin bellibaşlı ilkeleri arasında yer alır. Burada da, işçilerin bildiği -ve sosyalistlerin her yerde milyonlarca kez doğruladıkları- gibi basımevleri ve en büyük kağıt stokları kapitalistlerin mülkiyetinde kalmaya ve kapitalizmin, Amerika örneğinin de gösterdiği gibi demokrasinin ve cumhuriyet sisteminin gelişmesi ölçüsünde kendisini daha çarpıcı, daha keskin ve daha sinik bir biçimde gösteren basın üzerindeki egemenliği devam ettiği sürece bu özgürlük bir aldatmaca olmaktan ileri gidemez. Emekçi halkın, işçilerin ve köylülerin yararına gerçek eşitliğin ve gerçek demokrasinin kurulabilmesi için atılması gereken ilk adım, sermayeyi, yazarları kiralamak, gazete ve yayınevlerini satın almak olanağından yoksun bırakmaktır. Ve bunu yapmak için de kapitalistleri ve sömürücüleri devirmek ve onların direnişini bastırmak gerekir. Kapitalistler ‘özgürlük’ terimini her zaman zenginlerin daha da zenginleşmesi ve işçilerin ise açlıktan ölmesi özgürlüğü anlamında kullanmışlardır. Kapitalistler basın özgürlüğünden, zenginlerin basını satın alma özgürlüğünü, zenginliklerini kamuoyu denen şeyi biçimlendirme ve imal etmede kullanma özgürlüğünü anlarlar.” (Theses, Resolutions and Manifestoes of the First Four Congresses of the Third International, London, Pluto Press, 1980, s. 9-10.)
Jyllands-Posten’in Konumu ve Karikatürlerin Gerçek Hedefi
Adıgeçen karikatürleri yayımlayan Jyllands-Posten, Danimarka’da iktidarda bulunan ve başını Fogh Rasmussen’in çektiği sağcı hükümeti destekleyen neo-faşist ve yabancı düşmanı Danimarka Halk Partisi’ne yakın bir yayım organıdır. 1920’lerde ve 1930’larda İtalyan faşizmini ve Alman Nazizmini desteklediği ve 1933’te Danimarka’da bir faşist diktatörlüğün kurulmasını savunduğu bilinen Jyllands-Posten bugün de ABD yönetimine egemen olan ve neo-con (=yeni muhafazakar) olarak adlandırılan neo-faşist ve Hristyan-Siyonist kliğe ve Batı Avrupa tekelci burjuvazisinin “Atlantikçi” olarak nitelenen ve “Soğuk” Savaş döneminde olduğu gibi bir ABD-Batı Avrupa blokunun kurulmasından yana olan fraksiyonlarına yakınlığıyla tanınıyor. Dolayısıyla, bu gazetenin Muhammet karikatürlerini yayımlamasının siyasal bir hedefi olduğundan kuşkulanmak için pek çok neden var. Nitekim geçenlerde, Britanya’da yayımlanan The Guardian gazetesinin yazdığına göre, Nisan 2003’de Jyllands-Posten, Christoffer Zieler adlı bir karikatüristin İsa’yı alaya alan karikatürlerinin yayımlanmasını, bu karikatürlerin mizah değeri olmadığı ve “okurların tepkisine yol açacağı” gerekçesiyle yayımlamamıştı. Jyllands-Posten’in, Muhammet karikatürlerini yayımlayan kültür editörü Flemming Rose, Ocak 2006 başlarında International Herald Tribune gazetesinden Dan Bilefsky’ye yaptığı açıklamada, “ ‘Irkçılık’ olarak anlaşılabileceği için, Ariel Şaron’un Filistinli bir çocuğu boğazlamasını gösteren bir karikatürü yayımlamayacağını” da söyleyecekti. Yani bu gerici gazetenin Muhammet karikatürlerini yayımlarken bunun, ne tür tepkilere yol açabileceğini bildiğini varsaymak zorundayız. Acaba Jyllands-Posten ya da “özgür” Batı tekelci medyasının herhangi bir üyesi, Musa ya da Musevi inancı için benzer karikatürler yayımlamaya ya da Siyonist burjuvaziyi rahatsız edebilecek bazı gerçekleri ortaya dökmeye cesaret edebilir miydi? Bu sorunun yanıtı, kocaman bir “hayır”dır. Demek oluyor ki, “aşağı” (yani İslam halkları da içinde olmak üzere ezilen) halkları rahatsız edecek karikatürlerin yayımlanması “basın özgürlüğü”, ama “üstün” ve egemen ulusları rahatsız edecek, hatta gerçek saldırganların gerçek eylemlerini yeren karikatürlerin yayımlanması “ırkçılık, anti-Semitizm, fanatizm vb.” oluyor.
