Marx-Engels |  Lenin  | Stalin |  Home Page

Garbis Altinoglu

Articles

Arapça Bilen İmam Hatipli Uzman Çavuşlar Irak’a!
Taha Kıvanç-Doğan Güreş Diyalogu

28-31 Ekim 2003

Yeni Şafak’ın 20 Ekim 2003 tarihli sayısında Taha Kıvanç’ın “Anılar… Anılar… Anılar” başlıklı yazısı yayımlandı. Kıvanç, uzun süre genelkurmay başkanlığı yapmış olan, “bin operasyon”dan, çoğu Kürt kökenli olmak üzere onbinlerce insanın faili meçhul cinayetlere kurban gitmesinden, yüzlerce katliamdan ve binlerce köyün yakılması ya da boşaltılmasından sorumlu azılı faşist Doğan Güreş’le, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en yüzsüz, en cahil ve en gerici başbakanlarından Tansu Çiller’in tak-şak paşasıyla yaptığı sohbeti anlatıyordu bu yazısında. Irak savaşına “karşı” olan yazarımızın, Susurluk sürecinin başta gelen mimarlarından Güreş’i, Türkiye’nin ABD’yle birlikte Irak’a saldırmasının bu ateşli savunucusunu, Türk militarizminin bu en iğrenç temsilcilerinden birini neden muhatap aldığına ve nasıl göklere çıkardığına aşağıda değineceğim.

Basının etkili kalemlerinden Taha Kıvanç/ Fehmi Koru’nun çeşitli yazılarında ortaya koyduğu argümanlar, bu görece liberal ve sözümona demokrat, anti-militarist ve savaş-karşıtı yazarın kişiliğinde ülkemizdeki yenilikçi siyasal İslam akımının korkaklığını, ikiyüzlülüğünü ve siyasal pozisyonunun sınırlarını ortaya koymaktadır. Bunları söylerken yazarımızın temelde olmasa da, bir dizi noktada, AKP’nin temsil ettiği burjuva katmanının çizgisinden farklı ve daha ileri bir konumda olduğunu ve ona değişik konularda eleştirel yaklaştığını, ama o çizgiden de kopamadığını unutmuyorum. Bu da kaçınılmaz olarak onu, düzenin gerçek sahipleriyle ve emperyalizmle uzlaşan ve onların güdümüne giren AKP’nin peşinden sürüklenmeye ve bu gericileşme sürecinin aktif bir öğesi haline gelmeye zorluyor.

Evet, hakkını yememek gerek; Taha Kıvanç/ Fehmi Koru özellikle Bush kliğinin ve onun İngiliz ortaklarının 11 Eylül eylemi sonrası dönemde giriştikleri militarist ve savaş-yanlısı yaygara, dezenformasyon ve demagojilerini küçümsenmeyecek boyutlarda sergilemiş ve Türkiye’nin gerek Afganistan’a ve gerekse özellikle Irak’a asker göndermemesi için hayli çaba harcamış ve bundan ötürü faşist ve ABD-yanlısı kalemlerin bir ölçüde hedefi de olmuştur. Ne var ki, onun çizgisi ABD ve diğer emperyalist ülkelerin “geri” ülkelerin içişlerine müdahalesine ve bu ülkeleri işgal etme/ yönetme “hakları”na ilkesel düzeyde bir karşı duruşu içermiyor; hele ABD’nin gölgesinde Osmanlıcılık ve Enver Paşacılık oynamak isteyen, ama bunu da beceremeyen, daha doğrusu bunu yapacak yüreği olmayan korkak Türk generallerinin ve burjuvalarının açgözlülük, saldırganlık ve uşaklıklarını ve onların Kürt halkına uyguladıkları ulusal zulmü ve Güney Kürdistan üzerindeki yayılmacı emellerini mahkum etmeyi asla.

Örneğin o, başta ABD gelmek üzere sömürgecilerin ve emperyalistlerin (daha öncesini bir yana bıraksak bile) 20. yüzyıl boyunca dünyayı kana bulamış olduklarını “unutmakta”, savaş tehdidinin kaynağını 11 Eylül eyleminin ardından etkisini arttıran bir ekibe (George W. Bush ve neo-faşist savaş lobisi) fatura etmekte ve dolayısıyla bu ekibin bir seçimle işbaşından uzaklaşması halinde Washington’un daha akılcı ve daha uygar bir yaklaşım sergileyeceğini sanmakta ve savunmaktadır. Yazardan, tekelci kapitalizmden başka bir şey olmayan emperyalizmin müdahale, savaş, saldırganlık ve yağma çizgisinin şu ya da bu yönetici ekibin yeğlediği bir politika seçeneği olmayıp, kapitalizmin doğasından kaynaklandığını kavramasını bekleyemeyiz kuşkusuz; ancak Latin Amerika’dan Güneydoğu Asya’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar uzanan bir alanda onmilyonlarca insanın yaşamına malolmuş sistemli bir yeni-sömürgeci saldırı politikası izlemiş bir devletin stratejik pozisyonunu ve kanlı ve kirli sicilini, ana çizgileriyle kavramamasını, daha da kötüsü kavramamış gözükmesini kabul etmek olanaksızdır.

Bu bakış açısından hareketle, ABD’nin 1991’de bağlaşık ve uşaklarıyla Irak’a saldırısını -ve dolayısıyla onun ardından bu ülkeye uyguladığı korkunç ve soykırım düzeyine varan ambargoyu- haklı ve meşru sayan yazarımız, bu süper haydudu 2003’de de aynı yolu izlemediği, yani “uluslararası toplum”la birlikte hareket etmediği için eleştirmekte ve bu son saldırı savaşını sadece BM Güvenlik Konseyi’nin kararı ve “haklı gerekçeler”, yani kitle imha silahları vb. olmaksızın gerçekleştirdiği için gayrımeşru görmektedir. 31 Temmuz 2002’de yayımlanan “Haksız ve meşruiyetten yoksun” başlıklı yazısında o, şöyle diyordu:

“Türkiye, komşusu Irak’a yönelik ‘haksız’ ve ‘meşru olmayan’ ABD askerî operasyonuna destek vermeye hazır bekliyor…
“Hazırlıkları hızla devam eden operasyonun haksızlığı ‘gerekçesiz’ oluşundan. BM üyesi egemen bir devlete karşı askerî operasyon, 1990-91 Körfez krizi ve savaşıyla irtibat kurularak başlatılamaz; oysa, Oğul Bush yönetimi, Baba Bush’un yarım bıraktığını tamamlamak niyetinde. Varlığı ileri sürülen ‘kitle imha silahları’ konusunda herhangi bir somut kanıtı yok Washington’un.”

