Hiç kimse 45 yıldır askeri işgal altında acı çeken bir halkın işgal kuvvetine karşı isyanını ne reddedebilir, ne de lanetleyebilir.”
İsrail askeri istihbaratının eski şefi
General Şlomo Gazit, 1993
“Hakikate ulaşmak isteyenler, ona ya
bütünüyle sahip çıkmalı ya da hiç sahip çıkmamalıdırlar… Hakikatı
insanlığa kılık değiştirmiş ya da makyajlı bir biçimde taşıyanlar onun
pezevengi olabilirler; ama aşığı olamazlar.”
18. yüzyılda yaşamış Yahudi kökenli Alman filozof, oyun yazarı, sanat eleştirmeni Gotthold Ephraim Lessing 9 Ocak 2009’da, yani tam da İsrail uçakları, silahlı helikopterleri, tankları ve topları Gazze halkına ölüm yağdırırken Türkiye’de bir grup aydının imzasıyla “Her Fırsatta Antisemitizm!” başlıklı bir bildiri yayımlandı. Ben bu bildirinin maddi gerçekleri görmezden gelen ya da çarpıtan, bazı doğruları çok sayıda yanlışla harmanlayan ve dolayısıyla, objektif olarak demagojik ve savaş-yanlısı bir nitelik taşıyan bir metin olduğu kanısındayım. Bunu Bildiri’nin tezlerine dayanarak göstermeye çalışacağım.
a) “İsrail ordusuyla Hamas arasında süren savaş bütün savaşlar gibi sadece eline silah alanları değil, sürdüğü yerdeki insan, hayvan, doğa-bütün hayatı yakıyor.”
Bildiri “savaş” derken İsrail ordusunun 27 Aralık’ta Gazze’ye karşı giriştiği son katliamı kastediyor. Burada birden fazla yanlış ve yanlış ima var. Herşeyden önce, bu son muharebenin tarafları sadece Hamas ile İsrail ordusu değildi. Gazze’de bulunan diğer Filistinli örgütler (El Aksa Şehitleri Tugayı, İslami Cihat, Bedir Güçleri vb.) de İsrail saldırısına karşı direnişte yer aldılar. İkincisi, bu son muharebe, sadece, hatta esas olarak Hamas’a değil, tüm Gazze halkına karşı gerçekleştirilmiş bir saldırıdır; hatta –iki taraf arasındaki devasa güç eşitsizliği ve İsrail’in Gazze halkını yıldırma amacı dikkate alındığında- bu, savaş ya da muharebeden çok, sözcüğün gerçek, yani sözlük anlamıyla devlet terörüdür. Bunu, aslında Filistin halkının her gün, her saat yaşadığı cehennemi yansıtmaktan çok uzak olan rakamlar da gösteriyor: Gazze Şeridi’nde 2001’den 27 Aralık 2008’e kadar geçen sürede 1,700 dolayında Filistinliye karşı sadece 14 İsrailli yaşamını yitirirken 27 Aralık 2008-17 Ocak 2009 günleri arasındaki bombardıman ve çatışmalarda 1,300 Filistinliye karşılık gene 14 İsrailli yaşamını yitirdi. (Kuşkusuz bu, amacı Hamas’ı devirmek ve Gazze halkını teslim almak olan İsrail’in son katliamdan da siyasal olarak yenik çıktığı gerçeğini değiştirmiyor.) Üçüncüsü, bu son muharebe kendi başına bir olay değil, Filistin’i –önce Britanya, daha sonra da ABD emperyalizminin desteğiyle- zorla kolonize ve işgal eden Siyonizmle Filistin halkı arasında en azından 1947-48’den, hatta 1920’lerin sonlarından bu yana süregelen savaşımın bir uzantısıdır. Dahası o, daha geniş bir çatışmanın, İsrail ve onu destekleyen ABD ve Batı Avrupa emperyalistleriyle –objektif olarak- başını Filistin halkının çektiği ezilen halklar arasındaki çatışmanın bir parçasıdır. Dördüncüsü, herhalde “sürdüğü yerdeki insan, hayvan, doğa-bütün hayatı yak”an silahlar, Hamas’ın ya da diğer Filistinli örgütlerin elinde bulunan ilkel ve basit silahlar değil. Acaba Bildiri yazarları İsrail’in, ABD ve AB emperyalistlerinin son derece cömert yardımlarıyla kendisini en modern ve en gelişmiş yıkım araçlarıyla donatmış olduğunu, bu araçları kullanmada hiç de isteksiz davranmadığını, gerektiğinde elindeki yüzlerce nükleer silahı, komşu ülkelerin halklarını yoketmek ya da daha da kötüsü, dünya ölçeğinde bir savaşın kıvılcımlarını yakmak için kullanmaktan çekinmeyeceğini bilmiyorlar mı?
b) “..bizler dilerdik ki, bu ülkede bu savaşa tepkiler bütün savaşlarda olması gerektiği gibi, bölgedeki her iki halkın da selametini yürekten arzulayan bir duyarlıktan kaynaklansın.”