İşin ilginç yanı, bugün Müslümanları aşağılayan “özgür” Batı tekelci medyasının 1920’lerde ve 1930’larda Yahudileri aşağılayan pek çok karikatüre, yazıya vb. yer vermiş ve Batı Avrupa tekelci burjuvazisinin açık ya da üstü örtülü anti-Semitizmini alkışlamış ve bu gerici akımı kitlelere aşılamaya yardım etmiş olmasıdır. Zaten anti-Semitizmin patenti de gerici Avrupa burjuvazisine ait değil midir? Kuşkusuz bütün bunlarda şaşılacak bir yan yok: Çünkü o günlerde, bugünün “demokrat” ABD ve Batı Avrupa tekelci burjuvazisi, esas olarak “Bolşevizm tehlikesi”ne karşı savaşıyor, faşizmi dünya tekelci burjuvazisinin işçi sınıfına ve sosyalizme karşı savaşımının öncü gücü olarak kabul ediyor ve bu nedenle Hitler faşizminin Yahudi halkına karşı –Siyonistlerle işbirliği içinde- körüklediği saldırgan politikayı, hatta uyguladığı jenosidi anlayışla karşılıyordu. Sahibinin sesi anti-komünist “özgür” Batı tekelci medyası da, her zaman olduğu gibi efendisinin buyruklarını yerine getiriyordu.
Aslında elleri onmilyonlarca işçi ve emekçinin kanıyla lekelenmiş olan sömürgeci/ emperyalist Avrupa ve ABD burjuvazisinin ağır tarihsel suçları ve son derece kirli sicili dikkate alındığında, bugün “basın özgürlüğü” ve “demokrasi” ve Arap ve İslam halklarının fanatizmi vb. üzerine koparılan yaygaraların ne denli boş ve ikiyüzlü bir nitelik taşıdığı anlaşılır. Sadece anti-Semitizmin değil, ırkçılığın, sömürgeciliğin, köle ticaretinin, emperyalizmin, anti-komünizmin ve faşizmin öncelikle Avrupa burjuvazisinin ürünü olduğunu unutmamak gerekir. Ve tabii, çulsuzların, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin son bir kaç yüzyıllık devrimci savaşımlarının ürünü olan Batı Avrupa ve ABD’nin demokratik hoşgörüsünün ve geleneklerinin öyle çok eskilere dayanmadığı gibi çok köklü olmadığını da. Nitekim, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını başlatmış olan Avrupa tekelci burjuvazisi, şimdi de –Washington’la olan çelişmelerine rağmen- dünya işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı olan ABD emperyalistlerinin yedeğinde insanlığı onmilyonlarca insanın yaşamını yitireceği dörtbaşı mamur bir Üçüncü Dünya Savaşına, bir nükleer holokosta sürüklemek için uğraş veriyor. Irak savaşı öncesinde olduğundan bir ölçüde farklı olarak bu evrede Batı Avrupa tekelci burjuvazisi içindeki “Atlantikçi” kanat ağır basmış ve buna bağlı olarak ABD ile AB, birincisinin önderliğinde İran’a, İslam ülkeleri işçi sınıfı ve halklarına ve bu ülkelerdeki direniş güçlerine karşı bir çeşit ortak cephe oluşturmuşlardır. Ancak, sözkonusu taktiksel bağlaşmanın hedefinin bununla