Marx-Engels |  Lenin  | Stalin |  Home Page

Garbis Altinoglu

Articles

BİR UŞAĞIN YAVELERİ- Garbis Altınoğlu

31 Ağustos 2005 Hürriyet gazetesinin 30 Ağustos 2005 tarihli sayısında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD tekelci burjuvazisinin öndegelen gazetelerinden Wall Street Journal’a yazdığı bir makaleden sözediliyordu. Hürriyet’te de yayımlanan makalede Erdoğan’ın “Irak'ın teröristlerin bir eğitim alanı haline gelmesine müsaade edilmemesini de istedi”ği belirtildikten sonra özetle şunları söylediği anımsatılıyordu: “Bu, yıllarca bölgede ve vatandaşları arasında geleneksel uyuma dair her erdemi bulandıran zalim ve maceracı bir diktatörlüğün zulmü altında bulunan bir ülkede kolay bir görev değildir. Mevcut atmosferde, Iraklıların çoğu yeni bir düzen arayışındayken, şiddet ve terörden yana olanlar, durumdan yararlanmaya çalışmaktadırlar... “Türkiye, ana müttefiki ABD'nin Irak konusundaki endişelerini anlıyor. Biz ABD'nin Irak'ta demokrasi ve istikrar yönündeki çabalarını destekliyoruz.... “Bütün zorluklara rağmen, siyasi geçiş süreci yolunda gidiyor. Diyalog ve uzlaşı kültürü tedricen yerleşiyor. Irak seçilmiş bir geçiş hükümetine sahip… “Biz Irak'ın demokratik dönüşümüne tam destek veriyoruz ve yeniden yapılanma ve rehabilitasyonuna yardım için hazırız.... “Irak geçiş hükümetini ve ülkeyi istikrara kavuşturarak birliğini koruma çabalarını güçlü bir şekilde destekliyoruz... Türkiye, Irak'ın yeni ortaya çıkan yönetim yapısı kadar, bütün siyasal ve sosyal yapısıyla da yakın işbirliği kurdu... “Türkiye, ayrıca Irak güvenlik güçlerinin kurulmasına yardımcı olmaktadır. Irak'taki NATO Eğitim Misyonu'nda yer almakta ve ikili eğitim projeleri geliştirmekteyiz....”