Bölgedeki, daha doğrusu Filistin
topraklarındaki “her iki halkın da selametini yürekten arzulayan”lar,
bildirinin yaptığı gibi Siyonist burjuvazinin savaş makinasının terörünü
utangaç bir dille de olsa destekleyemezler. İsrail devletinin Filistin
direnişi ve halkı karşısında sahip olduğu devasa, ama taktiksel bir
nitelik taşıyan üstünlüğü, uzun erimde “Yahudi halkının selametini”
sağlayamaz. Her iki halkın selameti ancak, Filistin halkının tüm meşru
taleplerinin kabul edilmesi ve eksiksiz olarak yerine getirilmesi ve
savaş ve terör tiryakisi Siyonist devletin ortadan kalkmasıyla
sağlanabilir. Bu, İsrail’in Yahudi halkının giderek artan çoğunluğunun
Filistin halkına karşı daha net bir biçimde “kendi” terörist devletinin
yanında yer almasına ve son seçimlerin de gösterdiği gibi daha da sağa,
hatta aşırı sağa kaymakta olmasına rağmen böyledir. Bunun yeni bir
gelişme olmadığı, 1980’lerin sonları ve 1990’ların başlarından bu yana
güçlenen bu eğilimin 11 Eylül 2001 saldırılarıyla daha da tırmandığı
biliniyor. Ne yazık ki Yahudi halkının önemli bir çoğunluğunun “kendi”
devletlerinin Filistin halkına neredeyse her şeyi yapmasına onay
vermektedir. Yafa Stratejik İncelemeler Enstitüsü’nün Mart 2002’de
yaptığı bir anket, İsrailli’lerin yüzde 46 ila 60’ının Filistin
sorununun “sonal çözümü”nün sağlanması için Filistinli’lerin kitlesel
olarak göçertilmesini desteklediklerini gösteriyordu. Ünlü anti-Siyonist
yazar İsrail Şamir bu anketin sonuçlarını yorumlarken şöyle diyordu:
“Bu tür düşünceler 1938 yılında bile Nazi Almanyası’nda, şimdi Yahudi
devletinde olduğu ölçüde yürekten destek bulmuyordu.”
Bu bakımdan Bildiri’nin objektif olarak, asla İsrail’in Yahudi halkının uzun erimli çıkarlarını savunmadığını, tam tersine İsrail devletinin dargörüşlü ve militarist yöneticilerinin ve Yahudi halkının “settler” (=yerleşimci) olarak anılan en bağnaz ve en gerici kesimlerinin görüş açısını yansıttığını ve yazarlarının niyetlerinin tersine anti-Semitizmin güçlenmesine hizmet ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Öte yandan Bildiri; sadece Gazze konsantrasyon kampına değil, Batı Şeria’ya karşı da yıllardır uygulanan ekonomik ambargo, ardı arkası kesilmeyen ve okulları, hastaneleri ve ibadet yerlerini bile hedef alan bombardıman, Filistin ekonomisinin ve altyapısının sistemli olarak yok edilmesi, Batı Şeria’da Filistinlilerin topraklarına yıllardır “yerleşim” yerleri, “güvenlik noktaları”, yollar inşa etmek suretiyle elkonması, 670 kilometreyi bulan –ve Uluslararası Adalet Mahkemesi’nin de 2004’te yasadışı ilan ettiği- bir “güvenlik” duvarı”nın inşası ve bu vesileyle Filistinlilere ait geniş topraklara bir kez daha elkonması, sayısı 800’e yaklaşan kontrol noktalarıyla insanların kendi ülkelerinde yolculuk yapma özgürlüğünün her gün çiğnenmesi, Filistinlilerin evlerinin askeri buldozerlerle sistemli olarak yıkılması, Filistinlilerin ürettiği ihraç ürünlerinin ve Gazze Şeridi’nde yaşayan halkın temel gereksinimlerinin sınırdan geçişinin engellenmesi, eğitim ve kültür kurumlarının hedef alınması ve çalışamaz hale getirilmesi, ağır hastaların, yaşlıların, çocukların, hamile kadınların ilaca, doktora ve hastanelere erişiminin engellenmesi, kentlerde, kasabalarda ve hatta köylerde günlerce ve haftalarca sürebilen sokağa çıkma yasaklarının uygulanması vb. koşullarında “bölgedeki her iki halkın da selametinin” nasıl sağlanacağını açıklayabilseydi iyi olurdu. Bütün bunlar yaşanırken “bölgedeki her iki halkın da selametini yürekten arzula”maktan söz etmek, niyetlerden bağımsız olarak ikiyüzlülük, okurların zekasına hakaret etmek, hatta asgari ahlak ölçülerini ayaklar altına almak değilse nedir?
c) “Savaş bahane edilerek, bizzat savaşın vahşeti yerine İsrail ve kolay bir geçişle Yahudiler şeytanlaştırılıyor.”
Her şeyden önce, “savaşın vahşeti” hemen hemen tümüyle Siyonist saldırganların eseridir; İsrail 1970’lerden bu yana çeşitli vesilelerle Filistin Kurtuluş Örgütü’nün karargahlarını, Filistinli mültecilerin kamplarını ve evlerini, Lübnan halkının direniş merkezlerini, Filistin ve Lübnan kent, kasaba ve köylerini en gelişmiş savaş uçaklarıyla, silahlı helikopterlerle, tanklarla ve toplarla bombalamış, uluslararası anlaşmaların yasakladığı misket bombası, fosfor bombası gibi silahları kullanmış, -Lübnan’da olduğu gibi- kendi “güvenliği”ni sağlamak için farklı etnik ve dinsel grupları birbirine karşı kışkırtmış, farklı bölge ülkeleri arasındaki düşmanlıkları körüklemiş ve yayılmacı bir politika izlemiştir.