sınırlı olmadığı unutulmamalı. İsrail’in ve Siyonist lobilerin de desteklediği ABD-AB taktiksel bağlaşmasının asıl hedefinin Ortadoğu ve Orta Asya’daki hammadde ve enerji kaynakları üzerindeki denetimlerini pekiştirmek, Çin ve Rusya gibi rakip emperyalist ülkelerin yükselişini frenlemek ve İsrail’in “güvenlik” kaygılarını gidermek olduğu biliniyor. Burada konuyu fazla dağıtmamak için, ABD ve bağlaşıklarının, genişlemesi halinde İran’a karşı girişilecek bir saldırının diğer emperyalist ülkelerin dolaylı ve giderek dolaysız müdahalesini davet edeceğini ve bir Üçüncü Dünya Savaşının kapılarını aralayacağını söylemekle yetineceğim. (4)
Çekirdeğini Almanya ile Fransa’nın oluşturduğu AB emperyalistleri, gerek kendi sömürgeci ayrıcalıklarını ve dünyanın zenginleriyle yoksulları arasındaki mesafenin giderek arttığı koşullarda kendi maddi refahlarını korumak kaygısıyla, gerek ABD-İsrail-Britanya blokunun baskısına boyun eğmek suretiyle ve gerekse de “kendi” işçi sınıflarına karşı yürütmekte oldukları ekonomik ve siyasal saldırılara bağlı olarak giderek daha da gericileşiyor ve savaş kışkırtıcılığına yöneliyorlar; onlar, Avrupa işçi sınıfını ve İslam halkları başta gelmek üzere ezilen halkları hedef alma ve emperyalistlerarası rekabette Avrasya güçlerine karşı –Japonya da içinde olmak üzere- Atlantikçi güçlerin kuyruğuna takılma politikasını bugün, “İslami terör” ve Müslüman azınlık “tehdidi” korkuluğu üzerinden yürütüyorlar. Ama, bir dizi devrim ve iki dünya savaşı yaşamış olan ve devrimci önderlikten yoksun olmasına rağmen devrimci ve demokratik gelenekleri kısmen diri olan Batı Avrupa işçi sınıfı ve halklarının böylesi emperyalist savaş maceralarına onay vermesi ya da en azından güçlü bir itiraz yükseltmesinin önlenmesi gerekirdi. Muhammet karikatürleriyle varılmak istenen amaç işte buydu. Bu karikatürlerin 30 Eylül 2005’de Danimarka’da, ardından 10 Ocak 2006’da Norveç gazetelerinde ve sonunda 1 Şubat 2006’da Fransız, Alman, İspanyol ve İtalyan gazetelerinde yayımlanması, yani Müslüman kitlelerinin duyarlılıklarının adeta kasıtlı olarak kaşınması bundandı. Kuşkusuz bu provokatif eylemde, Webster Griffin Tarpley’in anlatımıyla “monarşist bir polis devleti” olan NATO üyesi Danimarka’nın ve Jyllands-Posten adlı gerici gazete müsveddesinin çok özel bir rolü olduğundan sözedemeyiz. Bu olayda, Afganistan ve Irak’a asker göndermiş bulunan ve kendi topraklarında Müslüman düşmanlığını hayli zamandır körüklemekte olan Danimarka, Hollanda vb. ülkeler ve onların “özgür” medyası, ABD-AB blokunun savaş hazırlıklarının öncü gücü rolüne soyunmuş ya da soyundurulmuştur.
