Marx-Engels | Lenin | Stalin | Home Page
Garbis Altinoglu ArticlesKürt Açılımı: Bir Alaturka Liberalleşme Deneyimi
Garbis Altınoğlu, Ocak-Şubat 2010Onlar en önemli şeyden, Marksizmin özünün kendisinden, yaşayan ruhundan, yani somut durumun somut çözümlemesinden tamamen kaçınıyorlar. Lenin
Açılım Değerlendirmeleri
AKP hükümetinin açılım olarak adlandırdığı ve daha öncesini bir yana bırakacak olursak, esas olarak 29 Temmuz 2009da İçişleri Bakanı Beşir Atalayın yaptığı basın toplantısıyla başlattığı girişim, o günden bu yana sayısız açıklama, yazı, tartışma, eleştiri ve suçlamanın konusu oldu. Bu girişimin objektif niteliğini, onun ardında yatan anlayış ve yaklaşımı kavramak için önce, Başbakan R. T. Erdoğanın iki konuşmasının içeriğine değinmekle başlayalım işimize. Erdoğan, 11 Ağustos 2009da AKP Grup Toplantısında yaptığı konuşmada şöyle demişti:
Türkiye, çetelerle mücadelesini, mafya ile mücadelesini, karanlık örgütlerle mücadelesini ertelemeseydi, faili meçhullerin üzerini örtmeseydi, hukuk ve demokrasiyi tüm kurum ve kurallarıyla işletseydi, acaba bugün nasıl bir ülkede yaşıyor olacaktık?
Türkiye geçmişte içine kapanmasaydı, etrafına sanal duvarlar örmeseydi, aktif bir dış politika izleseydi, bölgesel meselelerde, küresel meselelerde daha güçlü roller üstlenseydi, bugün nasıl bir Türkiye'de yaşıyor olurduk?
Türkiye son 25 yılını terörle, çatışmayla, olağanüstü hal ile, faili meçhullerle, boşaltılan köylerle, üzerine al yıldızlı bayrağımızın örtüldüğü tabut görüntüleriyle heba etmeseydi, bugün nerede olurdu?
Eğer sorun daha ortaya çıkarken fark edilip gerekli tedbirler alınabilseydi....
Eğer mesele büyümeden çözüme kavuşturulsaydı...
On binlerce insanımız hayatını kaybetmeden, on binlercesi yaralanmadan, yüz binlercesi mağdur olmadan bu mesele suhuletle çözülmüş olsaydı, bugün Türkiye nerede olurdu?..
Selahaddin Eyyubi'nin sancağı altında, Kudüs'ü fethederek, orayı bir barış ve huzur şehrine çeviren ordunun neferleri biz değil miydik?
Çaldıran'da, Yavuz Sultan Selim'in ordusunda birbirine kardeş olan biz değil miydik?
Yemen'de, Çanakkale'de, Sarıkamış'ta, Kut-ül Amare'de vatan topraklarını birlikte savunan, birlikte şehit olan, birlikte gazi olan biz değil miydik?
Kurtuluş Savaşı'nın kahraman evlatları hep birlikte biz değil miyiz? Cumhuriyeti kuran ve ortak idealler, ortak hedefler doğrultusunda yüceltenler bizler değil miyiz?..
Bu ülkede Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst kimliği altında yer alan her etnik kökendeki insan, Türküyle, Lazıyla, Kürdüyle, Çerkeziyle, Gürcüsüyle, bizim kardeşimizdir, buna kimse gölge düşüremez.Başbakan Erdoğan, 27 Ağustosta yaptığı Ulusa Sesleniş konuşmasında ise şöyle diyordu:
Ülke olarak bu süreçte refaha doğru yürüyeceğimiz, büyüyeceğimiz, kalkınacağımız altın yıllarımızı kaybettik. Millet olarak bu ülkeye güç verecek, kalkınmamıza omuz verecek, hayallerimizi gerçeğe dönüştürecek nice nesillerimizi kaybettik. Anaların gözbebeği, milletimizin umudu, ülkemizin geleceği olan gencecik, pırıl pırıl canlarımızı kaybettik. İnsanlarımızın arasına tarih boyunca ekilememiş bu fesat tohumlarını ekenlere, daha ilk günden, en gür sesimizle "dur" demeliydik, ama diyemedik. 25 yıl önce bu denilmeliydi. Hiç değilse bugün, yaşadığımız onca acının, ödediğimiz onca bedelin ardından hiç değilse bugün bu gidişata artık "dur" demeliyiz. İşte 7 yıldır bunun hazırlığı içinde olduk. Geleceğimizi karartmak, umutlarımızı köreltmek isteyenlerin de bir ucundan körükledikleri bu fitne ateşini milletçe, elbirliğiyle söndürmeliyiz. Nesiller boyudur kanayan bu yarayı artık iyileştirmeliyiz. Bunun için fert fert, insan insan, ev ev bu meseleyi yeniden düşünmeli, tarih boyunca olduğu gibi bu badirenin üstüne kararlı bir millet gibi gitmeyi bilmeliyiz. Üzülerek ifade edeyim ki, toplum olarak bugüne kadar bu konuyu bütün boyutlarıyla değerlendirmeyi; çözümü soğukkanlılıkla, aklıselimle tartışmayı pek başaramadık. Bize dayatılan önyargıları; bizi birbirimize düşürmek için tezgahlanmış korku ve fesat tuzaklarını hakkıyla aşamadık
Bu millete asıl kötülüğü, bu acıya seyirci kalanlar, bu yarayı bir an önce iyileştirmek için gününü gecesine katmayanlar yapmıştır. Asıl büyük yanlışı, yetki ve sorumluluğu elinde bulundurduğu halde, yıllar yılı hamasetle idare edip, sorunu görmezlikten gelen makam sahipleri yapmıştır. Bu ülkeye en büyük kötülüğü milletin kardeşlik duygularını zayıflatmak için türlü türlü fesat oyunları tezgahlayanlar, bu milletin beraberliğini zayıflatmaya çalışanlar yapmıştır. Asıl sorgulamamız gerekenler, vatandaşına en temel hakları fazla gören, bu ülkeye tarih boyunca bağlı kalmış gönülleri kıran, küstüren zihniyetlerdir. Bu ülkenin yalnız doğusunda değil, batısında da, kuzeyinde de, güneyinde de mahrumiyet bölgeleri oluşmasına göz yuman, buralara götürülmesi gereken hizmetlerin parasını hırsıza, arsıza peşkeş çekenlerdir. Asıl sorgulamamız gerekenler, insanlarımızın birlik ve beraberliğine kasteden kirli çeteleşmeler, karanlık örgütlenmeler, iftira tezgahlarıdır; adalete güveni zedeleyen, otoritesini saygıyla değil korkuyla kabul ettirmeye çalışan yönetim anlayışlarıdır
Türkiye, kelimelerden, kavramlardan, fikirlerden korkulan bir ülke olmanın utancını daha fazla taşıyamaz. Bu ülkede hepimizin, Türkmen'in de, Tatar'ın da, Kürt'ün de, Çerkez'in de, Laz'ın da kendini özgür hissederek, kendi kültürüne, geleneğine-göreneğine sahip çıkarak, komşusunun farklılıklarına saygı göstererek geleceğe umutla bakarak yaşamaya hakkı var. Nitekim binlerce yıllık tarihi medeniyet tecrübemiz de, bu milli ahengi en güzel biçimde yaşayan ve yaşatan bir millet olduğumuzu görmüyor muyuz, bunu göstermiyor mu? Ancak böyle bir Türkiye güçlü bir Türkiye olarak yoluna devam edebilir.Mecliste grubu bulunan iki gerici, statükocu ve şovenist burjuva partisi (CHP ile MHP) başından itibaren sözkonusu açılıma ve AKP hükümetinin yukardaki pasajlarda dile getirdiği duygu ve düşüncelere sistemli bir biçimde karşı çıktılar ve hükümetin bu girişimini son derece ağır bir dille eleştirdiler. Örneğin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, 25 Ağustosta yaptığı bir açıklamada, Kürt açılımının, Atlantik Konseyi adlı kuruluşun Nisan 2009da ABDnde'da yapılan bir toplantısında biçimlendirildiğini söylerken MHP lideri Devlet Bahçeli 8 Eylül 2009 tarihli açıklamasında,Bu yoldan dönüş yok sloganıyla etnik bölücülüğün emellerine hizmet yarışına giren Başbakan ve arkadaşları, şimdi PKK, İmralı ve Kandilin kılavuzluğunda ve ABD ile ABnin himayesinde bu ihanet yolculuğunun yol haritasını topluma maletmek için bir seferberlik başlatmıştır diyordu.
Sorunun diğer tarafını oluşturan PKK, DTP ve Kürt halkı haklı olarak bu konuya ihtiyatlı bir iyimserlikle yaklaştı; ancak hükümetin, DTPni muhatap almayacağının ortaya çıkması ve Başbakan Erdoğanın DTP Eşbaşkanı Ahmet Türkle görüşmekten bile kaçınması, PKKnın silahlarını bırakması ve teslim olmasını dayatması ve bunu izleyen diğer olumsuz gelişmeler bu ihtiyatlı iyimserliğin yerini haklı bir kötümserliğe bırakmasına yol açtı. Bunlar arasında; 19 Ekim 2009da Habur sınır kapısından giriş yapan PKKlı Barış Grubu mensuplarının coşkulu bir biçimde karşılanmasının ardından ortaya çıkan şovenist tepkilere Başbakan Erdoğanın da katılması, 22 Kasımda İzmirde DTP konvoyuna yapılan saldırıyı ve devlet yetkililerinin bu üstü örtülü bir tarzda da olsa desteklemelerini, devlet güvenlik güçlerinin PKK gerillalarına karşı operasyonlarını sürdürmelerini, (1) burjuva basınının ve devlet yetkililerinin Abdullah Öcalanın yaşam koşullarının düzeltilmesi amacıyla yapılan gösterileri bahane ederek Türk şovenizmini kışkırtmalarını ve çok sayıda göstericiyi tutuklamalarını, daha önceki bir tarihte belediye otobüsüne molotof kokteyli atılması sonucu yaralanan Serap Eserin 7 Aralık 2009da 29 gündür tedavi gördüğü hastanede kuşkulu sayılabilecek koşullarda- yaşamını yitirmesinin ardından yeni bir karalama kampanyasının başlatılmasını, aynı gün Tokatın Reşadiye ilçesinde PKKnın üstlendiği ve 7 askerin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan saldırıyı, 11 Aralıkta DTPnin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasını ve aralarında milletvekilleri Aysel Tuğluk ile Ahmet Türkün de bulunduğu 37 DTPliye siyaset yasağı getirmesini, 24 Aralıkta KCKya (=Koma Ciwaken Kurdistan=Kürdistan Topluluklar Birliği) karşı sürdürülen operasyonlar çerçevesinde aralarında belediye başkanlarının da bulunduğu çok sayıda DTPlinin/ BDPlinin gözaltına alınması ve tutuklanmasını, 29 Aralıkta milletvekillikleri düşürülmüş olan Aysel Tuğluk ile Ahmet Türkün ve diğer bazı eski DTP milletvekilleri hakkında çıkarılan günsüz olarak zorla mahkemeye getirilme kararı alınmasını vb. sayabiliriz. Bunlara Türk gericilerinin; Türkiye Kürdistanında ve Batıda Kürt halkına, DTPne ve PKKya karşı yapılan ve bir bölümü ölümle sonuçlanan saldırıları görmezden gelmelerini, Kürt halkına ve onun siyasal temsilcilerine karşı saldırgan ve tehditkar bir dil kullanmayı de sürdürmeyi ihmal etmediklerini ekleyebiliriz. Şimdi asıl ilgi alanımıza dönelim ve Türkiye devrimci hareketinin devrimci olmayan bir dizi çevrenin de paylaştığı- açılım değerlendirmelerine göz atalım.
Gerçekten de Türkiyede birbirinden farklı, hatta yer yer karşıt siyasal görüşlere sahip pek çok çevre ve kişi, AKP hükümetinin ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıklarının açılımını ABD güdümlü ya da en azından ABD esinli bir gelişme, Büyük Ortadoğu Projesinin bir devamı gibi algılıyor. Bu farklı çevrelere MHP-BBP tipi faşistleri, CHP gericilerini, Türk Solu, İşçi Partisi türünden ulusal solcularımızı, Türkiye devrimci hareketinin ana gövdesini ve hatta A. Öcalanı vb. katabiliriz. Çok kaba bir özetle, bu değerlendirmeye göre, Iraktan çekilmeye hazırlanan ABD, Türk devletini Irakta istikrarı sağlamakla ve Kürdistan Bölgesel Hükümetini korumakla görevlendirmiştir; bu Türkiyenin kendi Kürtleriyle de görece iyi ilişkiler içinde olmasını gerektirmektedir. İşte Kürt açılımı da Türkiyenin üstlendiği, daha doğrusu üstlenmekle görevlendirildiği bu görevin bir uzantısıdır! Devrimci ve ilerici grup, çevre ve kişilerin bu konuda aşağıda sunulan değerlendirmeleri yapmışlardır:
Kürtlerin yardımıyla işgal ettiği Irakta batağa saplanan ABD, şimdi ebeliğini ve hamiliğini yaptığı Kürt devletinin güvenliği için de Türkiyeden katkı bekliyor. Dahası, Türkiyenin bölgesinde güvenli bir enerji terminali olması, ordusunun dünyanın sorunlu bölgelerine müdahale gücü olarak kullanılabilmesi için de PKK prangasının bir ölçüde gevşetilmesi gerekiyor. (Rahmi Yıldırım, ABD Patentli Kürt Açılımı, 26 Ağustos 2009)Kürt açılımı Iraktan çekilme hazırlığı yapan ABDnin bu ülkede ortaya çıkacak boşluğu Türkiyenin katkısıyla doldurma ve bu yolla Irak üzerindeki kontrolünü işgal sonrasında da sürdürme amacından bağımsız değerlendirilemez. Dolayısıyla Türkiyenin Kürt sorununu bir şekilde çözmesi, Irak hükümeti ve Irak Kürdistanı Yönetimi ile işbirliği yapabilmesi için uygun koşulların yaratılması gerekiyor. (Merdan Yanardağ, Açılım, Gecikme Endişesi ve Korku, 11 Eylül 2009)
Burada ABD planı bir kez daha devreye girer. Plana göre, PKKnin tasfiye süreci ile ABDnin askeri birliklerinin Iraktan çekilmesi süreci eşzamanlı olarak yürütülecektir
Mevcut durum ABDnin Iraktan çekilmesini zorunlu kılıyor. Nitekim büyük bir çabayla oluşturduğu yeni Irakın kaygısını taşıyan ABD, bütün kaynaklarıyla-birikimiyle birlikte bu alanı güvende tutacağı güçlü bir müttefike ihtiyaç duymakta... Tabii ki Türk devleti bunun için ideal bir parça. Lakin Türk devletinin de istikrarlı olması gerekiyor. Ve istikrarsızlığının en önemli nedenlerinden biri olarak Kürt ulusal sorunu duruyor. Güney Kürdistanda jandarmalık yapacak TCnin evvela kendi ülkesindeki Kürt sorununu çözmesi gerekir. (Devletin tarihi dönüşümü, Devrimci Demokrasi, 3 Ekim 2009)
AKPnin Kürt açılımı diye başlayıp demokratik açılıma dönüştürdüğü iş, ABDnin zengin deneyimlerinden çıkartılmış derslere dayanan ABD planını uygulamaya çalışmaktan ibarettir. ( Kürt Açılımından Demokratik Açılıma, Kurtuluş Cephesi, Ekim 2009)
(5 Kasım 2007de- G. A.) Washington ziyareti ile bu konuda yeni bir mutabakata ulaşıldı ve böylece ilişkilerdeki geçici kriz de aşılmış oldu. Türkiye, karşılığında tam da ABDnin istemi doğrultusunda hamiliğini üstlenmek üzere, Güney Kürdistandaki federe devleti resmen tanımış oldu...
Bugün Türk devletini AKP hükümeti üzerinden içerde Kürt açılımı yapmaya yönelten de temelde işte bu gelişmedir. Güney Kürdistana hamilik, Türkiyedeki Kürt sorununu bir parça olsun yatıştırmayı ve olanaklıysa bunu silahlı Kürt hareketinin tasfiyesi ile birleştirmeyi bir ihtiyaç haline getirmiştir...
Bu çerçevede açılım ABDnin ve elbette Avrupalı emperyalistlerin tam desteğine sahiptir. Aynı şekilde işbirlikçi büyük burjuvazinin hemen tüm kesimlerinin de (Devletin Kürt Açılımı, Ekim, 11 Ekim 2009)
Devlet projesi PKKnin tasfiyesini ve Kürt hareketinin etkisizleştirmesini öngörüyordu. O cenahtan konuşanlar bunu gizlemediler. Mimarbaşı ABD idi. (A. Cihan Soylu, Başa dönülemez, sorun ne yöne gidileceğidir, Evrensel, 29 Ekim 2009)
AKP'nin Kürt açılımı, ABD operasyonudur. Bu açılımı şu veya bu biçimde desteklemek, meşru görmek, ABD operasyonunu destekleyip meşru görmektir. (Oligarşik Diktatörlükte Çözüm Yoktur, Yürüyüş, 1 Kasım 2009)
Açılım sürecinin uluslararası alandaki başlıca aktörü, Amerikan emperyalizmidir. Açılımın genel çerçevesi de esas olarak onun ürünüdür. (Kürt Açılımı mı? Ulusal Özgürlük mü?, Sosyalist Barikat, Kasım 2009)
Bu anlamda, Kürt açılımı da, ABD ve AB emperyalistlerinin teşvik ettiği ve desteklediği, Türk burjuva devleti ve MGK'nın (Milli Güvenlik Kurulu) oluşturduğu bir politikadır. (Türk Burjuva Meclisi, Kürt Açılımını Görüştü, MLKP Açıklaması, 1 Aralık 2009) A. Öcalan da bu saptamalara katılıyordu:
Bu açılım hikayesi de AKP'nin de değil ABD'nindir. 5 Kasım 2007 görüşmesinden sonra başlayan bir süreçtir. Bu sadece Hükümetin projesi değil, devletin projesidir. (Abdullah Öcalan, 28 Ekim 2009 tarihli Görüşme Notu)Bu Değerlendirmelere İlişkin Bir Öndeğerlendirme
Bu görüşlerin sahiplerinin dile getirdikleri görüşlerde belli bir gerçeklik payı bulunduğu yadsınamaz elbet. Son yıllarda, Türkiyenin Güney Kürdistana ilişkin o bildik kaba ve ilkel düşmanlık siyasetini bir yana bırakmasına bağlı olarak iki taraf arasındaki siyasal ve ekonomik ilişkiler hızla gelişmiştir. Irakı yerle bir etmesine rağmen ABD bu ülkeyi sözcüğün gerçek anlamında denetimi altına alamamış ve -Irakta ve Ortadoğuda İranın ve Türkiyenin nüfuzunun artmasıyla sonuçlandığı için- aslında bu savaştan siyasal olarak yenik çıkmıştır. Dahası, Afganistan ve Pakistanda siyasal ve askeri bir yenilgi tehlikesiyle yüzyüze olan ABD, 2007 yılı sonlarından bu yana PKKya karşı Türk gericileriyle daha yakın bir taktiksel yakınlaşma içine girmiştir. Bu yakınlaşmanın arka planında Kürdistan Bölgesel Hükümetinin, ABDnin Iraktan çekilme hazırlıklarına bağlı olarak Bağdatla olan peşmerge güçlerinin statüsü, petrol gelirinin paylaşımı, sınırdaki tartışmalı topraklar, özerkliğin boyutları gibi konulardaki- anlaşmazlıklarında Türk gericiliğinin desteğini arkasına almak istemesi, Türk işadamlarının Güney Kürdistanda yaptığı yatırımların ve Türkiye-Güney Kürdistan ticaretinin son yıllarda hızla büyümüş olması, Barzani ve Talabani kliklerinin Kerkük petrolünü giderek artan ölçüde Türkiye üzerinden pazarlamaya devam etme planları ve Güney Kürdistanın yoksul emekçi yığınlarıyla bu yığınların hoşnutsuzluğuna giderek daha fazla hedef olan iktidardaki klikler arasındaki çelişmelerin giderek keskinleşmesi bulunuyor. (2) Günay Aslan, Güney Kürdistana yaptığı ziyaret sırasında kaleme aldığı bir yazıda Türkiyenin burada artan nüfuzunu şöyle betimliyordu:
Türkiyenin Güney Kürdistanda sandığımdan daha etkili olduğu anlaşılıyor. Türkiye bölgeyi zaten ekonomik olarak ele geçirmiş. Türk istihbarat teşkilatı MİTin Hewlêr, Duhok, Zaho, Diyana, Suleymaniye, Akra gibi kentlerde hatta bazı ilçelerde bile büroları var. Türk askeri derseniz, 1996 yılından bu yana bölgede. Irak Kürdistanında binlerce asker görev (!) yapıyor. Türkiye, Kürt yönetimini içeriden ve dışarıdan kuşatmış bulunuyor. (3) Demek oluyor ki, bölgenin en güçlü ekonomisine sahip olan Türkiyenin; Suriye, İran, Irak ve Kürdistan Bölgesel Hükümetiyle kurduğu daha iyi ilişkiler sayesinde Kürt ulusal hareketini yalıtmak ve etkisizleştirmek için görece elverişli bir moment yakaladığı tartışma götürmez. Ancak, Türk burjuva devletinin 1980li ve 1990lı yıllarda yüzbinlerce asker, Özel Tim elemanı, korucu vb. seferber etmesine, çok yaygın ve vahşi bir beyaz terör uygulamasına rağmen Kürt ulusal direnişini ezememiş olduğunu unutan ya da unutmuş gözüken hükümet yetkililerinin yanısıra bir dizi gerici ve liberal Türk köşe yazarı yukardaki verilerden hareketle ve ısrarla Türkiyenin PKK terörünün bitirilmesi için son derece elverişli bir moment yakaladığı havasını yaymaya çalışıyor.Madalyonun, Türk gericilerinin hedeflerine ulaşmalarını zorlaştıran faktörleri barındıran bir öbür yüzü de var. Bunları şöyle özetleyebiliriz:
a) Kürdistan Bölgesel Hükümetiyle Türk gericileri arasında Kerkükün statüsüne ilişkin derin anlaşmazlık ve Kürdistan Bölgesel Hükümetiyle Türkmenlerin bir bölümü arasındaki sürtüşmeler,
b) Ankaranın ilerde daha da gerginleşeceği belli olan Bağdat-Hewler (=Erbil), ya da Arap-Kürt çekişmesinde iki tarafı da idare edemeyecek ve çok büyük olasılıkla Bağdatla ve genelde Arap dünyasıyla ilişkilerine öncelik tanıyacak olması,
c) Irakın genelinde ve Güney Kürdistanda da kalıcı askeri üsler kurmuş bulunan ABDnin Türkiyenin bu bölgedeki nüfuzunu derinleştirmesine sıcak bakmayacak olması, (4)
d) Aynı hususun Güney Kürdistana özel bir ilgi duyan ve bu bölgeyle ekonomik, siyasal ve askeri bağlantıları olan İsrail, hatta diğer Arap ülkeleri ve İran için de geçerli olması.Dolayısıyla, ABDnin Iraktan çekilmesine bağlı olarak Türkiyeye şu ya da görevi verdiği ve Türkiyenin, Güney Kürdistan ve hatta Irak üzerindeki nüfuzunu arttırmasına yeşil ışık yaktığı türünden analizler ve bu analizler üzerine inşa edilen açılım açıklamaları büyük ölçüde subjektiftir. Her şeyden önce, bunları yazan çizenlerin, pek çok burjuva Ortadoğu analistinin bile ABDnin 2011in sonunda Iraktan bütünüyle çekileceği yolundaki açıklamalara kuşkuyla yaklaştıklarından habersiz oldukları anlaşılıyor. İşin gerçeği, Bağdat da içinde olmak üzere Irakın her yanında kurduğu kalıcı üslere ek olarak Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Suudi Arabistan, Ürdün gibi ülkelerde yeni askeri üsler kuran ve/ ya da eski askeri üslerini genişletmekte olan ABD, zorla atılmadıkça Iraktan tam olarak çıkmaya hiç de niyetli değildir. (5) İkincisi, bu analiz sahipleri ABDnin Ortadoğu politikalarının biçimlenmesinde İsrailin güvenliğinin en önemli, hatta belirleyici faktör olduğunu ve ABDnin, İsraile giderek daha mesafeli duran Türkiyenin bu bölgedeki nüfuzunu arttırmasından yana olmasının olanaksız olduğunu unutmaktadırlar. Üçüncüsü, onlar ABDnin, nükleer alandaki çalışmalarını bahane ederek İranı istikrarsızlaştırma, onu yeni yaptırımlarla zayıflatma ve yıkma ve Tahranda Batı-dostu bir rejim kurma çabalarını aralıksız bir tarzda sürdürdüğünü de unutmaktadırlar. İran Kürdistanındaki kardeş örgütü Kürdistan Özgür Yaşam Partisinin (=PJAK) ABD ile bir çeşit işbirliği ilişkisi içinde olduğu ve Pentagonun Güney Kürdistandaki varlığına ciddi bir itirazı olmadığı dikkate alındığında PKK ile ABD arasındaki gerginliğin ya da PKKya karşı ABD-Türkiye işbirliğinin, hiç de öyle Türk gericilerinin yaygaralarının ima ettiği düzeyde olmadığı ve olamayacağı anlaşılabilir. Dördüncüsü, ABDnin Iraktan çekilmekte olduğu ve Türkiyeye Irakta istikrarı koruma görevi verdiği yolundaki tartışmalı savı bir an için kabul etsek bile bundan asla, değişik milliyetlerden Irak halkının ve siyasal partilerinin Türk askerini çiçeklerle karşılayacağı sonucu çıkmaz. Böyle düşünenler, 7 Ekim 2003de TBMMnin, Irakın paylaşımı masasında yer almak umuduyla Iraka asker gönderme kararı aldığını, ancak -yüzlerce yıl Osmanlı despotizminin boyunduruğu altında yaşamış olan- Iraktaki hemen hemen tüm siyasal grupların karşı çıkması nedeniyle bu misyonun yerine getirilemediğini unutmuş gözüküyorlar.