* * * * *

Bir papağan edasıyla ABD-yanlısı Türk egemen sınıflarının “tezlerini” yineleyen ve asla sadece AKP hükümetinin değil, ama aynı zamanda askeri kliğin görüşlerini de dile getiren Başbakan Erdoğan, Irak’ın teröristlerin eğitim alanı haline gelmemesi gerektiğini ve “bütün zorluklara rağmen, siyasi geçiş süreci yolunda” gittiğini söylerken, gerçekleri tamamen tersyüz etmektedir. Her şeydan önce, yıllardır Irak’a karşı açık ve üstü örtülü terör uygulayan esas ve en büyük güç ABD’dir. BM’in ve onun bir alt örgütü olan UNICEF’in rakamlarına göre, 1991’den Mart 2003’deki ABD-İngiltere saldırısına kadar bu ülkeye uygulanan ambargo nedeniyle Irak’ta çoğu çocuk, yaşlı ve kadın olmak üzere 1.5 milyondan fazla insan yaşamını yitirmiştir. Jenosid boyutlarına varan bu terörün en başta gelen sorumlusu ABD ve İngiltere’dir. Ama unutulmaması gereken bir nokta daha var: 1991’deki İkinci Körfez Savaşının ardından ABD ve İngiltere BM Genel Kurulu ya da Güvenlik Konseyinden herhangi bir karar almaksızın, sözümona Kürtleri ve Şiileri Saddam Hüseyin kliğinin baskısından korumak amacıyla Irak silahlı kuvvetlerinin 36. paralelin kuzeyine ve 33. paralelin güneyine girmesini yasakladı ve yıllarca Çekiç Güç ve Kuzeyden Keşif harekatı uyarınca, İncirlik üssünden kalkan bu iki haydut devletin savaş uçakları Irak’taki sivil ve askeri hedefleri yasadışı bir biçimde bombaladı. Bütün bunlar Türk generallerinin ve hükümetlerinin onay ve desteğiyle yapıldı. İkincisi, Mart 2003 saldırısında olduğu gibi, kendisine saldırmamış ve kendisi için hiçbir tehdit oluşturmayan bir egemen ülkeye, üstelik sahte gerekçelerle ve zaten “büyük” devletlerin denetimi altında bulunan BM’in herhangi bir kararı olmaksızın saldırmak, gene bu devletlerin çıkarlarına göre biçimlendirilen ve yorumlanan uluslararası hukuka ve BM Sözleşmesine aykırı olmanın ötesinde, düpedüz Hitlervari bir devlet terörü eylemidir. Her halükarda, 1980-88 İran-Irak Savaşı ve 1991’deki İkinci Körfez Savaşı ve ardından gelen ambargo nedeniyle askeri gücü büyük ölçüde zayıflamış ve kolu kanadı kırılmış olan Irak’ın dünyanın tek süper gücüne ve komşuları için tehdit oluşturduğu/ oluşturabileceği savı en kuyruklu türünden bir yalan değil miydi? Irak’ta kitle imha silahları bulunduğu, Irak’ın nükleer silah yapma hazırlığı içinde olduğu vb. yolundaki savların düpedüz uydurma olduğu Amerikan silah denetmenlerinin işgalden sonra aylar boyunca sürdürdüğü araştırmalar ve diğer bazı ABD ve İngiltere yetkililerinin yaptıkları açıklamalar sonunda bir kez daha ortaya çıkmadı mı? (1)

 

Zaten küçük ve zayıf bir ülkenin daha güçlü bir ülke tarafından askeri zor ve şiddet yoluyla işgalinin kendisi, her koşul altında terörizmin en tehlikeli türü olan devlet terörizminin en saf biçiminden başka bir şey değilde nedir? Üçüncüsü, ABD ve ortaklarının Irak’a demokrasi, insan hakları vb. getirmek için girmediği, bu saldırının Irak’ın petrol yataklarını kontrol altına almak ve İsrail’in güvenliğini pekiştirmek için yapıldığı gün gibi ortadayken, Başbakan Erdoğan’ın sözleriyle, “Biz ABD'nin Irak'ta demokrasi ve istikrar yönündeki çabalarını destekliyoruz” demek, Mart 2003’den bu yana çoğu sivil 100,000’e yakın insanın ölümüne yol açmış olan bu kanlı devlet terörü eylemine meşruiyet kazandırma Amerikan neo-faşistlerine ve onların İngiliz ve Siyonist ortaklarına yaranma yolunda zavallıca bir çaba olmaktan öte bir anlam taşımaz. Erdoğan’ın, ABD işgali koşullarında yapılan göstermelik seçimlerle işbaşına getirilmiş olan, ancak Bağdat’taki ABD askeri denetimi altındaki Green Zone’da (=Yeşil Bölge) barınabilen ve çalışmalarını, ABD askerlerinin ve yabancı özel güvenlik elemanlarının koruması altında yürütebilen kukla hükümetten “seçilmiş bir geçiş hükümeti” olarak söz etmesi de Türk egemen sınıflarının demokrasi ve meşruiyet anlayışını ele vermektedir. Bu yaklaşımların asla Türkiye işçi sınıfı ve halkının yararına olmadığı aşikardır. Türk gerici egemen sınıflarının yararına olduğu ve onlara bir “aferin”den başka bir şey kazandıracağı ise tartışmalıdır. Dördüncüsü, bir ülkenin yurttaşlarının bireysel ya da örgütlü olarak işgale karşı elde silah direnmeleri asla terörizm değildir; tam tersine bu, sapına kadar haklı ve meşru savunmanın ta kendisidir. (Hatta BM Genel Kurulu’nun Ezilen Halkların Bağımsızlık ve Silahlı Savaşım Hakkına İlişkin 3246 Sayılı ve 29 Kasım 1974 tarihli kararının da gösterdiği gibi bu hak, BM tarafından da doğrulanmıştır.) Bu mantığa göre, Birinci Dünya Savaşından sonra Türkiye’nin İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan güçleri tarafından işgaline karşı direnenler de “terörist” idiler. Nitekim işgalci güçler o zaman da Anadolu’da işgale karşı direnen güçleri “şaki”, yani bugünün moda deyişiyle “terörist” olarak anıyorlardı. (2)