İşte tam da bu nedenlerle, adıgeçen karikatürlerin yayımlanmasını soyut bir “basın özgürlüğü” ya da “düşünce özgürlüğü” olayı olarak ele almak ve tartışmak bütünüyle yanlış olacaktır. “Özgür” Batı tekelci medyasının, karikatür bunalımını, bir “basın özgürlüğü” sorunu olarak sunması ve bu konuya ilişkin tartışmanın çerçevesini bununla sınırlamaya çalışması, bir başka dezenformasyon faaliyetinden, bir çeşit üstü örtülü sansürden ve Muhammet karikatürleriyle amaçlanan sahte siyasal kamplaşmanın ve gerici siyasal kitle seferberliğinin üstünü örtme çabasından başka bir şey değildir. “Özgür” Batı tekelci medyasının efendileri, bir bütün olarak İslam kavramıyla terörizm kavramı arasında bir “mantıksal bağlantı” kurulmasını, İslam dünyası halklarını “barbarlığın, dinsel fanatizmin, geriliğin ve terörün” kaynağı olarak algılanmasını sağlamaya çalışıyorlar. Onlara göre bunun başarılması, bölge ülkelerine ve halklarına karşı yapılan/ yapılacak kaba müdahalele ve işgallerin ve belki nükleer silahların da kullanılacağı emperyalist savaşların Avrupa kamuoyu tarafından sineye çekilmesini kolaylaştıracaktır. Demek ki burada, Batı Avrupa’nın, yakında İran’ı (ve belki Suriye’yi de) hedef alacak olan ABD-İsrail saldırısına katılması ve bir süredir İslam halklarına karşı yürütülmekte olan emperyalist terörizmin sürdürülmesi için gereken kamuoyu desteğinin sağlanmasını/ ayakta tutulmasını hedefleyen bir psikolojik savaş operasyonuyla yüzyüze bulunuyoruz. ABD, İsrail ve Britanya’daki en gerici ve saldırgan çevrelerin Irak’tan sonra İran’ın (ve Suriye’nin) hedef alınması yolunda en az iki yıldır sürdürdükleri histerik ajitasyon, Şah rejiminin 1979’da yıkılışından bu yana hiçbir ülkeye saldırmamış olan İran’ı “bölge ve dünya için birinci tehdit” gösteren yaygaralar, ilk atom bombasını 5 ya da 10 yıl sonra yapacağı tahmin edilen bu ülkenin “nükleer ihtirasları” konusunda bir bardak suda koparılan fırtına aynı operasyonun bir parçasıdır. Aynı husus, son dönemde, İran’ın tümüyle Nükleer Silahların Yaygınlaşmasını Önleme Anlaşması’nın çerçevesi içinde, yani uluslararası burjuva hukuku bakımından meşru nükleer çalışmalarını demagojik bir üslupla mahkum etme ve bu ülkenin yasal yükümlülüklerini çiğnediği yolundaki yalanların “özgür” Batı tekelci medyasının yardımıyla daha yoğun bir biçimde piyasaya sürülmesi için de geçerlidir.
Tekelci medyanın savaş davullarını çalmasına, Batı Avrupa burjuvazisinin şeflerinin giderek daha fazla tehdit kokan açıklamaları eşlik ediyor. 19 Ocak’ta yaptığı bir konuşmada Fransa Devlet Başkanı Jacques Chirac, herhangi bir ülkenin Fransa’nın çıkarlarına karşı gerçekleştirebileceği bir terörist saldırıya nükleer silahlarla karşılık vereceklerini söyleyerek İran’a gözdağı vermişti. 3-5 Şubat’ta yapılan ve 50 ülkeden hükümet üyelerinin, üst düzey askerlerin, politikacıların ve gazetecilerin katıldığı 42. Münih “Güvenlik” Konferansında Amerikan neo-faşistlerinin ağzıyla konuşan Alman Başbakanı Angela Merkel ise, “Soğuk Savaşın simetrik tehditlerinin yerini tümüyle yeni türden bir asimetrik tehdidin aldığını” söylemiş ve buna örnek olarak “devlet yapılarının erozyonu, terörizm ve güvenilmez devletlerin elinde bulunan kitle imha silahları”na işaret etmişti. Almanya’nın “özgürlük, demokrasi, istikrar ve dünya barışı için NATO sınırlarının ötesinde daha büyük sorumluluk üstlenmeye hazır” olduğunu belirten Merkel “gereken siyasal danışmaların” yapılması ve “ihtiyaç duyulan” önlemlerin alınması ve özellikle “Ortadoğu ve İran’daki durumun tartışılması” gerektiğine işaret ettikten sonra, İran’ın, nükleer programını yeniden başlatmak ve İsrail’in varolma hakkını tartışmak suretiyle “kırmızı çizgileri kasıtlı olarak ve bilerek aştığını” söylemişti.