Şunu da anımsamakta yarar var. Türkiyede pek çok çevre, 5 Kasım 2007de Beyaz Sarayda yapılan Bush-Erdoğan görüşmesinin ardından başlayan bu taktiksel yakınlaşmayı adeta bir dönüm noktası gibi görme eğilimindedir. Oysa ABD yetkilileri geçmişte de zaman zaman benzer açıklamalar yapmışlar ve PKKya karşı daha etkili bir biçimde savaşması için Türk devletine yardım sözü vermişlerdi. Örneğin 2004te, o sıralar ABD Savunma Bakan Yardımcısı olan Paul Wolfowitz CNN Türkün Manşet programında, Mehmet Ali Birand ile Cengiz Çandarın sorularını yanıtlarken, PKKnın terörist bir örgüt olduğunun ve Türkiyenin bu örgütten çok çektiğinin altını çizmiş ve hepsinden önemlisi PKKnın artık Kuzey Irakta kalamayacağını ve kendilerinin bu örgütü Kuzey Iraktan söküp atmada kararlı olduklarını belirtmişti. (6) Ama herkesin bildiği gibi ABD, Güney Kürdistandaki PKK varlığına karşı herhangi bir ciddi tutum geliştirmedi ya da geliştiremedi.
Belki daha da önemlisi, açılımı ABDnin planladığı, açılımın gerçek mimarının ABD olduğu yolundaki görüşleri ısrarla dile getirenlerin, Türkiyeyi sıradan ve geri bir yarı-sömürge ülke olarak algılamaları VE emperyalistlerarası güç dengesinin son yıllarda hızla ABDnin aleyhine bozulmakta olmasının farkında olmamalarıdır. Aşağıda daha detaylı bir biçimde ele alacağım bu konu hakkında şimdilik şunu eklemekle yetineceğim: Türkiye-ABD ilişkilerine 1960ların sol hareketinin gözlükleriyle bakan bu anlayış sahipleri, açılım sürecinin ardında yatan ve sadece bir ya da iki boyutuyla ele aldıkları (ABDnin Türkiyeye Irakta bekçilik görevi verdiği vb.) dışsal faktörlerin rolünü mutlaklaştırmakta, içsel faktörlerin etkisini neredeyse sıfır derekesine indirgemektedirler; onlar Türk burjuvazisinin gerçek ve uzun erimli çıkarlarının, bölge ölçeğindeki ihtiraslarının ve görece elverişli siyasal konjonktürün sunduğu olanakların Kürt-Türk sorununun burjuva çözümünü dayattığını anlayamamakta ve böylelikle kendilerini teoride sığlığa ve subjektivizme ve siyasette ilkelliğe ve oportünizme mahkum etmektedirler. Yaşanan süreci yanlış bir analize tabi tutanlar, ABD emperyalizminin karşı konulmaz gücünü gözlerinde alabildiğine büyütenler ve aynı anlama gelmek üzere tarihi, emperyalist saldırganlığa direnen Ortadoğu ve Orta Asya halklarının ve Türk gericiliğine direnen Kürt halkının yazmakta olduğunu göremeyenler, lafta sol ve keskin, ama pratikte sağcı ve teslimiyetçi politikalar üretmekten kaçınamazlar. Bu hatalı yaklaşımın bir başka olumsuz yan ürünü de şu: Bütün bu olup bitenleri, sadece ve sadece eski gücünü ve konumunu muhafaza ettiğini varsaydıkları ABDnin hanesine yazanlar, ister istemez, Washingtonun buyruklarını yerine getirmekle görevlendirildiğini ileri sürdükleri Türk burjuvazisinin ve gericiliğinin sorumluluk ve suçlarını küçükseyecek ve frene basmazlarsa zamanla niyetlerinden bağımsız olarak ulusal solcularımızın konumuna yaklaşacaklardır.Açılımın Anlamı
AKP hükümeti başından beri, Kürt açılımı, demokratik açılım, milli barış ve kardeşlik projesi gibi isimlerle pazarlamaya çalıştığı bu girişimden neyi kastettiği konusunda net bir açıklama yapmamış, daha ziyade imalara ve demagojik söylemlere başvurmayı yeğlemiş ve devlet aygıtı içindeki muhaliflerinin ve gerici ve şovenist partilerin ve AKPnin kendi içindeki Türk şovenistlerinin ve olayların basıncı altında zamanla bunun devletin bir yeniden düzenlenmesi ya da yeniden örgütlenmesi girişimi olduğunu söylemeye yönelmiştir. AKP hükümeti gene bu basınç altında, baştaki ikiyüzlü ve sahte demokratist söylemini de geri plana itmiş, terörle savaşımın en etkili yolu olarak pazarlamaya çalıştığı açılımın PKKyı silahsızlandırma ve teslim alma yönünü öne çıkarmış ve özelde Kürt halkının ve genelde Türk işçi sınıfı ve halkının ileri kesimlerinin demokratik beklentilerine yanıt verememiştir. Zaten verebilmesi de beklenemez. Beklenemez; çünkü AKP hükümetinin ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıklarının açılım girişimi demokratik bir açılım değildi ve hiçbir zaman da olmamıştı. Açılım, devlet aygıtının yukardan aşağı ve bürokratik ve despotik bir tarzda, yani halkın aşağı sınıf ve katmanlarının katılımı olmaksızın yenilenmesi projesidir; dahası AKP ve devlet içindeki bağlaşıkları, klasik Osmanlı-Türk yönetim tarzına uygun olarak, halkın bu yenilenme sürecine katılımını ve müdahalesini kasıtlı olarak engellemektedirler. Onların, barış ve demokrasi talebiyle sokağa dökülen Kürt gençleri ve halkına ve onların siyasal temsilcilerine karşı takındığı düşmanca tavrı, sadece Türk şovenizmiyle değil, aynı zamanda bu, siyasetin sokağın işi olmadığı anlayışıyla açıklamak gerekir.
Peki ama sözkonusu açılım girişiminin demokratik bir nitelik taşımaması, hatta tamamen anti-demokratik ve bürokratik metotlarla yürütülmesi, buna teröre karşı kararlı savaşım söyleminin ve askeri operasyonların ve tutuklamaların eşlik etmesi ne anlama gelmektedir? Türkiyede hiçbir şeyin değişmediği, açılım denen şeyin devletin kendi imajını tazelemesi için, ABDnin Irakta istikrarı sağlamakla görevlendirdiği Türkiyenin ABD ile birlikte, PKKyı silahsızlandırmak ve teslim almak için çevirdiği bir dolaptan ibaret olduğu anlamına mı? Tabii ki hayır. Gözlerini objektif gerçeğe kapamayan herkes, sözkonusu açılımın salt göstermelik ve demagojik bir nitelik taşımadığını, sahici bir değişime işaret ettiğini kabul etmek zorundadır. AKP hükümetinin ve devletin zigzagları, gerici açıklama ve önlemleri, açılım sürecinin bir sahtekarlık olduğu ya da sona erdiği anlamına gelmez; bunun böyle olduğunu düşünenler, aşağıda da değineceğim gibi bilerek ya da niyetlerinden bağımsız olarak burjuva demokrasisini yüceltmekte ve/ ya da AKP hükümetinden hiç de veremeyeceği şeyleri beklemektedirler.
Arka planında yer alan itici güçleri, kendisini dayatan iç ve dış koşulları ve kaçınılmaz olarak içerdiği demagojik öğeleri gözardı etmeksizin, AKP hükümetinin ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıklarının son bir kaç yıla yayılan, ama son aylarda hızlanan bu açılımının öğelerine - önem ya da zamanlama sırası yapmaksızın- şöyle bir göz atmak, onun sıradan bir düzenleme olmanın çok ötesine geçtiğini göstermektedir:
*Sivil üyelerinin sayısı arttırılan Milli Güvenlik Kurulunun eski yarı-özerk ya da özerk konumunu ve ağırlığını hükümet yararına yitirmesi,
*Pratikte buna çok uygun davranmamakla birlikte AKP hükümetinin, askeri kliğin ana gövdesinin ve şovenist ve faşist güçlerin körüklediği Kürt-Türk çatışması çizgisini mahkum etmesi,
*Askeri personelin sivil mahkemelerde yargılanmasını sağlayan ve sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmasını önleyen yasa değişikliklerinin kabulü,
*Ergenekon davası dolayımıyla TSKnin, onun içindeki cunta oluşumlarının ve onların sivil uzantılarının İrticayla Mücadele Eylem Planı, Eldiven Planı, Kafes Planı, Balyoz Planı gibi- katliam, sıkıyönetim ve darbe planlarının sergilenmesi ve kamu vicdanında mahkum edilmesi,
*Gene bu dava bağlamında, ilk kez üç eski kuvvet komutanının savcılığa gelerek emekli oramiral Özden Örneke ait olduğu ileri sürülen Darbe Günlükleri hakkında ifade vermesi, aralarında bazı emekli generallerin, orta ve alt düzeyde de olsa görev başındaki bazı askeri personelin gözaltına alınması ve/ ya da tutuklanması ve yargılanmasının olağan hale gelmesi,
*Başta Kürt sorunu gelmek üzere, tabu sayılan bir dizi konunun kamuyounda açıkça konuşulabilir hale gelmesi; Kürt sorununun TBMMnde açık oturumda tartışılması,
*Askeri kliğin yakın ve yer yer de uzak geçmişte Türk ve yer yer de Kürt halkına vb. karşı işlemiş olduğu ağır suçların, suikast ve katliamların, AKP hükümetinin de katkısıyla kamuoyunun gündemine taşınabilmesi,
*TRT Şeşin yayın yaşamına başlaması, özel TV kanallarında 24 saat Kürtçe yayın yapılmasının olanaklı hale getirilmesi,
*Hükümetin, Alevilerle barışma ve laik devletin Sünni gericiliğini esas alan geleneksel çizgisinden bir ölçüde uzaklaşma sinyalleri vermesi,
*Başbakan R. T. Erdoğanın, faili meçhullerden, boşaltılan köylerden, Dersim katliamından vb. söz etmesi sırasında yaptığı gibi gerici Türk burjuva devletinin kandökücü ve barbar niteliğini ikiyüzlü bir biçimde de olsa sergilemesi,
*Devletin zorla assimilasyon ve Türkleştirme politikaları çerçevesinde değiştirmiş olduğu yer isimlerinin eski haline döndürülmesi doğrultusunda adımlar atılması,
*Mardinin Artuklu Üniversitesinde Türkiyede Yaşayan Diller Enstitüsünün kurulması,
*Başbakan Yardımcısı Bülent Arınça suikast hazırlığı iddialarının ardından Seferberlik Tetkik Kurulu olarak bilinen Özel Harp Dairesinin ya da Kontrgerillanın Ankaradaki bürolarının kapsamlı bir aramaya tabi tutulması,
* Güvenlik kuvvetlerinin işkence vb. uygulamalarını denetleyecek bir Bağımsız Kolluk Gözetim Komisyonuna ilişkin bir yasanın hazırlığının yapılmakta olması,
*Başta enerji alanında işbirliği olmak üzere Rusyayla siyasal ve özellikle ekonomik ilişkilerin yanısıra askeri ilişkilerin geliştirilmesi,
*Türkiyenin Ağustos 2008deki Rusya-Gürcistan savaşı ve sonrasında görüldüğü gibi ABD ve NATOnun Karadenize çıkma ve Kafkasyaya sokulma girişimlerine soğuk bakması ve içinde Türkiye ile Rusyanın yer alacağı, ama ABD ve ABnin yer almayacağı bir Kafkas İstikrar Paktının kurulmasını önermesi,
*Güney Kürdistanda herhangi bir devletsel oluşuma kesenkes karşı çıkma politikasının yerine, son yıllarda karşılıklı ekonomik ilişkilerin hızla geliştiği Kürdistan Bölgesel Hükümetiyle yakınlaşmanın geçirilmesi,
*Türkiyenin Irakla ve özellikle de Suriye ve daha sonra da Lübnan ile ilişkileri çok yanlı bir biçimde geliştirme doğrultusunda adımlar atması, TSK ile Suriye ordusunun ilk kez ortak askeri tatbikat yapması,
*Başbakan R. T. Erdoğanın, İranın nükleer çalışmalarını yasaklamak isteyen İsrail ve Batılı bağlaşıklarının ikiyüzlülüğünü sergilemesi ve tüm nükleer silahların yasaklanmasını talep etmesi, (7)
*Karşılıklı ticareti, ekonomik ve siyasal ilişkileri ve turizmi geliştirmek amacıyla bir dizi Arap ülkesiyle (Suriye, Ürdün, Libya, Fas, Tunus) vizelerin kaldırılması; bu yaklaşımın diğer bölge ülkelerini de kucaklayacak tarzda geliştirilmesi niyetinin dile getirilmesi,
*Türkiyenin bölgedeki çeşitli sürtüşme ve anlaşmazlıkları (Hamas ile Fatah, İsrail ile Filistin, Irak ile Suriye vb.) gidermek için aktif bir diplomasi sürdürmesi,
*ABD, İsrail ve Batı Avrupa ülkelerinin yalıtmaya ve istikrarsızlaştırmaya çalıştığı, yaptırımlar ve savaşla tehdit ettiği İranla siyasal ve enerji de içinde olmak üzere- ekonomik ilişkilerin geliştirilerek sürdürülmesi,
*Türkiyenin, Filistine yakın durmaya başlaması, İsraille ilişkilerini bir ölçüde zayıflatması, ABD ve AB emperyalistlerinin terörist örgüt saydığı HAMASın ve Hizbullahın izole edilmesine karşı çıkması,
*Ermenistanla ilişkilerin uzun bir aradan sonra yeniden canlandırılması doğrultusunda adımlar atılması,
*Kördüğüm haline gelmiş olan Kıbrıs sorununun çözümü için daha önceki hükümetlere kıyasla daha ciddi çabaların harcanması,
*Türkiyenin, ABD ve ABnin Darfurda jenosid yaptığı savıyla izole etmeye çalıştığı ve bir iç savaşı kışkırtmakta olduğu Sudanla ilişkilerini geliştirmekte olması,Bundan 10-15 yıl önce, Türkiyede bu hususların çoğunun söylem düzeyinde dile getirilmesinin ya da demagojik bir tarzda ele alınmasının bile, olanaklı olabileceğini herhalde pek az kimse tahmin edebilirdi. Ama görece uygun iç ve dış koşullar biraraya gelmiş ve bu koşullar AKP hükümetine cesur bir çıkış yapma olanağını vermiştir. (8) Yukarda saydığım adımların bir bölümü belki AKPnin İslami duyarlılığı, yeni-Osmanlıcı dış politika anlayışı ve dünya görüşüyle açıklanabilir; ancak ülkede, bölgede ve dünyada güç dengelerinin radikal bir biçimde yeniden değişmemesi halinde, işbaşına gelebilecek herhangi bir yeni hükümetin de bu adımların ruhunu muhafaza edeceğini söyleyebilirim.
Durumun objektif analizi, Türk burjuva devletinin - özü devlet aygıtının günün ve konjonktürün gereklerine göre yeniden inşası olan- bir yeniden yapılanma süreci yaşamakta olduğunu göstermektedir. Askeri -ya da daha doğru bir anlatımla askeri-bürokratik- kliğin nüfuzunun azalmasına VE Türkiyenin daha aktif, daha dengeli ve daha çok-yanlı bir dış politika izlemesiyle nitelenen bu değişikliklerin Cumhuriyet tarihi boyunca rastlanmamış bir düzeniçi dönüşüm anlamına geldiği tartışma götürmez. Bu dönüşümün mantıksal yönelimi; aşırı derecede büyümüş ve hantallaşmış, çok kaynak tüketmeye ve burjuvazinin ana gövdesinden görece özerk bir biçimde hareket etmeye alışmış olan devlet aygıtının daha işlek ve rasyonel bir yapıya kavuşturulması ve sermayenin gereksinimlerini daha rahat karşılayacak hale getirilmesi, kapitalizmin daha geniş, daha güçlü ve daha istikrarlı bir temele kavuşturulması ve bu aygıtın bünyesindeki -ABD-İsrail nüfuzuna açık- bazı oluşumların Kürt-Türk sorununu bir çatışma düzlemine taşıma eğiliminin önüne geçilmesidir. Bu bakımdan bu sürecin, burjuvazinin geniş kesimleri tarafından desteklenmesi nesnelerin doğası gereğidir. AKP hükümeti sadece askeri kliğin değil, CHP, MHP, BBP gibi partilerin ve diğer şoven çevrelerin basıncı altında olmasına rağmen şimdiye kadar hiçbir burjuva hükümetinin değinmeye cesaret edemediği gerçekleri; sahte, ikiyüzlü ve korkak bir biçimde de olsa gündeme taşımış bulunuyor. Herhalde bunun başka türlü olması, gerici İslamcı burjuvazinin bu siyasal temsilcisinin az-çok demokratik bir çıkış yapması da zaten nesnelerin doğasına aykırıydı.
