Trotskist Gevezelikler ve Küba Devrimi
Garbis Altınoğlu, 26-27 Haziran 2006
25 Haziranda İstanbul İndymediada F. Castro: Küba Devrimi 1953de Meydana Gelseydi, Stalin Buna İzin Vermezdi başlıklı bir yazı yayımlandı. Bu yazıda, Küba devriminin tarihsel liderlerinden Haydée Santamaria ve Armando Hartın kızı olan Celia Hartın, Kübadan gelerek, Cumartesi günü, Michael Löwy ve Eduardo Diago ile birlikte Socialist Resistance adlı Trotskist grubun Londrada düzenlediği bir konferansa katıldığı belirtiliyordu. Yazıya göre, Küba Komünist partisinin eski bir üyesi, bir tıp doktoru ve yazar olan ve kendisini hiç bir gruba dahil olmayan bir troçkist olarak tanımladığı söylenen Celia Hart yaptığı konuşmada diğer şeylerin yanısıra şunları söylemişti:
Kübada kapitalist restorasyon tehlikesi halen mevcut. Kübada sağ eğilimli 300 yasadışı parti var. ABD bu partilere her türlü desteği sağlamaya çalışıyor. Ayrıca, Komünist Parti içinde bir kanat, Çinin izlediği yolu izleyip kapitalistleşmeyi önermişti, ancak Fidel Kastro bu gruba karşı tavır aldı, etkili olamadılar.Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra özel bir dönemden geçtik: elektrik kesintileri, kamu taşımacılığında yaşanan problemler ve gıda dağıtımında kısıtlamalara rağmen Küba halkı devrimi savunmaktan vazgeçmedi.
Bu dönem sırasında uygulamaya sokulan tedbirleri Sovyetler Birliğinde 1920lerin NEP dönemi ile karşılaştırabiliriz. Ticaretin serbest bırakılması ve doların kullanılmaya başlaması sosyal farklılaşmalara yol açtı ve bazılarının yeni zenginler diye isimlendirdiği bir tabaka oluştu. Fidel Castro geçtiğimiz Kasım ayında bir konuşma yaparak, ABD emperyalizmi devrimimizi tahrip etmeyi başaramaz, bunu başaracak olan yalnızca bizleriz binlerce parazit hiç bir şey üretmeden çok fazla kazanç sağlıyorlar dedi.
Ayrıca, teknokrat-bürokrat kesimin hiç bir denetime tabi olmaksızın ayrı bir zümre gibi yaşadığını belirtmek gerekiyor.
Fidel Castronun 2005 yılında yaptığı bir belirlemeyi not etmek gerekiyor: Fidel, Küba devrimi 1953de meydana gelmediği için şanslıyız, eğer devrimimiz 1953de meydana gelseydi Stalin buna izin vermezdi dedi.
Küba devletini devlet kapitalisti olarak tanımlayamayız. Bütün üretim araçları kamuya aittir . Bazıları herşeyi ak ve kara diye iki renge indirmek istiyor, ancak böyle bir bakış açısı yanlıştır.
* * * * *Celia Hart adlı Kübalı Trotskist, Fidel Kastronun 2005 yılında yaptığı bir konuşmada, Küba devrimi 1953de meydana gelmediği için şanslıyız, eğer devrimimiz 1953de meydana gelseydi Stalin buna izin vermezdi dediğini aktarmış. Kastronun böyle bir şey söyleyip söylemediğini bilmiyorum. Ama Kastronun ideolojik-siyasal bagajına baktığımızda onun pekala böyle bir değerlendirme yapmış olabileceğini söyleyebiliriz. Söyleyebiliriz de, bu neyi kanıtlar? Sadece ve sadece onun, Trotskistlerin onyıllardır yineleyip durmakta olduğu yalan ve karaçalmaların altına bir kez daha imzasını atmış ve kendi sınıfsal duruşunu ve Küba devriminin ve bu devrimden doğan Küba rejiminin burjuva/küçük-burjuva karakterini bir kez daha doğrulamış olduğunu.