3 Haziran 1982’de Londra elçisinin –provokatif
eylemleriyle tanınmış ve kimin hizmetinde olduğu belirsiz- Ebu Nidal
grubuna (“Fatah Devrimci Konseyi”) bağlı bir kişi tarafından
yaralanmasını bahane eden İsrail 6 Haziran’da başlattığı saldırıda aylarca Beyrut’u kuşatma altında tutmuş ve bombalamış ve 18,000
Filistinli ve Lübnanlı’yı katletmişti. Bunu 16-17 Eylül 1982’de Lübnanlı
Falanjistlerin, Sabra ve Şatila kamplarında kalan Filistinlilere karşı
İsrail’in gözetiminde gerçekleştirdiği ve 3,000’e yakın insanın vahşi
bir biçimde öldürüleceği katliam izleyecekti. 1985’ten, Hizbullah
tarafından kovulduğu Mayıs 2000’e kadar Güney Lübnan’ı işgal altında
tutan İsrail, bu örgütün bir askeri operasyonunu bahane ederek 2006
yazında Lübnan halkına ve Hizbullah’a karşı 33 gün süren bir savaşa
girişmiş ve Beyrut’u ve Güney Lübnan’ı acımasız bir biçimde bombalayarak
1,200’den fazla insanın ölümüne yol açmıştı. Siyonist katillerin,
Filistin ve Lübnan’da her biri yüzlerce insanın ölümüne yol açan pek çok
operasyon ve katliamları ise vak'a-yı adiyeden sayılmaktadır.
Bu son Gazze katliamı vesilesiyle İsrail’e karşı duyulan tepkilerin,
gerek Türkiye, gerek Ortadoğu ve gerekse dünya ölçeğinde daha da
büyüdüğü, bu tepkilerin anti-Semitizmle içiçe geçtiği, devrimci ve
demokratik bir bilinç taşımayan kitlelerde ve böylesi bir siyasal
çizgiye sahip olmayan İslami hareketlerde anti-Semitik bir eğilimin,
Yahudileri şeytanlaştırma yönünde bir eğilimin güçlenmekte olduğu
doğrudur. Ancak bunun nedenleri üzerinde durmak gerekmez mi? Bunun biri
objektif ve diğeri subjektif olmak üzere iki temel nedeni var. Birinci
ya da objektif neden İsrail’in 11 Eylül’den sonra Filistin halkına
yönelik saldırganlığını arttırmasının yanısıra, Ortadoğu halklarını ve
bazı Ortadoğu rejimlerini de hedef alan açık savaş kışkırtıcılığı ve
edimsel saldırılarıdır. Herhalde Bildiri yazarları bile İsrail’in
Lübnan’a, Suriye’ye ve İran’a yönelik savaş hazırlıkları yaptığını ve
ABD ile Batı Avrupa emperyalistlerini bu yönde kışkırttığını, Irak’ın
ABD ve bağlaşıkları tarafından işgalinde önemli bir rol oynadığını,
Irak’ta dökülen kanda Siyonist rejimin de sorumluluğunun olduğu
gerçeğini yadsımaya kalkışmayacaklardır. 8 Temmuz 1996 gibi erken bir
tarihte, daha sonra neo-con olarak adlandırılacak olan neo-faşist ve
pro-Siyonist ekipte yer alan isimler dönemin İsrail Başbakanı Binyamin
Netanyahu’ya sunulmak üzere bir rapor yayımlamışlardı. “A Clean Break: A
New Strategy for Securing the Realm” (=“Net Bir Kopuş: Ülkeyi Güvence
Altına Almak İçin Yeni Bir Strateji”) adlı raporda, diğer şeylerin
yanısıra şunlar söyleniyordu:
“İsrail; Türkiye ve Ürdün’le işbirliği içinde Suriye’yi zayıflatmak,
kuşatmak ve geri püskürtmek suretiyle içinde bulunduğu stratejik ortamı
biçimlendirebilir. Bu çaba, Suriye’nin bölgesel ihtiraslarını boşa
çıkarmanın bir aracı olarak Irak’ta –başlıbaşına önemli bir İsrail
hedefi olan- Saddam Hüseyin’i iktidardan düşürme üzerinde
yoğunlaşmalıdır.”
ABD’nin Afganistan’ı işgalinden kısa bir süre sonra, 4 Ocak 2002’de The
Jerusalem Post’ta yayımlanan bir yazısında, İsrail eski başbakanlarından
Binyamin Netanyahu şöyle diyordu:
“Amerikan gücünün Afganistan’da Taliban rejimini devirmesi üzerine El
Kaide şebekesi çöktü. Şimdi ABD diğer terör rejimlerine –İran, Irak,
Arafat diktatörlüğü, Suriye ve diğer bazıları- karşı da aynı biçimde
harekete geçmelidir.” Bundan yaklaşık bir ay sonra, yani 5 Şubat 2002’de
ise Londra’da yayımlanan The Times, İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un
“İran’ın dünya terörünün merkezi” olduğunu ve “Irak’taki çatışma sona
erer ermez onun, (yani Şaron’un) İran’ın ‘işi bitirilmesi gerekenler’
listesinin başına konması için çaba harcayacağını… onun, İran’ın
‘dünyadaki bütün terörün ardındaki güç’ olduğunu ve İsrail için doğrudan
bir tehdit oluşturduğunu” belirttiğini yazacaktı. Nitekim bu
açıklamaları izleyen aylar ve yıllarda Irak işgal edildi; Yaser Arafat
kuşkulu koşullarda yaşamını yitirdi; Suriye ve İran kuşatma altına
alındı.