 

Dahası, ABD haydutlarına uşaklıklarını gizlemek için sahtekarca Irak Türkmen halkına sahip çıkar gözüken Türk gericileri ve faşistleri, özellikle Telafer bölgesinde ABD işgalcilerine karşı kahramanca direnen, ama onlara göre “terörist” olan yurtsever Türkmen gerillalarının adını bile ağızlarına almaktan korkmakta, hatta katledilen, yaralanan, işkence gören, evleri, okulları, hastaneleri vb. yıkılan Telafer Türkmen halkına insani yardım göndermekten çekinmektedirler. (3)

 

Beşincisi, “Irak'ın teröristlerin bir eğitim alanı haline gelmesine müsaade edilmemesini de iste”rken Erdoğan, özellikle Kuzey Irak’taki PKK/Kongra-Gel varlığına göndermede bulunuyor. ABD işgalcileri, Barzani ve Talabani klikleriyle olan bağlaşmaları ve Irak halkının direnişi karşısında yaşamakta olduğu sıkışıklık nedeniyle, zaten ABD ile işbirliğine hazır olduklarını bir çok kez açıklamış bulunan ve yer yer de onunla böyle bir işbirliğine girdiği anlaşılan PKK/Kongra-Gel güçleriyle bir çatışmaya girmekten yana değillerdir. Türk gericilerinin, “ABD, Irak’taki Kürt gerillalarına karşı harekete geçmezse biz geçeriz” yollu tehditlerinin ise beş paralık bir değeri olmadığı biliniyor. Onların, 1983’den bu yana Kuzey Irak’taki PKK gerillalarına karşı onlarca büyük askeri operasyon düzenlediklerini ve bazılarına 40,000’den fazla askerin, yüzlerce zırhlı araç, tank, savaş uçağı ve helikopterin katıldığı bu operasyonlardan eli boş döndüklerini ve hatta Türkiye sınırları içindeki gerilla hareketini de yenilgiye uğratamadıklarını anımsamaları gerekiyor. Bölgedeki koşulların önemli ölçüde değiştiği –adı konmamış bir Kürt devletinin oluştuğu ve Türkiye-ABD ilişkilerinin düne göre serinlediği- bugünkü koşullarda Türk gericilerinin Washington ve Pentagon’a korkakça ve onursuzca yeniden ve yeniden yalvarmaktan başka yapabileceği hiçbir şey yoktur. Çıkar yol, yani Türk ve Kürt halklarının yararına bir demokratik çözüm; hayali tehditlerle uğraşmayı bir yana bırakmaktan, Türkiye Kürdistanı’nda yaşayan Kürt halkına karşı sürdürülen devlet terörünü sona erdirmekten, onyıllardır sürdürülen bu baskı ve katliam politikasından ötürü Kürt halkından özür dilemekten ve ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı da içinde olmak üzere Kürt halkının tüm meşru taleplerini kabul etmekten geçmektedir.