Kübanın, 1959 devriminin anti-emperyalist ve demokratik kazanımlarını bir ölçüde muhafaza etmesi ve özellikle bugün dünya işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı ABD emperyalizmine karşı tutum alması, almaya devam etmesi elbette olumlu ve sevindirici bir husus. Buna bağlı olarak, Washingtonun Kübaya karşı onyıllardır uyguladığı ekonomik ambargoya, kışkırttığı yıkıcı faaliyetlere, darbe girişimlerine ve askeri saldırı tehditlerine karşı çıkmak, Kastro başta gelmek üzere Küba yöneticilerine karşı girişmiş olduğu sayısız suikastı ve Kübadaki ajanları aracılığıyla gerçekleştirdiği terör eylemlerini lanetlemek ve Kübanın bağımsızlığına sahip çıkmak, her devrimci ve demokratın vazgeçilmez görevidir. Ama bu hiç bir zaman, Küba toplumunun ve rejiminin idealize edilmesini, Kübada iktidarın az-çok tutarlı anti-emperyalist özellikler taşıyan bir ulusal burjuvazinin elinde bulunduğu, Kübanın sınıflı kapitalist bir toplum olduğu gerçeğinin gözardı edilmesini haklı kılmaz. Zaten adıgeçen yazıda, Kübada son yıllarda uygulanan önlemlerin Sovyetler Birliğinde 1920lerin NEP dönemi ile karşılaştırabileceğinin söylenmesi, Ticaretin serbest bırakılması ve doların kullanılmaya başlamasının sosyal farklılaşmalara yol açtığının ve bazılarının yeni zenginler diye isimlendirdiği bir tabakanın oluştuğunun teslim edilmesi, Fidel Kastronun Kasım 2005de yaptığı bir konuşmada ABD emperyalizmi devrimimizi tahrip etmeyi başaramaz, bunu başaracak olan yalnızca bizleriz . binlerce parazit hiç bir şey üretmeden çok fazla kazanç sağlıyorlar dediğinin aktarılması, bu saptamamı dolaylı ve üstü örtülü bir biçimde de olsa doğruluyor.
Kastronun Stalin hakkındaki değerlendirmelerinin sınıfsal kökeni ve altyapısını anlamak için, Küba devriminin oluşum sürecini, bu devrime önderlik eden Kastro ve Guevara gibi kişiliklerin ve onların örgütü 26 Temmuz Hareketinin ideolojik-siyasal çizgisini kavramak gerekir. Ama ondan önce Küba devriminin gerçekleştiği kendine özgü ve hatta istisnai olarak nitelenebilecek koşullara bir göz atacağız.
Bu devrimin en önemli özelliklerinden biri, ABD emperyalizminin yıllanmış, kanlı yüzü iyice açığa çıkmış ve iliğine kadar çürümüş yerli uşağı Batista kliğini gözden çıkarmış olduğu, ondan siyasal ve askeri desteğini çekmiş olduğu bir döneme denk gelmesi, bundan ötürü de Washingtonun ilk başta Kübalı devrimcilere karşı olumsuz bir tutum almaması olgusuydu. Küba devriminin öndegelen kişiliklerinden Ernesto Che Guevara 1961de bunu şöyle anlatıyordu:
Bu gibi durumlarda sık sık görüldüğü gibi tekeller, büyük olasılıkla, halkın ona karşı olmasından ötürü, Batista için bir ardıl aramaya koyulmuşlardı… Artık işe yaramaz olan diktatörü devirmek ve yerine zamanla emperyalizmin çıkarlarına hizmet edecek yeni gençleri geçirmekten daha akıllıca bir hareket olabilir miydi? (Derleyen John Gerassi, Venceremos, Speeches and Writings of Ernesto Guevara, Londra, Panther, 1969, s. 198)
14 Aralık 1958de ABDnin yeni Küba elçisi Earl Smith üstlerinden Batistaya, artık pılısını pırtısını toplayıp gitmesi gerektiğini söylemesi yolunda direktif almıştı.
