Marx-Engels |  Lenin  | Stalin |  Home Page

Garbis Altinoglu

Articles

 22 Temmuz Seçimleri ve Devrimci Taktik
Garbis Altınoğlu,

 22-23 Haziran 2007

“Onlar en önemli şeyden, Marksizmin özünün kendisinden, yaşayan ruhundan, yani somut durumun somut çözümlemesinden tamamen kaçınıyorlar.”
Lenin

Türkiye sol hareketinin durumunu az-çok objektif bir biçimde değerlendirme yetisini yitirmemiş okur haklı olarak bugün Türkiye ve Kürdistan’da devrimci bir taktik izleme güç ve becerisine sahip devrimci grupların bulunmadığını, dolayısıyla böyle bir taktik önerisinde bulunmanın yersiz olduğunu söyleyebilecektir. Bu gözleme katılmamak güç. Ancak işçi sınıfının ve ezilen halkların siyasal bakımdan ileri öğelerinin bu konuyu tartışmalarının ve 22 Temmuz 2007 seçimlerinde doğru bir tavır takınmalarının hem işçi sınıfının ve diğer sömürülen emekçilerin siyasal eğitimi hem de onların taktiksel siyasal kazanımları bakımından önemsiz olmadığı da bellidir. Zaten, devrimci seçim taktiği de döneme ilişkin genel devrimci taktiğin bir parçasından başka bir şey değildir ya da daha doğrusu öyle olmalıdır.

Devrimci seçim taktiği üzerine birkaç söz söylemeden önce şunun altını çizmek isterim: Sınıf bilinçli işçiler burjuva demokrasisinin ve burjuva parlamentarizminin sahte ve ikiyüzlü niteliğini kavrarlar. Onlar, özellikle emperyalizm çağında en demokratik burjuva cumhuriyetlerinde bile gerçek iktidarın, halkın temsilcilerinin değil, tekelci burjuvazinin, onun askeri baskı aygıtının ve sivil bürokrasisinin elinde olduğunu bilirler. Dolayısıyla, kural olarak seçimler ve parlamento, sınıf savaşımının seyrinde belirleyici bir rol oynamazlar. Devrimci proletarya açısından her zaman asıl önemli olan yığınların sokaklarda, fabrikalarda, tarlalarda vb. düzene karşı yürüttüğü savaşımdır. Bu, askeri bürokrasinin olağanüstü bir ağırlığa sahip olduğu Türkiye için iki kat daha geçerlidir. Türkiye, kökü uzak geçmişe dayanan militarist-bürokratik geleneğin ve kitleler katında Türk milliyetçiliğinin ve devlete ilişkin oportünist önyargıların çok güçlü olduğu ve burjuvazinin bile–tarihsel nedenlerle- yönetim yetkesini çoğu kez askeri-bürokratik aygıta teslim etmeyi yeğlediği bir ülkedir. 22 Temmuz seçimlerinin yapılıp yapılmayacağının bile belli olmadığı ve iktidarın şimdiden önemli ölçüde askeri kliğin elinde toplandığı ve -ABD-İsrail-Britanya üçlüsünün Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirme planına da bağlı olarak- yaşanan gerilimin bu seçimlerden sonra da süreceği bugünkü konjonktürde bu saptamanın doğruluğu herhalde tartışma götürmemelidir.