 

Kürt halkının ABD ve AB emperyalistlerine umut bağlamaktan cayması da ancak bu yolla sağlanabilir. Bunu ise, ancak işçilerin ve sömürülen emekçilerin devrimci ve anti-kapitalist kavgasının yükselmesi ve bu sınıf ve katmanların kuracakları devrimci-demokratik ya da Sovyetik bir rejim gerçekleştirebilir. Altıncısı, ABD-İngiltere işgaline sınırlı ölçüde de olsa destek vermek, işgalci güçlerin kurduğu kukla yönetimin –aralarında Gazi el-Yaver, Celal Talabani, Hoşyar Zebari ve İbrahim Caferi’nin de bulunduğu- bir dizi temsilcisini topraklarında ağırlamak, kukla hükümetle çeşitli düzeylerde ilişki kurmak ve NATO eğitim misyonunda yer almak, yani Irak halkına kurşun sıkan kukla ordu ve polis birliklerinin eğitimine katılmak suretiyle Türk generalleri ve egemen sınıfları, gelecekte bedelini Türkiye işçi sınıfı ve halkının fazlasıyla ödeyeceği çok ağır bir suç işlemektedirler. Bu tutum ilke olarak tümden yanlıştır: komşusunun uğradığı bir felaketten yarararlanarak onun malına ve ırzına göz diken bir kişinin tutumu ne denli iğrençse, Irak’ın uğradığı felaketten yararlanarak ölü soyucu rolüne heveslenmek ve bu ülkenin zenginliklerinin yağmalanmasına katılma hesapları yapmak da o denli, hatta daha iğrençtir. Ama bu tutum, pratik politika açısından da son derece yanlıştır ve siyasal dargörüşlülükle sakatlanmıştır: Direnişin çelikten duvarına toslayan Amerikan haydutları aylardır başka seçenekler üzerinde tartışmakta ve giderek Vietnam’ı andıran Irak bataklığından nasıl kurtulacaklarını araştırmaktadırlar. Yani R. T. Erdoğan, H. Özkök ve benzerlerinin dileklerinin tersine, ABD ve kuklaları bakımından Irak’ta işler hiç de yolunda gitmemektedir. Öyle ki bunu artık ABD silahlı kuvvetlerinin üst kademelerinde, “muhalefetteki” Demokrat Partide yer alan pek çok kişinin yanısıra Başkan Bush’un Cumhuriyetçi Partisi’nde yer alan bazı siyasetçiler de açıkça dile getirmektedir; Bush kliğinin Irak savaşını yürütme biçimini onaylamayan Amerikalıların oranı, devsel boyutlara varan dezenformasyon çalışmalarına ve ABD halkının olanca apolitikliğine rağmen 27 Nisan 2003’de yüzde 22’den 25-28 Ağustos 2005’de yüzde 57’ye çıkmıştır. ABD’nde başını asker ailelerinin çektiği savaş-karşıtı hareket büyümektedir. Dahası, giderek artan sayıda Amerikan komutanı ve siyasetçisi, ABD ekonomisine çok ağır bir yük bindirmekte olan savaşın kazanılamaz olduğu görüşüne varmakta ve bunların küçümsenmeyecek bir bölümü bunu açıkça dile getirmektedir.

 

Bütün bu gelişmelerin farkında olmadığı anlaşılan bizim gericilerimiz ise, Wall Street Journal aracılığıyla ABD tekelci burjuvazisine sadakat mesajları göndermekle meşguller. Demek oluyor ki, en geç birkaç yıl sonra kukla yönetim, ABD’nin Irak’tan çekilmesine bağlı olarak iskambilden bir şato gibi yıkılacak, Türkiye, Irak halkı ve onu iyi-kötü temsil eden bir yönetimle karşı karşıya kalacak ve kirli sicili nedeniyle sadece Irak halkının değil, bir bütün olarak Arap ve İslam halklarının haklı öfkesinin ve hatta misillemesinin hedefi haline gelecektir. Ne yazık ki aynı husus, yazgılarını önemli ölçüde ABD’nin yazgısına bağlamış gözüken Irak Kürtleri için, daha da fazlasıyla geçerlidir. Şunu da hatırlatmakta yarar var: Aslında Türkiye’yi yönetenler ya da yönettiklerini sananlar ABD ve İngiltere’nin Irak halkına karşı giriştiği terörist saldırıya katılmakta başından beri çok istekliydiler. (4)

