Marx-Engels |  Lenin  | Stalin |  Home Page

Garbis Altinoglu

Articles

Diyarbakır Patlaması Bağlamında PKK ve Eylem Çizgisi

Bir parti, kendi adına yapılan bu tutum ve uygulamaların hesabını sormazsa lekelenir, kendi özüne ters düşmüş olur." (A. Öcalan, PKK IV. Ulusal Kongresi'ne Sunulan Politik Rapor, Köln, Weşanen Serxwebun, 1992, s. 156)

"Şimdi şu çok açıktır: Parti olmadan halkın direnişi olmaz, hatta ben olmadan halk olmaz. Bazıları bunu abartılı bulabilir, ama şimdi gerçekleşen budur. Benim otuz yıllık ayarlamam olmasaydı, Kürdistan halkının böyle doğuşu hikayeydi. Böyle eylemim olmadan Türkiye'de herhangi bir demokrasi de gelişmezdi. Bunu ben söylemiyorum, Türkiye'de 40-50 yıllık demokrasi savaşı verenler söylüyorlar. Kimse demesin kendini abartıyor." (A. Öcalan, PKK 5. Kongresi'ne Sunulan Politik Rapor, Weşanen Serxwebun, 1995, s. 130)

Giriş

2007 Aralıkı'nda yoğunlaşan araba yakma eylemleri sürerken 3 Ocak'ta Diyarbakır'da meydana gelen ve 6 kişinin ölümü ve 67 kişinin de yaralanmasına yol açan patlama, PKK'nın eylem çizgisine ilişkin bir tartışmaya da yol açtı. Bu tartışmanın doğru bir tarzda yürütülmesinin, geçmişte işlenmiş ve bugün de işlenmekte olan bazı ağır hataların ideolojik ve siyasal kökenlerinin kavranmasına yardımcı olacağına inanıyorum. Burada konumuz ve muhatabımız, Ortadoğu'nun en büyük terörist örgütü olan Türk burjuva devletinin sözcülerinin ve onlarla -en azından bu noktada- hemen hemen aynı konumda bulunan liberal yazarların Kürt halkını ve PKK'yı hedef alan saldırıları ve bu hatalı eylemleri kullanarak Kürt halkının haklı davasını ve direnişini karalamaları değil. Onların, şiddet kullanma tekelinin devletin ve onun aygıtlarının elinde bulunmasını savunduklarını, en iyi durumda ezen ulusun/ sınıfın şiddetiyle ezilen ulusun/ sınıfın şiddetini aynı kefeye koyduklarını biliyoruz. Bu konuya 24-25 Kasım 2007 tarihli "Doğu/ Güneydoğu Cephesinde Yeni Bir Şey Var mı?" yazımda ve "Bay Öndül'ün Masalları ya da Hangi İnsanların Hakları" başlıklı yazıma" 5 Aralık 2007'de eklediğim sunuş'ta değinmiştim. Adıgeçen sunuş bölümünde Türk gericiliğinin sözcüsü konumuna düşmüş olan sözümona barış yanlısı burjuva liberallerini sergilerken şöyle demiştim:
"İkincisi; -niyetleri ne olursa olsun- bu çağrıları yapanlar ezilen sınıfın/ ulusun elinde silah bulundurmasını reddediyor ve böylelikle elleri değişik ulus ve milliyetlerden milyonlarca işçi ve emekçinin kanlarıyla lekeli Türk gericilerinin şiddet tekelini ve onların ezilen ve sömürülen yığınlar üzerindeki sınıfsal/ ulusal boyunduruğunun sürmesini savunmuş oluyorlar. Onları Türk gericilerinden ayırdeden biricik husus, bu bay ve bayanların Ankara'daki katillere, ezilen sınıfa/ ulusa karşı uyguladıkları beyaz terörün dozajını azaltmalarını öğütlemeleridir. Ezilen ulusun elinde silah bulundurmasını reddetmenin son çözümlemede Türkiye'nin ‘bölünmez bütünlüğü'nü savunma ve ezilen Kürt ulusunun kendi yazgısını belirleme, yani ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkını reddetmek anlamına geldiği açıktır. İlhakı, yani Kürt ulusunun zorla Türkiye sınırları içinde tutulmasını savunmak, Türk ulusunun üstünlüğünü ve ayrıcalığını savunmak ise, ‘ulusal eşitlik' ilkesini reddetmektir ki, bunun da demokratizmle ya da barış savunuculuğuyla hiç ama hiçbir ortak yanı yoktur."

3 Ocak Eylemine İlişkin Açıklamalar

Bu kısa girişten sonra konumuza, yani 3 Ocak eylemine dönebiliriz. HPG (=Halk Savunma Güçleri) Anakarargah Komutanlığı adına 7 Ocak 2008'de yapılan açıklamada bu konuda şöyle deniyordu:

"Halkımıza ve Kamuoyuna;

"3 Ocak 2007 tarihinde Amed'in Yenişehir semtinde pilotların da içinde olduğu subayları taşıyan askeri araca yönelik gerçekleşen eylem güçlerimize bağlı bir birimin kendi inisiyatifi ile gerçekleştirilmiş olma ihtimali mevcuttur. Bu eyleme ilişkin net bilgiler karargahımıza henüz ulaşmamıştır. Konu ile ilgili araştırmalarımızın sonuçları netleşince, bu sonuçları kamuoyu ile paylaşacağımızı belirtiyoruz" deniyordu."

ANF'nın 8 Ocak tarihli bir haberine göre, Roj TV'de yayınlanan 'Roj Aktüel' programına katılan KCK (=Koma Civaken Kurdistan) Yürütme Konsey üyesi Bozan Tekin sözkonusu bombalamanın örgütün merkezi olarak planladığı bir eylem olmadığını belirttikten sonra şunları söylüyordu:
"Bizim araştırmalarımıza göre yerel, bağımsız otonom çeşitli birimlerin özellikle Kürt halkına yönelik saldırılara karşı bir tepki biçiminde geliştirdiği bir eylem. Türk basını ve Genelkurmayı, eylemi sivillere karşı geliştirilmiş bir eylemmiş gibi göstererek, timsah gözyaşı döküyorlar. Bu eylem subay ve astsubayların aracına karşı yapılmıştır. Askeri kayıplar gizleniyor. İlk gün 30'un üzerinde yaralanan askerin olduğu söylendi. Ancak görünmeyen bir el müdahale etti...
"Bu açıdan sivillerin yaşamını yitirmesi üzüntülerimizi arttırıyor. Bizim hareketimiz hiç bir zaman sivilleri hedef almadı. Bize bağlı olan bağımlı ya da bağımsız, bu halk ile hareket edenler sivilleri hedeflemezler. Sivillerin yaşamını yitirmesinden dolayı üzüntülerimizi belirtiyoruz, halkımızdan da özür diliyoruz."