Gene o, çok daha sonraları, yani 9 Eylül 2003’de yayımlanan “Ya tahammül, ya sefer…” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“Irak için doğru olan formül, işgalin sona ermesine dair bütün taraflarca benimsenecek bir takvime bağlı olarak ‘uluslararası barış gücü’nün devreye sokulmasıdır. Irak’a istikrar ve düzeni geri getirecek bir de siyasî takvime ihtiyaç var. Anayasanın yazılması, siyasi partiler ve seçim yasalarının hazırlanması, âdil ve dürüst seçimlerin yapılması bu takvimin kapsama alanı içinde bulunacaktır. Bunları işgalci bir askerî gücün yerine getirebilmesi beklenemez zaten…”

Hadi, ABD’nin öteden beri, özellikle İsrail’i korumak için, BM Güvenlik Konseyi’nin ve Genel Kurulu’nun pek çok kararına karşı veto yetkisini kullandığını, Güvenlik Konseyi’nden kendi isteği doğrultusunda kararlar çıkarmak için bir dizi hile, sahtekarlık ve tehdide başvurduğunu, Irak’taki sözde kitle imha silahları üzerine yaygara koparan bu süper devletin dünyanın en büyük ve en gelişmiş kitle imha silahları stoğuna sahip olduğu olgusunu, Irak gibi ülkelerde bulunan kitle imha silahlarını üreten ve bu gibi ülkelere satanların da genellikle başta ABD gelmek üzere gelişmiş kapitalist ülkeler olduğunu, Washington’un yıllardır bir dizi uluslararası anlaşmayı imzalamadığını ya da bazılarını tek yanlı olarak yırttığını, 11 Eylül eyleminden sonra faşist “önleyici savaş” doktrinini ileri sürerek BM’e ve “uluslararası hukuk”a karşı duyduğu horgörüyü açıkça dile getirdiğini, Guantanamo üssünde tüm dünyanın gözleri önünde –kendisinin de imzalamış bulunduğu Cenevre Anlaşmalarına aykırı olarak- bir konsantrasyon kampı kurmuş bulunduğunu, en azından İkinci Dünya Savaşının sonundan bu yana adeta sürekli bir biçimde başka ülkelere saldırdığını, buralarda askeri darbeler, örtülü operasyonlar vb. düzenlediğini, BM ne derse desin Irak’a saldırmakta kararlı olduğunu ve ardından sıranın Suriye’ye ve başkalarının geleceğini söylediğini (2) şimdilik bir yana bırakalım. BM’e, ABD’nin liderliği altındaki Güvenlik Konseyi’nin, hepsi de veto hakkına sahip olan 5 sürekli üyesinin egemen olduğu bilindiğine göre bunların kendi aralarındaki kirli pazarlıklar ve karşılıklı şantajlar sonucunda –üstüne üstlük BM Genel Kurulu’nu oluşturan çok sayıda diğer burjuva devletinin büyük çoğunluğunun görüş ve çıkarlarını pek de hesaba katmadan- aldıkları kararları meşruiyet aylasıyla süslemek, demokrasi ilkesiyle ne kadar bağdaşıyor? Ya da örneğin, BM Güvenlik Konseyi’nin ABD ve İngiltere’nin başı çekmesiyle aldığı ve –UNICEF’in rakamlarına göre- 1991’den bu yana, önemli bölümü çocuk olan 1.5 milyondan fazla Irak’lı işçi ve emekçinin ölümüne yol açan katliama yol açan kararı gibi bazılarının meşru olmak bir yana, insanlık suçu kategorisine girdiği göz ardı edilebilir mi?

Dahası var: BM’in 25 Haziran 1945 tarihli Kurucu Anlaşmasının 1. bölümünün 2. maddesinde,
“Uluslar arasında, eşit haklar ve halkların kendi yazgılarını belirleme hakkına saygı temelinde dostça ilişkileri geliştirmek ve evrensel barışı güçlendirmek için gereken diğer uygun önlemleri almak”tan sözedilmektedir. Dolayısıyla, BM Güvenlik Konseyi’nin ya da hatta BM Genel Kurulu’nun, bir başka ülkenin işgal edilmesi, o ülkenin rejiminin değiştirilmesi yolunda bir karar alması ve böylelikle o ülke halkının kendi yazgısını belirleme hakkını çiğnemesi, sadece genel olarak uluslararası burjuva hukukuna aykırı olmakla kalmaz; aynı zamanda bu BM’in kendi kuruluş ilkelerini gerek lafız ve gerekse içerik bakımından ayaklar altına alması anlamına gelir. Bu bakımdan, yıllar önce “Iraq Liberation Act” (Irak’ın Kurtuluşu Yasası) denen bir yasa çıkarmış ve bu çerçevede Irak’a karşı bir dizi yıkıcı çalışma yürütmüş olan ABD’nin pozisyonu uluslararası burjuva hukuku açısından bile tümüyle gayrımeşrudur. Koşullar elverdiği takdirde saldırısını Suriye, Lübnan ve Filistin’i de kapsayacak biçimde genişletmeyi kuran ABD’nin Kongresi Eylül 2003’de “Syria Accountability Act” (Suriye Hesapverirlik Yasası) adlı bir yasayı kabul etti. Gerçi onların saldırı ve yağma planlarını uygulamak için öyle yasaya, hukuka vb. de pek aldırdıkları ya da gereksinim duydukları yok; ama eğer, yazarımız, bu tür eylemlerin biçimsel açıdan meşru/gayrımeşru oluşuna böylesine önem veriyorsa, her şeyden önce Yanki haydutlarının Suriye’yi –öncelikle İsrail’in yararına- destabilize etmek için harekete geçme hakkını kendinde görmesini en ağır bir tarzda mahkum etmeliydi. Ama, yazarımız bütün bunlarla pek de ilgilenmez gözükmektedir.

Bu çerçevede Taha Kıvanç/ Fehmi Koru, “bütün taraflarca benimsenecek bir takvime bağlı olarak ‘uluslararası barış gücü’nün devreye sokulması”, “Irak’a istikrar ve düzeni geri getirecek… siyasî takvim”in ve “Anayasanın yazılması, siyasi partiler ve seçim yasalarının hazırlanması, âdil ve dürüst seçimlerin yapılması” gibi işlerin BM’in gözetimi altında yapılmasını önerirken, sorunun asıl tarafını, yani Irak halkını görmezden gelmekte ve dıştalamakta, Irak’a uluslararası sömürge statüsünü layık görmektedir. Irak halkının içinde yer almadığı bu “bütün taraflar”, yani bellibaşlı emperyalist yağmacılar ve onların güdümündeki BM ve bu arada bu sırtlanlar sürüsünün peşinden giden Türkiye gibi diğerleri, bu ülkenin yazgısını ve geleceğini belirleme hakkını nereden ve kimden, hangi demokratik ilkeden almaktadırlar? Yazarımız, -tıpkı Fransa, Almanya, Rusya gibi emperyalist yağmadan pay almak isteyen ülkelerin açgözlü yöneticilerinin ileri sürdüğü gibi- Irak’ın, ya da başka herhangi bir ülkenin tek başına ABD’nin değil de birkaç emperyalist ülkenin BM etiketli ortak işgali altına sokulmasını öneriyor. Ve bunun başarılması için de “istikrar ve düzenin geri getirilmesi”ni, bu da başka bir biçimde yapılamayacağına göre, objektif olarak işgale karşı direnişin kan ve terörle ezilmesini. Bununsa, sömürgeciliğin ve emperyalist terörizmin çıplak savunusundan başka bir anlama gelmeyeceği açıktır. BM etiketli bir “uluslararası barış gücü”nün, işgal gücü olmayacağı savı ise, herhalde kendisinin bile inanmadığı bir safsata olmanın ötesine geçemez.