 

Bilindiği gibi 1 Mart 2003 tezkeresinin beklenmedik bir biçimde kazaya uğramasının ardından TBMM 7 Ekim 2003’te ikinci bir tezkere kabul etmişti. Ağızları sulanan Türk gericileri böylelikle, 1 Mart tezkeresinin kazaya uğraması sonucu meydana gelen gecikmeyi giderebileceklerini ve Irak’ın zenginliklerinin paylaşılacağı masaya oturma fırsatı elde edeceklerini hesap ediyorlardı. Ne var ki, Irak’ta, işbirlikçi güçler de içinde olmak üzere tüm kesimlerin Türk ordusunun bu ülke topraklarına girmesine karşı olmasını dikkate almak zorunda kalan ABD’nin isteksiz davranması üzerine Türkiye bu haksız savaşa katılmaktan kurtuldu. Yoksa Türk ordusu bugün, ABD’nin Irak direnişinden darbe üzerine darbe yediği Irak batağında debeleniyor ve ülkeye şoför ölülerinden çok daha büyük sayıda asker ölüleri geliyor olacaktı. Onyıllardır Sam Amca’nın fedaisi ve ucuz uşağı olması Türkiye’ye ne kazandırmışsa, Irak’a yönelik haksız savaşa katılmak ta aynı sonucu verecekti. Bunun, sadece Türkiye işçi sınıfı ve halkı açısından değil, kalın kafalı ve korkak Türk gerici egemen sınıfları açısından da ne büyük bir felaket olmuş olacağını anlamak için siyaset dehası olmaya gerek yok. Geçerken, Amerikan neo-faşistlerinin de kabul ettiği gibi Afganistan’daki direnişin giderek büyüdüğünü ve 11 Eylül 2001 eyleminden sonra büyük bir heves ve iştahla bu ülkeye asker gönderen, üstelik utanmadan bunu bir övünç vesilesi haline getiren Türk gericilerinin bu ülkede konuşlandırdığı personelin, büyük olasılıkla önümüzdeki aylarda Afgan halkının haklı direnişinin hedefi haline geleceğini de anımsatmak isterim.

 

 Eğer siz, emperyalist “büyük” devletlerin bir başka ülkeyi kendi iğrenç ve bencil çıkarları için işgal etmesini, halkını katletmesini, zindanlara doldurmasını ve aşağılamasını, kadınlarının namusuna el uzatmasını, çocuklarını hedef almasını, bombalamasını, yakıp yıkmasını ve maddi ve kültürel zenginliklerini yağmalamasını alkışlar, hatta bir ölçüde buna katılır ve destek verirseniz, yarın öbür gün sizin ülkenizin de benzer bir işgal terörünün hedefi olmasını peşin olarak onaylamış olursunuz.

 