12 Ocak'ta ise KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan Diyarbakır'daki patlama konusunda şunları söyleyecekti :

‘‘Bu eylemle hareketimizin herhangi bir alakası yoktur. Olayın gerçekleşmesinden bu yana olay hakkında tam ve net bilgi almak için çeşitli yollarla araştırmayı sürdürüyoruz. Halen net ve somut bir bilgi elde etmiş değiliz. Öyle anlaşılıyor ki yerel bir bölge biriminin, kendi karar ve inisiyatifle geliştirdiği bir eylemdir. Fakat zamanı, mekanı, yöntemi asla kabul edilmeyecek bir girişimdir. Dolayısıyla hareketimizin merkezi bu girişimin sorumluluğunu üstlenmemektedir. Kimin yönlendirmesi altında geliştiği halen tartışma konusudur. Biz bu konuda soruşturma ve araştırma açmış bulunuyoruz. Buna karar veren kurum veya kişiler kimdir, niçin böyle bir karar vermişlerdir? Bu tarafımızdan anlaşılması gereken bir husus durumundadır. Yani hareketimizin merkezinin böyle bir olayla herhangi bir ilgisi yoktur. Yerel amatör bir birimin geliştirdiği bir şeydir...

‘‘Bize düşen sorumluluk payını biz kabul ediyoruz. Bizden yana daha iyi kontrol ve denetim gelişmeliydi. Bu tür denetim dışı olayların gelişmemesi için daha ciddi tedbirlerin alınması gerektiği açığa çıkmıştır. Biz bunun üzerinde duracağız. Ama bu ve benzeri olayların gelişmesinin esas sorumlusunun şiddet politikasında ısrar eden Türk devleti, AKP hükümeti olduğu açık ortadadır."

Bu yetersiz ve berraklıktan uzak açıklamanın bir başlangıç olmasını ve PKK'nın kökü örgütün kuruluş dönemine kadar uzanan hatalı eylem tarzını ve bunun kaynaklarını ortaya çıkarması ya da hiç olmazsa bu tür eylemlerin yinelenmemesini sağlayacak ciddi önlemler alması için bir vesile olmasını dileyelim. Her ne kadar PKK'nın bu husustaki pratiği ve sicili pek umut verici olmasa da. Ben, Diyarbakır olayının yeniden gündeme taşımasından da yararlanarak burada, PKK'nın yer yer sergilediği ve objektif olarak Türk gericiliğinin amaçlarına hizmet eden ve Kürt halkının ulusal kurtuluşu davasına zarar veren hatalı eylem çizgisini, yaşanmış olan örneklere göndermede bulunarak irdelemeye çalışacağım. Bu irdeleme bir ölçüde, kendilerine Kürt halkıyla dayanışma adına PKK kuyrukçuluğu ve/ ya da alkışçılığı rolünü biçmiş bulunan bir kısım Türkiyeli devrimci grup ve kişilerin dolaylı bir eleştirisi olacaktır. Bu sözünü ettiklerimin, A. Öcalan'ın yakalanmasından bu yana yaptığı açıklamaların aslında düşmanın -Türk egemen sınıflarının- bir fraksiyonunun açıklamaları olduğunu bile kavramadıklarını, daha doğrusu görmezden geldiklerini biliyoruz. Güçlünün önünde secdeye gelme/ güce tapma ve deha düzeyine yükselttikleri A. Öcalan'ın her sözünde keramet arama biçimindeki küçük-burjuvaca tutumun, özellikle içinde bulunduğumuz tasfiyeci karanlık döneminde bir dizi sözümona ilkeli devrimci ve komünist grup ve kişinin tipik davranış çizgisi haline gelebilmiş olması üzücü, ama onların sınıfsal duruşu bağlamında pekala anlaşılabilir bir gerçekliktir.

Devam edelim. Diyarbakır olayı bağlamında PKK ve şiddet konusunun eleştirel bir tarzda tartışılmasının, ulusal ve toplumsal kurtuluş hareketlerinin meşru devrimci şiddetinin reddedilmesi anlamına gelmediği kuşku götürmez. 2-4 Ekim 1999'da Kaleme aldığım "Bay Öndül'ün Masalları ya da Hangi İnsanların Hakları" başlıklı yazımda da söylemiş olduğum gibi,

"Dünya deneyiminin de gösterdiği gibi, zaman zaman özellikle -PKK da içinde olmak üzere- küçük-burjuva devrimci ve ilerici hareketlerinin mutlaka eleştiri konusu yapılması gereken hatalı, yani yer yer halkı hedef alan şiddet uygulamalarına rastlanmaktadır. Ancak bu, asla, emperyalistlerin, sömürgecilerin ve egemen sınıfların ezilen sınıflara ve yığınlara karşı sistemli ve kitlesel bir biçimde uyguladıkları beyaz terörle, onların katliamları ve jenosidleriyle aynı kategoriye konamaz."

İşçi sınıfının, sömürülen emekçilerin ve ezilen halkların demokrasi, ulusal kurtuluş ve sosyalizm uğruna verdikleri kavga, devrimci bir meşruiyet zemini üzerinde yükselir; yani ezen ulusun/ sınıfın ezilen sınıfın/ ulusun geniş kitleleri üzerindeki acımasız baskı ve zulmüne karşı verdiği savaşım bütünüyle haklıdır. Ezilen ulusun/ sınıfın devrimci öncüleri bu devrimci meşruiyet zemininden uzaklaştıkları, emperyalistlere, burjuvaziye ve diğer sömürücü sınıflara özgü metodlar, taktikler kullanmaya yöneldikleri ölçüde kendi devrimci niteliklerinden yitireceklerdir. Bu, ilkesel planda tamamen haklı olan devrimci şiddet için daha da fazlasıyla geçerlidir: Eğer devrimci öncü bu şiddeti sıradanlaştırır, meşru olmayan hedeflere yöneltir ve kendi haklı davasının amaçlarına bütünüyle uyumlu bir tarzda kullanmazsa bu, sözkonusu ulusal ve/ ya da toplumsal kurtuluş savaşımını zedeleyecek, onunla sömürücü sınıfların siyasal hareketleri arasındaki ilkesel farklılığı giderek ortadan kaldıracaktır. Hatta bu sürecin sözkonusu ulusal ya da toplumsal kurtuluş hareketini karşıtına dönüştürmesi olasılığı bile vardır. ABD emperyalizmine karşı haklı bir direnişe önderlik etmiş olan Kızıl Kmerler adlı küçük-burjuva devrimci hareketin Kamboçya'da iktidarı ele geçirmesinin ardından kendi halkına karşı adeta bir jenosid uygulamış olması -ve bu arada emperyalist burjuvazinin eline ender bulunur bir komünizmi karalama silahı sunmuş olması- bu tehlikenin en çarpıcı örneklerinden biri, belki de birincisidir.

Tarih Sayfalarında Kısa Bir Gezinti

Okurun belleğini tazelemek ve konuyu güncelliğin dar kalıpları içine sıkıştırmamak için burada kuşkusuz eksik ve kaba bir nitelik taşıyan kronolojik bir döküm yapacağım.

PKK başından beri, Türk işçi sınıfı ve halkını Türk gericiliğinin yanına itmeye hizmet edecek hatalı ve provokatif eylemlere yer yer girişti ve/ ya da provokatif ve saldırgan bir söylemi yer yer kullandı. O, 1978'de kuruluşundan 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar geçen sürede Türkiye Kürdistanı'nda gerek Kürt ulusal hareketi ve gerekse Türkiye devrimci hareketi içindeki örgütlere karşı aşırı sekter ve saldırgan bir politika izledi. Bu süreçte meydana gelen ve yüzlerce insanın ölümüne yol açan çatışmaların sorumluluğunun tümüyle PKK'ya yüklenmesi elbette haksızlık olacaktır. Ancak, Kürdistan devriminin ilerlemesinin öncelikle Kürdistan'ın küçük-burjuva "sosyal-şoven" örgütlerden arındırılmasına bağlı olduğu görüşünden yola çıkan PKK'nın bu çatışmaların büyüyüp genişlemesinde son derece önemli, hatta belirleyici bir rolü olduğu tartışma götürmez. Bu çatışmalar, yalnızca bir dizi devrimci ve ulusalcı örgütün zayıflamasına yol açmakla kalmamış, aynı zamanda "teröre karşı savaşım" yaygarasıyla askeri bir darbe tezgahlama hazırlığı içinde olan Türk egemen sınıflarının değirmenine su taşımıştı.

