Marx-Engels |  Lenin  | Stalin |  Home Page

Garbis Altinoglu

Articles

“Ah, Öyle Üzgünüm Ki!”


Sömürgeciler ve emperyalistler her zaman “geri ve ilkel” halklardan üstün olduklarını ima etmiş ya da açıkça söylemiş ve büyük olasılıkla buna gerçekten kendilerini de inandırmışlardır. Hatta Fransız sömürgecileri 19. yüzyılda, “geri” ülkeleri sömürgeleştirmelerini “mission civilisatrice” (=uygarlaştırma misyonu) adıyla kutsamışlardı. Günümüzün en güçlü sömürgeci/ emperyalist devleti ABD’nin, Irak ve Ortadoğu’da giriştiği emperyalist saldırganlık da bu ülkeleri demokratlaştırma, özgürleştirme ve uygarlaştırma savlarına dayandırılıyor. ABD’nin başını çektiği emperyalist burjuvazinin en azgın gericiliğin baştagelen kalesi, asıl kaynağı olduğu biliniyor. 2003 Irak işgali, iliğine değin çürümüş kapitalizm demek olan emperyalizmin üzerinde daha az durulan bir özelliğini, onun aynı zamanda, kültürel bayağılık ve dejenerasyonun birincil kaynağı, kültür ve uygarlığın baş düşmanı olduğu gerçeğini bir kez daha tüm dünyanın gözleri önüne serdi. Irak’ın –ya da herhangi bir ülkenin- en büyük kültür zenginliği demek olan yetişmiş ve eğitimli insan kaynaklarının, ABD ve İsrail gizli servisleri ya da onların yönlendirdiği ölüm mangaları tarafından esas itibariyle planlı cinayetler yoluyla sistemli bir biçimde yokedildiği biliniyor.
Katrina vanden Heuvel The Nation’da 25 Mart’ta yayımlanan “Halliburton Babil’i Yokediyor” başlıklı yazısında The Guardian’ın, ABD’nin önderlik ettiği askeri güçlerin Babil’e verdikleri akıl ve mantık dışı zararı “yakın tarihin en pervasız kültürel vandalizm eylemi” olarak nitelendirdiğini anımsatıyordu. Yazara göre, dünyanın en öndegelen arkeologlarından biri olan Dr. John Curtis’in hazırladığı bir rapor, Hallyburton’un bir kolu olan -ve Pentagon’la çok sıkı ilişkilere sahip bulunan- Kellog, Brown and Root adlı şirketin inşa ettiği ve bakımını yaptığı askeri üssün, ‘tüm arkeolojik sitlerin anası’ olarak nitelendiren Babil’i tehlikeye attığını belgeliyordu. Katrina vanden Heuvel sözlerini şöyle sürdürüyordu:
“Bu örnekte, dünyanın en büyük kültür zenginliklerinden birine yöneltilmiş şiddetle yüzyüze bulunuyoruz… ABD önderliğindeki uluslararası güçler Nisan 2003’de Babil Kampını kurduklarında, öndegelen arkeologlar ve uluslararası antik uygarlıklar uzmanları potansiyel tehlikeye ilişkin uyarılarda bulundular.” Yazarın verdiği bilgiye göre, helikopter pistlerinin ve ağır zırhlı araçlar için park yerlerinin inşası, antik dönemin en önemli anıtlarından biri olan İştar Kapısı’na büyük ölçüde zarar vermiş, ABD askeri araçları 2,600 yıllık tuğla zemini ezmiş, bu arada arkeolojik parçalar her yana saçılmıştı.

Associated Press ajansının 14 Nisan 2006’da, BBC’ye dayanarak geçtiği bir haber, dünyanın en büyük terör örgütünün, yani ABD silahlı kuvvetlerinin uygarlık ve kültür düşmanlığını yeniden belgeledi. “ABD, silahlı kuvvetlerinin Babil kalıntılarına zarar verdiğini kabul etti” başlıklı haberde, üst düzey bir Amerikalı askeri yetkilinin –antik dünyanın yedi harikasından biri sayılan- Babil asma bahçelerinin kalıntılarına verdikleri zarardan ötürü özür dilemeye hazır olduğunu söylediği belirtiliyordu. AP ajansına göre ABD Deniz Piyadeleri, 2003 Martındaki işgalin ardından, Bağdat’ın 50 mil güneyinde, Babil kalıntılarının bulunduğu yörede 5 ay kalmışlar, bu arada kalıntıların üzerine bir helikopter pisti inşa etmiş ve kum torbalarını arkeolojik nesnelerle doldurmuşlardı. BBC’nin haberine göre, helikopterlerin yol açtığı titreşimler nedeniyle ayakta kalmış olan antik binalardan birinin çatısı yıkılmıştı. British Museum yetkilileri geçen yıl yaptıkları açıklamada, Deniz Piyadelerinin, binlerce yıllık geçmişe sahip antik nesneleri kirlettikleri ve onlara zarar verdiklerini belirtmiş, Alman Arkeoloji Enstitüsü ise, 2003 ve 2004 yıllarında Babil’de kalan ABD ve Polonya kuvvetlerinin antik nesnelere “devasa ölçekte zarar” verdiklerini söylemişlerdi.

Kuşkusuz, Amerikalı ve Polonyalı neo-faşist barbarların Babil kalıntılarında kaldıkları süre içinde gerçekleştirdikleri tahribat, işgalci güçlerin üç yıl önce Bağdat’ın işgali sırasında, Bağdat’taki Irak Ulusal Müzesinde, antik kitap ve el yazmalarını barındıran kitaplıklarda ve uygarlığa beşiklik etmiş olan Irak’ın diğer kültür merkezlerinde yaptıkları tahribatın, teşvik ettikleri ve bizzat gerçekleştirdikleri soygunun yanında devede kulak misali kalmaktadır. Şurasını da anımsatmak gerekir ki, Amerikan haydutlarının ve ortaklarının yıkıcılık ve soygunu, işgalden sonra da Irak’ın pek çok bölgesinde sürmüştür ve sürmektedir. 2003 savaşından önce ABD hükümetini bu konuda, özellikle de Bağdat’taki Irak Ulusal Müzesi’nin korunması konusunda uyaran çok sayıda bilim adamından biri olan ve Şikago Üniversitesi Doğu Enstitüsünde arkeolog olarak görev yapan Prof. McGuire Gibson, Güney Irak’taki sit alanlarının, özellikle de Sümer uygarlığına ait antik eserlerin bulunduğu alanların sistemli bir biçimde ve güpegündüz yağmalandığını, bu işlemler için ağır inşaat makinaları kullanıldığını belirtiyordu.

Dahası, bu soygun ve tahribatın planlı ve kasıtlı bir nitelik taşıdığı kanısı giderek kesinlik kazanmaktadır. New York City Üniversitesi emekli profesörlerinden Patrick Boylan, 1991’deki Irak savaşı öncesinde, başında –şimdiki ABD Devlet Başkan Yardımcısı- Dick Cheney’nin bulunduğu ABD “Savunma” Bakanlığının Irak’ın kültür mirası konusunda detaylı bilgi topladığını ve böylelikle 1991 savaşı sırasında Irak’ın arkeolojik zenginliklerine önemli bir zarar verilmediğini belirtiyordu. 1993’de Kongre’ye sunduğu bir raporda Pentagon’un gelecekteki olası çatışmalarda, benzer özenin gösterileceği güvencesini verdiğine dikkat çeken Prof. Boylan, 2003 savaşı öncesinde, böylesi bir planlama yapılmamasının olanaksız olduğunu söyledikten sonra şunları ekliyordu:
“Birileri ya da bir grup, ABD’nin saptanmış bulunan koruma politikalarını bir yana atma ve o sıralar hala başında Dick Cheney’nin bulunduğu savunma bakanlığının 1993’de Kongre’ye verdiği güvenceyi dikkate almama yönünde kesin bir karar almış olmalı.”
Bir antik eşya kaçakçısı şunu söylüyordu:
“Irak’tan her gün su gibi materyal akıyor. Sözkonusu materyal, bu merkezde toplandıktan sonra dağıtılıyor.” Kolleksiyonunda Irak’tan gelme binlerce parça bulunduğu bildirilen New York’lu bir kolleksiyoncunun ise “Irak’taki arkeolojik alanların yağmalanması için eksiksiz bir sistem oluşturduğu” söyleniyor. (Richard Agnew, “The Insider” (interview with Michel Van Rijn) ITP Business December 18, 2005 http://www.itp.net/business/features/details.php?id=3556)
Irak’ın işgalinden kısa bir süre sonra, Mayıs 2003’de kaleme alınmış olan aşağıdaki yazı, emperyalist burjuvazinin bu kültür ve uygarlık-düşmanı niteliğini daha geniş bir biçimde sergilemek amacıyla kaleme alınmıştı.

15 Nisan 2006
“AH, ÖYLE ÜZGÜNÜM Kİ! ”

1-4 Mayıs 2003

“Yukarda korkunç fırtınalar

Yangınlar tutuşmuş fırtınaların önünde

ve insanlar inliyor

Ziyafetlerin verildiği caddelerde

saçılmış halde yatıyor. . . . halkım yığınlar halinde. . . .