Sözkonusu açılımı önceleyen ve izleyen gelişmelerden hareketle, AKP hükümetinin korkak ve ikircimli tutumuna rağmen Türk burjuva devletinin, onyıllardır askeri kliğin önderliğinde sürdürdüğü ve özü Kürt ulusunun varlığını yadsıma ve onun demokratik özlemlerini beyaz terörle bastırma olan politikasından bir ölçüde uzaklaşma şansının ilk kez yakalandığını söyleyebiliriz. Görünen o ki, AKP hükümeti ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıkları, devletin geleneksel Kürt politikasını ve özellikle bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtma siyasetini Türk milliyetçiliği ve üniter devlet zemininden kopmaksızın- yarım yamalak bir biçimde de olsa reddetme eğilimindedirler. Ve görünen o ki Türkiye, kökü Türk ulusunun oluşumunda yatan kendine özgü tarihsel bonapartizmini geride bırakıyor ve sosyo-ekonomik gelişme düzeyinin gerektirdiği olağan bir asker-sivil ilişkileri rejimine, yani geri bir burjuva demokrasisine yöneliyor. Aslında bunun işaretleri 2006dan itibaren görülmeye başlanmıştı. 2007de kaleme almış olduğum bir yazımda Türkiyenin artık bir açılım yapmak zorunda olduğu hususunu şöyle dile getirmiştim:
Ankaradaki kalın kafalılar bile şunu anlamaya başlamışlardır: Türkiyenin ABDnin stratejik uşağı konumu sarsılmış, görünür gelecekte biricik süper devlet konumunu muhafaza edecek olan ABDnin bölgedeki ve dünyadaki- egemenlik ve nüfuzu çöküş evresine girmiş, dünya birden fazla büyük emperyalist devletin rekabet edeceği çok kutuplu bir yapıya doğru evrilmeye başlamıştır. Bu arada, Irak Kürtlerinin bu tarihsel fırsattan yararlanarak kurmuş oldukları devletin uluslararası ölçekte tanınması hemen hemen kesinleşmiştir; bu sonuncu olgu Türk egemen sınıflarının hiçbir açılım getirmediği Türkiye Kürdistanında önemli dalgalanmalara yol açma potansiyeli taşımaktadır. (9)Değerlendirmelerini, soyut aksiyomlardan ve ezberlenmiş formüllerden değil, canlı olgulardan hareketle yapanlar, ABD-İsrail-Britanya blokunun desteklediği ve yakın zamana kadar şampiyonluğunu askeri kliğin yaptığı bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtma siyasetinin, gerek iç ve gerekse uluslararası ölçekteki güç ilişkilerindeki kaymalara bağlı olarak aşılmakta olduğunu kavrayacaklardır. Bu konuya aşağıda yeniden döneceğim.
Açılımın Dış Dinamikleri: ABD ve Ortaklarının Gerilemesi
Açılımın mimarının ABD olduğunu ileri sürenler, halihazırda dünyanın en güçlü emperyalist süper devleti olmaya devam etmesine rağmen bu ülkenin önemli ölçüde zayıfladığı ve moda deyimle dünyanın çok kutuplu hale gelmekte olduğu gerçeğini de gözardı etmektedirler. Onlar, artık kimsenin anımsamadığı Büyük Ortadoğu Projesinin halkların direnişi sayesinde çoktandır tarihin çöplüğüne atıldığını unutmakta, 2001den bu yana yürüttüğü savaşlar sonucu gerek sert ve gerekse yumuşak gücü büyük ölçüde yıpranan ve 2008de başlayan mali krizin etkileriyle boğuşmakta olan ABDnin batma sürecine girmiş olduğunu görememektedirler. Oysa, ancak Çin ve Japonya başta gelmek üzere başka ülkelere borçlanmak suretiyle finanse edebildiği emperyalist savaşlar, ABDni mali iflasın eşiğine getirmiştir. Devasa boyutlara varan ve gelecek kuşakların ödemek zorunda olduğu- borçları ve bütçe açıkları nedeniyle ABD doları, değerinin hızla düşmesi, hatta sıfırlanması tehlikesiyle karşı karşıyadır. (10) 2001de Nobel ekonomi ödülünü kazanan ünlü Amerikalı iktisatçı Joseph Stiglitz, Linda Bilmes ile birlikte kaleme aldığı ve Şubat 2008de yayımladığı The Three Trillion Dollar War (=Üç Trilyon Dolarlık Savaş) başlıklı yazıda Irak ve Afganistan savaşlarının daha 2008 başlarında ABDne en azından 3 trilyon dolara mal olduğunu belirtiyordu. Böylece bu iki savaşın toplam maliyeti; 12 yıl sürmüş olan Vietnam savaşının maliyetini aşmış, Kore savaşının maliyetinin iki katını, 1991deki İkinci Körfez savaşının maliyetinin on katını ve Birinci Dünya Savaşının maliyetinin iki katını bulmuştu. 6 Nisan 2008de kaleme aldıkları bir başka yazıda Stiglitz ve Bilmes aslında 3 trilyon dolarlık harcama tahminlerinin fazlasıyla muhafazakar bir rakam olduğunu, aslında 4 ya da 5 trilyon dolar gibi bir rakamın daha gerçekçi olduğunu yazacaklardı. (11)
Aslında ABD, bu son ekonomik bunalımın patlak vermesinden yıllar önce sanayi ürünlerinin çok büyük bir bölümünü Çin, Japonya ve Hindistandan ve Güneydoğu Asya ülkelerinden vb. ithal eder hale gelmiş, ülkenin sınai temeli büyük ölçüde çökmüş ve sınai işgücü küçülmüştü. Buna ek olarak, askeri harcamaların bütçenin büyük bölümünü yutması nedeniyle, üretici sektörlere, kentsel altyapılara ve eğitim ve sağlık alanlarına çok az yatırım yapılabilmesi de insangücünün kalitesini düşürmekte ve ABDni hızla bir çeşit Üçüncü Dünya ülkesi haline getirmekteydi. (12) Ekonomik durgunluğun bunalıma dönüşmesine bağlı olarak bu olumsuz trendler daha da yoğunlaştı; tekelci kapitalistler ve özellikle bankalar ve mali sermaye sahipleri daha da zenginleşirken, (Citigroup, Bank of America, AIG, Fannie Mae gibi) bazı çok ünlü bankaların ve mali kuruluşların yanısıra onbinlerce küçük ve orta boy işletme battı. Resmi rakamların da üzerinde olan yoksulluk son yıllarda hızla yaygınlaşıyor. Bu süreçte milyonlarca Amerikan ailesi de evlerini yitirdi. 2009 sonu itibariyle hacize uğrayan ev sayısının 6 ya da 7 milyon olduğu tahmin ediliyor. Aralık 2009da 24 milyonu bulan işsiz sayısı artmaya devam ediyor. Federal Reserve (=ABD Merkez Bankası) Başkanı Ben Bernanke, işsiz sayısının önümüzdeki aylarda, hatta yıllarda artmaya devam edeceğini, 2007 yılının istihdam rakamlarına ancak 2016da ulaşılabileceğini tahmin ediyor. Kasım 2009da yayınlanan bir federal hükümet raporu, ABDnde yeterli yiyecek bulamayan ailelerin sayısının hızla artmakta olduğunu gösteriyordu. Tarım Bakanlığının verilerine dayanan bu rapora göre yaklaşık 50 milyon Amerikalı yiyecek sıkıntısı çekiyordu. (13) Devlet, Federal Reserve aracılığıyla, sözümona ekonominin canlanması için bankacılık sektörüne neredeyse yüzde sıfır faizle trilyonlarca dolar tutarındaki fon aktardı; ancak kısa erimli kar peşinde koşan bankalar bu fonları, üretici sektörlere kredi sağlamak ve böylece gerçek ekonominin canlanmasına yardım etmek yerine, dünyanın değişik yerlerinde giriştikleri spekülatif faaliyetlerde kullanmaya ve yöneticilerine çok yüksek aylıklar ve primler ödemeye devam ettiler.
Bu çöküş sürecinden, Afganistan-Pakistan, Irak, Somali ve Yemende sonu gözükmeyen ve stratejik hedefleri belirsiz savaşlara batmış olan ABD silahlı kuvvetleri de payını aldı: Ölü ve yaralı sayılarının yüzbini aşması, yeni asker bulmakta zorlanması, intiharların ve asker kaçaklarının sayısının hızla artması, (14) bakım ve geçim olanaklarından yoksun ve büyük çoğunluğu psikolojik sorunlar yaşayan savaş gazileri ordusunun büyümesi ve yıllardır yenilenemeyen silah ve donanımının yıpranması nedeniyle ABD ordusu hem büyük bir moral çöküntüsü yaşamakta ve hem de caydırıcı gücünü yitirmektedir. Güvenlik ve teröre karşı savaşım bahanesiyle demokratik hak ve özgürlüklere yapılmakta olan saldırıların bir polis devletine dönüştürmüş olduğu ve eski halinin bir gölgesi olan ABD artık, sadece askeri gücünden ötürü bir süper devlet olarak anılmayı hak etmektedir. Bütün bu nedenlere bağlı olarak, ABDnin uluslararası alandaki nüfuzunun ve yaptırım gücünün büyük ölçüde azalmış olması, Türkiye gibi bölgesel güçlerin bu durumdan yararlanmaya kalkması ve önümüzdeki aylarda ve yıllarda ABDnin büyük sınıf savaşımlarının sahnesi haline gelmesi kimseyi şaşırtmamalıdır.
Aslında sadece ABDnin değil, bu süper devletin Ortadoğu politikalarının belirlenmesinde çok önemli ve yer yer belirleyici etkisi olan İsrailin de Filistin ve Lübnan halklarının uzun ve başeğmez direnişi karşısında zayıflamış olduğuna ve yenilmezlik büyüsünü yitirdiğine tanık oluyoruz. Şubat 2005te öldürülen Lübnan eski başbakanı Refik Haririnin ABD-İsrail yanlısı olarak bilinen oğlu ve şimdiki Lübnan Başbakanı Saad Haririnin 10-12 Ocak tarihleri arasında Türkiyeyi ziyaret etmesi ve bu ziyaret sırasında Filistin-yanlısı ve İsrail-karşıtı bir söylem kullanması ve savaş gemileri ve uçaklarının pek çok kez Lübnan karasularına ve hava sahasına yasadışı bir biçimde girdiğini belirttiği İsrailI kınaması, güç dengelerindeki sözünü ettiğim değişikliğin bir başka göstergesidir. Bu bağlamda, bir başka önemli gelişme de Haririnin ve 14 Mart Koalisyonu adını taşıyan partisinin, BM Güvenlik Konseyinin, ABD, İsrail ve ABnin baskısı altında 2 Eylül 2004te kabul ettiği ve Suriye kuvvetlerinin Lübnandan çekilmesinin yanısıra Hizbullahın silahsızlandırılmasını dayatan ve 2005-2009 döneminde yaşama geçirilmesini savunduğu- 1559 Sayılı Kararının arkasından desteğini çekmiş olmasıdır. Anımsanacağı üzere Hariri, 2009 başlarında Hizbullahın lideri Hasan Nasrullahla görüşmüş, Haziran 2009 seçimlerini izleyen ve aylar süren çetin müzakerelerden sonra Kasım 2009da, içinde Hizbullahın da yer aldığı bir koalisyon hükümeti kurmuş ve -2005ten bu yana ilk kez- Aralık 2009da da Suriyeyi ziyaret etmişti. Bütün bu gelişmeler; Lübnanda bir iç savaşı kışkırtmak, bu ülkeyi Suriyeye ve İrana karşı kullanılacak bir üs haline getirmek isteyen ABD, İsrail ve Fransanın hesaplarının, en azından şimdilik boşa çıktığını da göstermektedir.
Washington-Telaviv-Londra ekseninin üçüncü üyesinin durumu da parlak değil. Üzerinde güneş batmayan imparatorluğunu yitirdikten sonraki dönemde de, nükleer gücüne ve ABD ile olan özel ilişkisine dayanarak kendisini bir çeşit büyük devlet gibi pazarlayan Britanya da artık gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalmakta. Washingtonun teröre karşı savaşını ve Afganistan ve Irak maceralarını hararetle destekleyen Londra, banka kurtarma operasyonlarının ve büyük askeri harcamaların da etkisiyle 2008de patlak veren mali krizden en fazla etkilenen ülkelerden biri oldu.
Britanyanın en eski araştırma kuruluşlarından Ulusal Ekonomik ve Toplumsal Araştırma Enstitüsü, ekonomisi, yaşanan ekonomik krizden en fazla etkilenen Avrupa ülkeleri arasında yer alan Britanyada kişibaşına gelir düzeyinin ancak altı yıl sonra 2008 başlarının düzeyine ulaşabileceğini tahmin ediyor. Britanyanın ekonomik krizden en fazla ve en derin bir biçimde etkilenen gelişmiş ülke olduğu görüşüne katılan Uluslararası Para Fonunun hesaplarına göre ise önümüzdeki beş yıl içinde bu ülkenin toplam borcu, brüt yurtiçi gelirine eşit bir düzeye ulaşacaktır. Parası hızla değer yitiren Britanya, son on yılda imalat sanayisi sektöründe iş yitimi oranının yüzde 30u bulmasıyla da bir Avrupa rekoru kırmış bulunuyor.
Hayli eskimiş olan denizaltı temelli Trident nükleer füzelerini ve yıpranmış olan diğer silah sistemlerini yenilemek için gerekli olan parayı bulamayan Britanya, bir zamanlar övünç kaynağı olan ve Londranın yumuşak gücünün çok önemli bir bileşenini oluşturan yurtdışındaki geniş diplomatik misyon ağını da daraltmak zorunda kalıyor. Bütün bunlara ABDnin; Çin, Hindistan, Brezilya gibi yükselmekte olan güçlerle ilişkilerini geliştirirken, Britanya ile olan özel ilişkisini artık eskisi kadar önemsememesini ekleyebiliriz. Muhalefetteki Muhafazakar Partinin Başkan Yardımcısı ve gölge dışişleri bakanı William Haguein geçenlerde yaptığı bir konuşmada söyledikleri Britanyanın durumunu özetlemektedir:
Zaman geçtikçe Britanyanın dünya üzerindeki nüfuzunu, alışık olduğu düzeyde sürdürmesi giderek daha da güçleşecektir. (15)
ABDnin zayıflaması kendisini, dünyanın öbür ucunda bulunan ve özellikle siyasal ve askeri alanlarda ABDne yakınlığından ötürü Asyanın Britanyası olarak nitelendirilen Japonyada da hissettiriyor. Bu ülkede 30 Ağustos 2009da yapılan seçimler, ABD işgalinin sona erdiği 1952 yılından bu yana ülke politikasına hemen hemen kesintisiz bir biçimde egemen olan ve ABD-Japonya bağlaşmasının sembolü sayılan Liberal Demokratik Partinin ağır yenilgisiyle sonuçlandı. Eylül 2009da ise yeni koalisyon hükümetini, seçimden zaferle çıkan Japonya Demokratik Partisinin lideri Yukio Hatoyama kurdu. Hatoyamanın seçim platformu, ABD-Japonya askeri ilişkilerinin gözden geçirilmesini ve Okinawa adasındaki dev ABD üssünün boşaltılmasını da içeriyordu. Yeni başbakan seçimlerden önce ve sonra yaptığı konuşmalarda Japonyanın, ABD ile Çin arasında siyasal ve ekonomik bağımsızlığını sürdürmesinin önemini vurguladı. Dahası, Japonyanın öncelikle bir Asya ülkesi olduğunun altını çizen Hatoyama, Asya ülkeleri arasında Avrupa Birliği benzeri bir Doğu Asya Birliği kurmanın önemi üzerinde duruyor. 13 Aralık 2009da Japonya, Çin ve Güney Kore liderleri, İkinci Dünya Savaşının sona ermesinden bu yana ilk kez bir ortak doruk toplantısı yaptılar ve Doğu Asyada ekonomik işbirliği konusunu tartıştılar. Tabii, ABD ile Japonya arasındaki bağları radikal bir tarzda gözden geçirmesi beklenmeyen Japonya Demokratik Partisinin, Çin-Japonya ilişkilerini düzeltmesinin önünde bazı engeller de bulunuyor. Her şey bir yana Asyanın bu iki büyük ekonomik gücü arasında önemli çelişmeler ve yüzyıllardır süregelen rekabetin ve -1930lardan İkinci Dünya Savaşının bitimine kadar süren Japon işgali başta gelmek üzere- yaşanan savaşların izleri var. Ancak Çinin daha 2007de ABDni geçerek Japonyanın en büyük ticaret ortağı haline gelmiş olduğu, ABD ekonomisinin daralmakta olduğu, nüfusu hızla yaşlanan ve 1990lardan bu yana ekonomik durgunluktan kurtulamayan ve bu son ekonomik kriz ortamında daha da küçülen Japonyanın, yüzünü Asyaya dönmek zorunda hissettiği, Tokyonun bundan böyle ABDnin Çini kuşatma politikasını gözü kapalı bir biçimde desteklemeyeceği tartışma götürmez olgular. Japonyanın önce Asya politikasının ardında bu işte bu gerçeklikler yatıyor.ABD ve bağlaşıklarının konumlarının zayıflamasının yansıdığı bir başka ülke ise Ukrayna. Bu ülkede 24 Ocak 2010da ilk turu yapılan devlet başkanlığı seçimlerinin sonuçları beklendiği gibi, 2004te CIAin ve onun güdümündeki sivil toplum örgütlerinin desteğiyle gerçekleştirilen Portakal Devriminin sonunun ilan etti. Seçimlerin ilk turunda, 2004te kazandığı seçimlerden Portakal Devrimi denen darbe girişimiyle yoksun bırakılan Viktor Yanukoviç, oyların yüzde 36sını alarak ilk sıraya oturdu. Portakal Devrimcilerinden farklı olarak Rusyanın Karadeniz filosunun Simferopol limanını kullanmaya devam etmesine izin verilmesinden, Ukraynanın Rusya ile ilişkilerini düzeltmesinden ve Batıya mesafeli durmasından yana olan ve ülkesinin NATOya girmesine karşı çıkan Yanukoviçin, 7 Şubatta yapılacak ikinci turu kazanması bekleniyor. Portakal Devriminin önde gelen isimlerinden olan, ancak daha sonra bu devrimin lideri ve şimdiki Başkan Viktor Yuşçenko ile anlaşmazlığa düşen Başbakan Yulia Timoşenko ilk turda oyların yüzde 25ini alırken, Yuşçenko yüzde sadece 5le yetinmek zorunda kaldı. Timoşenkonun da Rusyaya kur yaptığı dikkate alındığında, bu seçimlerin Portakal Devrimiyle açılan dönemin kapandığı anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
Öte yandan, dünyanın atelyesi görünümünü veren Çinin son bir kaç onyıldır yüksek bir ekonomik büyüme temposu yakalamış ve halihazırda yaşanan ekonomik bunalımdan fazlaca etkilenmemiş olması ve büyümesini sürdürmesi, Çin ölçüsünde olmasa da büyümelerini sürdüren ve güçlenen Hindistan, Rusya ve Brezilya gibi ülkelerin önemli bölgesel aktörler olarak ortaya çıkmaları, son yıllarda ekonomileri büyümeyen, hatta bir ölçüde küçülen ABD ve Batı Avrupanın hegemonyasına dayanan eski uluslararası sistemi sallamaktadır. (16) G-7 ya da G-8 üyelerinin, 24-25 Eylül 2009da ABDnin Pittsburgh kentinde yapılan toplantıda yerlerini, aralarında Çin, Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi ülkelerin de yer aldığı G-20 grubuna bırakmayı kararlaştırmaları, 1976dan bu yana dünya ekonomisini bir biçimde yöneten G-7nin ve özellikle de ABDnin liderlik rolünün zayıflamasını ve dünya ölçeğinde ekonomik ve siyasal güç dengelerinin değişmesini sembolize ediyor.
ABDnin zayıflaması, uluslararası rezerv para olarak kullanılan doların zayıflamasıyla elele gidiyor. Aralarında Çin, Rusya, Japonya, Brezilya ve Basra Körfezi ülkelerinin de bulunduğu bir dizi ülke doların yerine, avronun ya da içinde avronun da yer alacağı bir dizi paranın geçirilmesi için görüşmeler yapıyor. Böyle bir kararın alınması ve yürürlüğe konması, ABDne indirilmiş yeni bir ağır darbe olacaktır. Bu arada, ilk resmi toplantılarını 16 Haziran 2009da Rusyanın Yekaterinburg kentinde yapan ve her yıl biraraya gelmeyi kararlaştıran BRIC ülkeleri, yani Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin bu vesileyle yeni bir uluslararası rezerv paraya geçilmesi konusunun yanısıra Uluslararası Para Fonunun (=IMF) reforma tabi tutulmasını ve Batılı-olmayan ülkelerin bu kurum içindeki ağırlığını arttırmanın yollarını tartıştılar.Türkiyenin Uluslararası Konumu Değişirken
Türkiyedeki siyasal gözlemcilerin ve özellikle de Türkiye devrimci hareketinin bileşenlerinin büyük çoğunluğu, ABDnin ve onun en yakın bağlaşıkları olan İsrail ile Britanyanın çöküş sürecine girmiş olduklarını görmemekte inat etmeye ve açılımın mimarının ABD olduğunu ileri sürmeye devam edebilirler. Ancak gerçekler inatçıdır ve kendilerini onlara da kabul ettireceklerdir. Özetlemek gerekirse ABDnin; Irak, Afganistan-Pakistan -ve şimdi de Somali ve Yemen- bataklığına sürüklenmesi, insansal ve maddi kaynaklarını bu çatışma alanlarında israf etmesi, zaten yıllardır ilerlemekte olan bu Asyanın ya da Güneyin yükselişi sürecini daha da hızlandırmıştır. Emperyalistlerarası güç dengelerinde son yıllarda meydana gelen bu kayma ve değişmelerin en saldırgan kampı temsil eden ve dünya işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı konumunda bulunan ABD-İsrail-Britanya ekseninin yanısıra onların kuyruğunda sürüklenen ABnin konumunu zayıflatması, Türk gericilerini cesaretlendirmiş ve onların daha aktif ve daha çok-yanlı bir dış politika sürdürmelerine ve dahası AKP hükümetinin, Başbakan Erdoğanın one minute çıkışının sembolize ettiği bir İsrail-karşıtı politika yürütebilmesine olanak vermiştir.