Aslında BM’i, Yeni Şafak gazetesinin bir başka yazarı çok iyi betimlemişti. Mehmet Şeker, 9 Ekim 2003 tarihli “BM tiyatrosu” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“BM dedikleri, çadır tiyatrosu… Tam bir Hisseli Harikalar Kumpanyası aslında.
“Hisseli dediysek, işkembeden atmış değiliz. Yüzde ellisi ABD’nin.
“Yüzde yirmibeşi İsrail’in.
“Yüzde onbeşi İngiltere’nin.
“Geri kalan da ötekilerin…”
Öte yandan yazarımızın, Türkiye’nin Irak’ta bir askeri maceraya sürüklenmemesi için harcadığı çaba da çok samimi gözükmüyor. Yeni Şafak’ta, Taha Kıvanç imzasıyla 9 Ekim 2003’de yayımlanan “Muhasebe” başlıklı yazıda şu satırları okuyoruz:
“Ben ise, Türkiye’nin haksız bir savaşa taraf olmamasının muhtemel getirilerini vurguladım…
“Kötü niyetli bir kadronun zorladığı anlamsız savaşa karşıyım elbette; ama savaş çıktı bir kere. Irak’a huzur ve istikrarın gelmesini kim istemez, özellikle Türkiye’nin oradaki varlığı sayesinde gelecekse? Türk askeri Irak’a gitti diye ABD ülkenin yeniden yapılanmasında Türk firmalarına öncelik tanıyacaksa, bu, elbette hepimizin yararına… George Bush ve Tony Blair, Irak konusu ne zaman gündeme gelse, ‘Tayyip Erdoğan’a da danışalım’ dediklerinde ilk sevinecek ben olurum… Bölge dengelerini yeniden oluşturmak için o meşhur ‘masa’ kurulduğunda, haber versinler, teşrifatçılık yapmaya gönüllü yazılayım…
“Benim endişem, bunların ‘reklâm’ olduğu ve Türkiye’nin, Irak’a sevkedilecek ilk askerle birlikte, orada yerleşik 40’a yakın ülkeden biri muamelesi görmeye başlayacağı…”
Herhalde yeterince açık. Yani yazarımızın, Türkiye’nin Irak’a asker göndermesine ilkesel düzeyde hiçbir itirazı yok. O, bu soruna, tümüyle siyasal ve ekonomik kar-zarar muhasebesi temelinde yaklaşıyor. Savaşa karşı çıkmıştır; çünkü “Türkiye’nin haksız bir savaşa taraf olmamasının muhtemel getirileri” vardır. O, gelinen noktada da, Türkiye’nin asker göndermesine “karşı”dır; çünkü korkak, uşak ve özgüvenden yoksun Türkiye burjuvazisi avucunu yalayacak ve Türkiye, “Irak’a sevkedilecek ilk askerle birlikte, orada yerleşik 40’a yakın ülkeden biri muamelesi görmeye başlayaca”ktır. Yoksa, “Türk askeri Irak’a gitti diye ABD ülkenin yeniden yapılanmasında Türk firmalarına öncelik tanıyacaksa, bu, elbette hepimizin yararına…” Eğer öyle olacak olsaydı yazarımız çok sevinecek ve Türkiye’nin bu operasyona katılmasını hararetle destekleyecekti:

“Bölge dengelerini yeniden oluşturmak için o meşhur ‘masa’ kurulduğunda, haber versinler, teşrifatçılık yapmaya gönüllü yazılayım…” Bu durumda, Taha Kıvanç/ Fehmi Koru’nun demokrasi ve savaş karşıtlığı görüntüsünün altında pastadan pay kapma hesabının yattığını söylemek herhalde bir abartma ya da haksızlık olmayacaktır. Ancak onun, Türkiye’nin Irak macerasına karşı çıkışının ise, çok önemli bir başka nedeni daha var. Buna aşağıda değineceğim.
* * * * *
Bilindiği gibi yazarımız, eleştirel bir tarzda da olsa avukatlığını yaptığı yenilikçi ve ılımlı, yani emperyalizme yaltaklanan İslamcı orta ve büyük burjuvazi ile Türkiye’nin geleneksel eliti (en öndegelenlerini TÜSİAD’ın temsil ettiği büyük burjuvazi ve esas olarak ABD çizgisindeki gerici-faşist askeri klik) arasında stratejik bir uzlaşma sağlamak için en fazla ter dökenlerden biri. O, bu yöndeki çabasını son haftalarda daha da yoğunlaştırdı; çünkü, askeri kliğin AKP’ni ve onun temsil ettiği gerici sınıf katmanını yıpratmak için türban, laiklik, İmam Hatip Liseleri vb. konusunda çıkışlar yaptığının ve yavaş yavaş gerilimi tırmandırdığının farkındaydı. Taha Kıvanç/ Fehmi Koru, askeri kliğin, 7 Ekim’de TBMM’nin çıkaracağı ve hükümetin elinde kalacak olan Irak’a asker gönderme tezkeresinin sorumluluğunu da AKP’nin sırtına yıkacağını görüyor, örneğin, tezkere oylamasının hemen öncesinde 6 Ekim 2003’de yayımlanan “Yanlış gerekçeler” başlıklı yazısında olduğu gibi, AKP’yi şöyle uyarıyordu:

“Ak Parti yönetimi sonunda kendilerine ağır bir siyasî fatura çıkartabilecek Irak mâcerasına atılma konusunda neden bu kadar istekli olabilir?…
“Önceki tezkere tartışmaları sırasında da, bazıları, paylaşım masasında yer alabilmek için ABD’ye fiilî destek verilmesi gerektiğini ısrarla iddia etmişlerdi. BM kararından önce Irak’a girilmesini arzularken, Başbakan Erdoğan, o tezin etkisinde görünüyor… ülkelerini Irak mâcerasına sokan hemen her ülkenin iktidarı sarsıntı geçiriyor. Başbakan geçmişe dönük tahminlerde bulunmak istemese de gerçek ortada: 1 Mart tezkeresi geçse ve Türkiye askeriyle Irak mâcerasına katılsaydı, bugün AKP iktidarıyla ilgili hesaplar çok farklı bir düzlemde yapılacaktı…”

Yazarımız, bir ülkenin iç politikası ile dış politikasının birbirinden ayrılamayacağını ve Irak’a asker gönderme üzerine sürdürülen tartışma, pazarlık ve manevraların aynı zamanda –her ikisi de esas olarak ABD emperyalizminin desteğini almaya çalışan- askeri klikle AKP arasındaki iktidar kavgasıyla yakından ilişkili olduğunu biliyor. (Bu kavgaya, esas olarak ABD-yanlısı askeri kliğin siyasal ağırlığını azaltma peşinde olan AB emperyalistlerinin de müdahil oldukları unutulmamalı.) Gerek “yenilikçi” ve ödlek siyasal İslam’ın partisi AKP, gerekse onun basındaki savunucuları 1997’de RP-DYP hükümetinin devrilmesine yol açan 28 Şubat karabasanının etkisinden hala kurtulamamışlardır. Bu yüzden, askeri kliğin ve onun uzantılarının YÖK, İmam Hatip Liseleri, türban vb. konularda başlattığı yıpratma harekatının ve –şimdilik- “düşük yoğunluklu savaşın” o kampta yarattığı tedirginlik pek de yersiz sayılmaz. Nitekim, Taha Kıvanç, 27 Ekim 2003 tarihli “Şapkamı önceden çıkartıyorum” başlıklı yazısında şu sözleriyle alarm zillerini çalma gereğini duyuyordu:

“Ne olduysa şu birkaç gündür oldu. Dâvetiyelerin ‘eşli-eşsiz’ olarak gönderilmesiyle Ak Parti ile ‘başörtüsü’ arasında doğrudan bir ilişki kurulabildi. Meslek lisesi mezunlarını düz liseli arkadaşlarıyla ‘eşit’ hale getirecek ‘haklı’ düzeltme için girişilen çaba da, yeni tartışma yüzünden, ‘İmam hatiplere kıyak’ biçiminde algılanmaya müsait hale geldi.
“En başta neden kaçınmayı kararlaştırmışsa AKP yönetimi, şimdi, o konudaki tartışmaların bir parçası haline dönüştü…