PKK, 12 Eylül 1980 darbesiyle askeri kliğin iktidarın iplerini tümüyle ele geçirmesinden sonra, 1978-80 döneminde diğer devrimci ve ilerici örgütlerle giriştiği çatışmanın yüzeysel de olsa bir özeleştirisini vermişti. Zaten, 12 Eylül faşist darbesinin tüm devrimci ve ilerici örgütleri savunma konumuna itmesi ve güçten düşürmesi/ çökertmesi nedeniyle bu türden olaylar ister istemez ortadan kalkmıştı. Ancak PKK, halk ve devrim saflarındaki çelişmelerin çözüm metoduna ilişkin yanlış anlayışlarını hiçbir zaman köklü bir eleştiriye tabi tutmadı. O, başka bir dizi konuda olduğu gibi bu konuda da, günlük gereksinimlerinin belirlediği ilkesiz ve pragmatist bir rota izledi; bir yandan diğer devrimci örgüt ve çevrelerle yer yer iyi ilişkiler, hatta eylem birlikleri kurmaktan yana tutum takınırken bir yandan da -kendini toparladığı ölçüde- onlara en ağır hakaret ve suçlamaları yağdırmaktan da geri durmadı.

1980'li yılların ikinci yarısında ve 1990'ların başlarında PKK korucu köylerine karşı yoğun saldırılar gerçekleştirdi. Bu saldırılar sırasında zaman zaman çocuk ve kadınların da yaşamlarını yitirmesi ya da kasıtlı olarak hedef alınması, Türk devletinin Kürt halkının geri kesimlerini ya da onların bir bölümünü kendi saflarına kazanması ya da en azından tarafsızlaştırmasına yardımcı oldu. O sıralar PKK bu tür kayıpları mazur göstermek için "kurşuna adres sorulmaz" sloganını kullanıyor ve koruculuğun oturmasını ve kurumsallaşmasını önlemek için bu tür eylemleri yapmak zorunda olduğunu ileri sürüyordu. (1) Gene bu dönemde PKK'nın, Kuzey Kürdistan'da görev yapan Türk-kökenli öğretmen, hemşire gibi kamu personelini de -sömürgeci Türk devlet aygıtının bir parçası oldukları gerekçesiyle- askeri eylemin meşru hedefleri arasına aldığı, ama bu eylem tarzını sistemleştirmediği biliniyor. (2)

25 Aralık 1991'de İstanbul Bakırköy'de yürüyüş yapan PKK'lıların Çetinkaya mağazasına molotof kokteyl atması sonucu çıkan yangında 11 kişi öldü ve 14 kişi yaralandı.

A. Öcalan'ın Başbağlar katliamına ilişkin aşağıda sunduğum açıklamasında da kabul ettiği gibi PKK'nın 1980'li ve 1990'lı Kürt halkına karşı pek çok kez şiddete başvurduğu, kendi saflarındaki insanları katlettiği biliniyor. Buna örgütün kendi içindeki sorunları çoğu zaman şiddet ve/ ya da infaz metoduyla "çözdüğü", kendi saflarından ayrılanları bazı durumlarda ölümle cezalandırdığı ve bu kategorideki olaylarda pek çok kişinin can verdiği vb. biliniyor.

2 Temmuz 1993 Sivas Madımak oteli katliamının hemen ardından 5 Temmuz'da gerçekleşen ve bir yandan Madımak oteli katliamı nedeniyle ağır saldırılara hedef olan Türk gericiliğini bir ölçüde rahatlakan ve bir yandan da Kürt ulusal direnişinin saygınlığına büyük zarar veren Başbağlar katliamı yaşandı. (3) Türk devleti ve burjuva basını olayın PKK'nın işi olduğu üzerine haftalarca yaygara koparırken PKK bu konuda hiçbir açıklama yapmadı.

PKK, Dersim'de 9 Ekim 1993'de 4 TDKP'liyi öldürüp altısını da yaraladı. Bundan kısa bir süre sonra PKK ile TKP (M-L) arasında Karlıova yakınlarında meydana gelen çatışmada 2 devrimci öldü. Gene o günlerde PKK, Ovacık yakınlarında TKP (M-L) sempatizanı 4 köylüyü kaçırdı ve Dersim'de 6 öğretmeni öldürdü.

A. Öcalan'ın 15 Şubat 1999'da yakalanması ve ardından Türkiye'ye getirilmesinden sonra PKK kadro ve sempatizanları başta Türkiye'nin büyük kentleri olmak üzere bir dizi kentte pek çok korsan eylem gerçekleştirdiler. Bu eylemler sırasında, 13 Mart 1999'da Göztepe'deki altı katlı Mavi Çarşı'ya alışverişin yoğun olduğu saatlerde yapılan saldırıda PKK'lıların attıkları molotofların çıkardığı yangın 13 kişinin ölümüne yolaçtı.

Özellikle 2005 ve g006 yıllarında PKK'nın gençlik örgütü olan BAGEH (=Bağımsız Gençlik Hareketi) ve daha sonra onun yerini alan YÖGEH (=Yurtsever Gençlik Hareketi) başta DHKP-C ve Ekim olmak üzere çeşitli devrimci örgütlere karşı bir dizi saldırı gerçekleştirdi. Bu konuda ayrıntılı bilgi edinmek için Kızıl Bayrak dergisinin 15 Mayıs 2006 tarihli sayısında yer alan ve Yürüyüş dergisinin 14 Mayıs 2006 tarihli 52. sayısından derlenen ‘‘Kürt Milliyetçi Hareketi Devrimcilere Saldırıyor !'' başlıklı uzun yazıya bakılabilir. (www.kizilbayrak.net/siyasal-guendem/haber/arsiv/2006/05/15/browse/3/arti...)

1 Ocak 2006'da Yunanistan'daki Lavrion Kampında kalan PKK'lılar DHKP-C'lilere saldırdı. DHKP-C Balkanlar Temsilciliğinin 4 Ocak 2006 tarihli açıklamasında bu konuda şöyle deniyordu:

"1 Ocak 2006'da, Yunanistan'ın Lavrion Mülteci kampında PKK'liler, taraftarlarımıza saldırdı. PKK'lilerin, kamptaki DHKC komününün tabelasını indirip, Cephelileri kamptan atmak istemesi üzerine, yüzlerce PKK'li karşısında kamptaki odamızda bulunan birkaç yoldaşımız, odaya barikat kurarak direnmişlerdir.

"Bunun üzerine PKK'liler, önce odanın pencerelerini kırarak, duvarını delerek odaya girmeye çalışmış, bunu başaramayınca, odaya su sıkarak yoldaşlarımızı boğmaya çalışmış, bunun ardından da odaya peşpeşe 5 adet molotof atılmıştır. Atılan molotoflardan iki yoldaşımız tutuşmuş, ancak hemen söndürülmüştür.