Peki, bunun böyle olması sınıf bilinçli işçilerin ve tutarlı demokratların parlamento alanındaki savaşıma ve bu bağlamda 22 Temmuz seçimlerine karşı kayıtsız kalmasını mı gerektirir? Hayır. Onlar özellikle bugün, yani askeri kliğin ve işbirlikçi-tekelci burjuvazinin ana gövdesinin Türkiye’yi bir Kürt-Türk çatışmasına doğru ittiği ve ABD-İsrail-Britanya neo-faşist ekseninin başlattığı emperyalist savaşın arabasına daha sıkı bağlarla bağlamaya çalıştığı koşullarda parlamento alanını ve seçim döneminin sunduğu kısıtlı olanakları da genel devrimci görevlerini, ama öncelikle de devrimin yakıcı görevlerini yerine getirmek için kullanmakla yükümlüdürler. Aksi takdirde Türkiye’nin, siyasal-toplumsal yaşamını önümüzdeki onyıllar boyunca olumsuz bir biçimde etkileyecek ve dolayısıyla işçi sınıfının ve diğer emekçilerin sonal kurtuluşunu çok daha zorlaştıracak bir ulusal nefret ve düşmanlık ortamının oluşmasına istemeden de olsa katkıda bulunmuş olacaklardır.

Bugün iyice takattan düşmüş bulunan Türkiye devrimci hareketinin bileşenlerinin bir bölümü Kürt ulusal hareketine yaslanarak politika yapma yolunu seçerken, bir bölümü boykot taktiğini savunmakta ve bir bölümü de seçimlere kendi bağımsız devrimci adaylarıyla katılmaktadırlar. Bu yazının konusu, çeşitli sol grupların seçim taktiklerini ele almak olmadığı için, devrimci literatürümüzde pek çok kez tartışma konusu olmuş olan boykot taktiği üzerinde durmayacak, boykotçulara sadece Lenin’in “Sol” Kanat Komünizmi, Bir Çocukluk Hastalığı adlı yapıtında Alman “sol” komünistlerine hitaben söylediği şu sözleri anımsatacağım:


“Burjuva parlamentosunu ve bütün öteki gerici kurumları dağıtmaya gücünüz yetmediği sürece, bu kurumların içinde çalışmak zorundasınız; çünkü papazların aldattığı ve kırsal yaşam koşullarının alıklaştırdığı işçileri orada bulacaksınız; aksi takdirde palavracılar olup çıkmak tehlikesiyle yüzyüze kalırsınız.” (Selected Works, Cilt. 10, London, Lawrence and Wishart, 1938, s. 100)


Burada, Marksizm-Leninizmin ilkelerini tutarlı bir biçimde savunma savındaki bazı grupların tutumlarında anlatımını bulan ve genel olarak Türkiye devrimci hareketinin radikal kanadının yaklaşımlarını yansıtan dogmatizme kısaca değinmek gerekiyor. Her şeydan önce bu arkadaşlar, işçi sınıfının doğru devrimci taktiğinin, sözkonusu ülkenin tarihsel evrimi, sınıflar arası güç ilişkileri ve sosyo-ekonomik yapısının yanısıra, dünyadaki ve bölgedeki güç ilişkileri ışığında saptanması gerektiğini unutuyor ve kendilerini liberalizme, reformizme, parlamentarizme ve Kürt ulusal hareketinin uzlaşmacı-teslimiyetçi çizgisine karşı fazlasıyla genel ve soyut bir söylemle avutmayı yeğliyorlar. Bu çerçevede onlar, Türk burjuvazisinin Ermeni ve Rum halklarının sürgünü ve kıyımı yoluyla askeri bürokrasinin önderliği/ vesayeti altında ve önemli ölçüde de bu katmanın kadrolarının burjuvalaşması sürecinde oluşmuş olduğunu, askeri kliğin aynı zamanda önemli bir sermaye birikimine hükmeden bir tekelci burjuva fraksiyonu konumunda bulunduğu ülkemizde burjuva liberalizminin başka ülkelere kıyasla daha az gerici bir rol oynadığını kavramıyor ya da dikkate almıyorlar. Dolayısıyla onlar, Ermeni ve Rum halklarına karşı geçmişte işlenen suçlar ve bugün sürdürülmekte olan düşmanlık konusunda –ne yazık ki- Türkiye devrimci hareketinden daha ileri bir konumda bulunan ve askeri kliğin ihtiraslarına karşı ötedenberi burjuva-demokratik çizgide savaşım veren burjuva liberal aydınların zaaflarını sergilemeye gereğinden daha büyük bir önem yüklüyorlar. İdeolojik-teorik duruşları bakımından sol hareketin en ilerisinde durmalarına rağmen proletaryanın genel devrim görevinin bugünkü konjonktürde nasıl biçimlendiğini ve zincirin tutulacak halkasının ne olduğunu kavramayan bu sol gruplar, asıl karşıtlığın düzen ile devrim arasında olduğunu, sınıfa karşı sınıf politikası izlenmesi gerektiğini yinelemenin ötesine geçemiyorlar. Bu fazlasıyla genel formülasyonun pratikte sözkonusu örgütleri objektif olarak pasifist ve kuyrukçu bir konuma mahkum ettiği ve olduğu kadarıyla örgütlü güçlerini baş düşmana darbe indirecek tarzda mevzilendirmekten alıkoyduğu bellidir.