“Beş yıl önce hazırladığı plan ‘başarıyla’ uygulanmış olan ‘derin’ şahsiyet bugün de işbaşında. Sonuç aldığını denemeyle bildiği taktiklerini bu defa Ramazandan önce devreye soktu; AKP ve tabanı tetikte olmazsa, esas trüklerini bugünden itibaren sergileyeceğine emin olabilirsiniz…”

Sırası geldiği için, şimdi artık yeniden Güreş-Kıvanç/ Koru flörtüne dönebiliriz. Askeri kliğin geleneksel ve artık iyice kokuşmuş ve cılkı çıkmış olan silahlarını (türban, laiklik, İmam Hatip Liseleri vb.) kullanarak, AKP hükümetini yıpratmaya çalıştığı bir dönemde yazarımızın, iki dönem genelkurmay başkanlığı koltuğunda oturmuş olan Doğan Güreş gibi isimlere sarılması hiç de rastlantı ürünü değil; tam tersine bu gelişmeyle yakından ilişkili. Taha Kıvanç, 20 Ekim 2003 tarihli yazısında, en bayağı türden bir ABD uşağı olduğunu hiç de gizlemeyen Güreş (3) ile ilgili olarak şu övgü dolu sözleri söyleyebiliyordu:

“Bizim programı izleyenler de herhalde aynı kanaate varmışlardır: Çok aklı başında tespitleri var eski genelkurmay başkanının; sürekli görüş açıklayan pek çoklarından farklı olarak, dünyada meydana gelen olaylara, serinkanlılıkla ve geniş kapsamlı bakabiliyor…”

Daha yazısının başında bu üniformalı katil eskisiyle sohbet ederken, Türkiye’nin Irak’ta ABD’nin koruma görevlisi gibi davranmasına sözde karşı olan Taha Kıvanç’ın aklına “dahiyane bir fikir” geldiği anlaşılıyor. O şöyle diyor:

“En uzun süreyle genelkurmay başkanlığı yapmış Org. Doğan Güreş’le sohbet ederken içimden bu duygu geçti. Günlerdir YÖK ekseninde imam hatip okullarını konuşuyoruz ya, konunun bugüne kadar kimsenin aklına gelmemiş bir yönü onu dinlerken kafama ‘dank’ ediverdi: Irak’a asker göndermeye hazırlanan Türkiye, gideceği bölgede yaşayan insanlarla yakınlaşmasını sağlayacak ‘bağlara’ güveniyor, bunun için gerekli evsafı dışarıda aramayacaksa, imam hatip okulu mezunlarına ihtiyacı olacak demektir…

“Bunu Doğan Güreş söylemedi; onun bütün söylediği şu: ‘Oraya gittiğimizde ortama kolayca uyum sağlayabilecek Arapça bilen uzman çavuşlara ihtiyacımız olacak…’ ABD’nin bize orada hâlâ ihtiyacı olduğuna ve askerlerimizi mutlaka istediğine inandığı için Org. Güreş’in bu tespiti çok değerli… ”

Bravo doğrusu! Gerçekten de yazarımız, korkaklıkta askeri kliği de sollayan İslamcı burjuvazinin ve onun AKP hükümetinin, ABD emperyalizminin ve askeri kliğin önünde diz çöküşünün yanısıra kendi siyasal duruşunun da, “Arapça bilen İmam Hatipli uzman çavuşlar Irak’a!” formülünden daha veciz bir anlatımını bulamazdı. Bu formülüyle Taha Kıvanç/ Fehmi Koru bir taşla birkaç kuş birden vuruyor ya da daha doğrusu vurduğunu sanıyor: Yani o, bir yandan hükümetin, bir ara canını sıktığı ABD’nin gönlünü almasını sağlıyor; bir yandan Genelkurmayla AKP’nin arasını buluyor; bir yandan İmam Hatip Liseleri çevresinde estirilen tartışmalara bir çözüm getiriyor (ve böylelikle AKP’nin oy tabanında ciddi bir rahatsızlık sağlayan bu sorunu aşıyor) ve elbette bir yandan da, belki Türkiye burjuvazisinin Irak’taki yağmadan küçük de olsa bir pay almasının kapısını aralıyor. Ya da daha doğrusu, bunları yapabildiğini sanıyor. Tabii bu sonuncusu ancak, Amerikan efendilerinin huzurunda elde tezkere hazırolda buyruk bekleyen Türk generallerinin ve AKP hükümetinin istediği zaman değil, onların katkısını, haklı olarak çantada keklik sayan Bush kliğinden izin çıkması halinde ve onun koşulları çerçevesinde olanaklı olacak.

Eğer Taha Kıvanç/ Fehmi Koru, imam hatip kökenli ve Arapça bilen İmam Hatipli uzman çavuşlar sayesinde, Irak’a asker göndermeye hazırlanan Türkiye’nin böylelikle, “gideceği bölgede yaşayan insanlarla yakınlaşmasını sağlayaca”ğına inanıyorsa, kendisine bir kez daha “bravo” demek gerekecek! Bunun, Hülya Avşar, İbrahim Tatlıses ve Sibel Can’ı göndererek Türkiye’nin Irak’ın işgaline katılımını Irak halkı katında kabul edilebilir kılmak yolundaki aptalca projeden hiç bir farkı yok.

Böyle düşünmek, ulusal kurtuluşları için dünyanın tek süper gücüne karşı kahramanca savaşan Irak halkını küçümsemek ve ona hakaret etmek ve ezilen halkların 19. yüzyılın başından bu yana emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı direnişlerinin tarihinden hiçbir şey öğrenmemiş olmak anlamına gelmekle kalmıyor. Böyle düşünmek, genelde Arap halklarının ve özelde Irak halkının, kendilerini en az 300 yıl feodal boyunduruk altında tutan Osmanlı gericiliğine ve özellikle 1950’lerden bu yana Ortadoğu halkları karşısında ABD ve İsrail’le birlikte saf tutmuş olan Türk gericiliğine karşı besledikleri haklı tarihsel güvensizlik ve öfkeyi de gözardı etmek ve unutmak anlamına geliyor. Yakın geçmişi anımsayalım. 4 Nisan 1955’de ABD ve İngiltere’nin, Ortadoğu halklarının anti-emperyalist uyanışına karşı bir barikat olarak kurduğu Bağdat Paktı’na katılan Türkiye, 1956’da Mısır’ın İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin yanında yer alarak Süveyş Kanalının ulusallaştırmasına karşı çıkmış, 1957 Ekiminde ABD’nin kışkırtmasıyla Suriye sınırına onbinlerce asker yığarak bu ülkeye gözdağı vermeye kalkışmış, 1958’de ABD’nin Lübnan’a müdahalesine aktif destek vermiş, Irak’taki İngiliz yanlısı monarşinin 14 Temmuz 1958’de devrilmesi üzerine işbaşına gelen ilerici rejimi ABD emperyalistleriyle elele devirmeye girişmiş, 1957 ve 1958’de BM’de Cezayir’in bağımsızlığı konusunda yapılan oylamalarda çekimser oy kullanmış ve böylelikle Fransız emperyalizminden yana tutum almıştı. Yakın tarihin bu gerçeklerini ve Türk gericiliğinin sırtında taşımakta olduğu Osmanlı sömürgeciliği mirasının ağır yükünü görmezden gelmekle kalmayıp Türkiye’ye, ABD’ni girdiği Ortadoğu batağından kurtarmak gibi bir misyon yüklemeye kalkan Fehmi Koru, 1 Temmuz 2003 tarihli “Kum saati” başlıklı yazısında şunları söyleyebiliyordu:
“… Irak’ın belirsizlikler elinde çalkalanmasının sadece ABD’ye değil Türkiye’ye de bir yararı yok çünkü…
“Çözüm elbette var: Türkiye, tarihî deneyimi ve süreç içerisinde kazandığı itibarıyla, Irak’ta ABD’yi çıkmazdan kurtarmayla da sonuçlanacak bir görevi üstlenebilir. Türkiye, ABD tarafından biçilmiş bir görev olarak değil, tarihin üzerine yüklediği bir misyonun gereği olarak bölgede ‘düzen kurucu’ haline gelebilir…”
Güreş’ten aldığı esinle Arapça bilen İmam Hatipli uzman çavuşlar formülünü keşfeden yazarımızın böyle düşünebilmesi, tarih bilincinden yoksunluğunun değilse, kendisinin de Osmanlı’ya ve İttihat ve Terakki’ye özgü emperyal ihtiraslardan kurtulamamış olmasının sonucu olmalıdır.