Eğer açılım denen olay, Kürt halkını aldatmak ve siyasal radikalizminden arındırmak, PKKyı silahsızlandırmak ve teslim almak vb. amacıyla tezgahlanan bir komplodan ibaret olmayıp Türk burjuva devletinin bir yapı ve kabuk değiştirme girişimi ise, buna yol açan faktörlerin neler olduğu sorulabilir ve sorulmalıdır. Burada her şeyden önce yukarda belirtilen saptamaya dönmek ve Türkiyenin ekonomik gelişme düzeyi bakımından çok geri bir ülke olmadığını bir kez daha anımsamak gerekiyor. Türkiye, önemli ölçüde dışa bağımlı olmakla birlikte kapitalizmin görece erken geliştiği orta düzeyde gelişmiş bir kapitalist ülkedir. Özellikle askeri kliğin devletin dizginlerini elinde tuttuğu dönemde darkafalılık, siyasal miyopluk ve özgüven eksiklikliğiyle sakatlanmış olmalarına rağmen, bir imparatorluk geleneğinin sürdürücüleri olan Türk gerici egemen sınıfları ABDnin basit bir uşağı değildiler. (Tabii, Bayar-Menderes kliğinin işbaşında olduğu 1950-60 dönemi, 12 Mart cuntasının işbaşında olduğu 1971-73 dönemi ve 12 Eylül cuntasının işbaşında olduğu 1980-83 dönemini saymazsak.) Onlar, özellikle revizyonist/ sosyal-emperyalist Sovyet imparatorluğunun yıkılmasından ve bağımsız Türki cumhuriyetlerin kurulmasından bu yana, anlatımını Adriyatikten Çin Seddine sloganında bulan daha aktif bir dış politika izlemeye koyulmuş, Orta Asyadan Balkanlara, Kafkasyadan Kuzey Afrikaya kadar uzanan geniş bir alanda nüfuzlarını arttırmak için bu son yıllara kadar çok da başarılı olmayan- bir yayılma politikası izlemeye girişmişlerdi. Bu eğilim, esas olarak İslamcı burjuvazi diye nitelenen yeni, daha dinamik ve özgüveni daha yüksek burjuva katmanların temsilcisi olan AKPnin kendi hükümetini kurduğu 18 Kasım 2002 sonrası dönemde daha da güç kazanmıştır. Ancak, özellikle Orta Asyaya dönük Türk dış politikası, kabaca AKPnin hükümet olduğu döneme kadar esas olarak ABDnin güdümünde yürütülen ve Orta Asyada ABDnin nüfuzunu yaymayı hedefleyen bir Pantürkist renk taşırken, bu tarihten sonra Pantürkist özelliklerini önemli ölçüde yitirmiş ve daha çok, Türk burjuvazisinin ulusal hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik bir politika haline gelmiştir.
Türkiye-ABD ilişkilerine 1960ların sol hareketinin gözlükleriyle bakan ve Türkiyeyi sıradan bir yarı-sömürge gibi algılayanlar, 2001 krizinden sonraki yıllardaki hızlı büyümesi sonucunda -2008 yılı rakamlarına göre- dünyanın 17. büyük ekonomisi haline gelen Türkiye gerçeğine yabancıdırlar. (17) Türkiyenin yıllardır başta ABD emperyalizmi gelmek üzere öndegelen emperyalist ülkelerle işbirliği yaparak yakın çevresinde kendisine bir nüfuz alanı yaratmaya çalışmakta olması, TSKnin 1990ların başlarından bu yana çeşitli ülkelere sözde barış koruma güçleri göndermesi, bazı yakın ve uzak ülkelerin ordularını eğitmesi, Türk burjuvazisinin Ortadoğu, Balkanlar, Kuzey Afrika, Orta Asyada küçüksenmeyecek boyutlarda yatırımlar gerçekleştirmesi, (18) Türk gericilerinin TİKA (=Türkiye İktisadi Kalkınma Ajansı) aracılığıyla Türkiyenin yumuşak gücünü yayma çabaları, gene bu bölgelerde Gülen cemaatının devletin ve Türk işadamlarının da desteğiyle Türkçe öğreten çok sayıda okul açması bu yönelimin hemen akla gelen başka örnekleridir.
ABDnin ve Avrupa Birliğinin zayıflamasının ve Brükselin Ankaraya karşı mesafeli tutumunun ve Türkiyenin üyeliğini üstü örtülü bir biçimde engellemeye çalışmasının da etkisiyle Ankara yönünü giderek Ortadoğuya, Rusyaya ve genel olarak Asyaya ve kısmen de Afrikaya çevirmektedir. Örneğin bu dönem, 1990larda gelişmeye başlamış olan Türkiye-Rusya ilişkilerinin daha da ivme kazanmasına tanık olmuştur. ORSAM Avrasya Danışmanı Dr. İlyas Kamalov, Türkiyede AKPnin ve Rusyada da Vladimir Putinin iktidara gelmesiyle birlikte Türk-Rus ilişkilerin hızla gelişmeye başladığını ve ABD ve ABnin bu yakınlaşmayı kaygıyla izlediğini söylediği yazısında şunları belirtiyordu:
Tarihi ve kültürel bağların yanı sıra uluslararası arenadaki gelişmeler ile Rusya ve Türkiyenin özellikle bölgedeki gelişmelere karşı benzer politikalar izlemeleri, iki ülkenin yakınlaşmasının temel nedenleri arasında yer almaktadır. Ayrıca uluslararası arenadaki konumlarından ve Batının kendilerine atfettiği rolden memnun olmayan Moskova ile Ankara yeni rol arayışı içerisindedir. Rusya, kendisine sadece gaz ve petrol pompalayan bir ülke gözüyle bakılmasından rahatsızken, Türkiye ABD ve ABnin kendisini sadece Batının Orta Doğu ve Afganistan gibi coğrafyalara yönelik politikalarında bir köprü olarak kullanmasından yakınmaktadır. (19) TÜRKSAM Başkanı Sinan Oğan ise Rusya Başbakanı Vladimir Putinin 6 Ağustos 2009da Türkiyeye yaptığı ziyaret sonrasında Bosfora verdiği ve Ankaranın artık ABD ve ortaklarının Rusya-karşıtı Pantürkist tutumlarından vazgeçtiğini belirttiği mülakatında şunları söylüyordu:Bu ziyaret sonrasında Türkiye ile Rusya ilişkileri beşyüz küsür yıllık tarihinde en yüksek noktaya çıkmış oldu. İki ülke ekonomisi ve coğrafyası birbirini tamamladığı için ilişkilerin de daha yukarılara çıkarma imkanının mevcut olduğu bu ortamda artık ilişkilerin rekabet yönü değil de işbirliği yönünü ön plana çıkaran yeni bir döneme geçilmiştir
Türkiye özellikle son yıllarda Rusyadan bakınca daha farklı gözükmeye başlamıştır. Eskiden Türkiye Rusya için NATOnun kanat ülkesi, ABDnin sadık müttefiki, Pantürkist ideolojiler peşinden koşan ve Rusyanın çıkar alanlarına hakim olmaya çalışan bir ülke görünümündeydi. Ancak son yıllarda bu bakış önemli ölçüde değişmiştir.
Rusyanın Türkiyeye olan bakış açısının değişmesinde iki önemli kırılma noktası vardır. Bunlardan ilki 2003 yılında ABD tezkeresine TBMMde ret kararının çıkmasıdır. İkincisi de 8 Ağustosta yaşanan Gürcistan-Güney Osetya-Rusya savaşında Türkiyenin konumunun ve tutumunun ortaya çıkardığı jeopolitik gerçeklerdir. (20)
Aslında pek çok yabancı gözlemcinin yanısıra bazı yerli gözlemciler de bu eksen kaymasının farkındadırlar. Örneğin TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, 2008 ortalarında İsviçredeki Saint Gallen Üniversitesi tarafından düzenlenen Küresel Küresel Kapitalizm-Yerel Değerler konulu 38. Saint Gallen Sempozyumunda yaptığı bir konuşmada bu değişikliğe değinmekte, dünyadaki güç dengesinin Batı aleyhine değişmekte olduğunu belirttikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:
Kısaca, küresel kapitalizmin gelişen yerel güçleri, doğal olarak masada kendi paylarına düşen yerlerini almayı ve karar ile koordinasyon mekanizmalarında ağırlıklarının hissedilmesini talep ediyorlar
Siyasi güç, geleneksel olarak Batı bloku içerisinde yer alan ülkelerin aleyhine yeniden paylaşılmak mecburiyetindedir. Son dönemlerde, bilgece olmayan bir anlayışla, uluslararası kurumsal yapıları ihmal eden ve bazen hiçe sayan Batı ülkeleri ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri için, bu yeniden paylaşım sürecinin bir meydan okuma niteliğinde olacağını söylemek durumundayız. (21)Türkiyenin Batıdan bir ölçüde uzaklaşması, 2008 sonlarında ünlü Amerikalı Türkiye uzmanı Graham Fullerı Türkiyenin artık ABDnin bir bağlaşığı olmadığı biçiminde kısmen abartılı bir saptama yapmaya bile götürmüştü. Bu konuda yayımlanan bir haberde şöyle deniyordu:
Fuller, yüzyıldır ilk defa Türkiye'nin büyük bölgesel güç haline geldiğini belirtti
Türk-Amerikan dış politika çıkarlarının birbirine uymadığını belirten Fuller, Türkiye; Suriye ile, İran ile radikal İslamcı gruplarla çalışmak istiyor. Açılım yaratmak, İran'ı dünyaya getirmek, dünyanın o bölümüyle müzakerede bulunmak istiyor
Tarihte iki büyük düşmanken Türkiye ile Rusya'nın, pürüzsüz, rahat bir çalışma ilişkisi içinde bulunduğuna işaret eden Fuller, ABD'nin ise bölgede, Rusya ve İran'dan Batı'ya petrol gelmemeli yönünde kapıları kapatan bir politika izlediğini söyledi. (22)
Fransız araştırmacı Patrick Seale geçenlerde kaleme aldığı bir yazıda, ABDnin Irak rejimini yıkmasının İranın hem Irakta ve hem de Ortadoğu genelinde nüfuzunu arttırmasına olanak verdiğini belirttikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:
ABDnin Iraktaki -ve onun İsrailin aşırılıklarını dizginlemede sergilediği aynı ölçekteki- başarısızlığı Türkiyeyi, üzerindeki pro-Amerikan deliceketinden sıyrılmaya ve kendini Ortadoğudan Balkanlara ve Kafkasyadan Orta Asyaya kadar uzanan devasa bölgenin yüreğinde güçlü ve bağımsız bir aktör olarak konumlandırmaya özendirmiştir. (23)Muhafazakar bir yazar olan Spengler ise, 24 Kasım 2009 tarihli yazısında Ergenekon soruşturmasıyla demokrasiden uzaklaştığını ve Körfez sermayesinin akışının katkısıyla da Batıdan kopmakta olduğunu ileri sürdüğü Türkiyenin İran-yanlısı bir İslami diktatörlüğe dönüşmekte olduğunu söylerken aslında ABD ve Batı Avrupada hayli yaygın olan bir değerlendirmeyi dile getirmekteydi. Ona göre,
Kedinin (yani ABDnin- G. A.) yarı-emeklilik konumuna çekilmesi, farelerin (yani Rusya, Türkiye, İran gibi ülkelerin- G. A.) sadece rol çalmalarına değil, kedi-benzeri bir statü edinmelerine yol açmaktadır. (24)ABD-İsrail Nüfuzunun Kırılması
Bütün bu dış gelişmelerin Türkiyenin iç siyasal dengeleri üzerinde de etkisi olacaktır ve olmaktadır da. ABD ve İsrailin çöküş sürecine girmiş olmaları, bir yandan Türk gericiliğinin, yakın zamana kadar bu güçlere yakın duran ve stratejik planı bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtma olan fraksiyonunun askeri kliğin ana gövdesi ve geleneksel büyük sermaye- konumunu zayıflatırken AKPnin temsil ettiği burjuva fraksiyonunun konumunu güçlendirmiştir. İç ve dış güç dengelerindeki oynamaların bir bütün olarak Türk egemen sınıflarına belli bir rota değişikliği yapma olanağı sunduğunu ya da isterseniz onları buna zorladığını söyleyebiliriz. Bütün bunlar, en azından bu evrede Türkiyenin ABD-NATO ekseninden koptuğu anlamına gelmiyor. Ancak, AKP hükümeti ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıklarıyla askeri-bürokratik kliğin ana gövdesi ve onun sivil bağlaşıkları arasındaki savaşımın, aynı zamanda Türkiye üzerindeki ya da Türk burjuva devlet aygıtı içindeki ABD-İsrail nüfuzunun kırılması/ azaltılması savaşımı olduğunun altı çizilmelidir.
Meliha Okur, Türkiyenin yaşadığı bu sarsıntının İsrail boyutunu değerlendirdiği köşe yazısında şunları söylüyordu:
Eski stratejik ortağımız İsrail'in derdi ne? Türkiye ile niye uğraşıyor?
Soruya net bir yanıt verelim. İsrail, Ortadoğu'da ilk kez ordusuyla, ekonomisiyle güçlü bir rakiple karşılaşıyor. Gerçek şu:
Ortadoğu'da bugüne kadar hiçbir ülke İsrail'e rakip olamadı. Ne Mısır, ne Suudi Arabistan, ne de Ürdün!..
Eğer Arap ülkeleri İsrail'e karşı Türkiye gibi güçlü bir rakip etrafında birleşmeyi başarabilirse, Ortadoğu'nun tüm dengesi bozulur!..
Bölge stratejisini Kontrol edilebilir kontrolsüzlük! üzerine kuran ve bu durumdan hep yararlanmayı iyi bilen İsrail zorlanıyor. Bugüne kadar Ortadoğu'daki iç sorunlar işine geldi. İç karışıklıklar Arap ülkelerinin büyük sorunlar karşısında tavır koyamamaları ve güçlü oyuncu olmalarını engelledi.
İsrail Ortadoğu'da güçlü bir blokla ABD, İsrail ve İngiltere'den oluşan blokla hareket ediyor. Bu blok yıllardır Ortadoğu'nun tek hâkimi.
Başka aktörlerin devreye girmesine asla izin vermedi. Rusya, Almanya ve Fransa Ortadoğu'ya yanaşamadı bile!..
Gün oldu devran döndü. "Komşularla sıfır sorun!" diye yola çıkan ve Ortadoğu'da aktif politika üretmeye başlayan Türkiye, böylesine güçlü bir blok için sıkıntı kaynağı haline geldi...
Nasıl mı?Türkiye'nin Irak politikası İsrail'i rahatsız ediyor. Suriye ile gelişen ilişkiler kaygıyı artırıyor. İran'la yakınlaşmamız ABD'nin takibi altında. Kendini Ortadoğu'nun hamisi olarak gören İngiltere, Türkiye'nin rolünü çaldığını düşünüyor. Diyeceğimiz o ki, bölgede diplomasi savaşı tırmanıyor. (25)
Seferberlik Tetkik Kurulu ya da daha yaygın adıyla Kontrgerillanın Ankaradaki merkezinde yapılan ve uluslararası bir boyutu da bulunan kapsamlı aramanın tartıştığımız bu konuyla doğrudan bir ilişkisi bulunuyor. Bilindiği gibi İkinci Dünya Savaşının sona ermesinden sonra bütün Batı Avrupa ülkelerinde kızıl tehlikeye karşı ABD ve Britanyanın önderliğinde kontrgerilla türü örgütlerin oluşturulmasına başlanmıştı. Genel olarak Gladyo ya da Süper NATO olarak adlandırılan bu örgütlerin resmen kuruluşu, 1950lerin ilk yarısında gerçekleştirildi. NATO içinde yer alan bütün Avrupa ülkelerinde kurulan ve her ülkede değişik bir ad alan bu gizli örgütler, NATOnun Belçikanın Mons kentindeki karargahında bulunan ve CIA ve diğer ABD gizli servisleriyle işbirliği yapan gizli komiteler tarafından yönlendiriliyordu. Bu örgütler, başta İtalya gelmek üzere Batı Avrupa ülkelerindeki Nazi artıkları, neo-nazi, faşist ve aşırı sağcı grup ve çevrelerle ve mafya türü suç örgütleriyle elele çeşitli suikast, terör, sabotaj eylemleri gerçekleştiriyor ve çoğu zaman da devlet aygıtı ve burjuva basını içindeki suçortaklarının yardımıyla bunları, aşırı sol örgütlerin eylemleri gibi gösteriyorlardı. Bu örgütlerin amaçları, Varşova Paktı ülkelerinin olası bir işgaline karşı direnişi yönetmek VE Batı Avrupa ülkelerinde görece güçlü olan Komünist ve bazı durumlarda Sosyalist- Partilerinin iktidara gelmesini ya da devlet aygıtı içinde önemli mevziler edinmesini engellemek olarak gösteriliyordu. Ancak, toplumun her kesimi ordu, polis, mafya, iş çevreleri, basın, üniversiteler vb.- içinde üyeleri bulunan bu örgütler, esas olarak ABDnin, Batı Avrupa ülkelerinin iç ve dış siyasetlerini etkilemesine ve yönlendirmesine hizmet ediyorlardı. Hatta, Batı Avrupanın hemen hemen hiçbir zaman bir Rus işgali tehlikesiyle ya da revizyonist/ reformist partiler aracılığıyla Doğu bloku saflarına geçmesi riskiyle karşı karşıya bulunmamış olduğunu dikkate aldığımızda, sözkonusu yeraltı örgütlenmelerinin esas amacının Batı Avrupa ülkeleri üzerinde ABD hegemonyasını sürdürmek olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle, Sovyet blokunun çökmeye başladığı ve Batı Avrupa tekelci burjuvazisinin, üzerindeki ABD boyunduruğunu gevşetmeye başladığı 1990da bu örgütler arka arkaya açığa çıkarıldı ve etkisizleştirildi. (Kuşkusuz bu, 1990-sonrası dönemde Batı Avrupa ülkelerinde daha ulusal renkli gladyo ya da kontrgerilla türü örgütlerin ya da derin devlet aygıtlarının bulunmadığı anlamına gelmediği gibi Türkiyede ve başka yerlerde 1950 öncesinde bu tip örgütlerin bulunmadığı anlamına da gelmiyor. Burjuvazinin egemenliğini sürdürmesinin bir aracı olarak gizli devlet aygıtlarının en demokratik olanları da içinde olmak üzere bütün burjuva devletlerinde bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.)
Seferberlik Tetkik Kurulunun Ankaradaki merkezinde yapılan ve Ergenekon soruşturmasının devamı sayılması gereken aramanın, kaba bir benzetmeyle ve yer, zaman ve uluslararası ortam farklılıklarını unutmaksızın Türkiyenin, Batı Avrupa ülkelerinin bu alanda yaşadığı değişimi 30 yıllık bir gecikmeyle yaşaması, daha ulusal bir nitelik kazanmaya başlayan Türk ordusu ve derin devleti üzerindeki ABD-İsrail nüfuzunun azalması anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Batı Avrupaya kıyasla askeri-bürokratik kliğin nüfuzunun çok daha güçlü, sınıf çelişmelerinin daha keskin, kapitalizmin ve burjuva demokrasisinin daha/ çok daha az gelişmiş, Güney ve Güneydoğudaki sınırlarının ötesinde işgal ve savaşların yaşanmış ve yaşanmakta olduğu ve hepsinden önemlisi siyaset alanında son derece önemli bir yer tutan bir Kürt-Türk sorunuyla boğuşmakta olan Türkiyede bunun böyle olması çok da şaşırtıcı değildir. Nasıl, ortak noktaları Türk-olmayan etnik gruplara düşmanlık, Kürt-Türk çatışmasını kışkırtma, Sevr paranoyası, bölünme korkusu olan ve gelinen noktada merkezi ve hiyerarşik yapıları zedelenmiş olan Kontrgerilla, Ergenekon türü örgütlerin ya da bunların bir bölümünün gerici ve şoven bir ABD-Avrupa Birliği karşıtlığı söylemi tutturduklarını görmek de çok şaşırtıcı değilse.
Tam da burada TSKni yurtsever ve anti-emperyalist bir odak gibi göstermeye çalışan sol milliyetçilerimiz ya da daha yerleşik bir anlatımla ulusal solcularımız için de bir çift söz söylemem gerekiyor. Onlar, AKP hükümetinin Kürt açılımı planının ABD patentli olduğunu ileri sürer, işbirlikçi AKPnin, ABDnin BOPnin ortağı olduğunu papağan misali yineleyip dururken TSKnin, onyıllar boyunca ABDnin ülkedeki asıl dayanağı işlevini görmüş olduğunu unutmaktadırlar. Ama, önyargısız, hatta kaba ve kuşbakışı bir tarih okuması bile, uluslararası ve yerli tekelci sermayeyle ciddi hiçbir sorunu olmayan TSK üst kademesinin onyıllar boyunca Türkiyedeki ABD-İsrail nüfuzunun ve Arap ve İran düşmanlığının bir numaralı aracı olduğunu, (26) Kontrgerilla, JİTEM ve Ergenekon tipi örgütler aracılığıyla bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtma politikasının, onbinlerce Kürt emekçisi ve gencinin canına kıyılmasının, gözaltında kayıpların, toplu mezarların, köy boşaltmaları ve yakmaların, Batıdaki bir bölümü Kemalist aydınları hedef alan- siyasal cinayetlerin ve ilerici ve devrimci güçlere yönelik beyaz terör eylemlerinin baş sorumlusu olduğunu ve özellikle 1990lardan bu yana adı mafyayla, suç örgütleriyle ve çetelerle birlikte anılmaya başlanan bir kurum haline geldiğini anımsamaya yetecektir.