Anti-Semitizmin artmasının ikinci ya da subjektif nedeni ise, devrimci
ve komünist muhalefetin gerek Türkiye ve gerekse Ortadoğu ve dünya
ölçeğinde son derece zayıf olması ve bu muhalefet boşluğunun, işçi
sınıfının ve halkların devrimci potansiyelini harekete geçirme
becerileri zayıf olan ve emperyalist-Siyonist provokasyonlara rahatlıkla
alet olabilen İslamcı ve milliyetçi akımlar tarafından doldurulmasıdır.
Bu noktayı ayrıca açmaya gerek görmüyorum.
Fakat İsrail’in anti-Semitizmin artışından rahatsız oldukları
sanılmasın. 1930’lardan bu yana yaşananlar, Yahudi halkının Filistin’e
göçmesini sağlamak ve “Vadedilmiş Topraklar”a sımsıkı tutunmasını
sağlamak için Siyonistlerin sadece anti-Semitizmi kışkırtmakla
kalmadıklarını, daha da ileri giderek bu amaçla Nazi Almanyası’nın
yöneticileriyle işbirliği yaptıklarını ve Yahudi halkına karşı kendi
elemanları aracılığıyla terör saldırılarının gerçekleştirilmesini
desteklediklerini ya da düzenlediklerini ortaya koymuştur. Örneğin,
İsrail’in 1948-1956 yılları arasındaki ilk dışişleri bakanı ve 1954-1956
yılları arasındaki başbakanı Moşe Şaret Güncesinde aynen şöyle yazmıştı:
“Devlet kılıcı,... moralini yüksek tutmanın ve ahlaki gerilimini
muhafaza etmenin biricik değilse de, esas aracı olarak görmelidir. Bu
amaçla o, tehlikeler icat edebilir, hatta etmelidir ve bunu yapabilmek
için de provokasyon ve intikam metodunu benimsemelidir.”
Kendisi de bir Yahudi olan Naim Giladi, 1950’de, yani İsrail’in
kuruluşundan iki yıl sonra, Irak Yahudilerinin işgal altındaki Filistin
topraklarına göç etmelerinin sağlanması için yürütülen terör
kampanyasını şu sözlerle anlatıyordu:
“Doğrudan doğruya Yahudileri hedef alan ilk bombanın atılması, 8 Nisan
1950 günü akşam 9:15’te gerçekleşti. İçinde üç genç yolcunun bulunduğu
bir arabadan, Yahudilerin Pesah’ı kutlamakta olduğu Bağdat’ın El-Dar
El-Bide kafesine elbombası atıldı. Bu olayda dört kişi ağır yaralandı. O
gece, Yahudilerin Irak’ı derhal terketmeleri yolunda çağrıda bulunan
bildiriler dağıtıldı. Ertesi gün, çoğu yoksul ve yitirecek bir şeyi
olmayan çok sayıda Yahudi, Irak yurttaşlığından çıkmak ve İsrail’e gitme
izni alabilmek için göç bürolarına yığıldılar. Hatta, (bu bürolara- G.
A.) o kadar çok insan başvurdu ki, polis Yahudi okulları ve
sinagoglarında kayıt büroları açmak zorunda kaldı.
“10 Mayıs günü sabah saat 3’te,
Yahudilere ait Beit-Lavi Otomobil Şirketinin vitrinine atılan elbombası
binanın bir bölümünün tahrip olmasına yol açtı. Bu olayda herhangi bir
ölüm ya da yaralanma olmadı.
“3 Haziran’da, en zengin Yahudilerin ve orta sınıftan Iraklıların
yaşadığı El-Batavin semtine hızla giden bir otomobilden bir başka
elbombası atıldı. Kimseye bir şey olmadı; ancak patlamanın ardından
Siyonist aktivistler İsrail’e telgraf çekerek, Irak’tan yapılan göçe
ilişkin kotaların arttırılmasını talep ettiler.
“5 Haziran günü gece saat 2:30’da, El-Raşit sokağında bulunan ve
Yahudilere ait olan Stanley Şaşua binasının hemen bitişiğinde patlayan
bomba maddi hasara yol açtıysa da olayda ölüm ya da yaralanma olmadı.
“14 Ocak 1951 günü akşam saat 7’de Mesude Şem-Tov sinagogunun önündeki
bir grup Yahudinin üzerine bir elbombası atıldı. Yüksek voltaj kablosuna
çarpan patlayıcı, aralarında İzak Elmaşer adlı genç bir çocuğun
bulunduğu üç Yahudinin elektrik çarpması sonucu ölümüne ve 30’dan
fazlasının da yaralanmasına yol açtı. Saldırının ardından Yahudilerin
(Irak’tan- G. A.) göçü günde 600-700’lere sıçradı.