17 Aralıkta (ABD elçisi -G. A.) Smith Batistayla görüştü ve aldığı direktif uyarınca ona ABD Dışişleri Bakanlığının, emekliye ayrılmasının büyük ölçüde kan dökülmesine engel olacağına inancında olduğunu bildirdi. (Hugh Thomas, The Cuban Revolution, Londra, 1986, s. 237)Evet, Küba devrimi gerçekten de, olağandışı iç ve dış konjonktüre bağlı olarak görece kolay koşullarda gerçekleşmişti. Aralık 1956da Granma adlı bir tekneyle Meksikadan yola çıkan 82 kişilik bir gerilla grubunun Kübaya çıkmasının ardından başlayan ve esas olarak 1958 yılında yoğunlaşan sınırlı askeri çatışmalar sonucunda demoralize olmuş olan ordusu dağılan Batista diktatörlüğü, içi bütünüyle çürümüş kof bir ağaç gibi çökecekti. Batista ve yakın çevresinin 31 Aralık 1958de ülkeden kaçmasının hemen ertesinde 1 Ocak 1959da Havanaya giren Asi Ordunun mensuplarının sayısı, Kübalı devrimcilerin kendi anlatımlarına göre 800ü geçmiyordu. Kuşkusuz bu, Kübayı 1898den bu yana adeta bir sömürge haline getirmiş olan Yanki emperyalistlerinin pençesinden kurtaran, kentin ve kırın yoksul emekçilerinin yaşam standardını yükselten (1) ve Kübayı ABD burjuvazisi ve mafyasının bir batakhanesi olmaktan çıkaran Küba devriminin, başını ABDnin çektiği dünya emperyalizmine bir darbe indirdiği ve özellikle Latin Amerikada anti-emperyalist ruhu canlandırmaya katkıda bulunduğu yadsınamaz. (2) Ama bu devrim, hiçbir zaman sosyalist bir devrim olmadı; Küba devrimi ne önderliği, ne de dayandığı sınıf ve kitlesel tabanı bakımından böyle bir nitelik taşıdı. 26 Temmuz Hareketinin 12 Temmuz 1957de yayımladığı Sierra Maestra Deklarasyonu, oldukça alçakgönüllü bir burjuva-demokratik program olmanın ötesine geçmiyordu. Bu Deklarasyon; yabancı güçlerin Kübanın içişlerine karışmaması, ordunun politikaya müdahalesine son verilmesi, 1940 Anayasası uyarınca Kübanın genelinde demokratik bir seçim yapılması, siyasal, sivil ve askeri mahpusların derhal serbest bırakılması, basına ve bireylere tam bir enformasyon özgürlüğü sağlanması, Anayasanın güvence altına aldığı tüm siyasal hakların tanınması, bütün yörelerde sivil kurumlarla danışmalar yapmak suretiyle geçici belediye başkanlarının atanması, spekülasyonun ortadan kaldırılması, emek politikasının demokratikleştirilmesi, sendikalarda ve endüstri federasyonlarında özgür seçimlerin yapılmasının sağlanması, cehalete karşı yoğun bir kampanya açılması, bütün köylülere toprak sağlamak amacıyla bir toprak reformu yapılması, sınaileşme sürecinin hızlandırılması ve herkese iş sağlanması gibi talepler içeriyordu.