Ah kentim benim. . . . ah evim. . . ”

MÖ 2000 yıllarında Mezopotamya’nın Ur kentinin yokoluşu üzerine yazılmış ağıttan parça

1258 yılında Moğolların Bağdat’ı yağmalamalarının ardından bu kenti ziyaret eden bir Pers gezgin mektubunda şunları yazıyordu:

“Bana Bağdat’ın yağmalanmasını sormuşsun. . . Bu, öylesine dehşet verici bir olay ki, onu anlatacak sözcükler bulmaktan acizim. Keşke daha önce ölmüş ve kasapların bu bilgi ve öğrenim hazinelerini nasıl yokettiklerini görmemiş olsaydım. Dünyayı tanıdığımı sanırdım; fakat bu felaket öylesine tuhaf ve anlamsız ki, şaşkınlıktan dilim tutuldu. Zamanın altüst oluşları ve kararları akıl ve bilgiyi bir hiç derekesine indirdi. ”

Bu sözler, pekala Moğollardan 745 yıl sonra ABD emperyalistlerinin, Irak’a karşı giriştikleri saldırının ardından, büyük bir olasılıkla uluslararası mafyayla işbirliği halinde örgütledikleri yağma ve gerçekleştirdikleri kültür yıkımı için de söylenebilirdi. Konunun bu güncel cephesine değinmeden önce, Mezopotamya kültür ve uygarlığının tarihinde kısa bir gezintiye çıkmamız gerekiyor.

1. MEZOPOTAMYA KÜLTÜR VE UYGARLIĞI

Irak ya da Mezopotamya, arkeolog ve tarihçiler tarafından uygarlığın beşiği ya da potası olarak tanımlanıyor. MÖ 5800 yıllarında ilk çiftçi toplulukları Fırat çevresinde oluşmuştu. Birkaç yüzyıl içinde bu çiftçi toplulukları kent yerleşimleri halini aldı. Herbiri birkaç bin kişiden oluşan bu kent yerleşimleri, sulama sistemini, besin maddelerinin dağıtımını, Mezopotamya’da bulunmayan ve komşu bölgelerden getirilen taş, kereste ve minerallerin dışalımını düzenleyen tapınaklar tarafından yönetiliyorlardı. Irak, dünyanın ilk kentsel yerleşim birimi olarak kabul edilen ve kalıntıları Dicle ve Fırat ırmaklarının arasında bir yerde bulunan Jarmo’nun, daha sonraları Ur, Eridu, Uruk, Lagaş ve Nippur gibi çok eski kentlerin kurulduğu ülke. Irak, aynı zamanda güneyinde MÖ 3500 yıllarında ilk kez sabanın kullanıldığı ve tapınaklarda kayıtların tutulmasının başladığı yer. Irak’ta yerleşen en eski topluluklardan birisi olan Sümerler bakırı ergitmeyi başardılar, bronz aletleri icat ettiler, kentler kurdular ve ticaretle uğraştılar. Sümerler MÖ 3500 ile 2000 yılları arasında çivi yazısını geliştirdiler. Mezopotamya halkının yaşamı, her baharda felaketlere sonuçlanan sellerin tehdidi altındaydı. MÖ 2900 yıllarında gerçekleşen ve çok büyük bir tufana yolaçan olağanüstü sel, ünlü Gılgamış Destanında anlatımını buldu. Arkeologlar, bu destanın, Nuh’un tektanrılı dinlerin kutsal kitaplarında anlatılan öyküsünün kaynağı olduğunu düşünüyorlar. Bu koşullarda sellerin kontrolü ve sulu tarımın geliştirilmesi, her bakımdan yaşamsal bir önem taşıyordu. Sümerler, selleri kontrol altında tutmak, tarlaları sulamak ve taşımacılık yapmak gibi değişik işlevleri üstlenen karmaşık bir kanal sistemini de yaşama geçirdiler. Mezopotamya’da sulamanın geliştirilmesi, tarımda üretkenliği çok önemli ölçüde artmasını, bu ise, dünyamızdaki ilk kent uygarlığının ortaya çıkmasını olanaklı kıldı. Arkeolog İvar Lissner, binlerce yıldır kullanılmayan Sümer-Babil kanal sisteminin izlerinin bugün bile uçaktan görülebileceğini söylüyor.

Sulama sistemlerinin işletilmesi, muhafazası ve komşu bölgelerle ticaretin sürdürülmesi amacıyla kayıtların tutulmasına bağlı olarak yazının bulunması ve gelişmesi, ardından entellektüel ve kültürel gelişmenin de yolunu açtı. Bu ortamda şiir, öykü, tarih yazımının yanısıra bilim ve matematik de gelişti. Çağdaş araştırmalar, Mezopotamya uygarlığının çarpım tablolarına sahip olduğunu, kare, karekökü, küb ve logaritmayı kullandığını, alanları ve hacımları ölçebildiklerini, lineer denklemleri kullanabildiklerini, pi sayısını, gerçek değerine çok yakın bir biçimde 3. 125 olarak hesaplayabildiklerini, 360 derecelik çemberi, 60 saniyelik dakikayı, 60 dakikalık saati, 360 günlük yılı bulduklarını, astronomi alanında hayli ilerlediklerini, gezegenlerin, ayın ve güneşin batış ve doğuşunu gözlemlediklerini ortaya koymuştur. Bugünün kapitalist Batı uygarlığının temelini ve esin kaynağını oluşturduğu varsayılan Grekler, gerek maddi ve gerekse entelektüel alanda pekçok şeyi, büyük bir saygıyla yaklaştıkları ve kendilerinden çok daha eski olan Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarından öğrenmiş ve devralmışlardı.

MÖ 2000’li yıllarda, Sümer uygarlığının yanısıra, onun biraz kuzeyinde de Akad uygarlığı oluşmuştu. MÖ 2334’te Akat kralı Sargon, her ikisi de kent konfederasyonları biçiminde örgütlenmiş bulunan bu iki uygarlığı kendi yönetimi altında birleştirdi ve Akdeniz’den Basra Körfezi’ne kadar uzanan ilk imparatorluğu kurdu. MÖ 2180’de Sargon hanedanı çöktü ve Sümer uygarlığı bir süre için yeniden güç kazandı.

Sargon’un kısa ömürlü imparatorluğu yerini MÖ 2112’de Ur-Nannu İmparatorluğu’na bıraktı. MÖ 1990’da ise, MÖ 1792 yılında Hammurabi’nin yönetiminde doruğuna ulaşan Babil İmparatorluğu kurulacaktı. Arkeolog İvar Lissner, MÖ 1700’lü yıllarda kurulan Babil devleti döneminde Babilli’lerin Mezopotamya toprağından petrol çıkarmayı öğrendiklerini, bundan ötürü Babil’in geceleri iyi aydınlatılmış bir kent olduğunu anlatır. Sümerlerin eski yasalarını derleyen, onlara yenilerini ekleyen ve bu yasaları İmparatorluğun bütün yörelerinde uygulayan Hammurabi, yasalarına yazdığı önsözde, amacının “ülkede adaletin egemen olması, zalim ve kötülerin yokedilmesi, güçlünün zayıfı ezmesinin engellenmesi ve bütün halkın gönencinin arttırılması” olduğunu belirtiyordu. Hammurabi döneminde faiz yüzde 20 ile sınırlanmış, temel ürünlerin fiyatları ve inşaat ustalarının ve doktorların ücretleri belirlenmiş ve borç köleliği üç yılla sınırlanmıştı. Çokkarılılığa ve boşanmaya izin veriliyordu. Cezalara gelince, suçlunun sosyal statüsü yükseldikçe, cezaların ağırlığı daha da artıyordu.

MÖ 14. yüzyılda Asur İmparatorluğu kuruldu. Asurlu’lar, Basra Körfezinden Akdeniz’e kadar uzanan bölgeyi 9. yüzyılda yeniden denetimleri altına aldılar. Asurlu’ların egemenliği MÖ 612’ye kadar sürdü. Bu tarihte Asurlu’lar kovuldu ve Babil İmparatorluğu yeniden kuruldu.

Dünyanın yedi harikasından biri sayılan Babil’in Asma Bahçelerini, kentin çifte duvarlarını ve Sümer’lerden bu yana Mezopotamya uygarlıklarının tanrılarına yaklaşmak için inşa ettikleri ziggurat’ların (tapınak kuleleri) en büyüklerinden birini yaptıran son kralı Nebukadnezar (MÖ 605-562) döneminde ise Babil’in sınırları Mısır’a kadar uzanıyordu. Arkeologlar, Kudüs’ü ele geçirerek Yahudileri tutsak alan Nebukadnezar’ın Fırat ile Dicle arasında kanallar yaptırarak sulanan toprağın alanını arttırdığını belirtiyorlar.