Alman tekelci burjuvazisinin yayım organlarından Süddeutsche Zeitung Münih “Güvenlik” Konferansından sonra yayımlanan bir yazıda ABD ile Batı Avrupa emperyalistleri arasındaki yakınlaşmayı şöyle anlatıyordu:
“İslami öfke, kendisini haklı olarak bir saldırı karşısında hisseden Batı dünyasının dayanışma gösterisine yol açtı. Münih Güvenlik Konferansı, bu yeni uyumun en belirgin kanıtını sundu… İslami fundamentalizmden kaynaklanan tehdit, yeni bir oybirliği eğilimini hızlandırmıştır.”
* * * * *
ABD ve İsrail’in kuyruğuna takılmış ve milyonlarca insanın yaşamını yitirebileceği bir savaşın yolunu düzleme görevini üstlenmiş olan Batı Avrupa tekelci burjuvazisi, eğer işçi sınıfı, diğer emekçiler ve emperyalist savaş karşıtı güçler tarafından frenlenmezse, kan ve irinle lekelenmiş tarihsel siciline yeni suçlar ekleyecektir. Böylesi bir emperyalist savaşı durdurmak günün ivedi görevidir; bu savaş hazırlığı kaçınılmaz olarak, Batı Avrupa tekelci burjuvazisinin “kendi” işçilerinin ve diğer sömürülen emekçilerin ve bu ülkelerde yaşayan göçmen ve azınlıkların siyasal ve ekonomik mevzilerine ve kazanılmış haklarına karşı yürütmekte olduğu savaşımla elele gitmektedir. Avrupa işçi sınıfının “Başka halkları ezen bir halk özgür olamaz” sloganı uyarınca ayağa kalkmasının ve emperyalist savaşa ve faşizm tehlikesine karşı ve kendi devrimci iktidarı için kavgaya atılmasının zamanıdır.
DİPNOTLAR
(1) Mayıs 2003’de kaleme aldığım “Ah Öyle Üzgünüm ki!” başlıklı yazımda şöyle demiştim:
Britanya’da yayımlanan The Independent gazetesinin, Amerikan ve İngiliz haydutlarının Irak’a karşı giriştiği saldırıyı yazılarında kapsamlı bir biçimde işleyen muhabiri Robert Fisk, 14 Nisan’da yayımlanan “A Civilization Torn to Pieces” (“Paramparça Edilen Bir Uygarlık”) adlı yazısında Irak Ulusal Arkeoloji Müzesi’nde ABD askerlerinin kışkırtması sonucu ve koruması altında gerçekleştirilen yağmayı ve Sümer, Babil, Asur, Med, Pers ve Yunan dönemlerine ait ve çoğu paha biçilmez ve eşi bulunmayan heykel, büst, çanak ve çömleklerin çalınmasını ve tahribini şöyle anlatıyordu:
“Tarih boyunca tüm Bağdat kuşatmalarına, Irak’ın hedef olduğu işgallerin tümüne dayanmış, ama Amerikalı’lar Bağdat’ı ‘kurtarmaya’ geldiğinde tahrip edilmiş olan 5000 yıllık mermer ayaklıkların, taş heykellerin ve çömleklerin parçalanmış kalıntıları ayaklarımızın altında eziliyordu...