Öte yandan, yazarımızın, Doğan Güreş adlı katile ve benzerlerine başvurmakla yaş tahtaya bastığını söylemeden de geçemeyeceğim. Herhalde o, askeri kliğin bu tipik temsilcisinin AKP gibi sonradan görme bir burjuva partisini hiç de ciddiye almadığını bilmiyor olamaz. 28 Mart 2003’de Akşam’da yayımlanan “Tezkere dediğin nedir ki?” başlıklı yazısında Fatma Aksu, Türk ordusunun en ABD-yanlısı paşalarından biri olan Güreş’in, 1 Mart tezkeresinin TBMM’den kılpayı geçememesinin ardından AKP hakkında söylediklerini şöyle aktarıyordu:

“Doğan Güreş, dış politikada tecrübesiz bir hükümetin Irak, Kıbrıs ve Kopenhag Zirvesi gibi sorunların altından kalkamayacağının önceden belli olduğunu kaydetti… Genelkurmay eski Başkanı Güreş, AKP’li bakan ve milletvekillerinin ‘rakım hastalığına’ yakalandığını öne sürdü. Güreş, hastalığı şöyle tarif etti:

“ ‘Ne demektir rakım hastalığı. Mesela, bir insanı birdenbire sıfırdan Everest Tepesi’ne çıkarıyorsun, bakan yapıyorsun. Başı dönüyor, dünyaya bakıyor, ‘Ben ne büyük adam oldum’ diyor. Böyle biri kimseyle işbirliği yapmaz. Oysa bir bilene sormaları lazım. Genelkurmay’la çok sıkı işbirliği içine girmeleri lazım…
“Güreş, Türkiye’nin ABD ve İngiltere’ye hava sahası açmasını da ‘dağ fare doğurdu’ sözleriyle eleştirdi. Güreş, şöyle devam etti:

“ ‘Tezkere çıkınca, sandım ki ikinci tezkere gibi çıkıyor. Meğer neymiş koridor açmışlar. 60 ülke koridor açtı. Almanya açtı, Fransa açtı, Mısır açtı. Önemli bir şey değil ki. Açmayan kalmadı ki. Hala rakım hastalığı devam ediyor. Şunu da isteriz bunu da isteriz diyorlar. Everest Tepesi’nde, Ağrı Dağı’ndalar, daha yere inmiyorlar. Dağ fare doğurdu. Bir koridor verdiler onda da geciktiler. Stratejik ortaklık yönünden iş işten geçti.’

“ABD’nin ‘yapılanları’ unutmayacağının altını çizen Doğan Güreş, Washington’ın desteğinden mahrum bir Türkiye’nin Kıbrıs, Ege, AB ve ekonomik kriz gibi bir çok cephede zor durumda kalabileceğini söyledi. Güreş, tecrübesiz olarak nitelendirdiği hükümeti Genelkurmay’ın uyarılarını dikkate alması konusunda uyardı.”
“Demokrat” Taha Kıvanç/ Fehmi Koru, kendisinin adeta onursal danışmanlığını yaptığı AKP hükümeti ve milletvekillerini bu ağır sözlerle aşağılayan savaş suçlusu ve ABD uşağı Güreş’i göklere çıkarmaktan hicap ya da rahatsızlık duymuyor. Ama burada sadece, esas olarak onun burjuva sınıf karakterinden kaynaklanan bir kişilik ve etik sorunuyla karşı karşıya değiliz. Bu yaklaşım pratikte beklenen sonucu vermemeye de mahkumdur. Eğer yazarımız bu yolla en büyük hayalini gerçekleştirebileceğini, “yenilikçi” ve “ılımlı”, yani emperyalizm yanlısı İslamcı burjuvazi ile Türkiye’nin geleneksel eliti (esas olarak ABD-yanlısı olan gerici-faşist askeri klik ve kendi içinde ABD ve Avrupa-yanlısı olarak bölünmüş bulunan geleneksel büyük burjuvazi) arasında stratejik bir uzlaşma sağlayabileceğini sanıyorsa, avucunu yalayacaktır.

Dahası, bu yolun aynı zamanda, AKP’nin temsil ettiği ya da temsil ettiğini ileri sürdüğü yükselen İslamcı burjuvazinin siyasal intiharının yolu olduğu söylenmelidir. “Temsil ettiğini ileri sürdüğü” diyorum; çünkü AKP giderek kendi doğal tabanının, yani çıkarları daha çok AB emperyalistleri ile yakın ilişkiden ve askeri kliğin siyasal gücünün sınırlanmasından yana olan İslamcı orta ve büyük burjuvazinin ana gövdesinden uzaklaşarak, esas itibariyle ABD-yanlısı askeri klikle ve ABD-yanlısı büyük burjuvaziyle bağlaşma ve onların güvenini kazanma yolunu tutmuş ve yazgısını neredeyse ABD’ne emanet etmiştir. AKP yönetici kliği, ABD’nin Irak’ta batağa saplandığının yadsınamaz bir olgu olarak ortaya çıktığı, yani Türk gericiliği açısından bir Irak macerasının daha, hatta çok daha elverişiz olan bugünkü koşullarda 1 Mart tezkeresi döneminde olduğundan daha savaşçı, ABD emperyalizmine daha yakın ve burjuva kampın içinden ve hatta kendi yakın çevresinden gelen eleştiri ve uyarılara karşı daha hoşgörüsüz bir çizgi izlemekteyseler, bunun asıl nedenini işte bu yönelim değişikliğinde aramak gerekir. AKP hükümetindeki belki de en ABD-yanlısı isim olan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan’ın, Türkiye’nin Irak’a BM kararı olmaksızın asker göndermesinin yanlış olacağı yollu açıklamasına çok ağır ve aslında emperyalizmin has uşaklarına özgü bir yanıt vermesi ve daha önce BM kararı ve Irak halkının isteği olmaksızın, yani uluslararası burjuva hukukunun asgari gerekleri yerine getirilmeksizin asker göndermeyi uygun görmeyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, özellikle 7 Ekim tezkeresi öncesinde AKP grubunda yaptığı konuşmada içi boş bir kabadayılık gösterisine girişmesi bunun somut örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Uzun süre, Irak halkının şu ya da bu etnik ya da dinsel grubunun Türkiye’nin bu ülkeye asker göndermesinden yana olduğu havasını yaratmak için generallerin desteğiyle alaturka bir propaganda kampanyası (ya da kendi sevdikleri deyimle psikolojik harekat) yürüten AKP hükümeti, Türkmen halkı da içinde olmak üzere hiç kimsenin kendilerini istemediğini gördükten sonra tüm hukuksal incelikleri ve örtüleri bir yana atmış ve “ulusal çıkar” söylemiyle kamufle etmeye çalıştığı en kaba ve çirkin türünden bir ABD uşaklığına sarılmak zorunda kalmıştır. Örneğin, basında yer alan haberlere göre, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 7 Ekim tezkeresinin TBMM genel kurulunda görüşülüp oylanmasından hemen önce, AKP Meclis Grubu’nda yaptığı konuşmada,