“Siyonist propagandacılar bugün bile, Irak’ta patlatılan bombaların,
Yahudilerin ülkeyi terketmesini isteyen Yahudi-karşıtı Iraklılar
tarafından patlatıldığını ileri sürmektedirler. Ama korkunç gerçek, Irak
Yahudilerinin ölümüne ve sakatlanmasına ve onların mülklerinin hasar
görmesine yol açan elbombalarının Siyonist Yahudiler tarafından atıldığı
yolundadır.” (“Irak Yahudileri”, 16 Mart 1998, Filistin-İsrail Dosyası,
İstanbul, Pozitif Yayınları, 2005, s. 338-39)
Burada, İsrail’in provokasyon, örtülü operasyon, sabotaj, kişilere
yönelik suikast türünden eylemler konusundaki « ustalık ve uzmanlığı
»nın apayrı bir yazının konusu olduğunu anımsatmakla yetiniyor ve devam
ediyorum.
d) “..bu savaşa karşı çıkma ‘hassasiyeti’
gösterenlerin çoğunun ne yazılarında ne eylemlerinde savaşın diğer
müsebbibi Hamas’a dair ne bir itiraz ne bir bilgi görülmüyor.”
“ ‘Bunun için eminiz ki Holokost onların üstüne yine gelecektir’ ”
diye
konuşan ve yazan yöneticileriyle Hamas’a dair hiçbir rahatsızlık
sezilmiyor.”
Burada ezen kuvvet konumundaki İsrail ile ezilen ulus konumundaki Filistin halkı arasındaki temel fark gözlerden saklanmakta ve “savaş”tan hem İsrail’in, hem de Hamas’ın sorumlu olduğu ileri sürülmektedir. Oysa demokrat olmanın en temel koşullarından biri, ezilen ulusların ezen uluslara (ve giderek ezilen sınıfların ezen sınıflara) karşı savaşımlarının tartışma götürmez meşruiyetini kabul etmektir. Bildiri’nin bu ayrımı tanımayı reddettiği açıktır. Peki, Bildiri’nin eleştirisinin hedefine yerleştirdiği savaş-karşıtlarının “Hamas’a dair.. bir itiraz”larının olması neyi değiştirir? Hamas’ın, gerici bir parti olması, Gazze’nin yoksul halkının değil, küçük ve orta burjuvazisinin temsilcisi olması İsrail’in Hamas’a ve Gazze halkına uyguladığı devlet terörünü haklı kılar mı? Eğer bu mantık haklı olsaydı; Japonya’nın 1931’de Mançurya’yı işgal etmesini ve 1937’de Çin’e saldırmasını, Hitler’in 1939’da Polonya’yı işgalini, Mussolini’nin 1934’te Etyopya’yı ve 1939’da Arnavutluk’u işgalini, ABD ve NATO’nun 1999’da Yugoslavya’ya, ABD’nin Ekim 2001’de Afganistan’a ve Mart 2003’de Irak’a saldırmasını eleştirmememiz, hatta Bildiri yazarlarının yaptığı gibi üstü örtülü bir biçimde onamamız gerekecekti. Çünkü saldırı ve işgalin hedefi olan bu ülkelerin hepsi de “gerici partiler” tarafından yönetiliyorlardı. Eğer bu mantık doğru olsaydı, ABD ve NATO’nun Suriye’ye, İran’a, Sudan’a, Lübnan’a, Kuzey Kore’ye, Libya’ya, Pakistan’a, Myanmar’a ya da canlarının istediği şu ya da bu ülkeye saldırmalarını ve yüzbinlerce ve milyonlarca insanı katletmelerini onamamız gerekecekti.
Dahası Bildiri, -Siyonist propagandanın ve İsrail hükümet sözcülerinin izinden giderek- dikkatleri Hamas üzerinde yoğunlaştırmakta ve özellikle bu örgütü öne çıkarmaktadır. Oysa, kökü Siyonist kolonizasyonun yoğunlaşmaya başladığı 1920’lere kadar uzanan çatışma Filistin halkıyla Siyonizm (ve onu destekleyen emperyalist devletler) arasındadır. Hamas, İsrail’in tanrısı Yehova’nın bir mucizesi sonucu şu an ortadan yitip gitse, esasta hiçbir şey değişmeyecek ve Kutsal Topraklar’daki çatışma eskisi gibi sürüp gidecektir. Aralık 1987’de kurulmuş olan Hamas, Ocak 2006 seçimleriyle iktidara gelene kadar Filistin topraklarında barış mı hüküm sürüyordu?
Filistin halkının bu seçimlerde, ABD ve AB emperyalistlerinin, başını Mahmut Abbas adlı kuklanın çektiği Fatah’ı açıkça ve her yolla desteklemelerine rağmen oylarını son derece bilinçli bir biçimde, işbirlikçilik ve teslimiyete karşı çıktığı için Hamas’a verdiği unutulmamalı. Kaldı ki, İsrail ve destekçileri, 1993 Oslo Anlaşması’ndan sonra neredeyse açıkça Telaviv’in güdümüne girmiş olan Fatah’a ve onun lideri Yaser Arafat’a karşı da sürekli bir dıştalama, etkisizleştirme ve onu Filistin halkına karşı cepheden savaşmaya zorlama politikası gütmüşlerdir. Sadece Nisan 2002’de İsrail ordusunun Arafat’ın Ramallah’taki karargahına saldırısını, Arafat ve çalışma arkadaşlarını haftalarca susuz, elektriksiz ve iletişimsiz bırakmasını ve oradaki binaların bir bölümünü tahrip etmesini anımsamak yeterli olacaktır. Siyonistler, kendileriyle büyük ölçüde işbirliği ettiği bu dönemde bile Arafat hakkında onun “barış için güvenilir bir ortak olmadığı”, “elaltından terörizmi desteklediği”, “yolsuzluğa bulaştığı” gibi suçlamalarını sürdürüyor, onu kendilerinin hiçbir maddi ve manevi otoritesi bulunmayan bir kuklaları haline getirmeye çalışıyorlardı. Pratik İsrail’in uzun erimde, kendisinin güdümünde olsa bile herhangi bir Filistin yönetimi ve/ ya da devletine katlanmamaya kararlı olduğunu yeterince göstermiştir. Bu bakımdan Siyonistlerin, Arafat’ın 11 Kasım 2004’te bir Fransız askeri hastanesinde gerçekleşen ve nedeni doyurucu bir biçimde açıklanmayan ölümünde de parmakları olması olasılığı son derece yüksektir.