Türkiyenin içinde bulunduğumuz görece olumlu dönemece gelmesinde Kürt halkının savaşımının ve kazanımlarının son derece önemli payı gözardı edilemez. Ülke ve bölge dengelerinde Kürt halkı ve siyaseti yararına meydana gelen değişiklikler olmasaydı Türk egemen sınıfları, kendilerine bazı fırsatlar sunan günümüz konjonktüründen asla yararlanamaz ya da daha doğru bir anlatımla yararlanma girişiminde bulunamazlardı. Yani Türk burjuvazisi ve gericiliği hayli gecikmeli de olsa,
a) Kuzey Irakta özerk ya da bağımsız- bir Kürt devleti kurulmasını önleme çabalarının başarısızlığa uğradığını ve
b) ülke içindeki silahlı Kürt direnişini beyaz terör yoluyla ezme biçimindeki geleneksel politikalarının iflas ettiğini ve sürdürülemez hale geldiğini sonunda anlayamamış olsaydı, açılım denen bu girişim gündeme gelemezdi. Bu anlamda Türk egemen sınıflarını açılıma zorlayan en önemli itici güçlerden birinin, Türkiye içindeki en siyasallaşmış kuvveti temsil eden Kürt halkının -devrimci bir önderlikten yoksun olmasına rağmen- ulusal ve demokratik hedefleri doğrultusunda verdiği dirençli savaşım olduğunun altı çizilmelidir. Dolayısıyla, açılımın bir oyundan, bir aldatmacadan ibaret olduğunu söyleyenler, objektif olarak, yani niyetlerinden bağımsız olarak Kürt halkının ve ulusal direnişinin gücünü ve kazanımlarını da gözardı etmekte ve küçüksemekte ve Türk egemen sınıflarının gücünü abartmaktadırlar. Oysa, teröre karşı başarılı bir biçimde savaşan kahraman Türk ordusu gevezeliklerine ve neredeyse ayda bir PKKnın belinin kırıldığı yolundaki açıklamalara rağmen askeri klik önemli bir demoralizasyon içindedir. Türk halkının önemli ve giderek büyüyen bir bölümü de bu sonugelmez savaştan bıkmış ve umudunu kesmiştir; artık Türk halkı da daha çok bir tören ordusunu andıran, silahsız sivilleri katletmekte, darbe planları hazırlamakta ve Türkiye halklarının ileri kesimlerine ve demokrat aydınlara karşı psikolojik harekat düzenlemekte son derece başarılı olan TSKnin çeyrek yüzyıldır sürdürdüğü haksız savaşta, gerillalarının sayısı onbeşbini geçmeyen PKKyı yenemediğini ve bundan böyle de yenemeyeceğini anlamaya başlamıştır. Asker kaçaklarının sayısının önemli boyutlara varmış olması, Kürt halkına karşı sürdürülen haksız savaşın, Türk halkının onyıllardır tabi kılındığı -ve onun kollektif bilinci ve tutumunu önemli ölçüde etkilemiş olan- şovenist koşullandırmaya rağmen hiç de öyle gösterilmeye çalışıldığı gibi popüler olmadığını ortaya koymaktadır. (27)
Öte yandan Türk burjuvazisi; zengin doğal kaynaklara sahip, Batıya kıyasla nüfusu daha genç ve dinamik olan, Türk sanayisi için önemli bir hammade ve işgücü kaynağı ve pazar oluşturan ve çok sayıda Türk firmasının giderek büyüyen canlı yatırım ve ticaret ilişkilerine sahip olduğu Güney Kürdistanla yakın bağları bulunan Türkiye Kürdistanını beceriksiz ve yeteneksiz Türk generallerinin sonuçsuz kalmaya mahkum beyaz terörü yüzünden yitirmek istememektedir. Bütün bunlardan ötürü, AKP hükümetinin ön planda gözükmesine ve askeri aygıtın konumunu sarsmasına rağmen rağmen bu açılımın bir devlet projesi olduğu ya da bir devlet projesi olarak başlatıldığı saptaması tamamen doğrudur.Emperyal Düşler ve Yeni-Osmanlıcılık
Türkiyede siyasal İslam öteden beri, Osmanlı geçmişinin görkemi ve erdemini yüceltmiş ve bir anlamda çürümüş ve çökmüş olan İmparatorluğun yıkıntıları üzerinde ve bir ölçüde ona karşıt bir düşünsel çerçevenin eşliğinde kurulmuş olan Kemalist cumhuriyetle üstü örtülü ya da açık bir çatışma içinde olmuştur. Dolayısıyla, ülkenin iç ve dış dengelerinde meydana gelmekte olan değişmelerin, Kemalist değer, norm ve yaklaşımlara yönelik bir saldırıyla elele gitmesinde şaşırtıcı bir yan yoktur. Bu yüzden bu döneme sadece AKPnin değil, bir bütün olarak siyasal İslamın bir çeşit anti-Kemalist restorasyon çabasının dışavurumları ve Ottomanyasının ilginç görünümlerinin de eşlik edeceğini söyleyebiliriz. Bunlardan biri, yüzyıllardır Osmanlı İmparatorluğunun başkenti olmuş olan İstanbulun AKP hükümeti döneminde giderek öne çıkarılmakta ve Kemalist elitin sembolü olan Ankaranın geri plana itilmekte olmasıdır. Özellikle son yıllarda -artık çalışma mekanı Ankarada değil İstanbulda bulunan başbakanın yanısıra- dışişleri bakanı gibi öndegelen yöneticiler, yabancı konuklarını İstanbulda ağırlamakta, pek çok uluslararası siyasal ve diğer toplantı İstanbulda yapılmakta, diğer kamu bankalarının yanısıra Merkez Bankasının da İstanbula taşınması için hazırlık yapılmaktadır. 1924te Türkiyeden kovulan, ömrünü ABDnde geçirdikten sonra 2004te Türk vatandaşlığına alınan Osmanlı hanedanının son temsilcisi ve Padişah II. Abdülhamitin, 23 Eylül 2009da İstanbulda ölen ve Bakanlar Kurulu kararı ile Çemberlitaştaki II. Mahmut Türbesine gömülen torunu Ertuğrul Osmanoğlunun görkemli cenaze töreni de AKPnin Osmanlı özleminin bir göstergesiydi. Gazetelere göre 26 Eylülde yapılan ve binlerce kişinin yer aldığı cenaze törenine; Ertuğrul Osmanoğlunun eşi Zeynep Tarzi, torunları ve hanedan üyelerinin yanı sıra Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Devlet Bakanı Hayati Yazıcı, İstanbul Valisi Muammer Güler, AKP Genel Başkan Yardımcısı Abdülkadir Aksu ve tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı katılmış, Başbakan R. T. Erdoğan da ölenin eşine taziye mesajı göndermişti. Bunlara, Ottomanyanın günlük yaşamı, sanatı, popüler kültürü etkilemeye başlamasını ekleyebiliriz. Bu çizginin temsilcilerinden Hasan Celal Güzel, Radikal gazetesindeki köşesinde şöyle diyordu:
Ortadoğuda ve Osmanlı Coğrafyasında barışın tesis edilmesi ve terörün engellenebilmesi, ancak bu bölgedeki halkla tarihî, dinî ve kültürel beraberliği olan Türkiyenin önderliğinde gerçekleştirilebilir. ABDnin süper güç olması, Irak örneğinde görüldüğü gibi, zorla barış ve huzuru sağlayarak terörü önlemesi için yeterli değildir. Lâkin, bu konuda Türkiyenin de kararlı, azimli, cesaretli ve hazırlıklı olması lâzımdır. 1 Mart Tezkeresi esnasında sergilenen şaşkın ve mütereddit politikalarla, Türkiyenin yeniden Osmanlı vizyonuna sahip olması imkânsızdır.
Büyük Ortadoğu Projesi, ancak Büyük Osmanlı Projesi hâlinde düşünülürse barış ve huzurun sağlanması mümkün olabilir. Bunun için de, ilk merhalede Osmanlı Milletler Topluluğunun kurulması şarttır. Bu topluluğa, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Afrika ve Güney Doğu Asyadan üyeler sağlanabilecek; bu yeni oluşum, hem Türkiyeye lâyık olduğu statüyü kazandıracak, hem de dünya barışına katkıda bulunabilecektir. (28)
Başbakan R. T. Erdoğanın siyasi danışmanı ve AKP Adana Milletvekili Ömer Çelikin, İsmail Küçükkayaya verdiği mülakatta söyledikleri de aşağı yukarı aynı içerikteydi. Çelik bu mülakatında Türkiyenin karşısına bir tarihi fırsatın çıktığını söyledikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:ABD'nin Irak'ı işgal ettiği günden itibaren konu tamamen bir bölge sorununa dönüşmüştür. Şimdi ABD çekiliyor. Onlar da bölgede istikrar istiyor. PKK orada olduğu sürece istikrar imkansız. Fırsat içerdeki gelişmelerle ABD'nin çekilmesinin yarattığı ortak zemindir. Çalışmalar olgunlaştı. Çok parçalı gidiyordu bugüne kadar. Artık bütünlüklü bakış geldi... ABD çekilirken böyle bir fırsat çıktıysa bunu değerlendirmek devlet aklının gereğidir. Tamamen yerli ve milli bir yaklaşım...
Toplumun çok çeşitli kesimlerinde bu soruna yaklaşımda kutuplaşma vardı. Türkiye'nin son yıllarda yaşadığı tecrübeler bir adım atılması konusunda toplumsal mutabakata ulaşılmasına vesile oldu. Toplumda bugün bir irade oluştu. Çok ilginç bir momentum yakaladık...
Bırakın bölünmeyi Türkiye büyüyecek. Bu fiziki bir büyüme değil. Neo Osmanlıcılık değil. Güç ve algı olarak büyümedir. Özgül ağırlığın artmasıdır. Türkiye bu coğrafyanın siyasi genetiğinde var, DNA'sı biziz bölgenin. Barzani filan Türkiye'yi bölecek diye korkmak tarihi ve siyasi olarak Türkiye'yi anlamamaktır. Bölge, Musul-Kerkük dahil bizim hayat sahamız içindedir. Defans derinliğine sahip bir ülke olarak defansta kalamayız, ofans yapmak durumundayız. Bu emperyal bir bakış açısı değildir. İçe dönük milliyetçilik yerine dış dünyayla rekabete açık bir milliyetçilik peşindeyiz. Sorun kaynaklarını çözerek, onları gerilim noktası olmaktan çıkarmak ve böylece kendi iç barışımızı sağlamak, bölgede de etkin olmak gibi bir vizyona sahibiz. (29) Bir başka anlatımla Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlunun popülarize ettiği stratejik derinlik, komşularla sıfır problem, düzen kurma misyonu gibi sloganların eşliğinde yürütülen dış politikasıyla Türk burjuvazisi ve gericiliği, ABD emperyalizminin -ve yakın bağlaşıklarının- özelde Irak ve Ortadoğuda ve genelde dünya ölçeğinde nüfuzunun ve gücünün zayıflamasından yararlanmayı ve bölgenin yükselen gücü olmayı ya da bölge ölçeğinde lider ülke haline gelmeyi hedeflemektedir. Aşağıda da göreceğimiz gibi A. Öcalanın yanısıra -en azından söylem düzeyinde- PKK yönetimi de Türk gericiliğinin bu yönelimini desteklemektedirler.Geçerken, özellikle Başbakan R. T. Erdoğanın, ama aynı zamanda Cumhurbaşkanı Abdullah Gülün İsraile karşı sert ve eleştirel, hatta yer yer suçlayıcı bir söylem kullanmalarının altında, özgüveni artan Türkiyenin ve Türk burjuvazisinin, bölgedeki Arap ve İslam ülkeleri ve kısmen de halkları katında bir çeşit önder devlet özelliği edinme çaba ve hesabının, ya da isterseniz yeni-Osmanlıcı dış politika üslubunun da rol oynadığını belirtmek isterim. Sahte ve ikiyüzlü niteliğine rağmen böylesi bir dış politika üslubunun ve ona uygun düşen bir siyasal çizginin yaşama geçirilmesinin, Siyonist devletin izole edilmesine ve onun saldırganlığını frenlemeye az da olsa katkıda bulunduğu ölçüde objektif olarak olumlu bir nitelik taşıdığı yadsınamaz. Ancak burada, Osmanlı İmparatorluğunu 21. yüzyıl koşullarında yeniden diriltmeyi düşleyen İslami gericilerimizin Osmanlı barışına ilişkin güzellemelerinin içi boş ve karşı-devrimci niteliğinin altı kalın bir çizgiyle çizilmelidir. Biraz tarih bilenler Osmanlı İmparatorluğunun, henüz ulusların oluşmadığı koşullarda kırbaç, kılıç, darağaçları ve kıyımlar yoluyla sağladığı barışın ne menem bir barış olduğunun ve bu imparatorluğun gerek ulusların oluşumundan önce ve gerekse ulusların oluşmaya başladığı 19. yüzyıldan, 1910ların sonunda çöktüğü tarihe kadar sadece bir uluslar ve halklar hapishanesi değil, aynı zamanda bir uluslar ve halklar mezbahası olmuş olduğunun, Osmanlının zulmünden Anadolunun Türk halkının da nasibini fazlasıyla almış olduğunun bilincindedirler. Herhalde bunu en iyi bilenler de Anadoluda, Balkanlarda ve Ortadoğuda Osmanlı boyunduruğu altında yaşamış ve ezilmiş olan ve dolayısıyla Türk burjuvazisinin Osmanlıcı gevezeliklerine ve yeniden büyük birader rolüne soyunmasına karınları tok olan bölge halklarıdır. (30) Aynı husus; değişik ulus ve milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı, ezilen Kürt halkı ve kent ve kır yoksulları ve devrimci ve demokratik güçler için de geçerlidir. Ne var ki, yeni-Osmanlıcılık, eksen kayması, laiklik, dinsel gericilik, darbecilik gibi konularda süregelen anlaşmazlık, sürtüşme ve kavgalar, Türk burjuvazisinin farklı fraksiyonlarının, ezilen ve sömürülen sınıf, katman ve siyasal güçlerin demokratik ve sosyalist savaşımlarının yükselmesine paralel olarak tek bir karşı-devrimci cephe oluşturmalarına engel olmayacaktır.
Egemen sınıflarımızın emperyal düşlerine dönecek olursak, emperyalistlerarası güç dengesinin değişmekte olduğu günümüzde Ankaranın, özellikle Güneyi ve Doğusundaki bir dizi yakın ve uzak komşusuna göre ekonomik, siyasal ve askeri alanlarda- daha ya da çok daha ileri ve güçlü olmasının da yardımıyla belli mevziler kazanabileceğini ve kazanmakta olduğunu söyleyebiliriz. Hatta, Türkiyenin giderek bir enerji koridoru haline gelmekte olmasının, Baku-Tiflis-Ceyhan, Güney Akım, NABUCCO gibi petrol ve doğal gaz boru hatlarının Türkiyeden geçmesinin ya da geçmesinin planlanmasının onun, Avrupa Birliği, Rusya ve bazı Ortadoğu ve Orta Asya ülkeleri katında önemini bir miktar arttırdığı da söylenebilir. Öte yandan, paradoksal gözükse de -dış ticaretinin yarısından fazlasını Avrupayla yapan ve Avrupa tekelci burjuvazisiyle çok sıkı ekonomik ilişkileri bulunan- Türkiyenin Ortadoğu ve Balkanlarda daha bağımsız ve daha güçlü bir aktör olarak ortaya çıkmasının, gelecekte onun Avrupa Birliği üyesi olma şansını arttıracağı saptamasını yapabiliriz. Türkiyenin görece güçlü bir ekonomiye sahip olması, enerji koridoru niteliği, Suriye, Irak, İran, Lübnan gibi ülkelerle ilişkilerinin gelişmekte olması, Ortadoğuda belirli bir ağırlığının bulunması; ABD, Çin, Rusya vb. ile giriştiği ya da girişeceği emperyalist rekabette Ankaranın desteği, ilişkileri ve olanaklarına gereksinim duyacak olan ABni, üyelik konusundaki olumsuz tutumunu değiştirmeye zorlayabilir.
Ancak Türk burjuvazisinin, yeni-Osmanlıcı olarak nitelenen bu dış politika atağının elde ettiği/ edeceği başarılar elbette, söyleminin ve ihtiraslarının çok gerisindedir ve büyük olasılıkla öyle olmaya da devam edecektir. AKP hükümetinin ve onun esas dayanağı olan İslamcı burjuvazinin, bölgenin değişik ülkelerinin egemen sınıflarıyla Avrupa Birliği benzeri ve Necmettin Erbakanın 1990ların ikinci yarısında gündeme getirdiği D-8i anımsatan -bir Ortadoğu Ekonomik Birliği kurma planlarının herhangi ciddi bir sonuç vermeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. (31) Hemen hemen hepsi, gerici ve despotik klikler tarafından yönetilen bu ülkeler her şeyden önce, ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanlarla ezen ve sömüren egemen sınıflar arasında keskin bir biçimde bölünmüş durumdadırlar. Komşu ülkelerdeki benzerleriyle bitmez tükenmez çekişmeler yaşayan bu ülkelerin yönetici sınıfları, genellikle emperyalist haydutların ve bazı durumlarda Siyonist İsrailin denetimi altındadırlar. Adları; savaş, darbe, yoksulluk, istikrarsızlık gibi kavramlarla birlikte anılan bu ülkelerin, çok ciddi toplumsal altüst oluşlar yaşanmaksızın aralarında Avrupa Birliği benzeri bir Ortadoğu Ekonomik Birliği kurabilmelerinin olanaksız olduğu açıktır. Dahası, dünya ekonomisine ve siyasetine ABD, Çin, Avrupa Birliği gibi emperyalist ülkelerin ve güçlerin egemen olduğu çağımız koşullarında Türk gericilerinin, dünyanın gerçek efendilerinden bağımsız ve onlarla boy ölçüşebilecek bir yeni Osmanlı İmparatorluğu kurma özlemleri hiç de gerçekçi değildir.
Açılım Sona mı Erdi?
Türk burjuva devletinin bu kabuk değiştirme sürecinin kolay ve pürüzsüz bir biçimde ilerlemeyeceği daha başından belliydi. Türkiyede statükonun devamından yana olan ve özellikle askeri-bürokratik aygıt içinde önemli mevzilere sahip olan güçlerin ve Türkiyenin daha bağımsız bir dış politika izlemesine ve daha geniş bir manevra alanı elde etmesine karşı olan ABD-İsrail-Britanya ekseninin, bu süreci baltalamak, durdurmak ya da en azından sulandırmak için uğraşmaları nesnelerin doğası gereğiydi.
AKP hükümetinin ve yargının bir bölümünün giderek bu süreci, askeri kliğin nüfuzunu kırma amacına daha büyük ölçüde tabi kılmasının, TSKnin açılıma daha mesafeli durmasına yol açtığı ve İslamcı burjuvazinin devlet aygıtı içindeki desteğini zayıflattığı da söylenebilir. Hükümetin, bütün bu gerici basınç ve muhalefetin de etkisiyle Kürt halkına ve onun siyasal temsilcilerine karşı giderek daha sert bir tavır alması, Kürt halkına ve genel olarak işçi sınıfına ve halka ciddiye alınabilecek bir demokratik açılım sunamaması ve bu girişimi terörü bitirmenin en uygun metodu olarak sunmaya başlaması, ilk başta yaratılan heyecanın çok geçmeden tükenmesine yol açtı. Aslında bu olasılık başından beri vardı.