Kastro Mayıs 1959da ekonomik ve siyasal destek sağlamak amacıyla ABDne yaptığı ziyaretin ardından 21 Mayısta yaptığı bir açıklamada şöyle diyordu:
Komünizm tek bir sınıfın diktatörlüğüdür ve ben…. tüm yaşamım boyunca diktatörlüğe karşı savaşım vermiş bir insanım. (Hugh Thomas, The Cuban Revolution, Londra, 1986, s. 432)
Kastro, aynı gün televizyonda yaptığı bir konuşmada görüş açısını şöyle özetliyordu:
Bizim devrimimiz ne kapitalist, ne de komünisttir!… Halkı açlıktan öldüren kapitalizm ile ekonomik sorunu çözen, insanın büyük değer biçtiği ama özgürlükleri ortadan kaldıran Komünizm arasında bir pozisyon almak zorunda bırakılıyoruz… Kapitalizm insanı kurban eder; Komünist devlet te insanı kurban eder. İşte bu yüzdendir ki biz, kendi devrimimizi yapmaya çalışıyoruz… Bizim devrimimiz kızıl değil zeytin yeşilidir; Sierra Maestranın bağrından çıkan Asi Ordumuzun rengini taşımaktadır. (R. Scheer and M. Zeitlin, Cuba, An American Tragedy, Harmondsworth, Pengin Books, 1964, s. 118) Zaten, küçük-burjuva demokrat aydınların oluşturduğu 26 Temmuz Hareketi adlı gerilla örgütünün önderliğinde gerçekleştirilen 1959 Küba devrimi, esas olarak yoksul köylülerin görece pasif desteğine dayanıyordu; gerçekleşmesinde işçi sınıfının hemen hemen hiçbir rol oynamadığı bu devrim zamanla ABD-uşağı Batista diktatörlüğüne karşı olan geniş emekçi kitlelerinin, hatta burjuvazinin önemli bir bölümünün desteğini alan az-çok tutarlı bir anti-emperyalist demokratik devrim olacak, ama asla onun ötesine asla geçmeyecekti. 1957 ve 1958 yılında yapılan genel grevler bir yana konacak olursa, Küba devriminin gerçekleşmesinde revizyonist Halk Sosyalist Partisinin ve onun etkisi altındaki sendikaların yönetimi altındaki işçilerin herhangi bir ciddi rolü olmadı. Devrimci hareketi yöneten 26 Temmuz Hareketi ve onun komutası altındaki Asi Ordu, Kübanın güneydoğusundaki kırsal alanda ve dağlık bölgede konuşlanmıştı ve esas itibariyle yoksul köylülerin desteğiyle Batista rejimine karşı bir gerilla savaşı sürdürüyordu.Küba devriminin bir proleter devrimi olmadığını, Kastro ve Guevara gibi devrim önderleri de açıkça ilan etmişlerdi. Örneğin Kastro şöyle diyordu:
Devrim, esas olarak Kübanın mülksüzleştirilmiş köylülerinin eseriydi. (Theodore Draper, Castroism: Theory and Practice, Londra, 1965, s. 124) Ernesto Che Guevara bu değerlendirmeyi şu sözlerle doğruluyordu:
Devrimci hareketin gücü, ilk başta köylüler arasında odaklanmıştı. (Derleyen John Gerassi, Venceremos, Speeches and Writings of Ernesto Guevara, Londra, Panther, 1969, s. 146)
Ernesto Che Guevara, Latin Amerikada ve genel olarak yarı-sömürge ülkelerde devrimin kırlardan kentlere doğru gerilla savaşı yoluyla ilerleyeceğini savunuyor ve dolayısıyla işçi sınıfına devrimde herhangi bir özel rol biçmiyordu. Dahası o, kapitalizmin gelişmesini ve buna bağlı olarak nüfusun kentlerde yoğunlaşmasını devrimin gelişmesini güçleştiren bir faktör olarak algılıyordu. O, Küba: İstisnai Bir Olgu mu? başlıklı yazısında şöyle diyordu:
Nüfusun büyük merkezlerde yoğunlaşması sürecini yaşamış olan ve hafif ve orta endüstrinin gelişmiş olduğu ülkelerde, gerilla birimleri kurmak daha güçtür Kentlerin ideolojik etkisi gerilla savaşını sınırlar. (C. Guevara, Cuba: Exceptional Case? Monthly Review (NY), Temmuz/Ağustos 1961, s. 65-66)
Gerek önderliğinin ideolojik-siyasal konumu, gerekse dayandığı emekçi sınıfların karakteri bakımından burjuva/küçük-burjuva bir nitelik taşıyan Küba devriminin bir proleter devrimi olmamasında ve aldatıcı söylemi bir yana ne başında, ne de daha sonraki evrelerinde sosyalizmle bir ilişkisinin bulunmamasında şaşılacak bir yan yok. Marksizm-Leninizmin klasikleri, küçük-burjuva demokratlarının kapitalizme ve ezen/sömüren sınıflarla ezilen/sömürülen sınıflar arasındaki ayrıma karşı olmadıklarını, onların meta üretiminin ve kapitalizmin çerçevesini aşamayacaklarını, bunu ancak komünist öncüsünün yönetimi altındaki işçi sınıfının yapabileceğini pek çok kez söylemişlerdir. Örneğin Lenin, Devrimimizde Proletaryanın Görevleri adlı makalesinde şöyle diyordu:
Gerçek yaşamda küçük burjuvazi burjuvaziye bağımlıdır… burjuvazinin dünya görüşünü izler. (V. I. Lenin, Collected Works, Cilt 24, Moskova, Progress Publishers, 1964, s. 62)Ama Küba devriminin bir proleter devrimi olmaması onun, ABD emperyalizmi tarafından rahat bırakılacağı anlamına gelmeyecekti. ABD-Küba ilişkileri, daha Kübanın Mayıs 1959da kabul ettiği Toprak Reformu Yasasıyla birlikte soğumaya başlayacaktı. Bu yasa uyarınca, esas olarak Kübalı toprak ağalarına ve kısmen de ABD tekellerine ait latifundiaların topraklarının yoksul köylülere dağıtılması, büyük çoğunluğu şeker endüstrisi alanında olmak üzere Kübaya 1 milyar dolar dolayında yatırım yapmış olan ABD tekellerinin tepkisine yol açtı. SSCB Başbakan Birinci Yardımcısı Anastas Mikoyanın Şubat 1960ta yaptığı ziyarette Kübaya 100 milyon dolar değerinde düşük faizli kredi vereceğini açıklamasının ve Kübanın bu ülkede bulunan, ama mülkiyeti ABD petrol tekellerine ait olan rafinerilerde işlenmek üzere Rus ham petrolü ithal etme kararı almasının ardından Havana-Washington ilişkileri gerginleşmeye yüz tuttu. Bunu 27 Mayıs 1960da ABDnin Kübaya her türlü ekonomik yardımı kestiğini açıklaması, 28 Haziran 1960da Küba hükümetinin ABD tekellerine ait petrol rafinerine elkoyması, ABDnin 5 Temmuz 1960da Kübadan satın aldığı şeker miktarını büyük ölçüde azaltması, buna Küba hükümetinin derhal ABD şirketlerine ait tüm işyerlerini ulusallaştırarak yanıt vermesi, 19 Ekim 1960da ABDnin Kübaya karşı ekonomik ambargo uygulamaya başlaması, Ekim 1960da Küba hükümetinin tüm yabancı şirketleri ve bazı Küba şirketlerini ulusallaştırma kararı alması, 29 Ekim 1960da ABDnin Kübadaki elçisini geri çekmesi ve ABDnin 3 Ocak 1961de Kübayla diplomatik ilişkilerini kesmesi izledi.