Eğer yapmışlarsa, Hamas yöneticilerinin
İsrail’i Holokostla tehdit etmelerinin onanamayacağı açıktır. Peki,
birilerinin İsrail’in Hamas’a ve Gazze halkına karşı uyguladığı devlet
terörünü kınaması, onların Hamas’ın siyasal çizgisini ve varsa eğer bu
tür açıklamalarını savunduğu anlamına mı gelir? Elbette hayır.
Dolayısıyla, Bildiri’nin böyle bir imada bulunması haksızdır ve kabul
edilemez. Ancak, yöneticilerinin de bu türden açıklamaları olması bir
yana, İsrail’in Filistin halkına karşı onyıllardır uyguladığı Siyonist
terörün zamana yayılmış ve ağır çekim bir Holokost’tan başka bir şey
olmadığı da tartışma götürmez. Yiyecek akışını kısıtlamak suretiyle bir
halkı yetersiz beslenmeye, açlığa ve bundan kaynaklanan sayısız hastalık
ve sağlık sorunlarıyla yüzyüze yaşamaya mahkum etmek, bunun bir örneği
değilse nedir? İsrail hükümetinin baş siyasal danışmanı Dov Weissglas,
Haaretz’in 16 Şubat 2006 tarihli sayısında yayımlanan demecinde Filistin
halkını açlığa mahkum etme yolundaki canavarca politikayı bir karamizah
edasıyla anlatırken aynen şöyle diyordu:
“Bu bir diyetisyenle yüzyüze gelmek gibi bir şey. Onları
(=Filistinli’leri- G. A.) iyice zayıflatmalıyız; ama açlıktan
öldürmemeliyiz.”
İsrail “Savunma” Bakan yardımcısı Matan
Vilnai ise daha geçen yıl, yani 29 Şubat 2008’de yaptığı bir açıklamada
aynen şöyle demişti:
“Kasam (roket) ateşi ne kadar yoğunlaşır ve roketlerin menzili ne kadar
artarsa, kendimizi bütün gücümüzü kullanarak savunacağımız için onlar
(Filistinliler) kendilerini o kadar daha büyük bir holokostun hedefi
kılacaklar.”
Ama asıl önemlisi şu: Hamas ya da diğer Filistinli örgütlerin bu tür onanması olanaksız açıklamalar yapmış olsalar da, onlar bu tehditlerini uygulayacak güce bugün sahip olmadıkları gibi çok büyük olasılıkla gelecekte de sahip olamayacaklarıdır. Yapmışlarsa eğer, onları bu tür tehditler savurmaya iten temel faktörün onyıllardır süregelen, Filistin halkının yaşamını cehenneme çeviren, bu halka en küçük bir gelecek umudu bırakmayan ve dünyanın en güçlü devletlerinin çoğu ve işbirlikçi Arap rejimleri tarafından desteklenen Siyonist kuşatma, terör ve zulmün yol açtığı çaresizlik duygusu olduğu asla gözardı edilmemelidir. Kalıcı bir ateşkesten yana olduğunu pek çok kez açıklamış olan Hamas’ın, görece adil bir barış anlaşmasına itiraz etmeyebileceğine ilişkin verilerin de bulunduğu tahmin edilebilir. Kaldı ki Siyonist terör ve işgalin ortadan kalktığı ve Filistin’de demokratik ve barışçı bir ortamın sağlandığı koşullarda Hamas’ın ya da diğer Filistinli örgütlerin İsrail’in Yahudi halkına karşı geniş-ölçekli bir misillemeye girişecekleri ya da bu örgütlerin böyle bir tutumu benimsemeleri halinde Filistin halkının bu tür girişimleri destekleyeceğini gösteren belirtilerin varlığından söz edilemez. Hamas yöneticilerinin tehditlerini dillerine dolayanlara sormak gerek: Filistin halkının 1920’lerin sonundan bu yana çekmiş ve çekmekte olduklarını başka bir halk, ya da Yahudi halkı çekmiş ve çekmekte olsaydı, ortaya daha farklı tepkiler mi çıkardı acaba?
e) “İslami cihad çağırtkanlarından liberal yazarlara, solun da büyük bir kısmını kapsayan bir yelpaze içinde Ortadoğu’nun (da) Yahudisizleştirilmesi ve İsrail’in haritadan silinmesinden başlayan talepler, savaşın gerçek nedenleri ve kaynakları yerine Yahudileri kınamak ve tarihi olguları değiştirmek ve indirgemeye kadar varıyor.” Bildirinin mimarlarından olduğu anlaşılan Ayşe Günaysu ise, “Antisemitizm bildirisinin amacı ne?” (Taraf, 17 Ocak 2009) başlıklı yazısında Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı İzleme Merkezi’ne göndermede bulunarak, “Yahudi halkının kendi kaderini tayin hakkını tanımama”yı ve “İsrail devletinin varlığını ırkçı bir girişim olarak görme”yi de antisemitizm kapsamına sokuyor.