Bir başka yazımda şöyle demiştim:
Demek oluyor ki, görünürde başını AKP hükümetinin ve ona destek veren burjuva katmanlarının- çektiği bu açılım aslında, sunucu ve pazarlayıcılarının da belirttikleri gibi gerçekten de bir devlet projesidir; yani değişen ölçülerde ve düzeylerde askeri-bürokratik aygıt ve egemen sınıfların diğer katmanları ve ana gövdesi tarafından da desteklenmektedir. ANCAK, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana sürdürülen politikada önemli ayarlamalar yapmayı öngören bu rota değişikliğinin Türk egemen sınıflarının saflarında bir dizi çalkantı, sürtüşme, gerilim, hatta çatışma olmaksızın gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Bu açılımın bir dizi başka çelişmeyle içiçe geçmiş olması, onu daha sancılı ve karmaşık hale getirmektedir; yani bu süreç,
a) devlet aygıtı içindeki ayrıcalıklı konumunu olabildiğince muhafaza etmek isteyen ve olağan bir devlette olduğundan çok daha fazla kaynak tüketen askeri klikle daha ucuz bir devlet isteyen burjuvazinin ana gövdesi arasındaki,
b) laik ve yüzü Batıya dönük geleneksel büyük sermaye ile yeni-Osmanlıcı bir dış politikadan yana olan AKPnin dayandığı sözümona toplumsal bakımdan muhafazakar burjuva katmanlar arasındaki,
c) Türkiyeyi ABD-NATO-İsrail çizgisinde tutmak isteyen güçlerle (askeri kliğin bir bölümü, MHP, ulusal solcular vb.) ülkenin daha AB-yanlısı, daha bağımsız, daha Avrasyacı ya da isterseniz daha çok-yanlı bir dış politika gütmesini isteyen güçler (askeri kliğin bir bölümü, AKP, MÜSİAD vb.) arasındaki ve hatta
d) TSK ile alabildiğine genişlemiş bulunan polis örgütü arasındaki itiş-kakışlarla birarada ve birlikte yürümektedir. (32) Gelinen noktada, daha çok egemen sınıfların iki fraksiyonu arasında devlete egemen olma savaşımı görüntüsü veren açılım sürecinin, -devleti siyasal partilere, parlamentoya ve hükümete rağmen yönlendirme refleksiyle biçimlenmiş olan- askeri kliğin ana gövdesi tarafından desteklendiği yolundaki savım, son gelişmelerin ışığında artık hayli kuşkulu hale gelmiştir. Ancak ben bu olasılığı gözardı etmemiş ve aynı yazımda şu saptamayı da yapmıştım:
Kürt-Türk gerilimini tırmandırma politikasını şimdilik bir yana koymuş gözükse de bundan vazgeçmemiş olan ve Türkiyeyi kendi yörüngesinde tutmak ve Ortadoğuda ve Orta Asyada yürüttükleri savaşlara çekmek isteyen ABD-İsrail-Britanya ekseni ve bu eksenin devlet aygıtı ve siyaset alanı içindeki hiç de güçsüz olmayan işbirlikçilerinin bu süreci elleri kolları bağlı durumda izlemeyecekleri ve çeşitli kanlı ve provokatif eylemlere girişebilecekleri de unutulmamalıdır. (33)Tam da burada, PKKnın, ancak bir kaç günlük bir gecikmenin ardından üstlenmesine rağmen, Türk kamuoyunu açılım aleyhine çevirmek için fırsat kollayan Türk şovenistlerinin eline önemli bir silah veren 7 Aralık Reşadiye eyleminin, arkasında Kürt-Türk çatışmasını kışkırtmak isteyen dış ve iç güçlerin bulunduğu bir provokasyon eylemi olması olasılığının yüksek olduğunu belirtmek isterim. PKKnın içinde, taktiksel yönelimleri farklı birden fazla eğilim barındırdığı da unutulmamalı. Bu bağlamda, en azından Türk gericiliğiyle bağlaşma yanlısı bir kanatla ABD-İsrail eksenine daha yakın bir kanattan sözedilebilir. Zaten 15 Şubat 1999da yakalanmasından bir kaç ay sonra, Türk devlet yetkililerine iletilmek üzere Cezaevi Yönetimine verdiği mektupta Öcalan şöyle demişti:
Yapabileceğim, gücüm oranında özellikle PKKdan kaynaklanan amacı çoktan aşan ve çok büyük dış güce, kişiye çıkar aracı haline gelen bu gidişe dur demektir... Bazıları da benim durumumu örgüt içinde ve dışında gerçekten ister farkında olsun ister olmasın sahte bir yaşam aracına dönüştürmüş. Bu durum ülke içinde çok daha tehlikeli bir etken rolünü oynuyor... Devlet seviyesinde dış güçlerin bunu kullanmaları daha tehlikeli ve iş hızla o kulvara doğru da yuvarlanıyor... Neredeyse kardeşlik çatışması diyebileceğimiz bu çatışmayı derinleştirmek, duygulara boğmak, etkisini uzun geleceğe yaymak en büyük cehalet kadar gaflet ve hatta ihanettir...
Umut ve beklentim mahkemeden sonra devletin - illa beni veya PKKyi resmen muhatap kabul etsin demiyorum- uygun bir yöntemle gerçekten tüm sorunların kilidi haline gelmiş bu silahlı çatışmayı kalıcı olarak sona erdirmek için, duyarlı, bilimsel ve durumumuzu bütün boyutlarıyla gözönüne alan bir planlamayla gündemleştirmesi ve payıma düşen görevleri belirlemesidir. Şu anda etkileme gücümüz sona erdirmeye uygundur. Uzun sürmesi kontrolü kaybettirebilir. Çünkü çok çıkar ve güç üzerinde oynuyor... Olan da şimdiden bu demin söylediğim tüm stratejik güçler daha şimdiden kendi Kürdünü, oluşumunu yaratmış, hatta benim dışımda temel güç olarak PKKyi de parselleme planlarını hazırlamışlardır... (34)Fakat ben olağanüstü gelişmeler olmadığı sürece, açılımın süreceği kanısındayım. Bu olağanüstü gelişmeler neler olabilir? AKP hükümetinin çok ağır taktik hataları işlemesi, ekonomik krizin dünyayı ve Türkiyeyi daha büyük ölçüde etkilemesi ve ekonominin iyice dibe vurması, Türkiye üzerindeki denetimlerini yitirmek istemeyen ABD ile İsrailin görece büyük-ölçekli bir Kürt-Türk çatışması tezgahlamayı ya da Türkiyenin, İrana karşı girişebilecekleri bir savaşa çekmeyi başarabilmeleri vb. Bu takdirde açılım projesinin rafa kaldırılması ve/ ya da ertelenmesi sözkonusu olabilir.
Türk Halkının Konumu
Açılım sorununu elbette sadece, Ortadoğu ve Türkiye ölçeğindeki güç dengeleri, jeopolitik gerçeklikler ve hesaplar temelinde tartışmakla yetinemeyiz. Açılımın bir ucunda da Kürt-Türk sorununun diğer önemli bileşeni, yani Türk halkı duruyor. Dolayısıyla, zihinlerinde büyük ölçüde Osmanlı-Türk egemen sınıflarının kollektif siyasal bilincinin ve tarihsel belleğinin izlerini taşımakta olan Türk işçileri ve sömürülen emekçilerinin konumunu ve ruh halini hesaba katmadan açılımı ele almak olanaksızdır. Şu kadarı biliniyor: Ülkemizde emekçilere, daha ilkokuldan başlayarak, Türkiyede yaşayan insanların ezici çoğunluğunun Türk ve Müslüman olduğu öğretilmekte, onların kollektif siyasal bilinci Ermeni ve Rum düşmanlığının etkisi altında biçimlendirilmektedir. (Başta TV olmak üzere görsel medyanın yaygınlaşmasının da bu alanda önemli bir rol oynadığını belirtmek gerekir.) Buna 1980lerin ikinci yarısından bu yana, ancak aynı ölçüde olmamak kaydıyla PKK düşmanlığı ve bunun üzerinden pompalanan Kürt düşmanlığının eklendiğini söyleyebiliriz. Batıda yaşayan Kürt emekçileri, gençleri ve Kürt halkının siyasal öncüleri, özellikle 2005den bu yana gerek merkezi ve gerekse yerel yöneticilerin açıkça teşvik ettiği, yüreklendirdiği ve örgütlediği pek çok saldırı ve linç girişimine hedef olmuşlar, bazıları bu girişimler sırasında yaralanmış ya da yaşamlarını yitirmişlerdir. Türk halkının belli kesimlerinin linç girişimlerine yer yer geniş ölçekte katıldığı ya da en azından pasif kalmak suretiyle bu tür barbarca eylemleri onayladığı herkesçe bilinmektedir. Bu koşullarda Türk halkının önemli bir kesiminin Kürt açılımı kavramı ve söyleminin kendisinden bile rahatsız olması, bu halkın daha geri kesimlerinin zaman zaman patlak veren ve özellikle Kürtleri hedef alan linç girişimlerine katılması ya da en azından bu tür barbarca eylemleri desteklemesi, alkışlaması ve onaylaması hiç de şaşırtıcı değildir. Aslında sadece Kürtleri değil, yakın geçmişte olduğu gibi Alevileri ya da 9-10 Ocak 2010da meydana gelen Selendi olayında olduğu gibi Çingeneleri hedef alan ve kendinden olmayan/ Türk-olmayan herkesi potansiyel ya da gerçek düşman olarak gören bu ruh halinin kendisi, Türkiyede yaşanacak herhangi bir ciddi demokratikleşmenin önünde duran en önemli engellerden biridir.
Burada, Kürt halkıyla Türk halkının Kürt-Türk sorununa bakışında, bu sorunu algılama biçiminde varolan ve büyük olasılıkla giderek büyümekte olan farklılıklara da değinmekte yarar var. Murat Paker, Aralık 2007de kendisiyle yapılan bir söyleşide haklı olarak şunları söylüyordu:
Kuşaklar boyunca Kürtler yoktur demişsiniz, Kürtçe yoktur demişsiniz, bir sürü kuşağı milli eğitim sisteminden geçirmişsiniz, medyanız böyle çalışmış vb. Şimdi belki hükümet istese bile, örneğin yarın Tayyip Erdoğan dese ki Arkadaşlar bir yanlış yaptık şimdiye kadar, seksen yıldır Kürtler konusunda, Kürtçe konusunda yanlış yaptık, özür diliyoruz. Ve bundan sonra değişik bir şeyler yapacağız artık. İnkâr ettik şimdiye kadar, ayıp ettik, artık göstermelik olarak değil sahiden saygı göstereceğiz ve bunun gereğini yapacağız dese bile milyonlarca insan, Hop bir dakika, nasıl yani, siz on yıllar boyunca bize niye yalan söylediniz, nasıl yalan söylediniz, kim yaptı bunu, niye yaptı, bunca insan boşuna mı öldü? diye sormaz mı? Bu meselenin çözümünde ilk planda sorulması gereken asıl sorular da bunlar. Kolay değil bunu böyle bir anda halletmek. Dolayısıyla insanların on yıllardır ayaklarını bastıkları bu zemin, büyük ölçüde yalanlar üzerine kurulu bir zemin ciddi sarsıntı geçiriyor bu Türk-Kürt meselesi üzerinden. Kim bu yalanların sorumlusu? Neden, nasıl ve kimler tarafından bu yalanlar üretildi de, Kürtlerin ve Kürtçenin varlığı inkâr edilebildi? Bu yüzleşme bütün açıklığıyla yapılmadan bizim bu meseleyi çözmemiz çok mümkün değil. (35) Yakın zamanda yapılan araştırmalar da Pakerin saptamalarını doğruluyor. SETA (=Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı) ile Pollmarkın 7-15 Ağustos 2009da değişik il ve ilçelerde, toplam 10,577 kişiyle görüşmek suretiyle yaptığı bir kamuoyu araştırmasının sonuçlarına göre, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak sizin için ne kadar önemli? sorusuna çok önemli yanıtını veren DTPlilerin oranı yüzde 39da kalırken bu soruya çok önemli yanıtını veren Türk burjuva partilerinin yandaşlarının oranı yüzde 73 ile yüzde 80 arasında değişiyordu. (36) Kürt kökenlilerin yüzde 75.7si açılımı olumlu olarak değerlendirirken, bu oran Türk kökenlilerde yüzde 42.7de kalmaktaydı. Bu ikinci grubun yüzde 40.8i ise açılımı olumsuz bulmaktaydı. (37) Gene bu araştırmaya göre Türk kökenlilerin sadece yüzde 15.5i Kürt kimliğinin anayasal olarak tanınmasını kabul edilebilir bulurken, bunu kabul etmeyenlerin oranı yüzde 75 dolayındaydı. (38) Araştırmanın yapıldığı ve açılımın yarattığı ilk heyecanın hayli yüksek olduğu Ağustos 2009dan bu yana açılımın büyüsünün bozulduğu ve siyasal ortamın daha gergin hale geldiği dikkate alındığında, o günlerden bu yana bütün bu rakamların olumsuz doğrultuda seyrettiğini tahmin etmek zor olmasa gerek.Açılımı başlatan AKPnin bile, hem kendi içinde ve hem de kendi tabanında gerici-şovenist bir tepkiyle karşı karşıya kaldığını ve zihinsel dünyası 20. yüzyılın başından bu yana Türk şovenizmiyle yoğrulmuş olan Türk halkının açılıma soğuk bakmasının AKP hükümetinin ilk başlardaki göreli kararlılık ve heyecanını yitirmesine katkıda bulunduğunu da unutmamak gerekiyor. Bir yazısında bu konuyu ele alan Veysi Sarısözen şu önemli olguya işaret ediyordu:
GENAR'ın anketine göre, DTP tabanının yüzde 77.1'i açılımı olumlu buluyor.
Ama AKP tabanının yalnızca yüzde 46.8'i, kendi partilerinin açılım siyasetini onaylıyor. Bu demektir ki, AKP tabanının yarıdan fazlası kendi partilerinin açılım siyasetini benimsemiyor, ya da bundan kuşku duyuyor. (39)Devrim Sevimaya verdiği mülakatta aynı konuya değinen Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, Türkiyenin Türk-Kürt ilişkileri bakımından çok tehlikeli bir noktaya geldiği yolundaki kanısını şu sözlerle dile getiriyordu:
Kaygım ve endişem şu ki duygusal kopuş tehlikesi yaşıyoruz. Ben halkın içerisindeyim, yurttaşın içerisindeyim ve ne olduğunu çok net görüyorum. İnsanların duygusunda maalesef kopma yaşanıyor şu anda.
Türkiyenin Batı yakasındaki yurttaşımızın sevinci ve tasası ile Türkiyenin Doğu yakasındaki yurttaşımızın sevinci ve tasası arasında giderek makas açılıyor
30 yıl boyunca bütün taraflar açısından çatışma sonuçta kontrol dahilinde götürüldü, ama şimdi ben kontrol dışına çıkma riskinden bahsediyorum.
Kabul etmemiz lazım ki, Türkiyenin Batı yakasında ciddi bir öfke var. Ve Türkiyenin Batı yakasındaki öfke artık bir örgüte olan öfkeden çıkmıştır, bir halka öfke duyulmaktadır. (40)Bu durumda, açılım denen devlet projesinin bir halk projesine, yani sahici bir demokratikleşme atılımına dönüşmesinin yükü, önemli bir devrimci dinamizmi temsil etmekle, hatta bu toprağın en siyasallaşmış gücü olmakla birlikte, ulusal eşitlik ilkesini unutmuş, Kürt halkının ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkından çoktandır vazgeçmiş ve taleplerini çoktandır, bir dizi güdük reformlara indirgemiş olan PKKnın önderliğindeki Kürt halkının sırtına yüklenmiş bulunuyor. Ne yazık ki, bu durumun yakın gelecekte değişeceğini gösteren bir veri de gözükmüyor. Zaman zaman patlak veren ve esas itibariyle ekonomik taleplerle sınırlı savaşımları bir yana konacak olursa Türkiye işçi sınıfının, Kürt halkıyla dayanışma içinde olmasından ya da en azından kendi ekonomik ve kısıtlı siyasal talepleri için büyük kitleler halinde ayağa kalkarak egemen sınıfları bir ölçüde geriletmesinden söz edebilecek durumda değiliz. Tahmin edilebileceği gibi, ahı gitmiş vahı kalmış Türkiye devrimci hareketinin açılım sürecine ilişkin herhangi bir ortak ciddi eylemi ya da müdahale çabası olmadı. Buna, sendikaların ve meslek örgütlerinin, ulusal sorunda daha da belirgin hale gelen sessizliğini ekleyebiliriz. Egemen sınıfların bütün fraksiyonlarından bağımsız, ciddi ve etkili bir devrimci kitle hareketinin olmadığı bugünkü koşullarda açılımın, -bu da önemli olmakla birlikte- gerici rejimin kaba yanlarını törpülemenin ve askeri-bürokratik kliğin nüfuzu ve ayrıcalıklarını kısıtlamanın ötesine geçemeyeceği açıktır.
AKP Hükümetinin İkircimli Tutumu
Bir çok devrimci ve demokrat çevre ve yazar; AKPnin sınıfsal niteliğini, egemen sınıflar ve Türk burjuva devlet aygıtı içindeki gerilimleri, Türk halkının konumunu ve ülkedeki ve bölgedeki sınıfsal ve siyasal güçlerin dizilişini dikkate almaksızın barış ve demokrasi beklentilerinin boşa çıkmasının esas, hatta tek sorumlusu olarak Başbakan R. T. Erdoğanı ve AKP hükümetini göstermektedir. Bu son derece sığ, kaba ve ilkel yaklaşım, askeri-bürokratik kliğin sorumluluk ve suçlarını gözlerden saklamaya hizmet etmektedir. Açılım girişiminin özünün, Türk devletinin görece elverişli iç ve dış konjonktürden yararlanarak kendisini yeniden yapılandırması olduğunu anlamayanların, AKP ve bağlaşıklarından bir demokratik dönüşüm bekleyenlerin, yaşanan olumsuz gelişmelerden ötürü derin bir hayal kırıklığı yaşamaları kaçınılmazdı ve öyle de oldu. DTPnin kapatıldığı ve ardından DTPli/ BDPli belediye başkanlarının vb. gözaltına alındığı/ tutuklandığı, ellerinin kelepçelendiği ve dolayısıyla açılımın tıkandığı günlere kadar pek çok çevre AKP hükümetini; açılımın ne olduğu, neyi amaçladığı, neleri kapsadığı vb. konusunda sessiz kalmakla, bu sözcüğün içini doldurmamakla ve bu konuda kararlı adımlar atmamakla eleştirmişti. Bu yaklaşım görünürde, ama sadece görünürde bir haklılık payı taşıyordu. Fakat bu eleştiriyi yapanlar;
a) Görece elverişli iç ve dış konjonktüre rağmen, merkezine Kürt-Türk sorununu alan en alçakgönüllü reformların bile gerek egemen sınıflar ve onların devleti ve gerekse Türk halkı katında çok büyük bir dirençle karşılaşmasının kaçınılmazlığını hesaba katmıyor ve
b) Hızla zenginleşme peşindeki İslamcı burjuvazinin anti-demokratik, karşı-devrimci ve pro-emperyalist niteliğini, takiye kavramıyla dile getirilen aşırı oportünizmi ve pragmatizmini ve İslamcı burjuvazinin ve AKPnin kollektif bilincine de Ermeni, Rum, Kürt vb. düşmanlığının damgasını vurduğu gerçeğini gözardı ediyordu.AKP gibi gerici-İslamcı bir partinin başını çektiği açılım sürecinin vazgeçilmez önkoşullarından birinin PKK gibi silahlı bir ulusal kurtuluş örgütünün tasfiyesi olacağını öngörebilmek için siyaset dehası olmak gerekmiyordu. Bu partinin esas hedefi, görece elverişli iç ve dış konjonktürü değerlendirmek ve Türk büyük burjuvazisiyle Kürt büyük burjuvazisi ve büyük toprak sahipleri arasında birincisinin önderliği altında bir bağlaşma kurmaktı; o, faşist ve şovenist partileri ve askeri kliği işte bunu yapmadıkları/ yapamadıkları için eleştiriyordu. Dolayısıyla olağan koşullarda, AKP hükümetinin ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıklarının, halihazırdaki çizgisi reformist, hatta teslimiyetçi bir nitelik taşısa da PKK gibi radikal bir kökene sahip ve Kürt toplumunun alt sınıf ve katmanlarına dayanan bir hareketi muhatap almayacağı daha baştan belliydi. Bunun böyle olması, nesnelerin doğası gereğiydi. Bırakalım AKP gibi gerici partileri, en demokratik burjuva partilerinin bile gerek işçi sınıfının, gerekse ezilen ulusun herhangi bir kitlesel-silahlı örgütlenmesinin varlığını asla kabul etmeyeceği, onu tasfiye etmek için elinden geleni ardına koymayacağı, bunu kendisi açısından olmazsa olmaz sayacağı açıktır. En demokratik bir burjuva cumhuriyeti bile, bir avuç mülk sahibinin geniş işçi ve emekçi yığınları üzerindeki diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Dolayısıyla burjuva demokrasisi en ileri halinde bile, silahlı bir halk muhalefet hareketinin varlığını asla kabul etmez ve gerek ezilen sınıfların ve gerekse ezilen ulusların radikal muhalefetini en sert önlemlerle bastırmaktan ve bunun için gerektiğinde en gerici güçlerle işbirliği yapmaktan kaçınmaz.