BM’nin adı var kendi yok. (…) Olsaydı Irak’ta savaşı engellerdi, engelleyemedi. Dolayısıyla BM’nin meşruluk arayışına giremeyiz” buyurmuş ve sözlerini şöyle sürdürmüştü:
“Biz meşru diyorsak bu iş meşrudur. Önemli olan Türkiye’nin ulusal menfaatidir.” (Aktaran Kürşat Bumin, Yeni Şafak, 11 Ekim 2003) Ne var ki, Türk gericilerini çantada keklik gören ABD’nin 7 Ekim tezkeresinin ardından TSK’ni Irak’a çağırmakta ağır, hatta görünürde isteksiz davranması, bu “ulusal menfaat” gevezeliğinin üzerindeki perdeyi de indirdi. İspanya’nın Mallorca adasında yapılan bir toplantıya katılan Başbakan Erdoğan, basın mensuplarını yanıtlarken ABD’nin talebi üzerine, hükümetin, Irak’a asker gönderme konusunda, Cumhurbaşkanı Sezer’in başkanlığında Milli Güvenlik Konseyi’ne ve Genelkurmay Başkanlığı’na danışarak karar aldığını ve kararın TBMM’de kabul edildiğini anımsattıktan sözlerini şöyle sürdürecekti:

“Şunu da söyleyeyim: Biz Irak’a asker göndereceğiz diye çok da arzulu değiliz. ABD’nin talebi oldu, onu değerlendiriyoruz… ABD’nin talebi bizim için önem arz ediyor. Irak’ta istikrarın güçlenmesine destek vermek ve Irak halkının mutluluğuna katkıda bulunmak istiyoruz.” (Yeni Şafak, 19 Ekim 2003)

Şimdilik, kendilerine bağlı olmayan nedenlerden dolayı, asker üniformalı Türk ve Kürt gençlerini Yanki emperyalistlerine kalkan kılma ve Irak halkının kanını dökme zevkini tadamamışlardır; ama saflarını tartışma götürmez bir biçimde seçtiklerini tüm dünyaya göstermiş, gericileşmeleri ölçüsünde hırçınlaşmış ve böylelikle AKP’nin siyasal intihar sürecini hızlandırmışlardır. (4)

Evet, Erdoğan, Gül ve şürekası belki farkında değiller; ama, hem ülke içindeki doğal sınıfsal tabanından (İslamcı orta ve büyük burjuvazi), hem de ülke dışındaki temel potansiyel bağlaşıklarından (AB emperyalistleri) uzaklaşmakta ve bir yandan da yavaş yavaş işçi ve emekçi kitlelerini karşısına almakta olan AKP hükümeti askeri kliğin bilinen manipülasyonlarıyla devrilme sürecinin içine girmiş bulunuyor. Bu süreci, şans oyunları düşkünü genelkurmay başkanı Org. Hilmi Özkök’e cumhurbaşkanlığı sözü vermek (5) ya da eski Susurluk paşası Güreş ve benzerlerinin yardımını sağlamak suretiyle durdurmayı/ frenlemeyi ummak (ve hatta, uşaklarına sadakatsızlığıyla ünlü ABD emperyalizminin desteğine bel bağlamak), çok derin bir yanılsamaya düşmek anlamına gelir. Devletin ve düzenin gerçek sahipleri, horgörüyle baktıkları “sonradan görme” İslamcı burjuvazinin partisi AKP’ni kendi pis işlerini gördürdükten, İngilizlerin deyişiyle ateşteki kestanelerini aldırdıktan sonra, kullanılmış bir kağıt mendil gibi bir kenara atmayı, en azından askeri kliğin siyasal ağırlığını korumayı ve olanaklıysa eğer arttırmayı tasarlamaktadırlar. (Bu yöndeki bir gelişme, Ortadoğu macerasını bir süre daha sürdürmeye niyetli olan ABD’nin yanısıra -kendi “güvenlik” kaygıları nedeniyle- Washington’un bölgede kalıcı olmasından ve bu bağlamda Suriye ve İran’ı da hedef tahtasına oturtmasından yana olan İsrail’in işine gelecektir.) MGK’nun, TBMM’deki 1 Mart oylaması öncesinde 27 Şubat’ta yaptığı toplantıda tezkere konusunda açık bir tutum almaması ve topu, çoğunluğunu AKP milletvekillerinin oluşturduğu Meclis’e atması ve 19 Eylül tarihli toplantısında benzer bir manevra gerçekleştirmesi ve Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün sık sık, askerin siyasal iktidarın kararlarına saygılı olduğunu ve bu kararları yerine getirmekle yükümlü olduğunu belirtmesi vb. hep bunun göstergeleridir. Taha Kıvanç/ Fehmi Koru’nun “Arapça bilen İmam Hatipli uzman çavuş” formülünde anlatımını bulan yönelimi, AKP hükümetinin altını oymaya başlamış olan bu gelişmeyi durduramaz.
* * * * *
İşçi sınıfı ve diğer emekçilerin olsun, ezilen Kürt halkının olsun gerçek çıkarları, kendi aralarındaki it dalaşında öncelikle ABD emperyalizminin desteğini arkalarına almaya çalışan burjuvazinin bu iki farklı kanadından birini desteklemek ya da birinin zaferini dilemek asla olamaz. Değişik ulus ve milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı, son 40 yıllık devrimci kavga geleneklerini bugüne taşımayı ve bugünün koşullarında yeniden üretmeyi, Filistin, Kolombiya, Irak ve başka yerlerdeki işçi ve emekçilerin devrimci ruhlarından öğrenmeyi başarabilir ve kendi saflarındaki en ileri, en özverili ve en uzakgörüşlü öğelerin gerçekten devrimci ve Marksizm-Leninizmle silahlanmış bir Komünist Partisinin oluşumunda yer almalarına yardımcı olabilirlerse, bizim ülkemizin de ufku aydınlanmaya ve Türkiye halkının makus talihi de değişmeye başlayabilir.