“Bir zamanlar içinde 40,000 yıl öncesine ait taş ve çakmaktaşı nesnelerin bulunduğu bir camekan parçalanarak açılmıştı. Camekanın içi boştu. Kimse, Horsabad sarayına ait Asur rölyeflerine, 5000 yıllık mühürlere ya da bir zamanlar Sümer prenseslerinin mezarlarına konan altın küpelere ne olduğunu bilmiyor. Geriye kalanları, kırılmış taş gövdeleri, mezar hazinelerini, parçalanmış çömlekler arasında parıldayan mücevher parçalarını sınıflandırmak onyıllar alacak.”
Asia Times Online yazarı Pepe Escobar ise, 26 Nisan tarihli “Lions of Babylon” (“Babil’in Arslanları”) adlı makalesinde yağma olayını şöyle değerlendiriyordu:
”Bağdat kuşatmasının Bağdat’ın yağmasına dönüşmesi Irak’lıların çoğunluğu ve konuya duyarlı tüm yabancılar tarafından insanlığa karşı, uygarlığa karşı ve İslam’a karşı işlenmiş bir suç olarak değerlendiriliyor. İnsanlık tarımı, alfabeyi, yasaları, matematiği, astronomiyi, şiiri, epik edebiyatı ve örgütlü dini Mezopotamya’da, ‘Irmakların Arasındaki Toprak’ta yarattı. Mezopotamya olmuş olmasaydı, insanlık hayli uzun bir süre daha, karanlık ve cehalet içinde yaşayacaktı.
“170,000’den fazla paha biçilmez heykele, bas rölyefe, seramiğe ve yarım milyon yıl önceki Taş Devri yerleşimlerini büyük Uruk, Sümerya, Babil, Asur ve Pers uygarlıklarının yükselişi ve çöküşünü ve İslam’ın yayılmasını tarihleyen antik metinlere ev sahipliği yapan Bağdat’taki Irak Müzesi tümüyle yağmalandı. Yeri doldurulamaz kayıplar arasında Hammurabi’nin Yasalarını –tarihteki ilk yasa - içeren tabletler ve Ur döneminden kalma 4600 yıllık Fundalıktaki Koç heykeli bulunuyor. Bir Akad kralının 4300 yıllık büstü ise parçalandı.”
Irak Ulusal Müzesi’nin ardından, 14 Nisan’da Irak Ulusal Kitaplığı da yağmalandı ve yakıldı. Ender ve yüzlerce yıl öncesine ait Kuran’lar ve İslami kaligrafi örneklerinin, Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma yeri doldurulamaz çok sayıda tarihsel belgenin yanısıra onbinlerce kitap ve elyazması eser yakılarak kül edildi...
Dea Adria Mallin’in belirttiğine göre, Ulusal Kitaplık’taki talan ve yangın 417,000 kitabın, 2618 değişik türden süreli yayımın ve yeri doldurulması ve geri getirilmesi olanaksız 4412 ender kitabın ve elyazmasının, yani bir entelektüel mirasın yokolmasıyla sonuçlandı.
(2) Ajansların 14 Temmuz 2005 günü duyurdukları bir habere göre, Bağdat’ın güneydoğusundaki El Cedide adlı Şii semtinde çocuklara şekerleme dağıtan ABD askerleri bir intihar saldırısına hedef olmuşlardı. ABD kaynaklarına göre saldırıda, büyük çoğunluğu çocuk olmak üzere 31 kişi ölmüş, çok sayıda çocuk yaralanmıştı; aynı eylemde bir ABD askerinin öldüğü ve üçünün de yaralandığı söyleniyordu. Çocukların gözleri yaşlı anne ve babaları, yaralıların götürüldüğü Kindi Hastanesinin kanla ıslanmış koridor ve koğuşlarında, çoğu sakatlanmış, kolları ve bacakları kopmuş olan yavrularını arıyorlardı. Ama çoğu, çocuklarının parçalanmış ve yanmış cesetleriyle karşılaşacaktı.
Daha sonraki günlerde ölü sayısının, 32’si çocuk olmak üzere 47’ye yükseldiği açıklandı. ABD ve onun güdümündeki tekelci medya organları bu eylemden hareketle direniş gruplarının ne denli vahşi, barbar ve acımasız olduğu ve bir Şii-Sünni çatışmasını kışkırtmaya çalıştığı üzerine günlerce yaygara yaptılar.