Engels, Marksın Fransada İç Savaş adlı kitabına 1891de yazdığı Girişte burjuvazinin, ilerici niteliğini tümüyle yitirmemiş olduğu 19. yüzyılın ilk yarısında bile her devrimden sonra işçi sınıfının silahsızlandırılmasını birinci görev saydığını şu sözlerle anlatıyordu:
... bu istemi (kapitalistlerle işçiler arasındaki sınıfsal antagonizmin ortadan kaldırılması- G. A.) ileri süren işçiler henüz silahlı idiler; öyleyse iktidarda bulunan burjuvalar için, işçilerin silahsızlandırılması birinci görevdi. Bundan ötürü, işçilerin kanı pahasına kazanılmış her devrimden sonra, işçilerin yenilgisi ile sonuçlanan yeni bir mücadele patlak verir. (41) Demek oluyor ki, gerçekten demokratik bir nitelik taşıyacak, Kürt halkının ivedi taleplerini karşılayacak, onun barış ve demokrasi özlemini yanıtlayacak bir açılım ancak değişik milliyetlerden işçi sınıfının ve diğer sömürülen emekçilerin devrimci kitle hareketinin yükselmesinin ürünü olacaktır. Lenin 1905 Rus devriminin öngününde kaleme aldığı İki Taktik adlı ünlü broşüründe, Çarlık rejimine muhalefet eden liberal monarşist burjuvazinin ikiyüzlü demokratizmini ve devletin baskı aygıtına karşı tutumunu da sergilemişti. Onun aşağıdaki satırlarda söyledikleri, 1905in Rusyası ile 2010un Türkiyesi, Kadet Partisi ile AKP ve o günün dünyasıyla bugünün dünyası arasındaki önemli farklılıklara rağmen AKP hükümetinin yaşadığımız süreçteki tutumuna ışık tutmaktadır:
... burjuvazinin, proletaryaya karşı, geçmişin bazı kalıntılarına, örneğin monarşiye, sürekli orduya vb. dayanması, onun yararınadır. Burjuva devrimin geçmişin bütün kalıntılarını tam olarak süpürüp atmaması ve bunların bazılarını alıkoyması, yani bu devrimin tam olarak tutarlı olmaması, sonuna dek götürülmemesi ve kararlı ve amansız olmaması, burjuvazinin çıkarınadır... Burjuva demokrasisi doğrultusunda zorunlu değişmelerin daha yavaşça, daha tedrici, daha dikkatli, daha az kararlı, devrim yoluyla değil de reformlar yoluyla olması; bu değişmelerin feodal sistemin saygıdeğer kurumlarını (monarşi gibi) olabildiğince kayırması burjuvazinin daha çok işine gelir. (42)Son aylarda yaşanan ve yukarda da değinmiş bulunduğum olumsuz gelişmelerin bu belirlemeleri doğruladığını söyleyebiliriz. Karşı tarafın ataklarının da baskısı altında AKP hükümetinin, açılıma ilişkin içi boş ve belirsiz retoriğini esas itibariyle ete kemiğe büründürmemiş ve yaşama geçirmemiş olması, Başbakan R. T. Erdoğanın ve AKP hükümetinin; ilk ayların parlak sözlerinin ardından Kürt halkına ve ulusal hareketine karşı daha saldırgan bir dil kullanmaya başlaması, 19 Ekim 2009daki barış-yanlısı Habur karşılamasının ardından yapılan şovenist yaygara kampanyasına katılması, 22 Kasımda İzmirde DTP konvoyuna yapılan saldırıyı ve zaman zaman gerçekleşen linç girişimlerini mahkum etmemesi, (43) güvenlik güçlerine taş attıkları gerekçesiyle tutuklanan Kürt çocuklarının durumlarını iyileştirmeyi öngören yasa değişikliği çalışmasını rafa kaldırması, 11 Aralıkta Anayasa Mahkemesinin DTPni kapatmasına herhangi bir ciddi tepki göstermemesi, konunun Kürt halkı bakımından taşıdığı öneme rağmen A. Öcalanın yaşam koşullarını düzeltmek için herhangi bir adım atmaması, yıllardır dillerine pelesenk etmiş olmasına rağmen 12 Eylül darbesinin ürünü olan anayasayı ve Siyasi Partiler Yasasını değiştirmek ve seçim barajını indirmek için ciddi bir girişimde bulunmaması, KCK operasyonları bahane edilerek DTPli/ BDPli belediye başkanlarının gözaltına alınması ve tutuklanmasına karşı bir tutum takınmaması, yani tek sözcükle açılımın bir anlamda tıkanmış olması, tabandan yükselen bir devrimci basıncın yokluğu koşullarında açılımın egemen sınıfların iki fraksiyonu arasında bir sürtüşme, hesaplaşma ve çatışmaya dönüşmekte olduğunu göstermektedir.
Bu süreçte, PKKnın gönderdiği 34 kişilik barış grubunun 19 Ekim 2009da Haburda karşılanması, DTP otobüsüyle Diyarbakıra gelirken, Şırnakın Cizre, Silopi, Mardinin Nusaybin ilçelerinde ve Diyarbakırda geniş kitlelerin katılımıyla yapılan coşkulu törenlerle selamlanması, açılım sürecinde duraklamanın başladığı bir kilometretaşı oluşturdu. PKKnın silahlarını bırakması ve Kürt halkının teslim olması düşleri gören AKP hükümeti ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıkları, bu halkın siyasal radikalizminin görüntülerinden son derece rahatsız oldular ve bu tarihten itibaren de işi yokuşa sürmeye ve şovenist ve faşist güçlerin konumuna sürüklenmeye başladılar. Ama sorun, silahlarını bırakmayı ilke olarak kabul eden ve buna hazır olduğunu pek çok kez dile getirmiş bulunan PKKnın silahlı bir örgüt olmasından kaygı duymanın da ötesine geçiyor. (44) Aslında AKP, Türk gericiliği ve onların liberal kuyrukları, açılım gevezelikleri yoluyla ve Kürt halkına verilen ya da verildiği ileri sürülen ödünlere karşılık, PKK-DTPnin (şimdi BDP) nüfuzunu kırmayı umuyorlardı. Onlar bu yolla içinde bir şahinler-güvercinler kavgası kışkırtacakları DTPni daha da sağa çekmeyi ve/ ya da Kürt büyük burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını savunan bir siyasal oluşumun öne çıkmasını sağlamayı kuruyorlardı. Onların, en azından şimdilik, bu amaçlarına ulaşamadıklarını söyleyebiliriz. Aptal ve siyasal vizyondan yoksun Türk burjuvazisinin temsilcileri baltayı bir kez daha taşa vurmuşlardır. Dolayısıyla bu bölümü noktalarken şunu söyleyebiliriz: AKP hükümeti ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıkları, Kürt açılımı, demokratik açılım, milli birlik ve kardeşlik projesi adlarıyla anılan girişimi başarılı bir biçimde yürütememiş ve tüm Osmanlıcı gevezeliklerine rağmen Türkiyenin daha güçlü bir bölgesel aktör olmasının birinci önkoşulunu yerine getirememiş, yani Kürt-Türk sorununu çözme konusunda ciddi adımlar atamamışlardır.
Ama AKP hükümeti böyle davranmakla, kendi konumunu da risk altına sokmaktadır. Kürt-Türk sorununu çözmede başarısız kalmakla yetinmeyen, ama bunun ötesine geçerek Türk milliyetçiliğinin esas savunucusu pozuna bürünmeye çalışan AKP ve bağlaşıkları böyle davranmakla, ancak faşist ve şovenist çevrelerin küstahlık ve cesaretlerini arttırmalarına katkıda bulunmaktadırlar. Askeri-bürokratik kliğin mensuplarından Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlunun, Balıkesir Barosunun kuruluşunun 90. yıl dönümü etkinlikleri kapsamında düzenlenen Hukuk Devletinde Yargı Bağımsızlığı konferansında yaptığı konuşmada,
Laik demokratik Cumhuriyet aleyhine eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilmiş bir iktidarın ne reform yapmaya, ne de anayasa değişikliği yapmaya hakkı yoktur. Olmamalıdır (44) diyebilmesi, AKP hükümetinin Balyoz Planıyla açığa çıkan dönük darbe hazırlıklarının sorumlularına karşı harekete geçmemesi, bu ürkek ve kararsız tutumun en son örnekleridir. İhsan Dağı şu söylediklerinde tümüyle haklıdır:
Bu 'balyoz' kime? Cevabı belli. Balyoz'un hedefi tıpkı, Sarıkız, Ayışığı, Eldiven gibi diğer darbe hazırlıkları ile ıslak imzalı ve kafesli eylem planları gibi Meclis çoğunluğu ve hükümetiyle AK PartiAK Parti halktan aldığı emanete ihanet etmek niyetinde değilse bu ülkede 'darbe' kelimesini lügatlerden çıkaracak icraatlara imza atmak zorundadır. İktidarının yedinci yılında memlekette hâlâ yeni cuntaların ve komploların örgütlenebiliyor olması, eski cuntacıların korunabiliyor olması AK Parti hükümeti için bir zuldür
Bu işleri çözmezseniz gelecek seçimlerde millete diyecek hiçbir sözünüz kalmaz. Halkın yarısının oyunu alıp hâlâ darbe tehditlerini savuşturamayan bir hükümet tarihe ve halkına karşı mesûl kalır. Halkın bir daha % 47 oyla destek vereceği demokrat bir hareket de ancak elli yıl sonra çıkar. 'Uzlaşalım, iktidarı paylaşalım' yaklaşımıyla sadece kendinizi inkâr etmezsiniz, halkın da umudunu tüketirsiniz. Halk, %47 oy aldılar, bunlar bile yapamadı. Bu iş olmaz. En iyisi mi kim güçlüyse o yönetsin bu ülkeyi noktasına gelir. (46)Öcalanın Tezleri ve Açılıma İlişkin Devrimci Tutum
Kürt halkının siyasal temsilcilerinin ve devrimci ve demokratik güçlerin; AKP hükümetinin ve onun devlet içindeki bağlaşıklarının açılım girişimine kuşkuyla yaklaşmaları, açılımın mimarlarının kaypak, ikiyüzlü, sahte tutumlarını, anti-demokratik, gerici ve milliyetçi uygulamalarını sergilemeleri ve suçlamaları tamamen haklı ve meşrudur. Ancak bu haklı tepki, siyasal konjonktürü yanlış okumaya ve AKP ve bağlaşıklarının konumuyla statükoyu muhafaza etmekten yana olan şovenist ve faşist güçlerin konumunu aynılaştırmaya götürmemelidir. Ortadoğuda olduğu gibi Türkiyede de işçi sınıfının, Kürt halkının vb. baş düşmanları hala ABD-İsrail-Britanya ekseni ve onların yerli bağlaşıkları ve uşakları, yani statükoyu muhafaza etmekten, bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtmaktan yana olan güçlerdir. AKP hükümetinin ve onun bağlaşıklarının ikiyüzlü tutumları ve karşı-devrimci demagoji ve manevraları bu gerçeği unutturamaz, unutturmamalıdır. Devrimci ve demokratik güçler bugünkü somut koşullar altında, iki gerici kamptan herhangi birinin yanında yer almaktan kaçınmalı, kitlelerin karşısına kendi bağımsız anti-emperyalist, demokratik ve anti-şovenist platformlarıyla çıkmalı, ancak ABD-İsrail-Britanya ekseninin ve bu eksenin ülke içindeki askeri ve sivil uzantılarının esas ve en tehlikeli düşman olduğu gerçeğinin üstünün örtülmesine de izin vermemelidirler. Bir başka anlatımla, devrimci ve demokratik güçler stratejik planda her iki gerici kampa da karşı çıkmalı, ancak taktiksel planda öncelikle statükoyu muhafaza etmekten yana olan şovenist ve faşist güçleri hedef almalıdırlar.
Türk gericiliğinin İttihat ve Terakki Cemiyetinden bu yana değişik milliyetlerden işçi sınıfına, Kürt halkı da içinde olmak üzere Türk-olmayan halklara, komünist, devrimci ve demokratik güçlere vb. karşı işlediği sayısız suç ve cinayetin esas sorumlusu, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 faşist darbelerinin mimarı TSK ve Türk Genelkurmayı ve onların bir uzantısından başka bir şey olmayan Kontrgerilla-Özel Harp Dairesi-Seferberlik Tetkik Kurulu olarak bilinen derin devlet örgütleridir. Dolayısıyla, bazı PKK sözcülerinin ve onların her dediğini onaylamayı Kürt halkıyla dayanışmanın gereği sanan ve herkesi de buna inanmaya zorlayan bazı Türk devrimci ve demokratlarının yaptığı gibi, AKP hükümetinin ve burjuva yargı erkinin bu örgütlere yönelik soruşturma girişimlerini, önemsiz ve anlamsız bir olay gibi göstermek ya da gericiliğin iki kanadı arasında arasında geçen ve devrimci ve demokratik güçleri ilgilendirmeyen bir sürtüşme ya da kapışma olarak görmek ve göstermek, görünüşte sol, ancak özünde sağ bir tutumdur ve tamamen yanlıştır. Örneğin A. Öcalan, Mustafa Kemali Anadolu halklarına karşı işlediği suçlardan ötürü bir kez daha aklamaya çalıştığı 8 Ocak 2010 tarihli görüşme notunda şöyle diyordu:
Kozmik oda bir görüntüdür. Bunun gerisine, arka planına bakmak gerekir. AKP tek başına yapmıyor, Erdoğan-Başbuğ ittifakı var, arkalarında ABD var. (47) Öcalan 22 Ocak 2010 tarihli görüşme notunda ise daha da ileri gidiyor. O burada İmralının, TSKnin ya da onun bir fraksiyonunun denetimi altında olduğunu çok iyi bildiği halde, kendisine karşı uygulanan bazı kısıtlamalardan ötürü sadece AKPni suçlamakta ve Kürt halkına karşı yürütülen tasfiye planlarını ise askeri kliğin adını anmaksızın ve şu sözlerle sadece, faşist olarak nitelediği AKPnin hanesine yazmaktaydı:
İşte AKPnin zihniyeti budur. Ben tasfiye tanımını o yüzden yaptım. Faşist zihniyet, faşizm budur. Bunların bu zihniyetinin görülmesi, anlaşılması gerekiyor. Herkesin de bu konuda uyanık olması gerekiyor. Halkımızın bunları iyi görmesi gerekiyor. Bunlara oylarını bile çok görmelidir. Kürtler kendi birliklerini sağlamalıdırlar. AKPnin oyunlarına gelmemelidirler. İşte AKP Kürtleri aç bırakarak ardından bölgeye yardım, kredi şeklinde yatırımlar adı altında Kürtleri kendilerine bağlamaya çalışıyor. Kürtler bunlara tenezzül etmemelidir, bu tür oyunlara gelmemelidir...
Daha önce de belirttim CHP ve MHPnin ulusalcı-milliyetçi-katliamcı yönünü gösterip bak bunlar gelirse sizi öldürürler, size yaşam şansı bile tanımazlar diyerek, bu tehditleri bize gösterip, AKPye razı olun diyorlar. Açıkça Baykal-Bahçeli eliyle ölümü gösterip kendileriyle sıtmaya razı etmeye çalışıyorlar. Bizim önümüze konulan konsept budur; ölümü gösterip sıtmaya razı olun diyorlar. Bu ulusalcı-milliyetçi yaklaşımla Sünni- siyasal İslamcı yaklaşım arasında bir fark yok. Geçmişte uygulanan ulusalcı-milliyetçi faşizmdi. Şimdi AKP eliyle uygulanan ise Sünni-siyasal İslamcı faşizmdir. Halkımız içinde durum budur. Kürtler, halkımız geçmişte ulusalcı-milliyetçi politikalarla kandırılıp yönetiliyordu, oyları alınıyordu. Şimdi ise AKP eliyle Sünni-siyasal İslamcı politikalarla kandırılmaya çalışılıyor. Biliyorsunuz Kürtlerin büyük çoğunluğu Sünnidir. AKP de bu kimliği kullanıp halkımızı bu yönüyle sömürmeye çalışıyor... (48)
Gerek 15 Ağustos 1984 öncesinde ve gerekse bu tarihten sonra ve hepsinden önemlisi 1990larda Kürt halkına ve ulusal kurtuluş hareketine karşı sürdürülmüş olan ve onbinlerce insanın ölümüne, binlerce köy ve mezranın yakılmasına ve/ ya da boşaltılmasına, milyonlarca insanın evlerinden ve köylerinden kovulmalarına yol açan kirli savaşın esas mimarları ve sorumlularını bir biçimde aklayan bu yaklaşımın iler tutar bir yanı yoktur. Kürt halkının ve onun siyasal öncülerinin en fazla, askeri kliğin yönlendirdiği Kontrgerilla-JİTEM-Özel Tim-Korucu teröründen acı çekmiş olduğunu unutmamasını dileyelim.Bir kez daha yinelemek gerekirse, PKK da içinde olmak üzere, devrimci ve demokratik güçlere düşen, bu iki gerici kamp arasındaki anlaşmazlık ve çatışmalarda tarafsız kalmamak; tersine bu anlaşmazlıktan yararlanarak Türk generallerinin onyıllardır işlemiş ve işlemekte olduğu ağır suçların tümünün sergilenmesini, açıklanmasını sağlamak ve bu suçların sorumlularının kamu vicdanında mahkum edilmeleri ve cezalandırılmaları için sesini yükseltmek, çaba harcamak ve özellikle de kitleleri bu taleplerle seferber etmektir.
Stratejik düzeyde devrimci ve demokratik güçlerin neden, AKP ve bağlaşıkları da içinde olmak üzere her iki gerici kampa da karşı oldukları, olmaları gerektiği bellidir. Kürt açılımının mimarları, bazı reform kırıntıları karşılığında, Kürt halkının tümünü koruculaştırmaya çalışmaktadırlar. Onlar, bazı sınırlı ödünler karşılığında Kürt halkını kendi sadık uşakları ve askerleri haline getirmeyi kuruyorlar. Gerçekleşmesi halinde böyle bir çözüm bir süreliğine de olsa bir Kürt-Türk çatışmasına doğru gidişi durduracak ve Türk şovenizmini geriletecek, ancak Türk büyük burjuvazisiyle Kürt büyük burjuvazisi ve büyük toprak sahipleri arasında Kürt ve Türk işçilerine ve kent ve kır yoksullarına karşı birincisinin hegemonyası altında karşı-devrimci bir bağlaşmanın oluşturulmasının yolunu açacaktır. Aslına bakılacak olursa A. Öcalan, bu formülasyonu uzun yıllardır dile getirmekte ve ısrarlı ve tutarlı bir biçimde savunmaktadır. O, en azından 1999dan bu yana yaptığı savunmalarda ve kaleme aldığı çok sayıda yazıda bu görüşlerini yinelemiş ve Balkanlarda ve Ortadoğuda daha büyük, daha güçlü ve daha etkili bir Türkiyenin kurulabilmesi için PKKnın ve Kürt halkının Türk burjuva devletine destek verebileceğini, payanda olabileceğini anlatıp durmuştur. Öcalan bu tezini muhataplarına kabul ettirebilmek için, Anadolunun kapılarını açan Selçuklu Sultanı Alpaslana, Anadolu Alevilerini kıyımdan geçiren Yavuz Sultan Selime, Hamidiye Alaylarının elleri Ermeni halkının kanıyla lekeli hamisi II. Abdülhamite ve elleri Kürt halkının kanıyla lekeli Mustafa Kemale bile sahip çıkmayı göze almakta, adeta bir Osmanlı-Türk milliyetçisi gibi konuşabilmektedir. Örneğin o, Devlet Güvenlik Mahkemesinde Mayıs-Haziran 1999'da yapılan yargılaması öncesinde hazırladığı Savunma ve Esasa İlişkin Savunma başlıklı metinlerde sözde barış ve sözde demokratik birlik yoluyla Kürt sorununu çözdüğünde Türkiye'nin bölgenin güçlü ve lider ülkesi olacağını, PKKnın askeri savaş olanaklarının Türkiyenin hizmetine gireceğini şu sözlerle ileri sürüyordu:
Cumhuriyet tarihinin bu en zor sorunu çözümlendiğinde Türkiye'nin iç barışından aldığı güçle bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşacağı kesindir. Ortadoğu'da liderlik dönemi Orta Asya'dan Balkanlar ve Kafkaslara kadar etkili olma anlamına gelecektir. Demokratik sistemin çözüm gücü, başta barış olmak üzere, birçok çelişki ve sorun olan bu bölgelere haklı bir müdahale ve desteğin verilmesi ve istenmesine de yol açacaktır. (49)
İçte ve dışta PKK'nin askeri savaş olanakları çözümle birlikte Türkiye'nin hizmetine girecektir... Kürtlerin Demokratik Cumhuriyetle bütünleşmesi geliştikçe bu askeri anlamda da karşı tehditten stratejik bir güç kaynağına dönüşecektir. Çözüm bu büyük fırsatı sunuyor. Geleceğe en büyük stratejik yatırım oluyor. (50)Öcalan, 23 ve 24 Ağustos 2003 tarihlerinde yayımlanan değerlendirme ve mesajlarında şunları söyleyecekti:
Ben kendi modelime Büyük Demokratik Çözüm diyorum. ABD ve AB'yi aşarak yükselme modeli diyorum. Türkiye aydınlarına şu çağrıyı yapmak istiyorum: 1071'de Alparslan Silvan'da Kürtlerle ilişkiyi nasıl düzenlediyse, 1516'da Yavuz -egemen temelde de olsa- nasıl Kürtlerle ilişki düzenlemişse, 1920'lerde Mustafa Kemal Kürtlerle nasıl ilişki düzenlemişse; günümüz için de Türk aydınları, Kürtlerle ilişkiyi bunlar gibi düşünmelidir. Başbakana da bir çağrı yapıyorum Allah'ına ve peygamberine bağlıysan Kürt kardeşlerine doğru yaklaş diyorum. Genelkurmay'a da çağrı yapıyorum. Soruşturmada bir temsilcileri sorunun çözümünü ABD, Avrupaya bırakmayalım, kendi aramızda halledelim demişti. Doğrudur. Ben de diyorum ki kendi aramızda halledelim. Genelkurmay'ı da buna çağırıyorum. (51)
Öcalanın daha sonraki yıllarda ve günümüzde söyledikleri de bu alıntılarda dile getirilen görüşlerle çakışmaktadır. Örneğin o, 28 Aralık 2007de şöyle diyordu:
Bunların Yavuz kadar da mı, M. Kemal kadar da mı, Abdülhamit kadar da mı akılları yok, onlara da mı bakmıyorlar. Yavuz Sultan Selim Ortadoğu'ya 1517'de Kürtlerle anlaşarak açıldı. M. Kemal 1920'lerde bağımsızlığın Kürtlerle ittifaktan geçtiğini gördü. O dönem Kürtler ve Türkler eşit durumdaydı. Kürt-Türk ilişkilerinde böylesi bir yaklaşımın sorunu çözeceğini, büyük kazandıracağını görmek gerekiyor. Aslında Anadolu'ya Türklerin girişinde Alparslan Silvan'da Mervani Kürt Devleti'nin kalıntıları olan Kürt aşiretleriyle buluşarak, Ahlat'a gelerek Türkmenlerin bir kısmını yanına alarak Malazgirt'te Türklerin Anadolu'ya girişini sağlamıştır. Hatta Osmanlı'nın son dönemlerinde Abdülhamit, Osmanlı'nın dağılmaması için Kürtlere yaslanmak istemiştir. O dönem Hamidiye Alayları kuruldu, Abdülhamit de Kürtlere yaslanmak istedi, ilişkinin özü budur. Şimdi yeniden Kürt-Türk ilişkilerini bu bakış açısıyla değerlendirmek gerekiyor. (52)
Öcalan'ın, yeni-Osmanlıcı bir politikayı yıllar öncesinden bu yana savunduğunu gösteren bu alıntılar, onun Demokratik Cumhuriyete ilişkin tezlerinin gerçek niteliğini gözler önüne sermektedir. Türk egemen sınıflarının ve Türk Genelkurmayının özüne hiçbir biçimde itiraz etmeyeceği bu tezler, Öcalanın Demokratik Cumhuriyet projesinin ve tabii AKP ve bağlaşıklarının yeni-Osmanlıcı dış politikasının önünde sonunda barış ve demokrasiye değil, savaş, yayılmacılık ve militarizme götüreceğini kanıtlamaktadır. Demokratizm ya da barış yanlılığı adına böylesi görüşlerin stratejik düzeyde hiçbir biçimde savunulamayacağı açıktır.