 Bir ülkenin rejimi kötü, zalim anti-demokratik vb. olabilir. Ancak bu tür yönetimleri defetmek ve işbaşına gerçekten adil, demokratik ve uygar bir yönetim getirmek, sadece ve sadece o ülkenin halkının işidir. Onyıllardır dünyanın her yanında askeri darbeler tezgahlayan, Saddam Hüseyin rejimi de içinde olan zalim yönetimleri destekleyen, silahlandıran, onları komşularına saldırmaları için kışkırtmanın yanısıra sözde dost ve bağlaşık olarak bildiklerine kazık atmakta, işleri bittiğinde onları kullanılmış bir kağıt mendil gibi bir yana fırlatmakta zerrece duraksamayan ve dahası kendi iç rejimini güdük bir burjuva demokrasisinden faşizme doğru götüren ABD ve benzer ülkelerin hiç değil. Tam da bu noktada kendilerine, 920 Türk ve Kürt emekçisinin boşuboşuna yaşamını yitirdiği Kore Savaşı macerasını anımsatmak gerekiyor. Türk gerici burjuva basınının kıdemli temsilcilerinden Oktay Ekşi, Hürriyet gazetesinin 26 Ekim 1997 tarihli sayısındaki köşesinde yayımlanan “Aynadaki Türkiye” yazısında şöyle diyordu : “Genç kuşaklar bilmezler: Bir zamanlar kamuoyumuz en fazla ‘Kore Savaşı yüzünden dünyanın bize duyduğu hayranlık’la övünürdü. Daha doğrusu ülkemizi yönetenler bize böyle yuttururdu. “Oysa, ABD’nin hatırı kırılmasın diye 1950’de Kore’ye gönderdiğimiz 6500 kişilik tugayın adı, bu savaşı anlatan kitaplarda bile geçmiyor. “Anımsatalım: Tugayımız 23-27 Kasım 1950 tarihinde Kunuri’de Çin Halk Cumhuriyeti birlikleri tarafından sarılan bir Amerikan tümeninin en az zaiyatla geri çekilmesini sağlamakla görevlendirilmişti. Birliğimiz bu sırada Çin askerleriyle göğüs göğüse çarpıştı, -bazı uzmanlara göre- pisipisine 920 şehit verdi. Ama işe bakın, bu dünyada iki satırlık izi bile kalmadı. “ABD Dışişleri Bakanlığı’nın üst düzey bir yetkilisi ve bir de tanınmış bir “think-tank’ın Türkiye uzmanıyla konuşurken, bu gerçeği değişik cümleler ve değişik konular arasında tekrar gördüm... “Türkiye uzmanı, kendi bakış açısını çok açık koydu: ‘Biz Türkiye’ye ABD’nin çıkarları açısından bakarız’ dedi. Bu bakış açısının bir örneği olarak bugünlerde Washington’da ‘Turgut Özal’ı anma günleri’ düzenlediklerini söyledi.” Kendi tarihsel deneyimlerinden öğrenme yetisinden yoksun bu alçak ve belkemiksiz cücelerin Türkiye’yi, özellikle İran’ı ya da Suriye’yi hedef alabilecek yeni bir askeri maceraya sürüklememesi, Türk, Kürt, Arap, Fars halklarının kanının daha fazla akmaması, Irak, Filistin ve Afganistan halklarının anti-emperyalist direnişinin yalnız bırakılmaması, Türkiye’de ve diğer bölge ülkelerinde işçi sınıfının ve diğer sömürülen emekçilerin ayağa kalkması ve kendi devrimci, enternasyonalist ve anti-kapitalist sloganları ve bayrakları altında siyaset sahnesine girmelerine bağlıdır.