"Saldırı, 4,5 saat sürmüştür. Molotofların haricinde yoldaşlarımızın üzerine taşlarla, cam kırıklarıyla, sopalarla saldırılmış, odadaki yoldaşlarımız yaralanmıştır. Yoldaşlarımız 4,5 saat boyunca komün odasında direnirken, PKK'liler, bu süre boyunca yoldaşlarımızı çıkarıp kamptan atmak için akıllarına gelen ve halk güçleri arasında kullanılması asla düşünülemeyecek olan her türlü saldırı yöntemini kullanmış ve ağza alınmayacak ve buraya aktarmaktan bile imtina edeceğimiz hakaretler, küfürler, tehditler yapılmıştır."

3 Mayıs 2006'da haber ajansları "PKK'lı teröristler"in Hakkâri'de asker çocuklarının servis midibüsü ve koruma aracına saldırı düzenledi"ği, bu saldırıda 8 askerin, 11 çocuğun ve 2 vatandaşın yaralandığı yolunda bir haber geçtiler. Bu habere göre, "teröristlerin önceden trafoya yerleştirip, askeri araç geçerken infilak ettirdiği bomba"yla yapılan "saldırı, kent merkezine iki kilometre uzaklıktaki Fatih Kışlası yakınlarında meydana gel"mişti. DTP, biçim olarak 3 Ocak 2008 Diyarbakır saldırısını anımsatan bu saldırıyı kınarken HPG bu eylemi kendilerinin yapmadıklarını belirten kuru bir açıklamayla yetindi.

ANF'nın 5 Mayıs tarihli haberinde ise aynen şöyle deniyordu:

"Hakkari'de önceki gün meydana gelen patlamada 8'i asker, 11'i öğrenci olmak üzere toplam 21 kişinin yaralandığı olayla ilgili açıklama yapan HPG, ‘bu patlama ile hiçbir ilgimizin olmadığı ve kamuoyu tarafından Halk Savunma Güçleri'nin eylem tarz ve yöntemleri biliniyor' denildi." Bu konuda kesin bir şey söylemek olanaklı değil; ancak HPG'nin bu eylemi yarım ağızla kınamış olması, eylemi onun gerçekleştirmiş olabileceğini gösteriyor.

2003'de PKK Başkanlık Konseyi tarafından kurulduğu söylenen TAK (=Kürdistan Devriminin Şahinleri), özellikle -PKK'nın uzun süredir tekyanlı olarak sürdürdüğü ateşkese son verdiği- 2004'ten bu yana bankalara, otellere, benzin istasyonlarına, fabrikalara ve yabancı turistlerin bulunduğu tesislere vb. karşı, ölüm ve yaralanmalara da yol açan yaygın bir bombalama kampanyası yürütmüştür. PKK, TAK ile organik bir ilişkisi olmadığını söylüyor. Ancak bir dizi veri (bu örgütün A. Öcalan'ı sahiplenmesi, TAK açıklamalarının içerik ve üslubunun PKK'nınkilerden farksız oluşu, PKK'ya yakın sitelerin ve medya organlarının TAK açıklamalarına yer vermesi, PKK'nın TAK eylemlerini kınamaktan kaçınması vb.) bu örgütün PKK'nın kamuoyu önünde açıkça savunmayı göze alamayacağı eylemleri gerçekleştirmek üzere oluşturulmuş özel bir birim olduğunu düşündürüyor. PKK'nın eski yöneticilerinden Nizamettin Taş'ın, bu yakınlarda görme fırsatını bulduğum 16 Mart 2006 tarih ve "Kani Yılmaz ve Sabri Tori'nin Anısına" başlıklı yazısında "PKK'yi zorlayan eylemlerin TAK adına üslenilmesi gerektiğini, konseyde yer aldığım dönemde, yıllar önce birlikte kararlaştırmıştık" demesi, bu görüşümü doğruluyor.

PKK Yöneticileri Neler Söylemişlerdi?

PKK'nın cephe örgütü ERNK (=Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi) ve PKK Dersim Eyaleti Askeri Konseyi yukarda sözünü ettiğim 1993 Dersim olaylarında izledikleri çizgiyi savunmuş, TDKP ve TKP (M-L) örgütlerini KDP, Hizb-i kontra ve köy korucularının işlevini sürdürmekle suçlamışlardı. Özgür Gündem'in 14 Ekim 1993 tarihinde yayımlanan ERNK Avrupa Örgütü açıklamasında, "devletle büyük bir hesaplaşmanın başladığı bir ortamda, provokasyonların devreye sokulmaya çalışıldığı, halkla ve sol ile ilgisi olmayanların özel savaşın yanında saf tutmaya başladıkları" belirtiliyor, aynı gazetenin 15 Ekim 1993 tarihli sayısında PKK Dersim Eyaleti Askeri Konseyi'nin şu açıklamasına yer veriliyordu:

"Bilindiği gibi düşman sadece askeri ve polisiyle üzerimize gelmiyor... Botan ve Behdinan'da KDP gericiliği, Batman'da Hizb-i kontra ve köy koruculuğu eliyle yapmak istediğini Dersim'de başka güçler eliyle yapmaktadır... KDP, Hizb-i kontra ve köy koruculuğu misyonunu, bugün sol maskesi takan bazı güçler üstlenmiştir. Bu nedenle sert bir uyarı yapılmıştır. Aynı yolda ısrar ederlerse tavrımızın daha da sertleşeceği bilinmelidir."

Abdullah Öcalan 5 Temmuz 1993 Başbağlar katliamından ancak 4.5 yıl kadar sonra, yani 1997 sonunda yaptığı bir değerlendirmede bu karşı-devrimci eylemin ve benzer eylemlerin sorumluluğunu dolaylı bir biçimde kabul ederken şunları söylüyordu:

"... Çoluk-çocuk demeden hiç de partimizin geleneğinde olmayan, hiçbir kararının olmadığı suçsuz bir yığın insanın öldürülmesi. Biz kaygılanmıştık önce, olmaz, kontrgerilla yapıyor dedik. Sonra bir baktık ki, bizim birlikler tarafından yapılmış, bunun manevi sorumluluğunun altından kalkmak için büyük bir acı içindeydik. Düzeltmek için büyük bir çabaya girişmiştik, ama bu yöntem bırakılmadı. Kendilerine ekmek, su verenleri bile katletmişler. Hatta oldukça hizmete yatkın Jirki aşiretinden tutalım -ki, en olumsuz aşiret- diğerlerine kadar sırf böyle ‘beyim' demiş ‘sana şunu getirmedim, ama şunu getirdim, sana şöyle yararlı olmadım ama böyle yararlı oldum.' Yani yararlılıkta bile insanların yarıştığı bir dönemi cezalandırmak için yeterli görüyorlar ve vuruyorlar. 12 yaşındaki çocukları kaçırıyorlar, hiçbir askerlik yasasında bu yoktur. Onları kaçırırken dalga dalga gelen üniversite gençliği başta olmak üzere birçok kişiyi ‘metropol çocuğu' adı altında cezalandırıyorlar.

"(...) Bu konuda sonuna kadar bir muğlaklık, at izinin it izine karıştığı bir durum var." (Ali Fırat, Özgür Halk, Aralık 1997, 20. Yıl...)