MÖ 450 yıllarında Babil’i gezen ünlü Grek tarihçi Herodot, kentin 87 kilometre uzunluğunda ve yanyana dört atın rahatlıkla geçebileceği genişlikte bir duvarla çevrili olduğunu, kentin ortasından akan ve iki yanı hurma ağaçlarıyla süslü bulunan Fırat’ın iki yakasının birbirlerine köprülerle bağlanmış olduğunu, hatta ırmağın altından geçen bir tünel bulunduğunu yazmaktadır.

Bütün bu anlatılanlar antik Mezopotamya uygarlığının idealize edilmesi olarak anlaşılmamalı. Burada, uygarlığın ortaya çıkışı ve ilerlemesi yönünde atılan bütün bu adımların yaygın bir köle emeğinin yanısıra özgür köylülerin ve zanaatkarların sömürülmesine dayandığının altının çizilmelidir. Ne var ki, üretici güçlerin o günkü gelişme düzeyi gözönüne alındığında, gerek tarımın ayakta tutulması ve gerekse Mezopotamya’nın (ve Mısır’ın) bugün hayranlıkla izlediğimiz (ya da yıkıntıya dönüştükleri için artık izleyemediğimiz) dev yapıtları ancak yaygın köle emeği ve bu köle emeğini kamu işleri için örgütleyen bir devlet aygıtına dayanmak suretiyle yapılabilirdi. Engels, Marks’a yazdığı 6 Temmuz 1853 tarihli mektupta şöyle diyordu:

“Yapay sulama burada tarımın ilk koşuludur, ve bu, ya komünlerin ya da merkezi hükümetin işidir. ”

Ancak, yakın zamanda yapılan çalışmalar arkeologları, Mezopotamya uygarlığında köleliğin fazla yaygın olmadığı vargısına ulaştırmıştır. Örneğin Petr Charvat, Mesopotamia Before History (Tarihten Önce Mezopotamya) adlı yapıtında, MÖ 3000 yıllarında Mezopotamya’da “toplumun bütün alanlarında evrensellik ve eşitlik ilkesinin öne çıktığını. . . maddi yaşam standartlarının yeniden dağıtım yoluyla eşitlendiğini. . . . halkın ortak sorunlarını toplantılarda tartışıp karara bağladığını. . . Doğum ve ölümde herkese aynı biçimde davranıldığını” söylemektedir. (Adıgeçen kitap, s. 158-59) Aynı yazar, MÖ 3000’den sonraki yıllarda yavaş yavaş sosyal sınıf ve katmanların ortaya çıkmaya ve bir siyasal elitin ve egemen sınıfın belirmeye başladığını söylemektedir.

Bölgenin daha sonraki tarihi ise şöyle özetlenebilir: Mezopotamya, yaklaşık MÖ 540’tan MS 640’a kadar uzanan 12 yüzyıllık dönemi Pers’lerin, -ünlü imparatorları İskender’i Babil’de yitiren- Makedonyalı’ların, Partiyalı’ların ve Sasani’lerin boyunduruğu altında geçirdi. İslam dininin kurucusu Muhammet’in ölümünden sonra Araplar’ın eline geçen Mezopotamya, 750-1258 yılları arasında Abbasi İmparatorluğu’nun bir parçasıydı. Bu imparatorluğun başkenti olan Bağdat, Avrupa’nın kabaca Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra girdiği karanlık Orta Çağ’la örtüşen bu dönemde dünyanın en öndegelen bilim, felsefe ve edebiyat merkezlerinden biri, belki de birincisiydi ve antik çağın bilgi ve kültür birikiminin muhafaza edilmesi, geliştirilmesi ve Rönesans Avrupası’na ulaştırılmasında kilit rol oynamıştı. 1534’ten 1917 yılına kadar Bağdat ve Mezopotamya Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içindeydi. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’daki sınırları çizen İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin aralarında yaptıkları gizli anlaşmaya (Sykes-Picot anlaşması) göre, Irak Britanya’nın vesayeti altına kondu. 1932’de biçimsel olarak bağımsızlık kazanan Irak, 1958’de gerçekleşen ve kitlelerin de desteğini alan ilerici bir askeri darbe sonrasında İngiliz emperyalizminin boyunduruğundan kurtuldu. Ancak, daha sonraki onyılların deneyiminin de göstereceği gibi bu, Irak’ın bir bütün olarak kapitalist-emperyalist sistemin denetimi dışına çıktığı anlamına asla gelmiyordu.

2. YAĞMA ve YIKIM

Bağdat’ın, (ve kuzeydeki diğer kentlerin, yani Musul, Kerkük ve Tikrit’in) Baas rejiminin yöneticileri ve Cumhuriyet Muhafızları’nın generalleriyle ABD emperyalistleri arasında yapılan pazarlıklar sonunda ciddi bir çatışma olmaksızın teslim edilmesinden, yani bir anlamda Irak’ın satılmasından ve 9 Nisan’da ABD ordusunun başkente girmesinden sonra, bu ülkede bir başka önemli gelişme yaşandı. Bağdat, Basra, Musul ve Kerkük başta gelmek üzere ülkenin çeşitli kentlerinde günlerce süren yağmalama olayları yaşandı. Basın ajanslarına göre yağmalama olaylarına katılanlar, özellikle kamu binalarını, bakanlıkları, Baas rejimi yöneticilerinin evlerini, yiyecek depolarını, hatta elektrik santrallarını ve hastaneleri hedef aldılar. Ama bu çirkin yağmalama olayları sırasında Bağdat’daki dev Irak Ulusal Arkeoloji Müzesi’nin ve diğer müzelerin yanısıra Ulusal Kitaplığın yağmalanması bambaşka bir anlam taşıyordu.

Irak Ulusal Arkeoloji Müzesi’nin 28 galerisini soyan ve 100, 000’den fazla eşi bulunmaz eşyayı çalmakla yetinmeyen yağmacılar, götüremedikleri pek çok paha biçilmez eseri parçaladılar ve müzenin kart katalogunu –büyük olasılıkla bilerek- tahrip ettiler ve böylece nelerin kaybolduğunun saptanmasını ve çalınan eserlerin izlenmesini de büyük ölçüde güçleştirdiler. (Şikago Üniversitesi Doğu Enstitüsü’ndeki uzmanlar, ABD güçlerinin Bağdat’a girişinden sonra çalınan antik eser sayısının 50, 000 ila 200, 000 dolayında olduğunu tahmin ediyorlar. )

ABD tekelci burjuvazisinin öndegelen yayım organlarından The New York Times bile 13 Nisan tarihli sayısında yayımladığı bir makalede, Irak Ulusal Müzesi’nin yağmalanması ve tahrip edilmesinin, ”büyük olasılıkla, Ortadoğu’nun yakın tarihinin en büyük kültür felaketlerinden biri olarak anımsanacağı”nı belirtmek zorunda kaldı.

Britanya’da yayımlanan The Independent gazetesinin, Amerikan ve İngiliz haydutlarının Irak’a karşı giriştiği saldırıyı yazılarında kapsamlı bir biçimde işleyen muhabiri Robert Fisk, 14 Nisan’da yayımlanan “A Civilization Torn to Pieces” (“Paramparça Edilen Bir Uygarlık”) adlı yazısında Irak Ulusal Arkeoloji Müzesi’nde ABD askerlerinin kışkırtması sonucu ve koruması altında gerçekleştirilen yağmayı ve Sümer, Babil, Asur, Med, Pers ve Yunan dönemlerine ait ve çoğu paha biçilmez ve eşi bulunmayan heykel, büst, çanak ve çömleklerin çalınmasını ve tahribini şöyle anlatıyordu:

“Tarih boyunca tüm Bağdat kuşatmalarına, Irak’ın hedef olduğu işgallerin tümüne dayanmış, ama Amerikalı’lar Bağdat’ı ‘kurtarmaya’ geldiğinde tahrip edilmiş olan 5000 yıllık mermer ayaklıkların, taş heykellerin ve çömleklerin parçalanmış kalıntıları ayaklarımızın altında eziliyordu. . .

“Bir zamanlar içinde 40, 000 yıl öncesine ait taş ve çakmaktaşı nesnelerin bulunduğu bir camekan parçalanarak açılmıştı. Camekanın içi boştu. Kimse, Horsabad sarayına ait Asur rölyeflerine, 5000 yıllık mühürlere ya da bir zamanlar Sümer prenseslerinin mezarlarına konan altın küpelere ne olduğunu bilmiyor. Geriye kalanları, kırılmış taş gövdeleri, mezar hazinelerini, parçalanmış çömlekler arasında parıldayan mücevher parçalarını sınıflandırmak onyıllar alacak. ”

Asia Times Online yazarı Pepe Escobar ise, 26 Nisan tarihli “Lions of Babylon” (“Babil’in Arslanları”) adlı makalesinde yağma olayını şöyle değerlendiriyordu:

”Bağdat kuşatmasının Bağdat’ın yağmasına dönüşmesi Irak’lıların çoğunluğu ve konuya duyarlı tüm yabancılar tarafından insanlığa karşı, uygarlığa karşı ve İslam’a karşı işlenmiş bir suç olarak değerlendiriliyor. İnsanlık tarımı, alfabeyi, yasaları, matematiği, astronomiyi, şiiri, epik edebiyatı ve örgütlü dini Mezopotamya’da, ‘Irmakların Arasındaki Toprak’ta yarattı. Mezopotamya olmuş olmasaydı, insanlık hayli uzun bir süre daha, karanlık ve cehalet içinde yaşayacaktı.