Lenin, “Sol” Kanat Komünizmi, Bir Çocukluk Hastalığı adlı yapıtında şöyle diyordu:
“Taktikler, belirli bir devlet içindeki (komşu devletler ve tüm devletlerdeki, yani dünya ölçeğindeki) bütün sınıf güçlerinin soğukkanlı ve eksiksiz bir objektif kestiriminin yanısıra, devrimci hareketlerin deneyimlerinin kestirimine de dayandırılmadır.” (Aynı yerde, s. 104-05)

Ülkemizdeki duruma Lenin’in koyduğu ölçütler ışığında baktığmızda şunu görürüz:
1) Özellikle 2005 Newrozundan bu yana askeri klik bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtma doğrultusunda sistemli bir çaba göstermektedir ve bu amaçla “terör ve “bölücülük tehlikeleri” üzerinde yaygara yapmaktadır.

2) Askeri klik, gerici İslamcı burjuvazinin hükümetini devirme ve açık faşist diktatörlüğe geçiş amacıyla “dinsel gericilik tehlikesi”ni gündemde tutmakta, sopa sallamakta ve muhtıralar vermektedir.

3) O bu amaçlarla dinsel gericiliğe tepki duyan toplum kesimlerini seferber etmekte, Türk milliyetçiliğini kışkırtmakta ve suikast, linç ve sabotaj eylemleri yapmaya teşvik ettiği yarı-askeri faşist çeteleri örgütlemektedir.


4) Türkiye’de Kürt-Türk, Alevi-Sünni, laik-şeriatçı eksenli çatışmaların kışkırtılması; ABD-İsrail-Britanya blokunun Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirme ve “böl ve egemen ol!” taktiksel ilkesi aracılığıyla bölge ülkeleri ve halklarını tümüyle kendi boyundurukları altına alma planlarıyla örtüşmektedir.


5) Önemli ölçüde bir blöf niteliğini taşısa da Türkiye’nin ABD ve AB’nin yörüngesinden çıkması ve Rusya ve Çin gibi emperyalist devletlere yaklaşması gerektiği yolundaki söylem, askeri klik içinde de belli çatlakların olduğunu gösteriyor. A. Öcalan’ın ağzından yıllardır yapılmakta olan ve ABD-İsrail esinli Kürt-Türk çatışması senaryosuna dikkat çeken açıklamalar da bu saptamayı doğrular niteliktedir.

6) ABD emperyalizminin –en azından bir kanadının- sözcülerinin Türkiye’yi küçültme söylemi ve Kürtlerle stratejik bir bağlaşma kurma eğilimi ve Güney Kürdistan’da bir Kürt devletinin kurulmuş olması Türk gericiliğinin bölünme ve yokolma paranoyasını yeniden depreştirmektedir.