17 Temmuz’da ise Irak’taki bellibaşlı direniş grupları yayımladıkları ortak komünikede, bu operasyonun yürütme ya da planlama ya da katılma açısından hiçbir direniş grubu tarafından üstlenilmediğini ilan etttiler. Onlar açıklamalarında kendileriyle görüşülen semt sakinlerinin; ABD kuvvetlerinin, sokakta parkedilmiş olan bir aracın patlamak üzere olduğu gerekçesiyle sokağı kapattığını, daha sonra ABD askerlerinin çocukları oraya çekmek için şekerleme ve okul çantaları dağıtmaya başladığını, parasız şekerleme ve çanta (ve Pokemon oyunları) dağıtıldığı yolundaki söylentilerin duyulması üzerine bitişik sokaklardan da çocukların geldiğini, sokağa girmelerinden yaklaşık 15 dakika sonra ABD askerlerinin geriye kalan oyuncak ve tatlıları yığın halinde ortalığa boşalttıktan sonra hızla ve bu arada araçlarıyla dört çocuğa çarparak oradan uzaklaştığını, bir kaç saniye sonra KIA marka aracın havaya uçtuğunu ve sokakta toplanmış olan çocuklardan 32’sinin ölümüne ve 10 tanesinin de yaralanmasına yol açtığını, ABD ordusunun açıklamasının tersine, ABD askerlerinin patlamadan hemen önce sokaktan hızla uzaklaşmaları nedeniyle hiçbir ABD askerinin ölmediğini ya da yaralanmadığını söylediklerini belirttiler.
(3) 1837’de Britanya Parlamentosu, İngiliz kolonilerinin oluşturulduğu ülkelerde yerli halka karşı izlenecek politikaları tartışmak üzere bir “Aborijinler Komitesi” kurmuştu. Bu komitenin hazırladığı belgede şu samimi itiraf yer alıyordu:
“Bir ülkenin yerli sakinlerinin topraklarına sahip olma konusunda su götürmez bir hakları olduğu varsayılabilir: anlaşılmamış olduğu gözüken yalın ve kutsal bir hak. Avrupalılar, davet edilmeksizin onların sınırlarından girmiş ve oraya vardıktan sonra o ülkelerin tartışma götürmez efendileriymiş gibi davranmakla yetinmemiş, fakat yerli halkların kendi ülkelerinde yaşama doğrultusunda bir eğilim göstermeleri durumunda ise onları saldırgan olarak niteleyerek cezalandırmışlardır.” (“The Right to Rule”, derleyen Philip D. Curtin, Imperialism, New York, Harper and Row, Publishers, 1971, s. 288-89)
(4) ABD emperyalistleri bunun bütünüyle bilincindeler. Bush kliğinin 2007 mali yılı bütçesini Kongre’ye sunmasından kısa bir süre önce, Pentagon’un Kongre için hazırladığı Quadrennial Defense Review (Dört Yıllık Savunma Raporu) açıklandı. Bush’un Kongre’ye sunduğu ve yarım trilyon dolara yaklaşan “savunma” bütçesi, dünya askeri harcamalarının yaklaşık yarısına eşit. Yani, ABD’nin askeri harcamaları, dünyanın geri kalanının toplam harcaması kadar. Pentagon’un, ABD’nin ekonomik ve siyasal üstünlüğünü sürdürebilmek için dünyanın bütün bölgelerinde “teröristlere” ve “aşırı öğelere” karşı uzun bir savaşa hazır olması gerektiğini vurgulayan Dört Yıllık Savunma Raporu’nda ise Çin ilk kez açıkça, ABD çıkarlarına meydan okuma kapasitesine sahip ve caydırılması gereken potansiyel bir askeri rakip olarak tanımlandı.
Garbis Altınoğlu, 12-14 Şubat 2006"