Ancak aynı A. Öcalan 1993 Ekiminde yaptığı bir başka açıklamada şöyle diyordu:

"Ya köy bombardımanlarını ve Kürdistan'ın tahribatını durdururlar, ya da Türkiye de yavaş yavaş tahribat yoluna sokulur. Savaş karşılıklı misillemeyi gerektirir. Onlar her şeyiyle bizi harabeye çevirecekler, ekonomik gelişmeyi dumura uğratacaklar, köy boşaltacaklar, biz yönelmeyeceğiz! Böyle tek taraflı saldırı olmaz. Biz Türkiye'ye biraz yöneleceğiz. Bunu giderek geliştirebiliriz." ("Tahrip Edilen Kürdistan Tahrip Edilen Türkiye Olacaktır", Serxwebun, Sayı: 142, Ekim 1993)

Öcalan, Serxwebun dergisinin Ağustos 1994 tarihli 152. sayısında yayımlanan ve kendi dar milliyetçi bakış açısını yansıtan "Zafere Kadar Savaş" başlıklı konuşmasında şu benzer görüşü savunuyordu:

"Halkımızın büyük bir kesimi metropoldedir, Antalya'da, İzmir'de veya İstanbul'dadır; fakat 'gelsin, parti burada da büyük eylem yapsın' diyorlar. Peki, sizler orada yüzbinler varsınız, bir kibrit kıvılcımı çakıp orman yakmak zor mudur? Bir küçük patlayıcıyı fabrikaya atmak zor mudur? Bir faşistin dükkanını, bir faşistin derneğini bir gece yakmak zor mudur?.. Üç genç birleşse, kesin bir faşist vurabilir, kesin bir dükkanı veya fabrikayı yakabilir, yüz yerde orman yangını çıkarabilir. Onlar Kürdistan'ı yakarsa siz de böyle cevap verebilirsiniz...

"Bu tür şeyleri yapamamak ne demektir? Biz aslında imkanları seferber edemiyoruz demektir, savaşmasını bilmiyoruz demektir... Eğitin kendinizi bu konularda. Yakma işi zor değildir. Bir bıçakla, bir tabancayla faşist vurmak, hain vurmak zor değildir... Düşünün, tartışın ve kendi öz örgüt, öz savunma birliklerinizi kurun. Ben, bunu sadece metropolde, Avrupa'da yapın demiyorum, ülkemizin kentlerinde de yapabilirsiniz. O kadar çok hedef var ki, herkes bir kaç tanesini vurabilir. Her cephede savaşı geliştirebilirsiniz derken bunu kastediyorum." (3)

Yukardaki açıklamalarının Türk ve Kürt halkları arasındaki düşmanlığı derinleştirmeye hizmet edeceğini kavramamış gözüken ve Kürt halkının dostlarıyla düşmanlarını sık sık birbirine karıştıran A. Öcalan, 24-25 Ekim 1994'de yayımlanan bir değerlendirmesinde de Türkiye devrimci hareketini MHP'ye katılmaya çağırırmaya kadar gidebiliyordu:

"Özellikle de ulusal sorunda sosyal-şovenizm yapı içinde, genelde TKP'nin, hatta önemli oranda bütün sol çevrelerin böyle olması MHP'nin böyle bir yönelimine veya sosyal şovenizm ne kadar olumsuz bir rolle faşizme katkı sunabileceğini göstermektedir. Açığa çıkan gerçeklik budur. Bir çok sol grup kendine ne derse desin, aslında hepsinin yeri MHP'dir. Görünüşte şöyle sol-mol adlarını kendilerine takanların yeri şu anda Türkeş'in partisidir. Dev Yol kalıntılarından önemli bir kesimin, yine adını söylemek istemediğimiz böyle bir sürü halen emekçiler içinde varlığıyla yokluğu bir olan, yıllardır keskin Marksistlik taslayıp da emeği en amansız sömüren, döneme en ufacık bir eylemle karşılık vermeyen, işi-gücü PKK eleştirisi olan çevrelerin de, sözümona grup ve partilerini bırakıp MHP içinde örgütlenmeleri en iyisidir! Boş vakit geçirdikleri gibi, gerçek bir sol sosyalizm gelişmesinin üzerindeki olumsuz etkileri de zaten ortada." (Özgür Ülke, 25 Ekim 1994)

Gene Öcalan, Ali Fırat imzasıyla yayımladığı bir başka yazısında şöyle diyordu:

"Durum böyleyken özel savaş rejiminin bilgisi dışında örgütlenebilmek mümkün mü? Eğer herhangi bir güç böyle örgütlenebiliyorsa, o zaman o güç özel savaşın bir müttefikidir, onun bir versiyonudur, türevidir. Bu konuda Türkiye solunun çok çeşitli kesimlerine yönelik olarak endişeler artmaktadır. İster eylemcisi olsun, ister böyle solcusu olsun, hepsi de son derece devletine bağlı, devletine zarar vermeyen solculuk türleridir. Bunlara solculuk filan da dememek gerekir. Bunlar, devletin sol maskeli bazı özel örgütlenmeleri, bazı ihtiyaçları gidermek için teşvik edilen ve dolaylı destek verilen bazı örgütlenmeleri olarak değerlendirilmelidir." ("Özel Savaşın Sol Devşirmeleri", Özgür Ülke, 2 Kasım 1994)

Neredeyse Tanrı katına yükselttikleri liderlerinin bu tür yazı ve değerlendirmelerini okuyan diğer PKK yöneticilerinin ve PKK kadro ve sempatizanlarının, gerek Türkiye devrimci hareketinin içindeki örgüt ve gruplara ve gerekse benzer ağır suçlamaların hedefi haline getirilen diğer Kürt gruplara karşı nasıl bir ruh hali içinde oldukları ve olacakları tahmin edilebilir. Özellikle bu PKK kadro ve sempatizanlarının, siyasal ve genel eğitim düzeylerinin görece düşük olduğu, demokratik tartışma, hesap sorma, eleştiri-özeleştiri kültüründen yoksun bırakıldığı ve herşeyin astın üste tabi olduğu bir çeşit askeri hiyerarşi sisteminin ilkelerine göre belirlendiği ve şiddeti de içeren bir örgüt ortamı içinde yetiştiği dikkate alındığında. Zaten A. Öcalan da, Ertuğrul Kürkçü ve Ragıp Duran'ın 1995'de kendisiyle yaptığı bir röportajda yönetim felsefesinin esas olarak zora dayandığını açıkça söylemekten kaçınmıyordu:

"Kürtlerde her şey tokatla idare edilir, temel eğitim yöntemi tokattır, küfürdür, sert bakmaktır. Şimdi tümden böyle düşünülmeseydi, bu işi buraya kadar getiremezdim." (Diriliş Tamamlandı Sıra Kurtuluşta, Weşanen Serxwebun, Aralık 1995, s. 216)

Eylem çizgisi bu anlayışlara göre biçimlenmiş olan PKK yönetiminin A. Öcalan'ın Kenya'da yakalanıp Türkiye'ye getirilmesinin ardından yayımlanan 18 Şubat 1999 tarihli PKK Başkanlık Konseyi bildirisinde şöyle demesi hiç de şaşırtıcı değildi:

"Bugün tüm dünyada, başta Kürdistan olmak üzere Türkiye ve Avrupa'da tüm halkımız ayaktadır. Ulusal onur ve önderliğine sahiplenme temelinde kutsal fedailiğin eylemciliği içindedir. Halkımız bu talimatı Ulusal Önderi Başkan Apo'dan almıştır ve hiç bir güç bu talimatı iptal etme ve dejenere etme yetkisine sahip değildir. Tek bir talimat vardır, o da Başkan Apo'nun talimatıdır. Bize ve halkımıza düşen o talimatın gereklerini yerine getirmektir. Bu talimat ancak Başkan Apo'nun kendisinin ikinci bir talimatı ile geçersiz kalabilir.... Türkiye ve Kürdistan'da hiç bir ayrım gözetmeksizin her tür şiddet haklı ve meşrudur. İster sivil ister askeri olsun, halkımıza yönelik düşmanlık geliştiren her tür kurum, kuruluş ve şahsiyet Kürt halkının hedefidir." (Özgür Politika, 20 Şubat 1999, abç) 13 kişinin ölümüne yol açan Mavi Çarşı eylemi işte bu türden açıklamaların yapıldığı koşullarda gerçekleştirildi. (4)

Açıklama ve eylemlerinin içerik ve üslubu PKK'dan bağımsız olmayan Kürdistan Özgürlük Şahinleri'nin (=TAK) 29 Nisan 2006 tarihli açıklamasında şöyle deniyordu:

"Kalleşçe, gaddarca saldırarak halkımızın kanıyla beslenen zalim TC'nin; turistik alanları İstanbul, Antalya, Marmaris, Muğla, Bodrum, Alanya, Fethiye, Pamukkale, Çeşme, Kuşadası, Manavgat gibi yerlerde bulunmak, her yerden daha fazla eylemlerimize hedef olmak anlamına gelecektir. Halkımız üzerinde katliam fermanları verilirken, onuruna sahip çıkmak için alanları mesken tutan çocuklarımıza analarımıza ölüm reva görülürken, Önderliğimiz deniz ortasında cehennem koşullarında tutulurken; deniz kenarlarında, turistik alanlarda tatil yapmanın bedelinin bombalar ve ölüm olduğu bilinmelidir.

"Turizm merkezlerinin birincil hedeflerimiz arasında yer aldığını bir kez daha belirtiyoruz ve Türkiye'yi tatil için seçmeyi düşünen turistleri de uyarıyoruz; faşist Türkiye'de özelde turizm merkezlerinde ve yönelim beklenmeyen, tahmin düzeyinin sınırları dışında yer alan noktalarda geliştireceğimiz eylemlerimizin sonuçlarından sorumlu olmayacağız. Türkiye'ye gelerek özel savaş rejimine, kirli faşist uygulamalara ve eli kanlı siyasetçilerin rantlarına katkıda bulunmayın. Türkiye'ye sağladığınız her döviz halkımız, çocuklarımız üzerine bomba, kurşun ve katliam olarak dönmektedir." PKK yönetiminin böylesi eylemlerin sadece Türk ve Kürt halkları arasındaki mesafeyi daha da açmakla kalmayıp Kürt ulusal hareketinin Avrupa ve dünya demokratik kamuoyu katında sahip olduğu etkiyi azaltacağını ve PKK'nın bir "terör örgütü" olduğunu söyleyip duran Türk gericilerinin ekmeğine yağ süreceğini anlamış olmalıydılar. Ama anlamadıkları ya da birilerinin psikolojik savaş operasyonuna kurban oldukları anlaşılıyor.

KCK ise, 10 Ocak 2008'de Diyarbakır saldırısıyla ilgili olarak yaptığı bir açıklamada doğru hedeflere yönelmeyen şiddet eylemlerini üstü örtülü bir tarzda savunurken şunları söyleyebiliyordu:

"Ancak Medya Savunma Alanlarına yönelik hava operasyonu, yaşanan can kaybı, Kuzey Kürdistan'da gerillaya, halka ve demokratik kurumlara yönelik hukuksuzluk, baskı ve tutuklamalara, Önderliğimiz üzerinde ağırlaşan tecride karşı, halkımız bir infial durumunu yaşamaktadır. Bu durumdan kaynaklı olarak çeşitli grupların protesto amaçlı, haklı eylemsel çıkışları olabilmektedir. Bazıları amacını aşsa da bundan halkımıza karşı saldırılarını aralıksız sürdüren güçler sorumludur. Çağın en gelişmiş tekniğine dayanarak gelişen saldırılar karşısında Kürt gençliğinin ve yurtsever Kürt halkının sessiz kalmayacağı bilinen bir durumdur. Görülüyor ki, Kürt halkının ve gençliğinin gelişen öfkesini kontrollü eylemler biçiminde organize etmenin güçlükleri vardır. Devlet terörünün bu türden uygulanması karşısında halkın öfkesinin önüne geçmenin zor olduğu bilinmelidir."

Bir Yorumlama ve Analiz Denemesi

Bu açıklamalarda anlatımını bulan yaklaşım gözönüne alındığında, gerek gerilla birimlerinin ve gerekse PKK sempatizanı konumundaki gençlerin sivil ve "kirli savaş"la doğrudan sorumluluk ve bağlantısı olmayan hedeflere yaptıkları ve yapacakları saldırıların -PKK yöneticilerinin savlarının aksine- kendiliğinden bir nitelik taşımadığı bellidir. Zor koşullar altında savaşım veren gerilla birliklerinin ve komutanlarının yerel/ bireysel hataları sözkonusu olabilir. Onbinlerce gerillaya ve milise sahip olan bir örgütün pratiğinde yer yer hatalı eylem anlayış ve pratiklerinin ortaya çıkabilir. Bunu anlayabilir ve bir ölçüde doğal da karşılayabiliriz. Eğer durum böyleyse, bu hataların bir özeleştirisinin verilmesi, yinelenmemesi için çaba harcanması ve gereken örgütsel düzenlemelerin yapılması, halka ve halk güçlerine karşı suç işleyen yetkililerin ve kadroların cezalandırılması vb. gerekir. Ama PKK'nın böyle bir pratiğini gördüğümüzü söyleyemeyiz. Hepsinden önemlisi ise PKK'nın, Türk işçi sınıfını ve halkını ve Türkiye devrimci hareketini ve Kürt ulusal hareketinin kendisi dışındaki bölümlerini adeta potansiyel düşman gören çizgisi ve kadro ve sempatizanlarını böylesi bir sakat anlayışla eğitmesidir. (5) PKK'nın tarihi, bize böyle bir uygulamanın, bu tür hataları düzelten bir mekanizmasının işlemekte olduğunu gösteren veriler sunmuyor.

PKK kuruluşundan bu yana dostlarıyla düşmanlarını sık sık birbirine karıştırmış, halk saflarındaki çelişmelerin çözümünde hatalı metodlara başvurma eğiliminde olmuş, Türk egemen sınıflarıyla -ve emperyalist devletlerle- oportünistçe uzlaşma kapısını, en iyi dönemleri de içinde olmak üzere her zaman aralık tutma kaygısıyla hareket etmiştir. (A. Öcalan'ın gerek 15 Şubat 1999'da yakalanmasından sonra ve gerekse bu tarihten önce ortaya koymuş olduğu Kürt ulusal hareketinin meşru taleplerinden vazgeçme pahasına Türk gericiliğiyle stratejik uzlaşma, bunun yadsınamaz kanıtlarının başında gelir.) O, buna bağlı olarak Türk generallerinin, Kontrgerillasının ve polis şeflerinin Kürt halkını hedef alan vahşet ve terörizmini sistemli ve etkili bir biçimde sergilemeyememiş, bu güçlerin Kürt ulusal hareketinin karalamak için başvurduğu provokasyonları ve sahte bayrak operasyonlarını ortaya çıkarmak için de yeterince çaba harcamamış, -son araba yakma eylemlerinin de gösterdiği gibi- yer yer milliyetçi-şovenist düşüncelerin etkisi altında bulunan Türk halkını egemen sınıflara daha da yaklaştıracak eylemlere girişmiş, kendi tabanının ilkel milliyetçi güdü ve tepkilerini frenlemek için yeterli çaba harcamamış, hatta belki de teşvik etmiş, kendi dışındaki devrimci ve ilerici örgütlere -ya da bunların bir bölümüne- karşı aşırı sekter ve düşmanca tutum sürdürmekte diretmiştir.

Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, A. Öcalan'ın ve PKK'nın yukarda sunduğum değerlendirme ve açıklamalarında anlatımını bulan türden bir çizgiyi sistemli bir tarzda izlemediğini teslim etmemiz gerekir. Yani, binlerce köyü boşaltan, Kürt halkını terörize eden ve Kürdistan'ın doğal yapısını tahrip eden Türk ordusunun olanca vahşetine rağmen PKK'nın özellikle 1984-1999 döneminde sivil hedeflere ve kendi dışındaki devrimci ve ilerici güçlere saldırılarının sistemli bir nitelik kazanmadığının altını çizmeliyiz. Ama bunun gelecek için bir güvence sayılamayacağı da açık olmalıdır. Askeri kliğin ve hükümetlerin Kürt-düşmanı politikalarını inatla sürdürmesi, hatta -sınırötesi operasyonlar örneğinde olduğu gibi- bunu derinleştirmesi ve PKK'nın ateşkes ve barış çağrılarını sistemli bir tarzda reddetmesi, Türk işçi sınıfı ve halkının Türk milliyetçiliği ve şovenizminin etkisinden sıyrılamaması ve egemen sınıfların Kürt düşmanlığı propagandasından belli ölçüde etkilenmiş olması, Batı'daki kent ve ilçelerde Kürt sivillere karşı girişilen linç ve diğer saldırı eylemlerinin görece geniş bir kitlesel destek bulması, kendi kendini hemen hemen neredeyse tümden tasfiye etmiş bulunan Türkiye devrimci hareketinin Kürt halkı ve ulusal hareketiyle dayanışma adına dişe dokunur bir şey yapamaması, Güney Kürdistan'da ABD ve İsrail'in koruması altında bir Kürt devletinin fiilen kurulmuş olması gibi faktörler Kürt ve Türk halkları arasındaki mesafeyi artırmakta ve bu süreç PKK tabanı ve dolayısıyla yönetimi üzerinde belli bir basınç oluşturmaktadır. Bu objektif faktörün etkisini teslim etmekle birlikte, gene de PKK yönetiminin tutum ve yaklaşımının belirleyici olduğunu ve olacağını belirtmek gerekir. Yani PKK yönetiminin bu türden objektif faktörlere göndermede bulunarak sözkonusu hatalı açıklama ve eylemleri mazur göstermesi ve kendisini aklamaya çalışması, haklı görülemez.

Yönetiminde ve kadro ve sempatizanlarında yukarda işaret etmiş olduğum türden bir anlayış ve ruh halinin egemen olduğu koşullarda düşmanın ve onun istihbarat servislerinin en azından örgütün bazı yerel birimlerini hatalı ve objektif olarak gerici eylemlere çekmesi ve bu tür olayların faturasının Kürt halkının ve ulusal hareketinin üzerine yıkılmasını sağlamaya çalışması sözkonusu olabilir. Diyarbakır'daki patlamanın ya da 1993'de gerçekleştirilen Başbağlar katliamı gibi olayların böyle bir nitelik taşıyıp taşımadığı somut olarak bilinmiyor; ama bunun çok ciddi bir olasılık olduğu kesindir. Sınıf düşmanının, siyasal bakımdan daha/ çok daha ileri örgütlere sızmayı başardığı dikkate alındığında emperyalist burjuvazinin ve Türk gericiliğinin elemanlarının PKK gibi geniş ve siyasal ve eylem çizgisi net olmaktan uzak bir örgüte de şu ya da bu düzeyde sızdığı tartışma götürmez bir gerçeklik olarak kabul edilmelidir. Bu, nesnelerin doğası gereğidir. Önemli olan bu değil, bu gibi öğelerin zararlı çalışmalarının etkisini en aza indirmenin yolunun bilinmesinden, yani örgütün doğru bir siyasal çizgiye VE öncelikle doğru bir eylem çizgisine sahip olmasından geçer. Doğru politika ilkelere dayanan politikadır. Meşru silahlı savaşımı kararlı bir biçimde savunurken kör teröre ve sivillerin hedef alınmasına karşı çıkmış olan İbrahim Kaypakkaya, Şafak revizyonistlerine karşı yürüttüğü polemikte bu konuda şunları söylüyordu:

"Gerilla faaliyeti, toprak ağalarının, halk düşmanı bürokratların, ihbarcıların, faizcilerin imhasını, çeşitli şekillerde cezalandırılmalarını, paralarına, silahlarına elkonulmasını, karakolların basılmasını ve silahlara elkonmasını, canlı ve cansız bir yığın hedefe saldırıyı içerir. Fakat tüm bu saldırıların bir ortak hedefi vardır. O da, gerici otoriteyi zayıflatmak, parçalamak ve giderek yıkmak, yerine devrimci otoriteyi geçirmek!" (Seçme Yazılar, İstanbul, Ocak Yayınları, 1979, s. 374)

Sonuç

Orta Asya jeografisini kana bulamakta olan ABD-İsrail-Britanya şer ekseninin ve onların Türk egemen sınıfları içindeki güçlü temsilci ve uzantılarının kabaca 2005'ten bu yana bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtmak için neredeyse fazla mesai yaptıkları dikkate alındığında, bu konunun ne denli yaşamsal bir önem taşıdığı daha iyi anlaşılacaktır. Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ve halkları arasındaki mesafeyi bir uçuruma dönüştürmeyi ve gerici bir iç savaşın kıvılcımlarını tutuşturmayı amaçlayan bu uğursuz planın yaşama geçirilmesi yolundaki çabaların birincil aktörü başını askeri kliğin çektiği Türk gerici egemen sınıfları olmuştur. Eylem çizgisindeki hata, belirsizlik ve tutarsızlıklara ve Kürt halkının meşru ulusal taleplerini bir yana atmış olmasına ve bundan ötürü eleştiriyi hak etmesine rağmen PKK şimdiye kadar bu tehlikeli rotaya sürüklenmeyi -pragmatist bir yaklaşımla da olsa- esas olarak reddetmiştir. Ama Kürt halkının ulusal kurtuluş davasının ve Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ve halklarının kurtuluş savaşımının uzun erimli çıkarları bu görece olumlu tutumun sürdürülmesini ve Türk ve Kürt işçi sınıfı ve halkları arasındaki dayanışma ve birliğin güçlendirilmesini, ABD ve AB emperyalistlerinin, Türk gerici egemen sınıflarının ve diğer gerici kliklerin karşı-devrimci manevra ve kompolarının açığa çıkarılmasını ve etkisiz kılınmasını gerektirmektedir.