Türk gericiliğinin sözcülerinden Gündüz Aktan, Radikal gazetesinin 24 Kasım 2005 tarihli sayısında yer alan “Çözüm Felaket mi?” başlıklı yazısında,
“Güneydoğu olaylarına karamsar bir bakış, Türkiye'nin 1913 Balkan faciasına benzer bir durumla karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor” derken Ermeni jenosidinin ideolojik hazırlığının yapıldığı bu döneme göndermede bulunuyordu. Bu tarihten 15 ay sonra ABD’ni ziyaret eden Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt burada katıldığı bir toplantıda yaptığı konuşmada benzer bir saptamada bulunuyor ve şöyle diyordu:

“Bugün Türkiye, çeşitli sorunlarla karşı karşıya. Daha önce de açıkça söyledim: Türkiye Cumhuriyeti, 1923'ten bu yana bu kadar büyük risk, tehdit ve sıkıntılarla karşı karşıya kalmadı.” (“Türkiye’yi Bölmek İsteyen Dersini Alır”, Yeni Şafak, 14 Şubat 2007) Demek ki, tarihsel paralelliklerin her zaman eksik olacağını unutmaksızın Türk egemen sınıflarının ana gövdesinin ve/ ya da onun öncü müfrezesi olan askeri kliğin, Ermeni tehciri ve jenosidi öncesindeki ruh haline benzer bir ruh haline girmiş olduklarını söyleyebiliriz. Halihazırda, 1915-16’da Alman emperyalizminin katkı ve kışkırtmalarıyla gerçekleştirilen Ermeni jenosidinin daha küçük-ölçekli bir modelinin ABD-İsrail ikilisinin katkı ve kışkırtmalarıyla Kürt halkına karşı gerçekleştirilmesinin planlandığı saptaması bir abartma sayılmamalı. (Bu saptamanın ABD’nin Kürtlerle stratejik bir bağlaşma kurma eğilimi içinde olduğu yolundaki saptamamla çeliştiğini ya da Amerikan neo-faşistlerinin Türk uşaklarının Kürt halkını kıyımdan geçirmesine izin vermeyeceğini düşünenler, sömürgeciliğin ve emperyalizmin tarihini ya okumamış ya da hiç anlamamışlardır.) Kapitalizmin gelişmesine ve Kürt köylerinin zor ve terör yoluyla boşaltılmasına bağlı olarak Türk ve Kürt halklarının özellikle Batı’da büyük ölçüde içiçe yaşamakta olduğu ve son yıllarda Türk küçük burjuvazisinin saflarında Kürt antipatisi, hatta düşmanlığının yayıldığı dikkate alındığında nisbeten küçük-ölçekli katliam girişimlerinin bile denetimden çıkarak büyük çatışmalara dönüşebileceği rahatlıkla söylenebilir. Tabii, bunun yaratacağı kandökümünün iki ulustan işçiler arasında derin bir uçurum açacağı, Türkiye işçi sınıfının kurtuluş davasını onyıllarca geriye atacağı ve gerek Türkiye ve gerekse Kürdistan üzerinde emperyalist boyunduruğun daha da güçlenmesine yol açacağı da. Bu çerçevede 12 Eylül’de olduğundan çok daha kanlı bir askeri-faşist diktatörlüğün kurulması, kaçınılmaz olarak değişik ulus ve milliyetlerden Türkiye işçi sınıfının daha vahşi bir tarzda sömürülmesi ve varolan kısıtlı demokratik hak ve özgürlüklerin tümüyle ortadan kaldırılması anlamına da gelecektir. 2005’den bu yana bir dizi yazımda da değindiğim gibi bugün Türkiye işçi sınıfının baş ya da merkezi görevi, içerde ABD-İsrail yanlısı işbirlikçi burjuvazinin ve askeri kliğin Kürt-Türk çatışmasını kışkırtma ve askeri diktatörlük kurma planını önlemek, bölgede emperyalist saldırganlığa karşı koymak ve bu amaçla bu baş düşmanlara karşı taktiksel bir direnme hattı inşa etmeye çalışmaktır. Bir başka deyişle bugün Türkiye işçi sınıfının genel demokratik ve sosyalist görevlerini yerine getirmede sımsıkı yakalaması gereken halka budur. İşbirlikçi-tekelci burjuvazinin ana gövdesinin –görünürdeki sınırlı ve ikiyüzlü itirazlarına rağmen- desteklediği ve Türk küçük burjuva kitleleri katında önemli bir kitle tabanına sahip olan bu karşı-devrimci planı mutlaka bozmak gerekiyor.