DİPNOTLAR
(1) Bunlara AKP’nin de, “masada yer almak”, “Irak’ın biçimlenmesinde söz sahibi olmak”, “petrolden pay almak”, “Türkmenleri korumak” türünden emperyal ve yayılmacı söylemle katıldığını ve Musul-Kerkük hayalleri kurduğunu görmek hiç de şaşırtıcı değil. Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, 22 Ağustos’ta Milliyet gazetesinde yayımlanan röportajında Derya Sazak’ın sorularını yanıtlarken, diğer şeylerin yanısıra şunları söylüyordu:
“Stratejik olarak Türkiye’nin Anadolu’ya sıkışıp kalma, hapsolma keyfiyeti de yok.
“Yok tabii, Türkiye’nin potansiyeli resmi sınırlarıyla sınırlanmış değildir. Türkiye’nin etkinliği, çıkarları kendi sınırlarını çok aşmaktadır.
“Bu ‘yeni Osmanlıcılık mı?’
“Nasıl sınıflandırırsanız sınıflandırın ne derseniz deyin tabii ki Ortadoğu, Balkanlar, Orta Asya bizi yakından ilgilendirir. Türkiye, Anadolu’ya hapsedilemez ama bu kesinlikle bir serüvencilik değildir. Tarihimizden dersler de alıyoruz. Kendi sınırlarımız içinde huzur içinde olabilmek için sınır ötesindeki gelişmelerle de ilgilenmeliyiz. İstikrarlı bir Irak Türkiye’nin çıkarınadır. Oradaki petrolden de Türkiye hakkını, hukuki bir düzen içinde alacaktır. Irak’ın yapılanmasında söz sahibi olacaktır, ticarette alacaktır.”

Ancak gelinen noktada, siyasal esneklik ve cesaretten yoksun Türk gericiliğinin Irak’ta ve genel olarak Ortadoğu’da nüfuzunu büyütme konusundaki tüm planlarının yerlebir olduğunun altı çizilmelidir. Türk generalleri ve burjuvazisi, Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulması sürecini durduramamış, ABD’nin Kuzey Irak’ta bulunan PKK/KADEK güçlerine karşı harekete geçmesini sağlayamamış, Irak Türkmenlerini kullanarak bu ülkede siyasal mevziler elde edememiş, Kerkük petrollerinden pay alma hayallerini gerçekleştirememiştir. ABD ile stratejik ortak oldukları yolundaki sonu gelmez gevezeliklerine rağmen Washington’un Irak’ta baş uşaklık rolüne Barzani ve Talabani kliklerine layık görmesi, Kuzey Irak’ta ötedenberi bulundurdukları işgal güçlerini geri çekmelerini zorunlu kılacak sürecin düğmesine basılmış olması ve Irak’taki ABD yöneticisi Paul Bremer’in, asker gönderme konusunda Türkiye’nin muhatabının –ABD’nin atadığı- kukla Yönetim Konseyi olduğunu dile getirebilmesi, Türk gericilerinin “dayanılmaz hafifliği”ni bir kez daha gözler önüne sermiştir. Dahası onlar, açıkça ortaya koyduğu emperyal ihtirasları ve açgözlülüğünün yanısıra Irak halkına karşı ABD emperyalistlerine ve İsrail Siyonistlerine verdiği destek nedeniyle sadece çeşitli sınıf ve etnik gruplardan Irak halkının değil, aynı zamanda tüm Arap halklarının bir kez daha düşmanlığını kazanmıştır.

(2) Yeni Şafak gazetesinin, 24 Şubat 2003 tarihli sayısında yer alan “Irak’tan sonra Suriye” başlıklı haberde şöyle deniyordu:
“ABD’nin Irak sonrası hedefi’nin Suriye olacağını belirten Pentagon Danışmanı Perle, Fransa’nın BM’deki vetosunun kendilerini Irak’a saldırmaktan alıkoyamayacağını açıkladı.
“ABD Savunma Bakanlığı danışmanı Richard Perle, Saddam sonrasında Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın ABD’-nin hedefi olacağını belirtti. Irak’tan yapılması istenilen şartların ileride Suriye’den de istenileceğini belirten Perle, “Irak’taki tecrübe bölgedeki reformlar için başlangıç olacak. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın reformları dikkate alacağını ümit ediyorum. Aksi takdirde kendisine ‘ikinci sırada hedef ben olabilirim’ demek durumunda kalabilir” diye konuştu. Londra’da Arapça olarak yayımlanan eş-Şark ul-Evsat’a (Ortadoğu) demeç veren Perle ayrıca, Fransa BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkını kullansa da ABD’nin Irak’ı vuracağını söyledi.
“Perle, ‘Fransa BM’de veto hakkını kullansa ve uluslararası karar çıkmasa da savaşa gideceğiz, çünkü hiçbir Amerikan başkanı, Amerikan politikasını Jacques Chirac’ın belirlemesine fırsat veremez’ dedi. Irak saldırısını hararetle savunan Perle, ‘Amerikan ordusu bir süreliğine Irak’ı işgal etmeli, ama bu bazılarının dediği gibi 10 yıl sürmemeli’ diye konuştu.”
Tabii, artık bu ve benzer saldırgan ve küstahça konuşmaları duymuyoruz. Artık üslup, Irak’taki “terörist saldırılar”ın kendilerini yıldıramayacağı biçiminde. Bush ve kafadarlarını seslerini kısmaya ve savunmacı bir üslup benimsemeye zorlayan, Irak halkının büyük bedeller ödeyerek yürüttüğü direniştir.