Bununla da yetinmeyen ABD emperyalistlerinin Kübaya karşı saldırgan bir tutum takınması, ABDnde üslenen Kübalı karşı-devrimcilerin Washingtonun desteğiyle devrimci rejimi devirmeye girişmesi (17 Nisan 1961deki Domuzlar Körfezi çıkarması) Küba-ABD ilişkilerinin tümüyle kopmasına yol açtı. Sovyet revizyonistlerinin bu durumdan yararlanarak Küba ile bağ kurmasının ardından Kastro ve arkadaşları yavaş yavaş sosyalist, hatta komünist bir renge büründüler. Zamanla da yeni rejim, Doğu Avrupadaki devlet kapitalizmi rejimlerine benzer bir rejim halini aldı.Devrimin patlak verdiği yıllarda, yani 1950lerin başlarında Kübada sözümona bir işçi sınıfı partisi bulunuyordu. Bu, Ağustos 1925te kurulmuş olan Küba Komünist Partisinin uzantısı olan ve revizyonist ve sınıf işbirliği çizgisi izleyen Halk Sosyalist Partisiydi. İşçi sınıfının ileri öğelerini saflarında örgütlemiş olan ve 1938e kadar, Batista kliğine karşı kararlı bir savaşım sürdürmüş olan Küba Komünist Partisi, bu tarihten itibaren revizyonist bir rota izlemeye ve Batista kliğiyle işbirliğine yönelmişti. Böylece legal olarak örgütlenmesine izin verilen ve Batista kliğiyle sözümona bir ulusal birleşik cephe politikası izlemeye koyulan Küba Komünist Partisi 1944 yılında adını Halk Sosyalist Partisi olarak değiştirmişti. Bu revizyonist parti, 1950lerin ortalarından itibaren kentlerde ve özellikle de kırlarda yükselen devrimci savaşıma hemen hemen tümüyle uzak durdu ve devrimin 1 Ocak 1959da zaferini ilan etmesinin ardından ikiyüzlü bir biçimde yeni rejimi desteklediğini açıkladı. Ama bütün bunlar, Kastro ve arkadaşlarının, devrimci hiçbir özelliği bulunmayan Halk Sosyalist Partisine karşı oportünist ve pragmatist bir çizgi izlemesini engellemeyecekti. Nitekim Mart 1961de, yani devrimin zaferinden iki yıl kadar sonra, yeni rejimin ABD ile ilişkilerinin kopmasının hemen ardından Sovyet revizyonistlerine yaklaşmaya başlayan Kastro ve arkadaşları, Kübada yeni bir partileşme atağı başlattılar. Bu çerçevede Kastronun inisiyatifiyle 26 Temmuz Hareketi; Halk Sosyalist Partisi ve 13 Mart Devrimci Direktuarı ile birleşerek Birleşik Devrimci Örgütleri oluşturdu. Temmuz 1961de Kastro, hükümetin amacının bir tek parti devleti kurmak olduğunu açıkladı. 1 Aralık 1961de , o zamana kadar bünyesinde her üç partinin özerk statüye sahip bulunduğu Birleşik Devrimci Örgütler, tek bir partiye dönüştürüldü ve Birleşik Sosyalist Devrim Partisi adını aldı. 3 Ekim 1965te ise bu örgüt adını Küba Komünist Partisi olarak değiştirecekti.
Öte yandan, ABD saldırganlığına karşı Sovyet blokunun şemsiyesi altına sığınan Kastro ve arkadaşları 16 Nisan 1961de, yani Domuzlar Körfezi çıkartmasından bir gün önce Kübayı resmen sosyalist bir devlet olarak ilan ettiler. 1 Aralık 1961de ise Kastro şu açıklamayı yapacaktı:
Ben bir Marksist-Leninistim ve yaşamımın sonuna kadar bir Marksist-Leninist olarak kalacağım. (Theodor Draper, Castros Revolution: Myths and Realities, Londra, 1962, s. 147) Bu sürecin, gerçek bir devrimci dönüşüm süreci olduğu, yani Kastro ve arkadaşlarının burjuva-demokratizminden proleter sosyalizmine doğru bir evrim geçirdikleri söylenemez. Bu süreç kabaca Kübanın ABD ile ilişkilerinin soğuması ve sözde sosyalist Sovyetler Birliği ile ilişkilerinin gelişmesine paralel olarak gelişmişti. Kastronun kendisini Marksist-Leninist ve ülkesini de sosyalist ilan etmesi, devrimle iktidarı ele geçiren Küba küçük ve orta burjuvazisinin ABDnin saldırı tehdidine karşı aldığı bir savunma önleminden başka bir şey değildi.Şimdi gelelim Kastronun yazının başında aktardığım ve 2005 yılında yaptığı ileri sürülen konuşmaya. Buraya kadar anlatılanlardan pragmatik bir çizgi izlediğini gördüğümüz Kastronun pekala böyle bir açıklama yapmış olabileceği sonucuna varabiliriz. Zaten o 1992 yılında da, pek çok oportünist ve revizyonist parti ve grubun bile sahip çıkmaz gözükmeyi tercih ettiği ve hatta göstermelik bir tarzda mahkum ettiği süper-revizyonist Gorbaçeve sahip çıkarken Staline gözü dönmüşcesine saldırmayı ihmal etmemişti:
Gorbaçev’in amacının sosyalizmi geliştirmek olduğundan herhangi bir kuşkum olmadığı için, onun, Sovyetler Birliği’nin yıkımında bilinçli bir rol oynadığını söyleyemem.” (Fidel Kastro, Guardian, 30 Mayıs 1992, s. 25) O sözlerini şöyle sürdürüyordu:
Stalin, iktidarını büyük ölçüde kötüye kullandı. Bana öyle geliyor ki, toprağı çok küçük bir tarihsel dönem içinde şiddet yoluyla toplumsallaştırma girişimi, ekonomik ve insansal açıdan çok pahalıya mal olmuştur…
O, ünlü Molotov-Ribbentrop Paktı’nı imzaladı. Ben aynı zamanda, kesinlikle savaşın patlak vermesine yol açtığı için saldırmazlık paktının ona zaman kazandırmaktan çok, onun zamanını azalttığını düşünüyorum.