“170, 000’den fazla paha biçilmez heykele, bas rölyefe, seramiğe ve yarım milyon yıl önceki Taş Devri yerleşimlerini büyük Uruk, Sümerya, Babil, Asur ve Pers uygarlıklarının yükselişi ve çöküşünü ve İslam’ın yayılmasını tarihleyen antik metinlere ev sahipliği yapan Bağdat’taki Irak Müzesi tümüyle yağmalandı. Yeri doldurulamaz kayıplar arasında Hammurabi’nin Yasalarını –tarihteki ilk yasa – içeren tabletler ve Ur döneminden kalma 4600 yıllık Fundalıktaki Koç heykeli bulunuyor. Bir Akad kralının 4300 yıllık büstü ise parçalandı. ”

Irak Ulusal Müzesi’nin ardından, 14 Nisan’da Irak Ulusal Kitaplığı da yağmalandı ve yakıldı. Ender ve yüzlerce yıl öncesine ait Kuran’lar ve İslami kaligrafi örneklerinin, Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma yeri doldurulamaz çok sayıda tarihsel belgenin yanısıra onbinlerce kitap ve elyazması eser yakılarak kül edildi. 15 Nisan 2003 tarihli “Sacking of Baghdad” (“Bağdat’ın Yağmalanması”) adlı yazısında Robert Fisk, olayı ve ABD askeri yetkililerinin ona nasıl seyirci kaldıklarını şöyle anlatıyordu:

“Hemen hemen bin yıl boyunca Arap dünyasının kültürel başkenti olan Bağdat, Ortadoğu’nun en kültürlü nüfusunu barındırıyordu. Söylendiğine göre, Cengiz Han’ın torunu 13. yüzyılda Bağdat’ı yaktığında Dicle ırmağı kitapların mürekkebinden kapkara akmıştı. Dün ise, binlerce antik belgenin kara külleri Irak’ın göklerini kararttı. . .

“Kuran Kitaplığı’nın yanmakta olduğunu görünce –pencerelerden 30 metreden uzun alevler fışkırıyordu- işgalci gücün bulunduğu yere, ABD Deniz Piyadesi Sivil İşler Bürosu’na koştum. Bir subay arkadaşına bağırarak ‘bu adam bir İncil (aynen! ) kitaplığının yanmakta olduğunu söylüyor’ diye bağırdı. Onlara binanın haritadaki yerini ve Arapça ve İngilizce olarak tam adını verdim. Dumanın üç mil uzaklıktan görülebildiğini ve oraya araçlarıyla beş dakikada gidebileceklerini söyledim. Yarım saat sonra olay yerinde tek bir Amerikalı bile yoktu ve alevlerin boyu 60 metreye yükselmişti. ” Dea Adria Mallin’in belirttiğine göre, Ulusal Kitaplık’taki talan ve yangın 417, 000 kitabın, 2618 değişik türden süreli yayımın ve yeri doldurulması ve geri getirilmesi olanaksız 4412 ender kitabın ve elyazmasının, yani bir entelektüel mirasın yokolmasıyla sonuçlandı.

Şimdi de Amerikan neo-faşist barbarlarının Irak’ın kültürel zenginliklerinin yağmalanmasında oynadıkları rolü daha detaylı bir biçimde ele alabiliriz.

3. ABD’NİN YAĞMA VE YIKIMDAKİ ROLÜ

ABD emperyalistleri ve onların medyadaki borazanları yağmalama olaylarını, Saddam Hüseyin rejimi altında ezilen ve özgürlüklerinden yoksun bırakılan kitlelerin kendiliğinden bir hareketi ya da tepkisi olarak göstermeye çalıştılar. ABD “Savunma” Bakanı Donald Rumsfeld, 12 Nisan’da yaptığı bir basın toplantısında, Irak Ulusal Müzesi’nin talan edilmesine ilişkin bir soruyu yanıtlarken aynen şöyle dedi:

“Bir ülkede bu kadar vazo olması olanaklı mı? ” Emperyalist burjuvazinin kültür ve uygarlık düşmanı şefinin söyledikleri, temsil ettiği sınıfın ne denli çürümüş ve kokuşmuş olduğunu göstermesi bakımından son derece öğreticidir. Gene o, 18 Nisan’da yaptığı bir başka basın toplantısında gazetecilerin; hastanelerin, kitaplıkların ve müzelerin yağmalanması konusunda düşüncesini sormaları üzerine şöyle diyecekti:

“Özgürlük düzensizdir. Ve özgür insanlar hatalar yapar ve suç işlerler. ” Yani o, yaşanan kargaşa ve yağmanın Irak halkının sözde kurtuluşunun bir çeşit bedeli olduğunu ve bu olaylardan esas olarak Irak’taki Saddam Hüseyin rejiminin ve Irak halkının sorumlu olduğunu anlatmak istiyordu. Basını, Irak’taki sözkonusu olayları abartmakla da suçlayan Rumsfeld ve kafadarlarının zırvaları ve kendi sorumluluklarını ve suçlarını gözlerden saklama çabaları bir yana, talan ve soygun eylemine Irak’ın yoksul halkının küçük bir bölümünün katıldığını da teslim etmek gerekiyor. Bunun nedenleri tahmin edilebilir.

Baas diktatörlüğü altında ezilmekte olan Irak halkının geniş kesimleri, özellikle 1991’den sonra ABD damgalı BM yaptırımları nedeniyle yaşam standartlarının hızla düşmesine tanık oldular. Petrol zenginliği nedeniyle görece yüksek bir yaşam standardına sahip bulunan ve Ortadoğu’nun eğitim ve sağlık koşulları bakımından en ileri konumdaki ülkelerinden biri olan Irak, 1980-88 İran-Irak savaşının ve 1991 Körfez savaşının çok yönlü tahribatının ardından BM yaptırımları nedeniyle hızla yoksullaştı, hatta açlık, ilaçsızlık ve susuzlukla yüzyüze bırakıldı. İşçi ve emekçilerin siyasal muhalefet ve tepkilerini dile getirmelerini olanaklı kılacak kanalların tümüyle tıkalı olduğu Irak, 1990’lı yıllar boyunca ABD ve İngiliz uçaklarının sürekli ve keyfi olarak bombaladığı, nüfusun yarısının BM denetimindeki besin karşılığı petrol rejimiyle karnını doyurabildiği, yer altı ekonomisinin yaygınlaştığı, nüfusun çok büyük bir bölümünün işsiz olduğu, halkın ezici çoğunluğunun hemen hemen hiçbir gelecek umudunun olmadığı ve bütün bunlara bağlı olarak toplumsal yozlaşmanın belli ölçülerde yaygınlık kazandığı bir ülkeydi. Bu koşullarda, Irak yoksullarının küçük bir bölümünün ve bazı lumpen proleter öğelerin, ABD saldırısı sonucunda devlet otoritesinin yıkılmasına ve özellikle işgalcilerin ve onlarla işbirliği halindeki bazı mafya çetelerinin kışkırtmalarına bağlı olarak böylesi bir yağma ve tahrip eylemine katılmaları elbette onaylanamaz, ama anlaşılabilir. Ama, burada da asıl sorumluluk, değişik ulus, din ve mezheplerden Irak işçi ve emekçilerini acımasızca ezen Saddam Hüseyin rejiminden ziyade, 1991’den bu yana Irak halkını BM yaptırımlarının cenderesine alarak açlığa, işsizliğe ve yoksulluğa mahkum etmiş, Irak’ın sağlık ve eğitim sisteminin yanısıra su şebekesini ve sosyal altyapısını tahrip etmiş ve UNICEF ve UNDP gibi BM kurumlarının kendi rakamlarına göre 1. 5 milyon insanın ölümüne yolaçmış, yani sessiz bir jenosid gerçekleştirmiş olan emperyalist devletlerin ve özellikle de ABD ve Britanya’nın omuzlarındadır.