DİPNOTLAR:
(1) Burada, pek çok anti-emperyalist ve devrimci-demokrat kişi ve örgütün düştüğü bir hataya işaret etmek gerekiyor: “Irak’ta kitle imha silahı bulunmadı; o halde Irak yönetimi masumdu” biçiminde özetlenebilecek pasifist ve demokratist bir yaklaşım gerici bir nitelik taşır. Ve kendileri tepeden tırnağa en modern ve korkunç silahlarla donanırken, geri ve bağımlı ülkelerin silahlanmasını ikiyüzlü bir tarzda “eleştiren” ve yasaklamaya kalkan emperyalist devletlerin bu tutumunu haklı ve meşru görmek anlamına gelir. Marksist-Leninistler, kural olarak Irak, Türkiye gibi gerici burjuva rejimlerinin silahlanmalarına da karşıdırlar. Ancak bu asla, ABD’nin ve diğer emperyalistlerin nükleer vb. kitle imha silahı tekelini onaylamak anlamına gelmez ve gelemez.
(2) Gene bu mantığa göre, İsrail işgaline karşı direnen Filistin savaşçıları da “terörist”tirler. Nitekim Başbakan Erdoğan, Mayıs 2005’de İsrail’e yaptığı ziyareti sırasında Haaretz muhabiri Aluf Benn 2 Mayıs 2005 tarihli haberinde aynen şunları yazmıştı: “Erdoğan Türkiye’nin barış sürecinde rol oynama isteğini dile getirdi ve ‘terörizme karşı savaş, sükunetin korunması ve barışın sağlanması’ konusunu inceleyecek bir Türk-İsrail-Filistin çalışma grubu kurulmasını önerdi.”
(3) Chicago Tribune adlı Amerikan gazetesinde 14 Eylül 2004’de Rick Jerwis imzasıyla yayımlanan bir haberde, Telafer’deki çatışmalara katılan Yarbay Karl Reed’in şöyle dediği aktarılıyordu: “Ben Samara’daki çatışmalarda bulundum; benim taburum Necef’teki çatışmalarda yer aldı; Bağdat’ta barikatları aştığımız çarpışmalarda bulundum. Ancak bu, tüm kariyerim boyunca tanık olduğum en yoğun askeri çatışmaydı.”
(4) Irak’ın, son yıllarda İttihat ve Terakki gericiliğinin yayılmacı hayallerini yeniden canlandırmaya koyulan Türk gericilerinin, en önemli ilgi alanlarından biri olduğu biliniyor. Örneğin, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, 22 Ağustos 2003’de Milliyet gazetesinde yayımlanan röportajında Derya Sazak’ın sorularını yanıtlarken, Türkiye’nin stratejik olarak “Anadolu'ya sıkışıp kalma, hapsolma keyfiyeti” olmadığını söyledikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Türkiye'nin potansiyeli resmi sınırlarıyla sınırlanmış değildir. Türkiye'nin etkinliği, çıkarları kendi sınırlarını çok aşmaktadır... Nasıl sınıflandırırsanız sınıflandırın ne derseniz deyin tabii ki Ortadoğu, Balkanlar, Orta Asya bizi yakından ilgilendirir. Türkiye, Anadolu'ya hapsedilemez ama bu kesinlikle bir serüvencilik değildir. Tarihimizden dersler de alıyoruz. Kendi sınırlarımız içinde huzur içinde olabilmek için sınır ötesindeki gelişmelerle de ilgilenmeliyiz. İstikrarlı bir Irak Türkiye'nin çıkarınadır. Oradaki petrolden de Türkiye hakkını, hukuki bir düzen içinde alacaktır. Irak'ın yapılanmasında söz sahibi olacaktır, ticarette alacaktır.” Askeri kliğin temsilcisi Org Hilmi Özkök de aynı havadaydı. Fikret Bila, 30 Ağustos resepsiyonunda gazetecilerin sorularına verdiği yanıtlarda Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün, Irak'a asker göndermekten açık bir biçimde yana olduğunu belirttikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Org. Özkök, fikrini anlatırken, yaşamdan benzetmeler yapmayı seviyor. “Irak'a asker gönderme konusunu değerlendirirken de yine aynı yöntemi kullandı. Bu kez ‘Milli Piyango’ benzetmesi yaptı: “ ‘Hiç olmama ile belki olur arasında çok büyük fark vardır. Sıfırı istediğiniz kadar katlayın sıfırdır. Sıfırla bir arası, bir ile iki arasına baktığınız zaman sıfırla bir arası çok büyüktür. Milli Piyango gibi. Bir şey almazsanız asla çıkmaz. Ama alırsanız belki çıkar. Bu da bir mantıktır dış ilişkilerde. Sıfır çok tehlikeli.’ ” (Milliyet, 1 Eylül 2003)