Ve orada bence bir başka önemli hata işlendi. Polonya saldırıya uğradığında, o, nüfusu bilmiyorum Rus mu, Ukraynalı mı olduğu için tartışmalı olan toprakları işgal etmek için askeri birlikler yolladı.
Ben, Finlandiya’ya karşı savaşın, hem ilkeler açısından, hem de uluslararası hukuk açısından bir başka devasa hata olduğunu düsünüyorum…
Son olarak, Stalin’in karakteri, onun her seye karşı duyduğu korkunç güvensizlik, onun daha başka ağır hatalar işlemesine yol açti: Bunlardan biri… savaşın öngününde silahlı kuvvetleri korkunç ve kanlı bir biçimde arındırmaya girişmesi ve Sovyet ordusunu fiilen sakat bırakmasıydı.” (F. Kastro, aynı yerde, s. 25)
Gorbaçevi, sosyalizmi savunan bir kişi olarak gösteren Kastronun, Marksist-Leninistler tarafından çoktan çürütülmüş olmasına rağmen, burjuva, sosyal-demokrat ve Trotskist kaynaklar tarafından sürekli olarak gündeme taşınan bu kokuşmuş anti-Stalinist tezlere sahip çıkması, -yukarda da belirtmiş olduğum gibi- kendi sınıfsal duruşunun ve kimliğinin, kendisi tarafından doğrulanmasından başka bir anlama gelmemektedir.Peki, acaba Michael Löwy, Eduardo Diago ve Celia Hartın ve Socialist Resistance adlı Trotskist grup Marksizmin ABCsi anlamına gelen ilkeleri ve önermeleri, Kastronun ve başını onun çektiği 26 Temmuz Hareketinin ideolojik-siyasal çizgisini, Küba devriminin burjuva/küçük-burjuva siyasal karakterini ve devrim-sonrası Kübasının sosyo-ekonomik yapısının niteliğini vb. bilmiyorlar mı? Bunun zayıf, hatta çok bir olasılık olduğunu kabul etmemek, bu bay ve bayanların zeka düzeylerine hakaret etmek ve onların bilgi birikimlerini alabildiğine küçümsemek anlamına gelirdi. O halde, Kübayla dayanışma adına Stalinin hedef alınmasının ve Kübanın anti-kapitalist bir güç olarak gösterilmeye çalışılmasının ardında başka nedenler, hiç de dürüst olmayan motifler aramak gerekmektedir.