Dahası, çok geçmeden bu yağmalama olaylarının belirli siyasal, ekonomik ve kültürel amaçlarla, aslında işgalci ABD güçlerinin kendileri tarafından kışkırtıldığı ve teşvik edildiği ortaya çıktı. Emperyalist işgal güçleri ülkenin güneyinde ve kuzeyindeki petrol kuyularını ve Bağdat’taki Petrol Bakanlığı’nı, İçişleri Bakanlığı’nı ve buralardaki dosyaları ve belgeleri ilk fırsatta denetim ve koruma altına almayı ihmal etmediler. Ama onlar, Bağdat başta gelmek üzere bellibaşlı kentlerde yağma ve saldırı olaylarını caydırmak için hiçbir çaba göstermedikleri gibi adeta bu olaylara katılanları örgütledi ve onlara yol gösterdiler. Hatta, işgal kuvvetlerinin başı General Tommy Franks, askeri birliklerinin komutanlarına gönderdiği bir buyrukla yağmacı ve saldırganlara karşı güç kullanımını yasakladı. Bu buyruk, ancak Irak halkının ve uluslararası kamuoyunun tepkisi sonucunda günler sonra –o da büyük olasılıkla kağıt üzerinde kalmak kaydıyla- geri çekildi. Washington Post’ta yayımlanan bir habere göre, ABD askerleri, 8 Nisan’da başlayan yağma olaylarının bütün hızıyla devam ettiği bir sırada Dicle üzerindeki iki köprüyü sivil trafiğe açtılar. Bunun “ilk sonucu, yağmacıların derhal köprüleri geçmeleri ve yağmayı, o zamana kadar dokunulmamış olan Planlama Bakanlığı’nı ve diğer kamu binalarını kapsayacak tarzda yaygınlaştırmaları oldu. ”

10 Nisan’da Devlet Antik Eserler Kurulu genel araştırma ve inceleme direktörü Dr. Doni George, Irak Ulusal Müzesi’nin hedef olduğu yağmayı şöyle anlatıyordu:

“(Müzenin-b. n. ) Yönetim bölümü tümüyle tahrip edildi ve yağmalandı. Birinci önemli nokta, yağmacıların neyi istediklerini çok iyi bilen kişiler oldukları. Onlar paha biçilmez Uruk vazosunu, MÖ 3200 yılından kalma bir Akad heykelini, Abbasi döneminden kalma tahta kapıları almışlar. Yağma başlamadan önce dışarda Amerikalı’ların zırhlı araçları ve içerde görevliler vardı. Görevliler Amerikan askerlerinden duruma müdahale etmelerini istediler; fakat onlar herhangi bir müdahalede bulunmadılar. Pazar günü Devlet Antik Eserler Kurulu Başkanı durumu açıklamak için Amerikan karargahına gitti. Fakat onlar herhangi bir yardım göndermediler. Bütün bunlar, Amerikalı’ların Irak Müzesi’nin yokedilmesini istediğini gösteriyor. ”

Dr. Doni George ayrıca, soyguncuların Kara Obelisk adlı değerli antik eseri de çaldıklarının, ancak onun kopyasına dokunmadıklarının altını çiziyor ve bunu, ancak uzmanların yapabileceğini belirtiyordu.

Bu saptamalar ABD kaynakları tarafından da doğrulanacaktı. Örneğin, ABD’nde yayımlanan Business Week dergisinin internetteki yayınının 17 Nisan tarihli sayısında “Bağdat Antik Eserlerini Çalanlar Hazırlıklı mıydılar? ” başlıklı bir yazı yeraldı. Yazının altbaşlığında “Antik eser tacirleri en önemli parçaları çok önceden ısmarladıkları için hırsızlar neyi aradıklarını biliyorlardı” deniyordu.

ABD iş çevrelerinin sözcüsü Business Week şöyle sürdürüyordu sözlerini:

“Sanki failler işlerine başlamak için Bağdat’ın düşmesini bekliyorlardı. Şikago Üniversitesinde arkeoloji profesörü olan ve 80 yıldır Irak’ta yapılan kazılara katılan Gil J. Stein, tacirlerin en önemli parçaları çok önceden ısmarladıklarına inanıyor. Stein, ‘Onlar çok spesifik tarihsel objeleri arıyorlardı. Nereye bakmaları gerektiğini iyi biliyorlardı’ diyor. ”

Maury Hirschkorn, 26 Nisan’da Statesman dergisinde yer alan yazısında, verdiği güvencelere rağmen ABD “Savunma” Bakanlığının Irak’ın antik eserlerinin yağmalanmasını önlemediğini söyleyen antropoloji ve arkeoloji profesörü Elizabeth Stone’un şu sözlerini aktarıyor:

“Arkeologlar ve arkeoloji örgütleri onları (ABD yetkililerini-b. n. ), yüzlerce kişinin imzaladığı mektuplar aracılığıyla yeniden ve yeniden uyardı. ” Buna karşılık, ABD “Savunma” Bakanlığı arkeologlara bir mektup yazmış ve bunda, “Irak’ın eşsiz kültür tarihini ve sizlerin bu tarihin korunmasına ilişkin kaygılarınızı dikkate alıyoruz” demişti. Bununla da yetinmeyen arkeologlar ABD “Savunma” ve Dışişleri Bakanlığı temsilcileriyle Washington’da iki kez biraraya gelmiş ve onlardan müzelerin korunacağı konusunda güvence almıştı. Yazara göre, bütün bunlara rağmen, Bağdat’daki Irak Ulusal Müzesi yağmalanırken ABD askerlerinin bunu seyretmekle yetindiğini söyleyen Prof. Stone şunları da belirtmişti:

“Müzeye ilk giren kişilerin işlerini profesyonelce gördüklerinin kesin kanıtları var.

“Onlar bodrum kata gitmeleri ve (en değerli antik eserlerin saklı olduğu) büyük çelik kasaları havaya uçurmaları gerektiğini biliyorlardı.

Asia Times Online yazarı Pepe Escobar da, yukarda adıgeçen yazısında şöyle diyordu:

“Olay anında müze yetkilileri neyin nasıl kaybolduğunu tartışamayacak denli bir travma hali içindeydiler. Daha sonraki günlerde onlar, bunun çok iyi örgütlenmiş bir operasyon olduğunu gösteren son derece kaygı verici kanıtları biraraya getirmeye başladılar. Arkeoloji dosyaları ve bilgisayar disketleri tümüyle yokolmuştu. Müzenin zemininde cam kesme aletleri bulunmuştu. Müze yetkililerinin gerçek eşyanın yerine koydukları kopyalar yerlerinde duruyordu; ancak gerçek sanat eserleri çalınmıştı. Müzenin çelik kasaları özel anahtarlarla açılmıştı. Müzenin silahlı bekçilerinden biri Asia Times Online ’a Amerikan askerlerinin bir şey almadıklarını, ancak ‘başka uluslardan insanlara’ yağma için kapıları açtıklarını anlattı. ‘Hiçbir Irak’lı, kilitleri onların açtığı gibi açamazdı. ’

”UNESCO’nun Paris’teki karargahındaki uzmanlar, bu yağmanın Irak dışında örgütlenen planlı bir operasyon olduğu kanısındalar. Yabancılara yapılacak ödemeler için kullanılacak olan Irak petrolü, zaten Irak halkına bir şey sağlamayacaktı. Ama, dünyanın tüm petrolü bile, Irak halkının, tüm Arap ulusunun ve tüm uygar dünyanın bu yağmada yitirdiklerini karşılayamaz. ”

Gerçekten de Irak Ulusal Arkeoloji Müzesi’nin yağmalanmasının, emperyalist burjuva medyasının göstermeye çalıştığının tersine gecekondu halkının ve Saddam Hüseyin rejimi tarafından dışlanan Şii kökenli yoksul emekçilerin işi olmaktan çok, ne yaptıklarını çok iyi bilen ve işinin uzmanı kişi ya da gruplar tarafından yapıldığı giderek daha iyi anlaşılıyor. Yukarda da belirtildiği gibi, savaş ortamında kültür mirasının tehdit altına gireceği bilindiği için savaş başlamadan önce ABD hükümeti ve ordusu, bir dizi ulusal ve uluslararası arkeoloji kuruluşu tarafından uyarılmıştı. Dolayısıyla, emperyalist burjuva medyasının savları olduğu gibi kabul edilse ve bu talan olaylarının gerçekten de, esas olarak Saddam Hüseyin rejimine tepki duyan yoksulların işi olduğu varsayılsa bile bu, işgalci güçlerin sorumluluğunu zerrece azaltmaz. Uluslararası haydut ABD’nin tanımadığı ya da yarım yamalak tanıdığı uluslararası anlaşmalar, işgalci güçleri, diğer şeylerin yanısıra kültür mirasını korumakla da sorumlu kılıyor. (1)

11 Nisan’da, İsveç’in en büyük gazetesi Dagens Nyheter’de, yayımlanan “ABD Güçleri Yağmayı Teşvik Ediyor” başlıklı yazı ise işgalci güçlerin, yağma ve tahrip olaylarındaki sorumluluğunu daha da berrak bir biçimde ortaya koyuyordu. Gazetenin yazarı, canlı kalkan olarak Malmö’den Irak’a giden Halit Bayumi ile bir görüşme yapmıştı. Ortadoğu kökenli bir İsveç yurttaşı olan ve Lund Üniversitesi’nde ders veren Bayumi, sözkonusu görüşmeyi gerçekleştiren Ole Rothenborg’a olaylarla ilgili olarak şu gözlemlerini aktarıyordu:

“ABD güçleri halka yağmaya başlamalarını söylediğinde ben oradaydım. . .

“Dicle’nin batı yakasında bulunan Hayfa Caddesinin hemen ötesindeki yıkık dökük bölgede oturan birkaç arkadaşımı ziyaret etmiştim. Ayın 8’iydi ve çatışmaların yoğunluğundan ırmağın öte yakasına geçememiştim. O gün öğleden sonra ortalık bütünüyle sakinleştiğinde dört Amerikan tankı gecekondunun kenarında konuşlandılar. Tanklardan, Arapça olarak halka, yaklaşmaları yolunda heyecanlı çağrılar yapıldı.