Filistin halkının da “kendi kaderini tayin hakkı” olduğunu unutan Günaysu burada
İsrail savunucularının klasik hilesini yineliyor ve İsrail’in bir devlet olarak
ortadan kalkmasını “Ortadoğu’nun (da) Yahudisizleştirilmesi” ile özdeşleştiriyor. Dahası o, “Ortadoğu’nun (da)” deyişini kullanmak suretiyle özel olarak
Filistinlileri ve genel olarak Arapları ima yoluyla da olsa Alman Nazilerinin
yolunu izlemekle suçluyor. İslami akımlar içinde elbette bu tür görüşleri
savunan bazı uç görüşler bulunabilir; ama bilebildiğim kadarıyla ne Hamas, ne de
diğer Filistinli örgütler “Ortadoğu’nun Yahudisizleştirilmesi”ni savunmuşlardır.
Ama bunun tersi doğrudur; yani sonradan gelerek Filistin halkını kendi
topraklarından kovan Siyonistler, Ortadoğu’yu değil, ama Filistin’i
Arapsızlaştırmayı hem savunmuş, hem de bu görüşlerini büyük ölçüde yürürlüğe
koymuşlardır. İsrail’in, kurulduğu 1948’den bu yana topraklarını sürekli olarak
genişletmesi, Batı Şeria’nın her yanına pek çok yerleşim yeri kurmuş olması,
Filistinlileri yeniden ve yeniden topraklarından sürmesi, bunun tartışma
götürmez kanıtıdır. 1917’de Yahudiler Filistin topraklarının sadece yüzde
2.5’ine sahiptiler. 1947 tarihli BM bölüşme planı Filistin topraklarının yüzde
44’ünü Filistinlilere ve yüzde 56’sını İsrail’e bırakıyordu. 1967’deki Altı Gün
Savaşı sonrasında İsrail bu oranı yüzde 78’e çıkardı. 2006’ya gelindiğinde ise,
Filistinlilere kalan Filistin topraklarının duvarlarla, kontrol noktalarıyla,
yerleşim yerleriyle, askeri karakollarla birbirinden yalıtılmış yoksul bir getto
haline getirilmiş olan yüzde 18’lik bölümünden ibaretti.
Aslında İsrail yöneticileri, tarihsel Filistin’in tümünü, hatta daha fazlasını
ele geçirme yönündeki arzu ve planlarını hiçbir zaman gizlememişlerdi. Siyonist
şefler, daha İsrail’in kurulmasından onyıllar önce, bugünkü Lübnan’a ilişkin
planlarını gündeme getirmişlerdi. Onlar 1918’de, yani Birinci Dünya Savaşının
bitiminde, Britanya ile yaptıkları görüşmelerde, bu ülkenin manda yönetimi
altına konmuş bulunan Filistin’in kuzey sınırlarının Güney Lübnan’daki Litani
ırmağına kadar genişletilmesini istemişlerdi. İsrail’in kurulduğu 1948 yılında
meydana gelen çarpışmalarda Siyonist kuvvetler Litani ırmağına kadar ilerlemiş,
ancak uluslararası tepkiler nedeniyle geri çekilmek zorunda kalmışlardı.
1937’de, daha sonra İsrail ilk başbakanı olarak görev yapacak olan- David
Ben-Gurion, Filistin topraklarının üçte birini Yahudilere bırakılmasını öneren
bölüşme önerisi (Peel Komisyonu raporu) için şöyle diyordu:
“Biz bugün belirlenen sınırlar içindeki bir devleti kabul edeceğiz; ancak
Siyonist özlemlerin sınırı sadece Yahudi halkını ilgilendirir ve hiçbir dışsal
faktör onu sınırlayamaz.” (Noam Chomsky, The Fateful Triangle: the United
States, Israel and the Palestinians, Montreal, Black Rose Books, 1984, s. 161)
İsrail liderleri, 1954’de ABD Devlet Başkanı Eisenhower’in temsilcisiyle
yaptıkları görüşmede, Lübnan hükümetinin, Güney Lübnan’ın ekonomik kalkınması
için Litani ırmağının sularından yararlanmasını önlemek amacıyla kuvvet kullanma
tehdidinde bulunacak kadar ileri gitmişlerdi.
İsrail Dışişleri Bakanlığının eski öndegelen analistlerinden Oded Yinon, Şubat
1982’de Kivunim (=Doğrultular) adlı dergide yayımlanan “1980’lerde İsrail İçin
Bir Strateji” başlıklı yazısında Siyonist burjuvazinin yayılmacı yaklaşımını
şöyle dile getiriyordu:
“Petrol bakımından zengin ve içsel olarak parçalanmış olan Irak, İsrail’in hedef
adayları arasında yer almayı garantilemiştir. Bizim açımızdan Irak’ın dağılması,
Suriye’nin dağılmasından daha da önemlidir. Irak, Suriye’den daha güçlüdür. Kısa
erimde Irak’ın gücü İsrail için en büyük tehdit kaynağıdır. Bir Irak-İran savaşı
Irak’ı parçalayacak ve onun, bize karşı geniş bir cephede savaşımı örgütlemeye
fırsat bulamadan yıkılmasına yol açacaktır. Kısa erimde, Araplar arasındaki her
türden çatışma bizim işimize yarayacak ve Irak’ı, tıpkı Suriye ve Lübnan’da
olduğu gibi mezhepler arasında parçalama yolundaki daha önemli hedefimize
ulaşmamızı çabuklaştıracaktır. Irak’ın, Osmanlı döneminin Suriyesi’nde olduğu
gibi etnik/ dinsel doğrultuda eyaletlere bölünmesi olanaklıdır. Böylelikle, üç
ana kent olan Basra, Bağdat ve Musul çevresinde üç (ya da daha fazla) devlet
oluşacak ve güneydeki Şii bölgeleri Sünni ve Kürt kuzeyden ayrılacaktır.