Halihazırda devrimci anti-kapitalist siyasal bilinç ve örgütlenmesi çok zayıf olan Türkiye işçi sınıfının gerici burjuva sendika bürokrasisinin denetimi altında olması, komünist ve devrimci-demokratik grupların adeta can çekişmekte bulunmaları, bu karşı-devrimci planın önüne geçilmesini adeta olanaksız kılıyor. Aynı husus, reformist çizgisini 1999’dan sonra daha da derinleştiren, Türk gericiliği karşısında ürkek ve teslimiyetçi bir çizgi izlemekte olan Kürt ulusal hareketi için de geçerlidir. Geniş Kürt emekçi yığınlarının desteğini arkalarına almış olmalarına rağmen PKK’nın “Türkiyeci” kanadının ve Demokratik Toplum Partisi’nin Kürt işçilerini ve sömürülen emekçilerini değil, objektif olarak bazı ödünler karşılığında Türk işbirlikçi-tekelci burjuvazisiyle ve askeri klikle gerici bir uzlaşma peşinde olan Kürt burjuvazisinin ve toprak ağalarının çıkarlarını temsil ettiği biliniyor. Dolayısıyla “olağan” koşullarda böylesi Kürt partilerini destekleme ya da onlarla bağlaşma kurma politikası tutarlı demokratizmle asla bağdaşmaz. Kürt ulusunun temel haklarını ve ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkını, dolayısıyla Kürt ulusu ile Türk ulusu arasındaki eşitliği reddeden, mazohistik bir tarzda Türk gericiliğinin sembollerine tapınan, Kürt ve Türk işçilerinin sınıfsal özlemlerine uzak duran ve başını ABD’nin çektiği kapitalist-emperyalist sisteme karşı az-çok net bir tavır takınmayan –ya da Türk şovenistlerininkine benzer sahte bir anti-emperyalizm vaaz eden- bir Kürt hareketiyle blok kurmak Türkiye sol hareketinin önemli bir bölümünde varolan reformizmi ve tasfiyeciliği derinleştirmeye hizmet eder ve etmiştir de. (Bunu söylerken, ezilen ulusun hareketinin gerici bir önderliğe sahip olduğu koşullarda da “demokratik bir yanı” olduğunu, ezen ulus devrimcilerinin “kendi” gerici egemen sınıflarının burjuva ya da gerici önderlikli ezilen ulus parti ve hareketlerine karşı tüm baskılarına karşı çıkmalarının enternasyonalist görevleri olduğunu unutmamak gerektiğini anımsatıyorum.)