“Sabahleyin köprülerden geçmek isteyen herkesin üzerine ateş açılmıştı. Fakat öğleden sonraki bu tuhaf sessizlik sırasında insanlar neler olup bittiğini merak etmeye başladılar. Yaklaşık 45 dakika sonra Bağdat’lılar dışarı çıkmayı göze aldılar. Tam o sırada ABD askerleri, Hayfa Caddesi’nin öte yakasındaki bir yerel yönetim binasının önünde nöbet tutan iki Sudan’lı muhafızı vurarak öldürdüler.

“Ben muhafızların öldürüldüğü yere 300 metre mesafede bulunuyordum. Daha sonra ABD askerleri binanın giriş bölümünü yıktılar ve tanktaki Arapça çevirmenleri aracılığıyla insanlara binaya girip istediklerini almalarını söylediler. Söylenti hızla yayıldı ve bina kısa süre içinde yağmalandı. Bir süre sonra tanklar, bitişikte bulunan Adalet Bakanlığı binasının kapılarını yıktılar ve orada da yağma gerçekleştirildi.

“Ben bu olayları büyük bir kalabalıkla birlikte izliyordum. Bu insanlar yağmaya katılmadılar; ancak buna karşı çıkmaya da cesaret edemiyorlardı. Pek çoğunun utançtan gözleri dolmuştu. Ertesi sabah yağma 500 metre daha kuzeyde bulunan Modern Sanat Müzesi’ne sıçradı. Orada da, birisi yağmaya katılan, diğeriyse olanları utanç duygusuyla izleyen iki ayrı kalabalık grup vardı. ”

Herhalde bu görgü tanıklıkları, ilerde ortaya çıkacak yeni ve daha kapsamlı bilgilerle tamamlanacak ve ABD emperyalistlerinin, Irak halkının fiziksel varlığının yanısıra, onun manevi varlığını ve tarihsel belleğini de yoketmek istediği daha da berrak bir biçimde ortaya çıkacaktır. Bilindiği gibi, gelen tepkiler üzerine ABD yetkilileri, Irak Ulusal Müzesi’nden çalınan antik eserlerin bulunması için çaba harcayacaklarını ve bu eserleri çalan ABD askeri ve sivil personelinin cezalandırılacağını söyleyerek tepkileri hafifletmeye ve kendilerini temize çıkarmaya çalıştılar. Ama, herkesin de kabul ettiği gibi, çalınan ve yağmalanan eserlerin bulunması ve Irak Ulusal Müzesi’ne geri götürülmesi olasılığı yok denecek kadar az. 1991’deki İkinci Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’ın çeşitli yörelerinden ABD askerlerinin ve onlarla işbirliği halinde çalışan antik eser mafyasının çaldığı ve çoğu özel kolleksiyonculara satılan değerli antik eserlerin sayısının en az 4000 olduğu ve bunların hiçbirinin geri verilmediği herkesçe biliniyor. Maury Hirschkorn, Statesman dergisinde yayımlanan ve yukarda değinilen yazısında Mezopotamya arkeolojisi konusunda uzman olan ve 1971’den bu yana Irak’taki kazılara katılan Prof. Elizabeth Stone’un, ABD’nin bağlaşık ve uşaklarıyla Irak’a saldırdığı 1991’deki İkinci Körfez Savaşı’ndan sonra bölgede koşulların tehlikeli hale geldiğini belirttiğini aktarıyor. Stone’a göre, Irak’ta yasadışı antik eser ticareti bu tarihten, yani ABD’nin, Irak askeri güçlerinin bu ülkenin Kuzeyi ve Güneyi’ne girmesini BM kararı bile olmaksızın tümüyle keyfi bir biçimde yasaklayıp bu bölgeleri –Kürt’leri ve Şii’leri Saddam Hüseyin rejiminin zulmünden koruma bahanesiyle- kendi denetimi altına almasından sonra yaygınlaştı.

Zaten, daha öncesini bir yana bıraksak bile, 18. yüzyıldan bu yana sömürgeciliğin tarihi, aynı zamanda sömürge ülkeler halklarının tarihsel kültür ve uygarlık birikiminin yokedilmesi ve yağmalanması tarihi değil midir? Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, kendi mandaları altına aldıkları 1917 yılından 1958 devrimine kadar olan sürede İngiliz emperyalistlerinin Irak’taki sayısız antik eseri düpedüz çalarak kendi ülkelerine götürmüş olmalarıdır. British Museum, Le Musee du Louvre, The Metropolitan Museum of Art, National Gallery of Art gibi öndegelen müzelerin kolleksiyonlarında yeralan antik eserlere şöyle bir göz atmak, sömürgecilerin ve emperyalistlerin çok uzun süredir Mezopotamya, Mısır, Anadolu, Çin, Orta ve Güney Amerika, Afrika, Hint vb. uygarlıklarına ait antik eserleri sistemli bir biçimde çaldıklarını ve yağmaladıklarını ortaya koymaya yetecektir.

4. ABD EMPERYALİSTLERİNİN AMAÇLARI (2)

Peki, Amerikan neo-faşistlerinin bu tür bir kaos ortamının oluşmasını ve böylesi eylemleri teşvik etmelerinin ardında yatan nedenler nedir? İşgalci güçlerin böylesi bir talan ve kargaşayı teşvik etmeleri ve örgütlemelerinin bir dizi değişik, ama birbirini tamamlayan nedenleri var. Yukarda adıgeçen görgü tanığı (Halit Bayumi), İsveç’li gazeteciyle yaptığı söyleşide, onun kendisine, yağmayı ABD askerlerinin mi başlattığını bir kez daha sorması üzerine şu yanıtı veriyordu:

“Kesinlikle. (İşgal sırasında-b. n. ) Sevinç gösterilerinin olmaması, ABD ordusunu, Iraklı’ların Saddam rejimine karşı nefretlerini değişik bir tarzda ortaya koyan görüntülere muhtaç hale getirmişti. ”

Kuşkusuz bu, bir neden olabilir. Bayumi’nin belirttiği noktayı şöyle anlamak daha doğru olacaktır: İşgalciler, yalnızca kendilerini sevinç gösterileriyle karşılamamış olmalarından ötürü değil, aynı zamanda özellikle savaşın ilk iki haftasında ve esas olarak Güney Irak’ta, varolan büyük güç eşitsizliğine rağmen ABD ve Britanya güçlerine karşı son derece etkili bir direniş sergilemiş olmalarından ötürü Irak halkını cezalandırmak istemektedirler. İşgalcilerin Irak halkını, çok kısa bir süre içinde restore edilmesi olanaklı olan su ve elektrik gibi temel ve olmazsa olmaz hizmetlerden haftalardır yoksun bırakmalarının ötesinde, Kızılhaç da içinde olmak üzere çeşitli yardım kuruluşlarının ve Irak’lı teknisyenlerin bu doğrultudaki girişimlerini desteklememeleri ve hatta engellemelerinin, binlerce yaralının yattığı hastanelerin yağmalanmasını teşvik etmelerinin, en azından bu hastanelere elektrik ve su verilmesi için hiçbir çaba harcamamalarının, yardım kuruluşlarının ve diğer gönüllü kuruluşların ilaç ve diğer tıbbi malzeme götürme çabalarını baltalamalarının ardında yatan neden de budur. Bu çerçevede işgalcilerin, Irak halkının normal günlük yaşamın ve can güvenliğinin sağlanması ve farklı gruplar arasındaki çatışmaların durdurulması için kendilerine başvurmasını ve bunun de ötesinde adeta yalvarmasını beklediklerini söyleyebiliriz. Böylece onlar, Irak işçi ve emekçilerinin özgüvenlerini yitirmelerini ve direnme iradelerinin zayıflamasını, işgali meşru ve işgalci güçleri ve sömürge yönetiminin kendisini de adil bir hakem olarak kabul etmelerini amaçlıyorlar. Ama, gelişmelerin de göstermekte olduğu gibi onlar avuçlarını yalayacak ve şimdiden kendilerine karşı tutum almış olan Irak halkının giderek büyüyen direnişiyle yüzyüze geleceklerdir.