Halihazırdaki İran-Irak çatışmasının bu kutuplaşmayı daha da derinleştirmesi
olanaklıdır.” (İtalikler yazıyı İbraniceden İngilizceye çeviren anti-Siyonist
Yahudi Profesör İsrail Şahak’a ait)
1985-2000 yılları arasında, eski düşünü yaşama geçirmiş gözüken ve kukla
Güney
Lübnan Ordusu’nun yardımıyla Güney Lübnan’ı işgal altında tutan İsrail, bu
ülkeden ancak Mayıs 2000’de Hizbullah’ın inatçı gerilla savaşı sonunda çekilmek
zorunda kalacaktı. Ama bu, Siyonist yöneticilerin, sadece Filistin halkının
elindeki son toprak parçaları değil, Lübnan, Suriye, Ürdün gibi komşu ülkelerin
toprakları üzerindeki ihtiraslarının sona erdiği anlamına gelmiyor.
Öte yandan, İsrail’in sui generis niteliğini gözardı eden
Ayşe Günaysu’nun
yaptığı gibi “Yahudi halkının kendi kaderini tayin hakkın”ndan söz etmek ister
istemez demagojik bir nitelik taşır. Başka bir yerde de söylemiş olduğum gibi,
“İsrail, belirli bir toprak parçası üzerinde kapitalizmin gelişmesine bağlı
olarak, o bilinen uluslaşma sürecini yaşayan bir halk ve onun başını çeken
burjuvazi tarafından oluşturulan bir devlet değil. Tarih ölçeğine vurulduğunda
daha dün kurulduğunu söyleyebileceğimiz İsrail, esas olarak, Siyonist hareketin
bilinçli eyleminin ürünüdür. Bu devlet, 19. yüzyılın sonlarında başlayan ve
1930’larda hızlanan Siyonist kolonizasyon çerçevesinde Avrupa başta gelmek üzere
dünyanın çeşitli bölgelerinde kendilerine yapılan zulümden kaçarak Filistin’e
gelen Yahudilere dayanılarak oluşturuldu. Siyonist hareketin öncülük ettiği ve
aralarındaki esas bağ Musevilik inancı olan Yahudilerin kurduğu bu devlet,
Filistin toprağı üzerindeki sahiplik iddiasını Museviliğin kutsal metinlerine
dayandırdığı (vadedilmiş ülke efsanesi) için daha doğuşundan itibaren
yarı-teokratik bir niteliğe sahipti.” (“Giriş”, Filistin-İsrail Dosyası,
İstanbul, Pozitif Yayınları, 2005, s. 12)
Hem onyıllardır azap çekmekte olan Filistin halkının, hem de onu ezen bir halk
konumuna indirgenmiş olan ve statükoyu, yani apartheid rejimini içselleştirdiği
ve Siyonist terörü savunmaya devam ettiği ölçüde daha da gericileşen ve alçalan
İsrail Yahudi halkının gerçek çıkarları, bu niteliklere sahip, varlığı ve varlık
felsefesi siyasal istikrarsızlık, çatışma ve savaş üzerine kurulu bir devletin
yaşamasını değil, ortadan kalkmasını gerektirir. Yahudi halkının en büyük
oğullarından Karl Marks’ın söylediği gibi, “Başka halkları ezen bir halk özgür
olamaz.” Demek oluyor ki Siyonizmin sadece Filistin ve diğer Arap halklarının
değil, Yahudi halkının da düşmanı olduğunu söyleyebiliriz ve söylemeliyiz. İsrail devletinin, özellikle Yahudi halkının devrimci eylemiyle ortadan kalkması,
dünya genelindeki Yahudi halkının Siyonizmin manevi boyunduruğundan kurtulmasına
ve dolayısıyla anti-Semitizmin bölge ve dünya ölçeğinde etkisizleştirilmesine de
önemli bir katkı yapardı. Öte yandan Siyonist devletin ortadan kalkması; ABD ve
Britanya emperyalistlerinin Ortadoğu’ya müdahale etme olanaklarını ve bu bölgede
hegemonya kurma/ sürdürme potansiyellerini ortadan kaldırmasa da önemli ölçüde
zayıflatır, bu da bölgedeki diğer gerici rejimlerin ayakta kalmasını
zorlaştırırdı. Dolayısıyla, Bildiri yazarlarının ve benzer görüş sahiplerinin
göstermeye çalıştığının ya da ima ettiğinin tersine –ne yazık ki yakın gelecekte
gerçekleşmesi olasılığı bulunmayan- böylesi bir gelişme bölgede gerçek barışın
ve tutarlı demokratizmin yerleşmesinin en önemli önkoşuludur.
Garbis Altınoğlu, 17-19 Şubat 2009