DİPNOTLAR

(1) Bir gerilla biriminin zor koşullarda gerçekleştirilen bu tür askeri operasyonlarda, suçsuz insanların ölümüne istemeksizin yol açabileceği haklı olarak söylenebilir. Ama, bu durumda ilgili örgüt, en azından Kürt halkına bir açıklama yapmak, kaza sonucu meydana gelen bu ölümlerden ötürü ondan özür dilemek ve bu tür hataların yinelenmemesi için gereken önlemleri alacağını açıklama tutumunu benimsemeliydi.

(2) Abdullah Öcalan'ın kendisi Aralık 1994'de, AGİK toplantısı öncesi yayımladığı mesajda bu hatalı yaklaşımı üstü örtülü bir tarzda itiraf ediyordu:

"PKK'nin kesinlikle öğretmenlere yönelik bir yaklaşımı yok. Suçsuz sivillere en küçük ölçüde zarar vermeyiz. Aksine onları koruma gibi bir görevimiz vardır. Bölgede binlerce öğretmen görev yapıyor. Bunlara hiçbir şey olmuyor. Örneğin Karakoçan'da iki bayan öğretmen, arkadaşlar tarafından alınıp serbest bırakıldılar. Bu konuda şunu hatırlatayım: Özel savaş birlikleri bazı sivil birliklerle bazı işler yapmaya çalıştılar. Özellikle MHP'lileri kullandılar, örgütlendiler. Bölgede ölen öğretmenlerin hemen hepsi MHP'lilerden oluşan özel birliklere bağlıydı. Hepsi silahlı ve kendi karakollarıyla içiçe çalışıyordu. Korucular gibi görev yapıyorlardı. Bunlar silahsız ve sivil değildiler. Şunu kesinlikle söylüyorum: Türkçe öğretiyor ya da Türkçe eğitim yapıyor diye öğretmenlere yönelme durumumuz yoktur. Bu konuda biz birliklerimizi uyardık. Aynı şekilde diğer sivil kurumlar da hedeflerimiz arasında değildir. Biz sivil ya da öğretmen vursaydık, günde binlerce kişi ölürdü. Hayır, bunlar hedeflerimiz değildir. Ama sivil görünüm altında silah alan ve bize karşı süren özel savaşa katılanlara tabii ki yöneleceğiz." (Özgür Ülke, 6 Aralık 1994) İşin ilginç yanı, kuruluşundan bu yana PKK karşısında kuyrukçu bir tutum benimsemiş olan Atılım çevresinin kraldan fazla kralcı bir tavır takınmasıdır. Bu gazetenin 3. sayısında yer alan bir köşe yazısında şöyle deniyordu:

"Devlet, kirli savaşı, işbirlikçi sermayenin kirli sömürgeci emelleri için yürütüyor. Devletin işini yapmakta olan kişi, hangi kademede ya da görevde olursa olsun, sömürgeci savaşın bir alanında ve bir biçimde unsuru haline gelecektir. Devlet örgütlenmesini işlemez kılmayı ve dağıtmayı hedefleyen ulusalcı bir savaşın da hedef alanına girmiş olacaktır. Genel olarak geçerli olan bu durum özel olarak öğretmenlerin şahsında, özel savaşın geldiği bu aşamada daha fazla geçerlidir. (Atılım, Sayı: 3, s. 5)

(3) Erzincan'ın Kemaliye ilçesi'ne bağlı Başbağlar köyü, 5 Temmuz 1993 günü akşam saatlerinde basılmış, köyün giriş ve çıkışlarını tutan ve köyün telefon bağlantısını kesen yaklaşık 100 kişilik baskın ekibi savunmasız köylüleri köy meydanına toplamıştı. Daha sonra saldırganlar 33 köylüyü kurşuna dizmiş, çok sayıda ev ve aracın yanısıra okul ve camiyi de ateşe vermiş ve çok sayıda hayvanı öldürmüş, olay yerine "Yaşasın Başkan Apo, Yaşasın PKK!" sloganlarının yer aldığı ve bu katliamın 2 Temmuz'da Sivas'ta meydana gelen katliama misilleme olduğunu belirten bir bildiri bıraktıktan sonra köyden ayrılmışlardı. "Bebek ve Çocuk Katilleri" başlıklı yazımda da belirtmiş olduğum gibi, Türk burjuva devleti ve yargısının Başbağlar katliamının soruşturulmasını örtbas etmesi ve gerçek suçluları açığa çıkarılmasını engellemesi, bu olayın içinde Türk Kontrgerillası'nın parmağının da olabileceğini akla getirmektedir. Böyle bir olasılığın varlığı PKK'nın bu konuda iki kez daha duyarlı davranmasını gerektirirdi. Ama ne yazık ki öyle olmadı.

(4) 20-21 Şubat 1999'da kaleme aldığım "Son Gelişmelere İlişkin Notlara Ak" başlıklı yazımda şöyle demiştim:

"Gerek 15 Şubat'tan bu yana yaşananlar, gerekse bu ve benzeri açıklamalar, yalnızca Abdullah Öcalan'ın yakalanmasının her şeyin sonu olduğunu düşünecek biçimde koşullanmış bulunan PKK örgütünün ve tabanının ve daha da önemlisi PKK yönetiminin de kafakarışıklığı, panik ve ilkel intikamcılıkla nitelenen bir ruhsal durum içinde olduğunu ortaya koyuyor. Düşmanın PKK'nın içine sızmış ajanlarının yanısıra yıllardır onun sırtından yaşamını sürdürmekte olan, ancak Kürt ulusal davasına karşı herhangi bir gerçek sorumluluk duymayan siyasal parazitlerin, ‘kraldan fazla kralcı' pozlarına bürünerek bu yönde kışkırtmalarda bulunmaları anlaşılabilir. Onların, ‘kana kan intikam' çığlıkları atarak PKK'yı ‘başıbozuk ve denetimsiz bir sürü' gibi göstermeye ve dünya halkları ve ilerici kamuoyu katında önemli bir yer edinmiş olan Kürt ulusal davasını lekelemeye çalışmalarında şaşılacak bir yan yoktur.

"Ancak PKK önderliği de, karşı karşıya bulunulan yeni durumun soğukkanlı analizi üzerine oturtulmuş akılcı bir devrimci taktik saptamak ve izlemek yerine, varolan kafakarışıklığını, başıbozukluğu ve demoralizasyonu daha da derinleştirmeye hizmet edecek bir yoldan yürüdüğü izlenimini vermektedir. O, devrimci sağduyu ve ilkeli bir tutum üzerine oturtulmayan, duygusal ve ölçüsüz tepkilerin damgasını vurduğu taktiksel bir çizginin, Kürt ulusal hareketinin kazanmış olduğu siyasal saygınlığı büyük ölçüde zedeleyebileceğini kavramalıdır. Böyle bir yolun, Kürdistan ve Türkiye işçi sınıfı ve halklarının bulanık suda balık avlamak için kollarını sıvamış ve bu amaçla şimdiden harekete geçmiş olan düşmanlarına, yani emperyalizme ve Türk gericiliğine arayıp da bulamayacakları ve rahatlıkla at oynatabilecekleri bir ortam sağladığı ve sağlayacağı açıktır. Devrimci sağduyuyla davranması gereken PKK yönetiminin böyle bir yol izlemesi, ateşe benzin dökmekten ve kendi bindiği dalı kesmekten başka bir anlama gelmez."

(5) Kuşkusuz bu, bazı özel ve istisnai durumlarda siyasal gericilikle ve emperyalizmle doğrudan işbirliği halindeki güçlere karşı tutum alınmasıyla çelişmez.