Ancak konuya, biraz daha geniş bir perspektiften bakmakta yarar var. ABD emperyalistlerinin, Irak’ta uzun bir süre kalmayı ve bu ülkeyi Ortadoğu halklarına yönelik saldırılarının bir üssü haline getirmeyi hedefledikleri ve onun petrol kaynaklarına elkoymayı tasarladıkları biliniyor. Halihazırda, yalnızca KDP’nin ve KYB’nin – o da ne kadar süreceği belli olmayan- desteğine sahip olan ve Irak işçi ve emekçilerinin büyük çoğunluğu tarafından istenmediklerini bilen ve bu durumun yakın gelecekte kapsamlı bir direnişe yolaçacağını kestiren Amerikan neo-faşistleri öncelikle kendilerine karşı gelişmekte olan muhalefeti askeri güç ve güç tehdidi yoluyla ezmenin yanısıra onu, en alt düzeye indirmeye gereksinim duyuyorlar. Onlar, bunu yapabilmek için, sömürgeci ve emperyalist güçlerin geleneksel “böl ve egemen ol” ilkesine göre davranıyorlar. Yani, bir yandan gerici önderlikler aracılığıyla Kürt halkının üzerindeki denetimlerini sürdürürken, bir yandan da farklı etnik gruplardan, din, mezhep ve aşiretlerden Irak halkı arasındaki sürtüşme ve gerginlikleri tırmandırmaya çalışıyorlar. Arap, Türkmen ve Kürt nüfusun birarada yaşadığı Kerkük ve Musul kentlerindeki yağma, tapu kayıtlarını tahrip etme ve evlere ve arazilere elkoyma eylemlerinde bu açık bir biçimde görüldü. Buralarda, ABD askerleri KYB ve KDP peşmergelerinin yasadışı eylemlerine müdahale etmez, hatta yardımcı olurken, 15 Nisan’da Musul’da olduğu gibi, işgali, işgalcileri, yağma ve kargaşayı, temel hizmetlerin restore edilmemesini protesto eden halka kurşun yağdırıyor ve onlarca insanın canına kıyıyorlardı.

Olayın bir başka yanı, ABD emperyalistlerinin Irak’ın kamu sektörü ağırlıklı ekonomisini çökerterek petrol başta gelmek üzere ülkenin tüm zenginliklerini özelleştirme ve ABD tekelci burjuvazisine peşkeş çekme yolundaki planlarıyla ilgilidir. Yağma ve tahrip eylemleri, Irak’ın zaten 12 yıldır süregelen BM ambargosu yüzünden çökme noktasına gelen ve son askeri saldırı sırasında neredeyse tümüyle çöken altyapısının yeniden inşası gereksinimini daha da ivedi ve göze batar hale getirdi. İşler “yolunda” giderse, Irak’ın yolları, kanalizasyon sistemi, hastaneleri, okulları, barajları, limanları vb. şimdiden ihaleleri kendi aralarında paylaşmakta olan ABD şirketleri eliyle yeni baştan yapılacak. Bush yönetiminin sonugelmez teşvikleri ve vergi indirimleri ve Irak savaşının yolaçtığı askeri harcamalar sayesinde karlarına kar katan Amerikan tekelleri, işgal güçlerinin koruması altında Irak’ın doğal kaynaklarını ve Irak işçi ve emekçilerinin emek gücünü yağmalayarak elde edecekleri yeni tatlı tekel karlarını düşlüyorlar. Böylece onlar, hasta döşeğinden bir türlü kalkamayan Amerikan ekonomisinin Irak işçi ve emekçilerinin katledilmesi, ezilmesi ve sömürülmesi, Irak’ın doğal kaynaklarının yağmalanması ve ABD işçi sınıfının yoksullaşması sayesinde canlanmasını umuyorlar.

Öte yandan, bu kültür talanının arkasında, ABD yönetimi ve ordusuyla ilişki içinde olan Amerikan sanat eserleri kolleksiyoncularının ve uluslararası antik eser mafyasının bulunduğunu gösteren veriler de var. Yukarda da değindiğim gibi, Irak Ulusal Müzesi’nin en değerli parçalarının son derece ustalıklı bir tarzda çalınması ve bazıları hayli büyük ve ağır olan binlerce, belki de onbinlerce antik eserin, ABD’nin askeri işgali altında bulunan Bağdat’tan ve Irak’tan çıkarılması, Ürdün, Türkiye, Kuveyt ya da Irak’a komşu olan bir başka ülke üzerinden geçirilerek ABD’nin, Britanya’nın, İsviçre’nin ya da bir başka “gelişmiş” kapitalist ülkenin antik eserler pazarlarına varabilmesi başka türlü açıklanamaz. (3) Giderek önem kazanan antik eser kaçakçılığı; uyuşturucu kaçakçılığı ve silah kaçakçılığının ardından dünya ölçeğinde yasadışı ticaretin üçüncü büyük sektörünü oluşturuyor. ABD, başka pek çok alanda olduğu gibi bu yasadışı ticaret sektöründe de açık farkla önde bulunuyor. Başka ülkelerden çalınan ya da gasbedilen antik eserlerin “özgürce” alınıp satılmasından ve tümüyle serbest pazar koşullarına ve kurallarına tabi olmasından yana olan çok sayıda öndegelen Amerikan antik eser taciri ve kolleksiyoncusunun oluşturduğu ACCP (American Council for Cultural Policy/Amerikan Kültür Politikası Konseyi) adlı örgütün Bush yönetimiyle çok yakın ilişki içinde olduğu ve ACCP’nin Irak saldırısından önce ABD yönetimiyle bir dizi görüşme yaptığı dikkate alındığında “Vehbi’nin kerrakesi” anlaşılmış olacaktır.

Sözkonusu talan ve tahribatın, -Amerikan sömürgecileri bunun bilincinde olsun ya da olmasın- bütün bunların ötesinde bir başka amacı daha olmalı. Kendilerini, “geri” ve ezilen ülkelerin halklarından daha üstün görmeye koşullanmış ve bu açık ya da üstü örtülü ırkçı yaklaşımı bütün davranış ve düşünüş tarzlarına sindirmiş olmakla birlikte, emperyalist burjuvazi, şu anda yarı-sömürgeci bir boyunduruk altında tuttuğu ülkelerin çoğunun bir zamanlar çok daha eski uygarlıkların beşiği olduğunu bilmektedir. Bu bilgi ya da algılamanın, emperyalist burjuvazinin “doğal üstünlük” duygularını incittiği, zayıflattığı ve onların “geri” halklara ilişkin “üstünlük kompleksi”nin altını oyduğu söylenebilir. O halde emperyalist burjuvazi, “geri” ülkelerin halkları üzerindeki egemenliğini sürdürmek için bu söylenceyi canlı ve ayakta tutmak zorundadır; onların her zaman barbar, vahşi ve uygarlık-dışı olmuş olduğu ve bundan böyle de hep öyle kalacağı yalanına inanmalı ve tüm dünyayı da buna inandırmalıdır.

Kuzey Amerika’daki Amerikan kolonilerinin aşağı yukarı 1600’lü yılların ikinci yarısında ve 1700’lü yıllarda kurulduğu ve ABD’nin resmi kuruluş tarihinin 1776 olduğu, yani ABD’nin taş çatlasa sadece 300 yıllık bir tarihe sahip bulunduğu dikkate alındığında, sözkonusu üstünlük kompleksini muhafaza etme kaygısının, Amerikan burjuvazisinde diğer emperyalist ülkelerin burjuvazilerine kıyasla daha da güçlü olduğu ve bu kaygıya daha yoğun bir köksüzlük ve tarihsizlik duygusunun eşlik ettiği söylenebilir. O halde, bu yağma ve tahrip eylemini, aynı zamanda ABD’nin başını çektiği emperyalist burjuvazinin “geri” ülkeler ve onların halkları üzerindeki “efendilik hakkı” savının altının bir kez daha çizilmesi olarak anlayabiliriz ve anlamalıyız. Belki bu açıklama, Robert Fisk’in “The Sacking of Baghdad” (“Bağdat’ın Yağmalanması”) başlıklı yazısında sorduğu aşağıdaki sorunun yanıtlanmasına yardımcı olabilir:

“Fakat Irak için bu, Yıl Sıfır demekti. Cumartesi günü Arkeoloji Müzesi’nde antik eserlerin tahribi ve Ulusal Arşivlerin ve ardından Kuran Kitaplığının yakılmasıyla Irak’ın kültürel kimliği siliniyordu. Neden? Kim başlattı bu yangınları? Bu miras hangi çılgınca amaca hizmet etmek için tahrip ediliyor? ” (The Independent, 15 Nisan 2003) Bu alanda ne denli başarılı olup olmayacakları bir yana, sömürgeciler ve emperyalistler bu “efendilik hakkı” savını, ezilen ve bağımlı halklara, ancak onların kollektif belleklerini ve kültürel kimliklerini silmek suretiyle kabul ettirebileceklerdir.