Ancak olağanüstü koşullar olağanüstü taktikleri ve açılımları gerektirebilir. Marksizm-Leninizmi kendilerine kılavuz edindiklerini ileri sürenler Türk ve Kürt işçi sınıfı ve halklarının bugün karşı karşıya bulundukları yakıcı sorunlara yaratıcı ve doğru yanıtlar verme yeti ve cesaretini göstermekle yükümlüdürler. Lenin, Nisan 1917’de kaleme aldığı “Taktikler Üzerine Mektuplar”ında benzer bir metod kullanan eski Bolşevikleri eleştirirken şöyle diyordu:
“Marksizm, sınıf ilişkilerinin ve her tarihsel döneme özgü somut özelliklerin olabildiğince kesin ve objektif bir tarzda doğrulanabilir analizini gerektirir.
“En iyi durumda, tarihsel sürecin her özel döneminin somut ekonomik ve siyasal koşullarının değişime uğrattığı genel görevleri gösterebilen ‘formüller’in ezberlenmesi ve yinelenmesiyle haklı olarak alay eden Marks ve Engels, her zaman ‘Bizim teorimiz bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur’ demişlerdi.”
Halihazırda egemen sınıflar cephesine baktığımızda şöyle bir tabloyla karşılaşıyoruz: Herşeyden önce karşımızda gerçek iktidarı elinde tutan, bir Kürt-Türk çatışması yaratmayı amaçlayan ve ABD-İsrail-Britanya bloku tarafından desteklenen askeri klik var. Bunları günümüzün İttihat ve Terakkicileri olarak niteleyebiliriz. Bunun karşısında askeri klikle her karşılaşmada geriye çekilen ve ona ödün veren, ancak esas eğilimi Kürt burjuvazisiyle Kürt ve Türk işçilerine karşı bir bağlaşma kurmak olan gerici İslamcı burjuvazinin partisi AKP ve onun hükümeti bulunuyor. Esas itibariyle askeri klikle bir blok oluşturmuş, daha doğrusu onun vesayetini kabul etmiş olan geleneksel büyük sermayenin, yaratabileceği ekonomik ve siyasal sonuçlar nedeniyle bir Kürt-Türk çatışması tezgahlama girişimlerine pek sıcak bakmadığını söyleyebiliriz. Benzer bir saptamayı, Türkiye’nin bütünüyle ABD-İsrail-Britanya ekseninin çizgisine bağlanmasını istemeyen, ancak gerek bölgede ve gerekse Türkiye’de etkisi çok sınırlı olan “eski Avrupa”, yani Almanya-Fransa ekseni ve AB içindeki yandaşları için yapabiliriz. Bu tabloyu arkaplan alarak biçimlendirilmesi gereken devrimci proletaryanın taktiği, askeri kliği ve onların emperyalist-Siyonist efendilerini olabildiğince izole edecek ve egemen sınıfların saflarındaki çatlakları olabildiğince derinleştirecek bir rota izlemeyi ve hepsinden önemlisi bir Kürt-Türk çatışmasının olası felaketli sonuçları konusunda Türk işçi ve emekçilerinin sistemli olarak aydınlatılmasını buyurur. Bu çerçevede, döneme ilişkin genel devrimci taktiğin bir parçası olması gereken seçim taktiği de –askeri kliğin ve efendilerinin gerici planlarının sergilenmesi temelinde- DTP’nin milletvekili adaylarına oy vermek ve Kürt-Türk halklarının kardeşliği çağrısı yapmak olmalıdır. Askeri klik ve işbirlikçi-tekelci burjuvazi karşısında uzlaşmacı, hatta teslimiyetçi bir çizgi izlemekle birlikte çıkarları bir Kürt-Türk çatışmasından yana olmayan DTP ve temsil ettiği Kürt burjuvazisinin parlamentoya birkaç düzine milletvekili sokması, güç dengelerinde çok sınırlı da olsa –olumlu bir doğrultuda- bir değişikliğe yol açabilir; gerici İslamcı burjuvaziyi, işbirlikçi burjuvazinin AB yanlısı fraksiyonunu ve askeri bürokrasi içindeki muhalifleri cesaretlendirebilir. Zaten askeri klik ve yandaşları da bu güç dengelerini hesaba kattıkları için AKP’ni “dinsel gericiliği” korumakla “teröre” karşı yumuşak davranmakla suçlamakta ve AKP içindeki “Güneydoğulu” milletvekillerini “Barzanici” niteleyerek karalamaya çalışmakta değiller mi? Bugünkü koşullarda böylesi bir taktik ANCAK PKK’nın “Türkiyeci” kanadının ve DTP’nin askeri kliğin tam denetimine girmeleri ve kendilerinin de bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtma senaryosunun bir parçası olmaları halinde yanlış olur.