(3) Türk egemen sınıflarının ve askeri kliğinin zihniyet ve ruh halinin tipik bir temsicisi sayabileceğimiz Doğan Güreş, Yeni Şafak’ta 30 Aralık 2002’de yayımlanan röportajında Mustafa Karaalioğlu’nun sorularını şöyle yanıtlıyordu:
“Stratejik ortak olmak ABD’nin istediği her harekata da ortak anlamına mı geliyor?
“Peki o zaman başka soru… Türkiye, Duyun-u Umumiye’den kurtulabilmek için IMF ve Dünya Bankası’nın yardımına muhtaç mı? Evet!… Fox TV’de Morris isimli bir analist “Türkiye, Dünya bankası ve IMF tarafından bizim için satın alınmıştır” diye küstahça bir laf etti, geçenlerde. Küstahça ama kendisi bir bilim adamıdır sonuçta. Şimdi böyle bir durum yok mu?!..Türkiye savaş sonrasında Irak’ın yapılanmasında söz sahibi olmak istiyor mu? İstiyor.. Türkiye, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasını ve yeni oluşumda İran hakimiyetinin önlenmesini istemiyor mu? Bunları istemeli. Türkiye, güvenilir bir müttefik olarak Ortadoğu’da savaş sonrası etkileşimle doğacak yeni durumda söz sahibi olmak istiyor mu? Bu olacaktır çünkü, Irak’ta rejim değişecek. Peki o Türkiye, İsrail-Filistin sorununda barış sürecinde aktif rol oynamak istemiyor mu? Bunlara rağmen ben savaşın dışında kalayım diyorsa sonu hiç de iyi değildir…
“ABD’nin Irak’a müdahalesini muhakkak görüyorsunuz. Peki, bu müdahaleyi haklı buluyor musunuz?
“Haklı bulmak başka gerçek başka. Ben gerçeği görüyorum. Saddam hem dünya için, hem bölge için, hem de bizim için bir tehdittir. Bizi her zaman tehdit eden bir güçtür. Ortadoğu’da demokratik yönde bir gelişme olursa bu bizi rahatlatır…
“Körfez’de koalisyon içinde değildik. Olursak, savaştan sonra Musul ve Kerkük’ün yönetiminde bir şekilde mesela Türkmenler eliyle söz sahibi olabiliriz. Siyasal hedef de zaten, Saddam’ı devirmektir.
“Bu kadar basit mi? ABD’nin Irak’ta ileriye dönük, bugün ön plana çıkmayan birtakım hedefleri olamaz mı? Ve sonuçta ne olacak? Amerika nerede duracak sizce?
“Böyle davranarak petrolleri kontrol altına alıyor. Suudi Arabistan’dan sonra ikinci büyük rezervleri burada. Kuveyt’le beraber birinci oluyor. İsrail’i tehditten koruyor. İsrail’in en büyük düşmanı Irak’tır. Şimdi bu tehdit ortadan kalkıyor. Petrol ve İsrail ABD için önemlidir. Ayrıca, İran’a da gözdağı veriyor. Suriye’yi sindiriyor. ABD’nin bu çıkarları var Irak’a müdahaleden.
“O zaman şu soruyu cevaplamak gerekiyor: ABD, petrol ve İsrail’i korumak için, ya da Müslüman ülkelere aba altından sopa göstermek için bir hareket yaparken bir İslam ülkesi olarak, bizim orada işimiz nedir? Bu amaçlara hizmet etmenin anlamı nedir?
“Peki, etmedik diyelim. IMF yardımı kesti ve azalttı. Bağlandık mı onlara! 2 bin Dolar’lık bir devlet haline geldik. 2 bin Dolar’lık söz hakkımız var. AB de seni üye almamış, ileriye göndermiş. Kıbrıs ve Ege sorunun var. Sana destek verecek tek güç Amerika’yken reel politikadan başka bir şey konuşamazsın. Zararına konuşursun.
“ABD, Türkiye’den istediklerini alamazsa bunun hesabını sormak gibi birşey olabilir mi? Bize zarar verir mi mesela?
“Tabii verir, verebilir. Stratejik olarak kaybettirir bu bize. Güvenirliliğimizi kaybederiz. Bizim, oturup “ben istemem” deme hakkımız yok. Allah bize, dünyanın kalbi Avrasya’da stratejik bir yer vermiş. Birbirimize muhtacız. Bugün Fransa duramıyor Amerika’nın karşısında.
“Bu durumda, Amerikalıların bizim stratejik tercihlerimizin satın alınmış olduğuna dair analizleri doğrulanmış olmuyor mu?
“Doğrulanıyor ama şart o değil, reel politiktir. Siz 4-5 bin Dolar’lık da olsanız reel politik bunu gerektirebilir. Senin zararlarını karşılamada gerekli bu. ABD ile aramızda stratejik işbirliği anlaşması var. Güvenirliliğini kaybedersin ABD nezdinde ve yarın destek verecek birini bulamazsın. Sen NATO’ya ve Amerika’ya muhtaçsın kardeşim. Aksi takdirde kimse lafını dinlemez. O halde, ABD senin arkanda olmalı. Çünkü, tek jeopolitik güç o…”

(4) Basiretleri bağlanmış olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, ABD’nin Irak’ta batağa saplandığının ve Irak’taki ve dünyadaki siyasal güç dengesinin gerek ABD emperyalizminin ve İsrail Siyonizminin ve gerekse Türk gericiliğinin aleyhine dönmeye, Ortadoğu ve dünya işçi sınıfı ve halklarının emperyalist terör yoluyla yıldırılamayacağının bir kez daha ortaya çıkmaya başladığını göremez durumdadırlar. Bu da onları daha fütursuz ve daha hırçın bir üslup tutturmaya itmektedir.

Örneğin, Abdullah Gül, 19 Eylül’de yaptığı açıklamada,
“Irak’ın hiçbir kesiminden Türk askerinin Irak’a girmesi düşüncesine sempatik bir yaklaşım gelmemiştir. Böyle bir arka planda, Türk askerinin Irak’ta istikrara katkı sağlamasını beklemek çok anlamlı gözükmüyor” diyen TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan’a uçakta gazetecilerle sohbeti sırasında yanıt verirken şunları söyledi:
“Bana göre TÜSİAD’ın açıklamaları hiç doğru değil. Bu açıklamaların arkasında Türkiye dışındaki bazı güçlerin olduğunu düşünüyorum. Kim bunlar derseniz, bırakın onları da biz bilelim.” 1 Mart tezkeresi öncesinde de ABD’nin Irak çevresinde yarattığı gerginliğin sorumluluğunu sistemli bir biçimde Bağdat yönetiminin üzerine atmasıyla tanınan Gül’ün insana, “dinime söven bari Müslüman olsa!” atasözünü anımsatan ve üslubu alışılmış burjuva normlarına uygun olmayan bu sözlerinin, hem Türkiye burjuvazisinin önemli bir bölümünü, hem de Irak savaşına pek sıcak bakmayan AB emperyalistlerini hedef aldığı açıktır.

Burada TÜSİAD Başkanı’nın, Mayıs 2003’de ABD’ni ziyareti sırasında şunları söylediğini anımsatmalıyım:
“ABD’de Türkiye’ye karşı soğuk bir hava bulunmaktaysa da stratejik önemini biliyorlar. Türkiye konumunu netleştirip bölgede aktif rol almalı. ABD Türkiye’nin de içinde yer aldığı coğrafyaya yönelik politikalarını belirlemiştir. Türkiye Irak’ta ekonomik alanda iş yapabilir. Türkiye terör konusunda İran’a baskı yapmalı. Türkiye Müslüman, demokratik bir ülke olarak bölgede örnek durumundadır. Türkiye şu sıra ABD’ne üst düzey ziyarette bulunmamalı. AB üyeliği önemlidir.” (Radikal, 29 Mayıs 2003) Mayıs’tan Eylül’e kadar geçen sürede meydana gelen değişiklik, -Türkiye koşullarına göre- “sahici” ve “köklü” büyük burjuvazinin temsilcisi TÜSİAD’ın, Irak’taki gelişmeleri dikkate alarak daha rasyonel bir kar-zarar muhasebesi yaptığını gösteriyor. Sırtını ABD’ne dayayarak ucuz kahramanlık gösterisi yapan AKP yönetici kliğinin daha saldırgan, maceracı ve “aktif” bir politikaya yönelmesi ise, sonradan görme –ve bir bölümü şimdiden tekelci burjuva konumda bulunan- İslamcı burjuvazinin çıkarlarına denk düşmekte, bu burjuva katmanının bir yandan ABD ve askeri klikle bir stratejik uzlaşmaya varma çabasını, bir yandan da hızla sermaye birikimi yaparak büyüme hesaplarını ve dolayısıyla açgözlülüğünü, ihtirasını ve gerici ve emperyalist uşağı karakterini ele vermektedir.

(5) Fikret Bila, 30 Ağustos resepsiyonunda gazetecilerin sorularına verdiği yanıtlarda Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün, Irak’a asker göndermekten açık bir biçimde yana olduğunu belirttikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:
“Org. Özkök, fikrini anlatırken, yaşamdan benzetmeler yapmayı seviyor.
“Irak’a asker gönderme konusunu değerlendirirken de yine aynı yöntemi kullandı. Bu kez ‘Milli Piyango’ benzetmesi yaptı:
“ ‘Hiç olmama ile belki olur arasında çok büyük fark vardır. Sıfırı istediğiniz kadar katlayın sıfırdır. Sıfırla bir arası, bir ile iki arasına baktığınız zaman sıfırla bir arası çok büyüktür. Milli Piyango gibi. Bir şey almazsanız asla çıkmaz. Ama alırsanız belki çıkar. Bu da bir mantıktır dış ilişkilerde. Sıfır çok tehlikeli.’ ” (Milliyet, 1 Eylül 2003)