Irak’ın öndegelen arkeologlarından Rayit Abdül Ridar Muhammet’in Irak Ulusal Müzesi’nin yağmalanmasından sonra söyledikleri bu saptamayla örtüşmektedir:

“Bir ülkenin kimliği, değerleri ve uygarlığı, onun tarihinde saklıdır. Eğer bir ülkenin uygarlığı yağmalanırsa, onun tarihi sona erer. ”

S O N U Ç

Lenin, daha 20. yüzyılın başlarında emperyalizmi tekelci kapitalizm, çürüyen ve can çekişen kapitalizm olarak tanımlamış ve onun her türlü gericiliğin ve anti-demokratizmin esas kaynağı olduğunu söylemişti. Irak’ta yaşananlar, proletaryanın büyük öğretmeninin bu saptamasını bütünüyle doğruluyor. Kapitalist-emperyalist sistem, geçtiğimiz yüzyılda yaşanan bir dizi demokratik ve sosyalist devrime ve işçi ve emekçi kitlelerinin görkemli direniş ve savaşımlarına rağmen hala, ama çürümesini ve kokuşmasını sürdürerek yaşamaya devam ediyor. Ama bu arada o, en azından dünyanın belirleyici konumdaki ülkelerinde kendisini devirip sınıfsız ve eşitlikçi toplumlar kuramayan ve bu alandaki sınırlı kazanımlarını koruyamayan işçi sınıfını ve emekçi insanlığı da kendisiyle birlikte bir çürüme ve kokuşma tehdidiyle karşı karşıya getiriyor. Afganistan’da ve daha sonra Irak’ta yaşananlar ve önümüzdeki aylar ve yıllarda başka ülkelerde yaşanabilecek olanlar, dünya işçi sınıfı ve emekçilerine “Ya topyekun çürüme ve yokoluş, ya da sosyalizm! ” sloganının günün ivedi görevine işaret ettiğini anımsatmalıdır. Yoksa daha çok Irak’lar yaşanacak, yalnızca işçilerin ve sömürülen diğer emekçilerin değil, insanlığın ezici çoğunluğunun, bilimin, kültürün ve aydınlığın düşmanı olan kapitalist-emperyalist sistem ve onun neo-faşist ve militarist öncü güçleri, emeğin sonal kurtuluşunu bir süre daha geciktirebilecek ve bu arada dünyanın dörtbir yanındaki emekçi yüzmilyonlara ve milyarlara büyük acılar çektireceklerdir. Irak Ulusal Müzesi’ni ve Irak Ulusal Kitaplığı’nı yağmalamak, tahrip etmek ve yakmak suretiyle insanlığa karşı işlemiş oldukları ağır suçlara bir yenisini ekleyen kapitalist-emperyalist sistem, onun başını çeken Amerikan neo-faşistleri ve onların suçortakları tarihin vicdanında şimdiden mahkum edilmişlerdir. Bu alçakça olayın lekesi alınlarından sonsuza değin silinmeyecektir.

Irak’ta yaşanan kültür ve uygarlık talanı şunu son derece berrak bir biçimde bir kez daha göstermiştir: Kapitalizme ve emperyalizme karşı savaşım, aynı zamanda insanlığın tüm tarihi boyunca yaratmış olduğu bilim, felsefe, sanat ve edebiyat vb. eserlerinin, yani bizden önceki kuşakların tümünün eseri olan bilgi ve kültür mirasının –gerici öğelerini reddederek ya da bir yana koyarak- korunması ve sömürünün, zulmün ve eşitsizliğin olmayacağı bir toplum kurmak için uğraş veren bugünün ve geleceğin işçi ve gençlik kuşaklarına aktarılması için bir savaşımdır. “Gençlik Birliklerinin Görevleri Üzerine” adlı yazısında Lenin, proleter kültürünün oluşturulmasının yolu üzerine görüşlerini anlatırken şöyle diyordu:

“İnsanlığın tüm gelişme süreci boyunca yarattığı kültürün tam olarak kavranması ve dönüştürülmesi olmaksızın bir proleter kültürünün yaratılamayacağını berrak bir biçimde kavrayamadığımız sürece bu sorunu çözemeyeceğiz. . . Proleter kültürü insanlığın kapitalist, toprakağası ve bürokratik toplumların boyunduruğu altında biriktirdiği bilgi dağarcığının mantıksal gelişmesinden başka bir şey olamaz. ” (On Culture and Cultural Revolution, Moskova, Progress Publishers, 1966, s. 133)

İnsanlığın kültür ve uygarlık mirasını koruma ve ona sahip çıkma yükümlülüğü, kültürü ve onun ürünlerini çarpıtmaya, yozlaştırmaya, kirletmeye, yoketmeye ve onları dar sınıfsal ve bireysel çıkarları için alınıp satılmaktan başka bir işe yaramayan sıradan metalara dönüştüren burjuvaziye değil, işçi sınıfına ve tüm sömürülen emekçilere aittir.

* * * * *

İvar Lissner The Living Past (Yaşayan Geçmiş) adlı yapıtında, Irak’ta yapılan kazılarda, diğer sayısız arkeolojik buluntunun yanısıra, üzerinde küçük aşk şiirleri ve mektuplar yazılı kil tabletlerin de ortaya çıkarıldığını yazıyordu. Lissner, kitabının Mezopotamya ile ilgili bölümünün sonunda, dönemin en büyük kentlerinden birisi olan Babil’e gelen, ama sevgilisi Bibiye’yi göremeyen bir delikanlının yaşadığı hayal kırıklığını yansıtan bir mektuba değinir. Bu genç mektubunda şöyle diyordu:

“Bibiye’ye. Tanrı Şamaş ve Tanrı Marduk’tan sana her zaman sağlık vermelerini diliyorum. Nerede olduğunu öğrenmek için sana bir mesaj yolladım. Lütfen nerede olduğunu bildir bana. Babil’e geldim, ama seni göremedim. Ah, öyle üzgünüm ki! ” (The Living Past, Penguin Books, 1965, s. 48, abç) Binlerce yıl önce yaşamış olan bu Mezopotamyalı genç, bugünün bombalanmış, işgal edilmiş, aşağılanmış ve talan edilmiş Irak’ında olup bitenleri görmüş olsaydı, mektubunun o son sözlerini herhalde Bağdat, Basra, Kerkük Musul, Umm Kasr, Nasıriye ve diğerleri için söyleyecekti.

DİPNOTLAR
(1) Wayne Madsen, 14 Nisan 2003 tarihli “Saddam Haklı mıydı? Biz Amerikalı’lar Ortadoğu’nun Yeni Moğolları mıyız? ” adlı yazısında bu konuda şöyle diyordu:

“Irak sanatının ve antik eserlerinin yağmalanmasına yardım etmek ve azmettirmekle, ABD’nin 1949 tarihli Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun 33. Maddesini ve 1949 Cenevre Konvansiyonu’na eklenen 1977 tarihli 1. İhtiyari Protokolun 2 (g) maddesini çiğnediği açıktır. Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi, ABD ordusu ve hükümetini, kültür mirasını kasıtlı olarak tahrip etmeyi yasaklayan uluslararası yasayı kriminal amaçlarla çiğnemekle suçlamak ya da suçlamamak amacıyla soruşturma prosedürünü başlatmalıdır. ABD ve Britanya, kültür mirasının korunmasına her zaman horgörüyle yaklaşmışlardır. Onlar, savaş koşullarında kültür mirasının korunmasına ilişkin Lahey Konvansiyonu’nu imzalamayan birkaç ulus arasında yeralmaktadırlar. ”

Madsen yazısında ayrıca, Amerikan askerlerinin ofis binalarının, mağazaların ve özel evlerin yağmalanmasına doğrudan kendilerinin de katıldığını ve Bush yönetiminin UNESCO’nun ve aralarında Ürdün, Rusya ve Yunanistan hükümetlerinin de bulunduğu bir dizi hükümetin Irak’taki müzelerin korunmasına ilişkin isteklerini dikkate almadığını da belirtiyor.

(2) Amerikalı tarihçi ve yazar Prof. Diane Charles Breslin, “Iraq: Cradle of Civilization” (“Irak: Uygarlığın Beşiği”) adlı yazısında Irak’ta gerçekleştirilen yağmaya kapitalist-emperyalist ülkelerin entellektüel elitlerinin, müze yetkililerinin ve üniversitelerin Levanten araştırmaları bölümlerinin çok sınırlı bir tepki vermelerinden hareketle, Irak’taki yağmalama olaylarına biraz daha farklı bir yorum getiriyor. O, bütün bu yaşananların arkasında halihazırda ABD’ni yöneten neo-faşist Bush kliğinin içinde ve yakınında çok önemli konumlar işgal eden Siyonist öğelerin ve bu süper devletin dış politikasının doğrultusunun belirlenmesinde önemli bir rol oynayan İsrail’in etkisinin bulunduğunu ima ediyor. Yazar şöyle diyor:

“Hepimiz, Kral Nebukadnezar’ın (MÖ 605-562) inşa ettirdiği ünlü ‘Dünya Harikası’nı, Babil’in Asma Bahçelerini biliyoruz. Nebukadnezar Kudüs’ü elegeçirmiş ve Yahudileri tutsak etmişti. İsrail’in Irak’a karşı yürütülen kampanyada öndegelen ajan-provokatör rolü dikkate alındığında, belki bu yağmalamanın bugüne değin ertelenmiş sonal intikam olduğu düşünülebilir. ”

(3) Associated Press ajansının 21 Nisan tarihli bir haberinde belirtildiğine göre, FBI’ın Sanat Hırsızlığı Programı’nın başında bulunan Lynne Chaffinch, hırsızların çaldıkları antik eserleri ABD, Britanya, Almanya, Japonya, Fransa, İsviçre gibi zengin ülkelerde satmaya çalışacaklarını söyledikten sonra, sadece ABD’deki antik eser tacirlerinin ve kolleksiyoncularının yasal ve yasadışı sanat eserlerinin yüzde 60’ını satın aldıklarına açıkyüreklilikle işaret etmişti.