Tutarlı devrimcilik ve enternasyonalizm, Fidel Kastronun ve Kübanın anti-emperyalist yanına sahip çıkarken, onların anti-komünizmine ve anti-Stalinizmine de karşı çıkmayı ve onların, ülkelerini Sovyet revizyonizminin ve sosyal-emperyalizminin yörüngesine sokmuş olduğunun unutulmamasını, hatta bunun altının çizilmesini gerektirir. Kastro ve arkadaşlarının 1960ların ortalarından itibaren endüstriyel çeşitliliği bir yana bırakarak Kübayı ekonomik bakımdan ağırlıklı olarak şeker üreten ve Sovyetler Birliğinin ekonomik eklentisi olacak olan bir ülke haline getirmiş olduğu, Kübanın, devrimin anti-emperyalist demokratik kazanımlarına rağmen sınıf ayrımına dayanan kapitalist bir toplum olmaya devam ettiği, Küba rejiminin Sovyetler Birliğinin 1967de Çekoslovakyayı ve 1979da Afganistanı işgalini desteklediği, Küba birliklerinin 1980lerde Etyopya ve Eritre halklarına ve gerillalarına karşı Moskova-yanlısı sosyal-faşist DERG yönetimiyle omuz omuza savaştıkları, Staline kinini kusan Kastronun Kruşçeve, Brejneve ve hatta Gorbaçeve sıcak baktığı vb. hesaba katılmadan Küba Komünist Partisi ve Küba rejimi hakkında objektif bir değerlendirme yapılamaz.
DİPNOTLAR
(1) Kübalı devrimciler, yetersizlik ve deneyimsizliklerine ve ABD emperyalizminin ambargo ve sabotajlarına rağmen Küba halkının yaşam standartlarını yükselten bir dizi reformu yaşama geçirdiler. Bunlar arasında, öğrencilerin ve entellektüellerin seferberliği sayesinde birkaç yıl içinde Kübada okuma-yazma oranının yüzde 90a yükseltilmesini, birkaç onyıl içinde Küba halkının yaşam düzeyinin Latin Amerika ülkelerinin çoğunu aşmasını, ortalama yaşam beklentisinin 1980lerde erkekler için 72ye ve kadınlar için 76ya çıkarılmasını, çocuk ölüm oranının 1983de 1000de 15 gibi düşük bir düzeye gerilemesini, okulların ulusallaştırılması ve eğitimin parasız hale getirilmesini ve eğitim gören emekçi çocuklarının sayısında büyük bir patlama yaşanmasını sayabiliriz.(2) Küba devriminin Latin Amerikada anti-emperyalist ruhu canlandırmaya katkıda bulunduğu doğrudur. Ancak, gerçekleşmesine eşlik eden görece elverişli iç ve dış konjonktürün diğer Latin Amerika ülkeleri için geçerli olmaması ve ABD emperyalistlerinin ikinci bir Küba kazasına izin vermemek için arka bahçelerindeki gerici ve faşist rejimleri daha kapsamlı bir kontrgerilla stratejisi çerçevesinde desteklemeye başlamaları nedeniyle, 1960larda ve 1970lerde Küba devrimini örnek alan Latin Amerika gerilla ayaklanmaları başarısızlığa uğradı. Kastro ve özellikle Guevaranın Küba devriminin başarısından hatalı sonuçlar çıkarmaları, bu devrimin yolunun bazı sınırlı değişikliklerle diğer Latin Amerika ülkeleri için de geçerli olduğunu ileri süren foko teorisini geliştirmeleri, yani silahlı bir öncü çekirdeğin ortaya çıkması halinde geniş emekçi kitlelerin onu aşağı yukarı kendiliğinden bir tarzda izleyecekleri yolundaki voluntarist görüşlerinin özellikle Latin Amerikada yaygınlık kazanması, sözkonusu gerilla hareketlerinin yenilgilerine katkıda bulundu. Hatta, içtenlikli bir devrimci olan Ernesto Che Guevaranın kendisi de, bu hatalı ve anti-Marksist foko teorisinin kurbanı oldu. Küba modelini bir biçimde Bolivyada uygulamaya kalkan Guevara ve arkadaşlarının silahlı eylemleri, koşulları 1958-1959un Kübasınınkinden çok farklı olan bu ülkede kitleler katında hiçbir yankı bulmadı. Sonunda, ABD kontrgerilla elemanları tarafından eğitilen ve yönlendirilen Bolivya ordusu, 1967de aralarında Guevaranın da bulunduğu ve kitlelerden ciddi hiçbir destek alamayan bir avuç gerillayı katletmeyi başardı.