Böylesi bir taktiksel hat izlemenin; Türkiye devrimci hareketinin bileşenlerinin Kürt ulusal hareketini ve onun siyasal temsilcilerinin eleştirmelerini, seçim kampanyası sırasında kendi görüşlerini kitlelere duyurmalarını engellemediğini eklemeye herhalde gerek yok. Tabii, bu propaganda-ajitasyon çalışmasının merkezi görevi gölgelemesi ve onun önüne geçmemesi kaydıyla. Tam da burada, bugün DTP’nin milletvekili adaylarına oy verme çağrısı yapma tutumunun, 1995’de kurulan Emek, Barış ve Özgürlük Blokunu, 1999’daki HADEP-EMEP bağlaşmasını ve 2002’de kurulan Emek, Barış ve Demokrasi Blokunu desteklememe tutumuyla çelişmediğini, her iki tutumun pekala bağdaştığının altını çizmek gerekir. Bu farklılık ya da görünümdeki paradoks, esas itibariyle sözkonusu blokların bileşenlerinin ve Kürt ulusal hareketinin daha ileri bir çizgiye gelmelerinden değil, koşullarda 2005 yılından itibaren meydana gelen ve yukarda değinmiş olduğum önemli değişiklikten, yani Türk gericiliğinin ana gövdesinin tüm Kürt halkını hedef alan bir çizgiye yönelmiş olmasından kaynaklanıyor.
* * * * *
Zaman içinde geriye doğru hayali bir yolculuk yapabilir, İttihat ve Terakki kliğinin 23 Ocak 1913 darbesiyle Hürriyet ve İtilaf Fırkası/ Halaskar Zabitan ekibini etkisizleştirerek iktidarı yeniden ele geçirdiği tarihsel ana bir kez daha bakabilir ve kendimize şu hayali, ama gerçekçi soruyu sorabiliriz: Eğer Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’nı Almanya yanlısı İttihat ve Terakki kliğinin değil de Britanya-Fransa yanlısı Hürriyet ve İtilaf kliğinin yönetimi altında karşılamış olsaydı, acaba bir Ermeni jenosidi yaşanır mıydı? Ermeni ve diğer Türk-olmayan halklara karşı düşmanlığın ve koyu Türk milliyetçiliğin İttihat ve Terakki’nin tekelinde olmadığını, Abdülhamit yönetiminin ve Hürriyet ve İtilaf kliğinin de bu gerici nitelikleri özümsemiş olduğunu ve iliğine değin çürümüş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girse de girmese de emperyalist haydutlar arasında paylaşılacağını unutmuyorum elbet. Ancak, 1914’te iktidarın Britanya-Fransa yanlısı Hürriyet ve İtilaf kliğinin elinde olması halinde Türk burjuvazisinin Ermeni ve Rum halklarının sürgünü, kıyımı ve mülksüzleştirilmesi biçiminde gerçekleşen doğumu bu denli yoğun bir terör ve şiddet eşliğinde gerçekleşmeyebilir, Anadolu halkları arasında bu denli köklü ve derin güvensizlik tohumları atılmaz ve Türk işçi sınıfı ve emekçileri üzerinde Türk milliyetçiliği ve şovenizminin etkisi daha zayıf olurdu. Ermeni jenosidini yaşamamış bir Türkiye’nin siyasal-toplumsal profili ise her bakımdan bugünkünden –olumlu anlamda- hayli farklı olur, Türkiye sosyalizme ve işçi sınıfının ve diğer sömürülen yığınların sonal kurtuluşu açısından daha elverişli bir konumda bulunurdu.

Geçmişin acılarını yeniden yaşamamak için tarihsel paralelliklerden ya da analojilerden öğrenmeye gereksinimimiz var.