A. Öcalan bu tezleri yıllardır, PKK yönetiminden ve ne yazık ki bilebildiğim kadarıyla devrimci çevrelerden de- herhangi bir ciddi itirazla karşılaşmaksızın savunmaktadır. Ama gerek Öcalan ve gerekse PKK yöneticileri ve sempatizanları bu konumlarına rağmen Türk burjuva devletinin PKKyı tasfiye etmek istediğini ileri sürebiliyor ve buna karşı seslerini yükseltebiliyorlar. (Yukarda sunmuş olduğum alıntılardan da anlaşılabileceği gibi, Türkiye devrimci hareketinin öğelerinden büyük çoğunluğu da bu görüşü paylaşmaktadır.) Örneğin Öcalan, 25 Kasım 2009 tarih ve Asıl amaçları DTPyi tasfiye etmektir başlıklı yazısında şöyle diyordu:
Bu bir tasfiye sürecidir. İşte bütün bunlar gerçekleştirildikten sonra ben de burada tasfiye edilip yerime yeni bir Öcalan koymaya çalışacaklar! Öcalan ismini böyle kullanacaklar. İşte DTP'nin başına getirilmeye çalışılanlar görülüyor. DTP'nin üzerine giderek, köşeye sıkıştırarak kendi yanlarına çekmeye çalışıyorlar. DTP'yi örgütsüzleştirerek, eğitimsiz bırakarak da kendi yanlarına çekmeye çalışıyorlar. Bu tasfiyeci yaklaşım iyi görülmelidir. Bu durumun doğru değerlendirilmesi gerektiğini, bu durumun tehlikeli olduğunu ve beraberinde bitişi getireceğini iyi tahlil etmeleri gerektiğini daha öncede değerlendirdim. Tasfiyeci eğilim böyle çalışmaktadır. Hemen her yöntemi kullanarak yaratılmak istenen siyasi boşluğu da, işte kaçanlarla, kendilerine bağlı Kürtlerle doldurmaya çalışacaklar. Talabani ve Barzani de kullanılarak PKK köşeye sıkıştırılacak ve tasfiye edilmeye çalışılacak. (53)
Öcalan ve izleyicilerinin, Alpaslan, Yavuz Sultan Selim, Mustafa Kemal dönemlerini örnek göstererek yeni bir gerici Türk-Kürt bağlaşması ya da işbirliğini savunmalarının ardından, AKP hükümetinin ve Türk burjuva devletinin PKKyı tasfiye etmek istediğini ileri sürmeleri ve bundan yakınmaları ise en hafif bir anlatımla tutarsızlıktan ve abesle iştigalden başka bir şey değildir. Kürt ulusal sorununda tasfiyeciliği kabaca,
a) Kürt halkının Türk halkıyla eşitliğinin reddi, Türk ulusunun ayrıcalıklarının savunulması ve meşru gösterilmesi ve Kürt ulusunun ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkının reddi,
b) Kürt halkının devrimci dinamizminin ve siyasal-askeri potansiyelinin Türk gericiliğinin emperyal emellerinin hizmetine sunulması,
c) Türk gericiliğinin, en azından Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana Kürt halkına karşı işlemiş olduğu cinayet ve insanlık suçlarını ve gerçekleştirdiği katliamları unutmak ve bağışlamak olarak özetleyebiliriz. Bu tasfiyeci programın kim tarafından ya da kimin yardımıyla (PKK ve onun legal uzantısı/ ortağı olan bir örgüt ya da PKKya karşıt bir Kürt örgütü) yaşama geçirileceği son çözümlemede Kürt halkının ulusal ve demokratik çıkar ve özlemleri bakımından hiçbir önem taşımaz. Her iki durumda da, Kürt halkı göstermelik bazı ödünler karşılığında ulusal ve demokratik haklarından yoksun bırakılacak ve Türk burjuvazisi ve gericiliğinin Kürt işçi ve emekçileri üzerindeki boyunduruğu sürecektir. Dolayısıyla A. Öcalanın ve PKK yönetiminin bir yandan, yukarda bir ölçüde ayrıntılarını verdiğim tasfiyeci planı savunurken bir yandan da PKKnın tasfiyesinden yakınmalarının savunulabilecek ya da meşru gösterilebilecek hiçbir yanı yoktur ve olamaz. Bu olsa olsa, Evet, biz Kürt halkının ulusal kurtuluş savaşımının ve gerillanın tasfiye edilmesinden yanayız; ancak Türk devleti bu tasfiye işlemini bizimle, yani PKK ve onun yönetimiyle elele yapmalıdır demek anlamına gelir. Çok acı çekmiş bulunan ve PKKya ve A. Öcalana, eleştirellik öğesinden yoksun bir bağlılık içinde olan Kürt halkının yoğun bir barış özlemi içinde olması anlaşılabilir; ama herhalde bu halkın siyasal bakımdan ileri kesimleri, binlerce ve onbinlerce yiğit kızlarını ve oğullarını bu pespaye amaçlar için kurban vermeyi, ancak görece kısa bir süre için kabul edecek/ içlerine sindireceklerdir.
Öcalanın dile getirdiği bu görüşlerle Başbakan R. T. Erdoğanın açılımı pazarlamak için yaptığı konuşmalarda dile getirdiği görüşler arasındaki paralelliği görmek hiç de zor olmasa gerek. Örneğin, bu yazının başında sunduğum bir alıntıda Erdoğan, adeta Öcalana göndermede bulunarak şunları söylüyordu:
On binlerce insanımız hayatını kaybetmeden, on binlercesi yaralanmadan, yüz binlercesi mağdur olmadan bu mesele suhuletle çözülmüş olsaydı, bugün Türkiye nerede olurdu?..
Selahaddin Eyyubi'nin sancağı altında, Kudüs'ü fethederek, orayı bir barış ve huzur şehrine çeviren ordunun neferleri biz değil miydik?
Çaldıran'da, Yavuz Sultan Selim'in ordusunda birbirine kardeş olan biz değil miydik?
Yemen'de, Çanakkale'de, Sarıkamış'ta, Kut-ül Amare'de vatan topraklarını birlikte savunan, birlikte şehit olan, birlikte gazi olan biz değil miydik?Kurtuluş Savaşı'nın kahraman evlatları hep birlikte biz değil miyiz? Cumhuriyeti kuran ve ortak idealler, ortak hedefler doğrultusunda yüceltenler bizler değil miyiz? (54)
Barış, birlik, kardeşlik türünden kavramların kullanıldığı her yerde şu soruların sorulması ve yanıtlarının, hem de dosdoğru bir biçimde ve sağa sola bükmeden verilmesi gerekmektedir:
KİMİN KİMİNLE BARIŞI?
KİMİN KİMİNLE BİRLİĞİ?
KİMİN KİMİNLE KARDEŞLİĞİ?
A. Öcalan ve R. T. Erdoğanın barış, birlik, kardeşlik sözleriyle anlatmak istediklerinin, Kürt ve Türk işçilerinin ve halklarının birliği ve kardeşliği anlamına gelmediği, kurulabilecek böylesi bir Kürt-Türk birlik ve kardeşliğinin Ortadoğu halklarıyla barışçı ve demokratik bir ilişki kurmaya yol açmayacağı açıktır. Türk büyük burjuvazisiyle Kürt büyük burjuvazisi ve büyük toprak sahipleri arasında emperyalizmin şemsiyesi altında kurulacak barışın hem Türkiye ve Kürdistan işçileri ve halklarına, hem de Ortadoğu işçileri ve halklarına karşı bir savaş ilanı olacağı, onların ensesindeki boyunduruğu daha da sağlamlaştırmayı hedefleyeceği bellidir. Her tutarlı demokrat ve enternasyonalist; birlik ve kardeşlik dendiğinde, değişik ulus ve milliyetlerden işçiler ve diğer sömürülen emekçilerin bütün sömürücü sınıflara karşı birlik ve kardeşliğini anlar ve barışın yolunun, ezilen ve sömürülen yığınların işçi sınıfının önderliğinde faşizme, emperyalizme ve kapitalizme karşı vereceği devrimci savaştan geçtiğini bilir.Ne var ki bunun böyle olması, yukarda da söylemiş olduğum gibi, devrimci ve demokratik güçlerin, taktiksel düzeyde her iki kampı eşit ölçüde hedef almasını haklı kılmaz. Bir paradoks gibi gözükse de, tezlerinin stratejik düzeydeki gerici ve tasfiyeci niteliğine rağmen bugünkü somut koşullarda A. Öcalanın öneri ve taleplerinin yaşama geçirilmesi, Kürt ve Türk halkları bakımından taktiksel düzeyde ileriye doğru bir adım atılması anlamına gelecektir. AKP hükümetinin önderlik ettiği Kürt açılımı projesiyle önemli ölçüde çakışan bu taleplerin yaşama geçirilmesi ve Türkiyeye dayatılmakta olan Kürt-Türk çatışması yöneliminin boşa çıkarılması, Türkiye, Kürdistan ve hatta Ortadoğu işçi sınıfı ve halkları açısından bazı yararlar sağlayacaktır. Bunları şöyle sayabilirim:
1) Türk halkına dayatılan militarist-şovenist ruh halinin ve şehit edebiyatı ve linç kültürünün zayıflaması,
2) Askeri kliğin nüfuzunun ve onun, terör ve provokasyon eylemleri gerçekleştirme olanaklarının azalması,
3) Kürt ve Türk işçileri ve sömürülen emekçilerinin ortak sınıfsal talepleri doğrultusunda birleşik örgütlenme ve anti-kapitalist savaşım yürütme olanaklarının artması,
4) Gerici/ faşist bir askeri darbe girişimi gerçekleştirmenin toplumsal zemininin zayıflaması,
5) ABD-İsrail-Britanya ekseninin Türkiyeyi İran, Suriye, Lübnan gibi ülkelere karşı girişilebilecekleri savaşlara çekebilme ya da bu savaşlara desteğini sağlama olanaklarının zayıflaması.Bu hususların her biri de, Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ve halklarının sonal kurtuluşu, yani kapitalizmin yıkılması ve sosyalizmin inşası ve komünizme doğru ilerlemesi açısından büyük önem taşır. Militarist-şovenist ruh halinin sürmesi, askeri-bürokratik kliğin nüfuzunun mahafazası, ulusal çekişmelerin sınıf savaşımının önüne geçmesi, Türkiyenin bir askeri diktatörlük ya da onun tehdidi altında yaşaması ya da gerici/ emperyalist savaşlara sürüklenmesi hep; değişik milliyetlerden işçi sınıfının ve diğer sömürülen emekçilerin sınıf savaşımlarının gelişmesini köstekleyen ve onların bağımsız sınıfsal örgütlenmelerini güçleştiren faktörlerdir. Bu özellikle, ülkemizdeki köklü ve yaygın ulusal zulüm ve assimilasyon politikası için geçerlidir. Türk-olmayan halklara karşı düşmanlık ruh hali ve politikasının süregelmesi, Kürt-Türk çatışması potansiyelini ve siyasal gericiliği beslemekte ve güçlendirmektedir; o, gerçek bir demokratikleşmeyi olduğu gibi Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden işçilerin ve diğer sömürülen emekçilerin sonal kurtuluşları için kapitalizme karşı verecekleri ya da vermeleri gereken sosyalizm savaşımını da geciktirmekte ve frenlemektedir. Stalinin ulusal zulüm siyasetinden söz ederken söylediği gibi,
Bu siyaset, nüfusun geniş katmanlarının dikkatini, toplumsal sorunlardan, sınıflar savaşımı sorunlarından, ulusal sorunlara, proletarya ile burjuvazinin ortak sorunlarına çevirir. Ve bu da, çıkarların uyumu yalanını yaymak için, proletarya sınıf çıkarlarına gölge düşürmek için, işçileri manevi bakımdan köleleştirmek için, elverişli bir alan yaratır. Böylece, tüm milliyetler işçilerinin birleşme işinin önüne ciddi bir engel dikilmiş olur. (55)Ancak, açılımın sunduğu bu potansiyeli gerçeğe dönüştürmek, Türk burjuva devletinin bu kabuk değiştirme sürecinin sunduğu olanaklardan yararlanmak, büyük ölçüde devrimci ve demokratik güçlere bağlıdır. Başka bir yerde söylemiş olduğum gibi,
Sorun, Kürt emekçilerinin yanısıra özellikle Türk işçi ve sömürülen emekçilerinin de kendi ivedi ve yakıcı talepleri temelinde bir kitlesel seferberliğe çekilip çekilemeyecekleri, Türk gericiliğini geri adım atmaya zorlamayı ve bir devlet projesi olarak başlatılan bu açılımı bir halk projesine dönüştürmeyi başarıp başaramayacaklarıdır. Türkiye devrimci hareketinin güçsüzlüğü ve daha da önemlisi doğru perspektif yoksunluğu ve güçlü bir kitlesel barış ve demokrasi hareketinin yokluğuyla nitelenen bugünkü koşullarda açılımın, askeri-bürokratik kliğin ayrıcalık ve nüfuzunun azaltılması ve ülkenin rejiminin geri bir burjuva demokrasisine evrimi doğrultusunda bazı cılız adımların atılmasıyla sınırlı kalacağı açıktır. (56)Ocak-Şubat 2010
DİPNOTLAR
(1) Adnan Fırat, 14 Aralık 2009da Taraf gazetesinde yayınlanan DTPyi Eleştirmenin Dayanılmaz Hafifliği adlı yazısında şu bilgiyi veriyordu:
Kürtlerin büyük bir kısmının PKKnin barışı istemediğine ikna edilmesi mümkün değil. Çünkü 1999-2005 yılları arasında yaklaşık 600 militanın öldürülmesine rağmen örgütün tek taraflı ateşkeste ısrarcı davrandığına Kürtler tanıklık etmiştir. Öte yandan, Murat Karayılanın 26 Aralık 2009 tarihli söyleşisinde belirttiğine göre, Ocak-Kasım 2009 döneminde PKKnın 13 Nisanda bir çatışmasızlık kararı almasına rağmen, Türk ordusunun Kuzey Kürdistanda giriştiği 216 kara ve Kuzey ve Güney Kürdistanda giriştiği 49 hava operasyonunda toplam 94 gerilla ve 128 Türk askeri yaşamını yitirmişti.(2) Bütün bunlara, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Sanayi Bakanı Zafer Çağlayanın çok sayıda işadamıyla birlikte 30 Ekim 2009da gerçekleştirdikleri ilk resmi Güney Kürdistan ziyareti sırasında Türkiyenin Hewlerde ve Irakın diğer bazı kentlerinde konsolosluk açmasını ve Türkiye ile Güney Kürdistan arasındaki ekonomik ilişkilerin daha da geliştirilmesi yönünde karar alınmasını ekleyebiliriz.
(3) Kandil İzlenimleri-II, 5 Kasım 2009.
(4) ABD, Ağustos 2010a kadar Iraktaki askerlerinin sayısını 50,000e indireceğini ve Aralık 2011e kadar geriye kalan bu kuvvetlerin çoğunu çekeceğini açıklamış bulunuyor. (Bu rakamlar, sayısı yüzbinden fazla olan özel güvenlik güçlerini, yani paralı askerleri kapsamıyor.) Ancak, Pentagonun Güney Kürdistan da içinde olmak üzere Irakta, bazıları küçük bir kent büyüklüğünde bir dizi kalıcı askeri üs inşa etmiş ve etmekte olduğu dikkate alındığında bu açıklamanın pek de güvenilir bir yanı olmadığı anlaşılır. En son bilgilere göre Güney Kürdistanda, Kerkük petrol yataklarının yakınında Camp Renegade adında bir askeri üs ile Hewler ile Kerkük arasında ismi bilinmeyen bir başka askeri üs bulunmaktadır. ABDnin, Güney Kürdistana yakın olan Musul bölgesinde ise El-Kayyare askeri üssü ile Musul Havaalanında Camp Marez adlı bir başka askeri üssü var.ABD CENTCOM komutanı General David Petraeus 2009 yılı başlarında Senato Silahlı Kuvvetler Komitesi önündeki konuşmasında şöyle diyordu:
Arap yarımadasının, çıkarlarımız bakımından taşıdığı önem ve güvenliksizlik potansiyeli nedeniyle ABDnin bu bölgeye büyük bir dikkat ve özen göstermesi gerekmektedir Arap yarımadası ülkeleri bizim kilit ortaklarımızdır. (Aktaran Nick Turse, Out of Iraq into the Gulf?/ Iraktan Körfeze, 23 Kasım 2009)(5) Açılışı Ocak 2009da yapılan ve Yeşil Bölgenin ortasında yer alan ABD elçilik kompleksi, 420,000 metrekarelik alanıyla ve her türlü gereksinimi karşılayacak tesisleriyle küçük bir kenti andırmaktadır. 700 milyon dolara inşa edilen ve bir kaleyi andıran bu elçilik, ABDnin halihazırdaki ikinci en büyük elçiliği olan Pekin elçiliğinden on kat ve New Yorktaki BM kompleksinden altı kat daha büyüktür. Öte yandan Washington 800 milyon dolarlık bir harcamayla, Pakistanın başkenti İslamabaddaki elçilik kompleksini Bağdattaki benzerinin düzeyine getirecek biçimde genişletmektedir.
(6) Bk. Wolfowitz: We will Completely Remove Kurdish Group from Northern Iraq/ Wolfowitz: Kürt Grubu Kuzey Iraktan Tümüyle Uzaklaştıracağız, Turkish Daily News, 1 Şubat 2004.
(7) Erdoğan, devlet başkanları ve başbakanlar düzeyinde yapılan BM Güvenlik Konseyine katılmasının ardından ABDndeki Türklerle yaptığı bir toplantıda şöyle diyordu:
Nükleer silahların yayılmasını engellemeyi görüştük... Dileğimiz dünyamızın bu nükleer silah tehditlerinden, yayılmasından kurtulmasıdır. Tabii bunun başını da ilk beşin (ABD, Çin, Rusya, İngiltere ve Fransa) çekmesi lazım. Çünkü, bu nasihati çekenler önce kendileri ilk adımı atacak ki dünya artık bu problemden kurtulsun. Bu nasihati çekme noktasında olanlar eğer bu adımı atmazlarsa, başkalarından bunu isteme hakkımız herhalde olmaz. Bunu bir şekilde başarmak gerekiyor. Bakınız insan uyur ama ölüm uyumaz.... Öyleyse bu nükleer silahların tehdidinden bir defa kurtulmamız gerekiyor. Ne zaman, ölümün kimi, nerede, nasıl bulacağı belli olmaz ve nükleer silahlarla insanlar sürekli bir tehdidin altında yaşamamalı. Eğer küresel barış istiyorsak, bunu da bu şekilde sağlamalıyız. (Erdoğan ABDdeki Türklerle Biraraya Geldi, Hürriyet, 27 Eylül 2009, abç)Erdoğan bu görüşlerini 8 Aralık 2009'da ABD'de, John Hopkins Üniversitesinde yaptığı konuşmada da yineleyecekti:
Ne bölgemizde, ne farklı bir yerde nükleer silah istiyoruz. Nükleer silahları ülkelerimizden atalım, temizleyelim. Bir başkasına 'Nükleer silah yapma' derken, sende varsa, söylediğinin tesiri olur mu? 'Bal' demekle ağız tatlanmaz. Önce kendi ülkenizde uygulayacaksınız. Biz İran'ın da nükleer silah elde etmesine karşıyız ama çevre ülkelerde de karşıyız. İsrail'de nükleer silah var. (Aktaran Erdal Şafak, Rusyadan Sevgilerle, Sabah, 13 Ocak 2010, altını çizen EŞ)(8) AKP hükümetine cesur davranma ve daha farklı bir biçimde konuşma olanağını verenin, değişen güç dengeleri olduğunu göstermek için R. Tayyip Erdoğanın ve Abdullah Gülün bazı açıklamalarına kulak verebiliriz. Örneğin, ABDnin Iraka saldırısından önce, o sıralar sadece AKP Genel Başkanı sıfatını taşıyan R. Tayyip Erdoğan 4 Şubat 2003te AKP grubunda bir konuşma yapmıştı. O bu konuşmada Bağdatın, barış için gereken adımları atmadığını ve Bir liderin basiretsizliğinin bedelini, masum bir halkın ödeyeceği yeni bir olayla karşı karşıya olunduğunu söylüyor, böylece ABDnin saldırganlığını meşru gösterdikten sonra henüz çıkmamış olan savaşın ganimetinden pay kapma çağrısı yapıyordu:
Devletlerin hayatında da verilecek zor kararlar ve alınacak riskler vardır... Artık vahim gelişmelerin çok yaklaştığı bir noktaya doğru gidilmektedir. Bütün olup bitenlerden sonra Türkiye yapabileceklerinin azamisini yapmış olmanın verdiği güvenle ülkesinin geleceğini düşünmelidir... Iraktaki yeni yapılanmada Türkiyenin bu sürecin karar mekanizması içinde etkili şekilde yer alması gerekir... Hareketin başında eğer denklemin dışında kalırsak sonunda gelişmeleri yönlendirecek konumda olmak mümkün olmayabilir. Türkiyenin güvenliği tehlikeye girebilir. (Milliyet, 5 Şubat 2003)
14 Mart 2006da yayımlanan bir haberde ise Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gülün, ABDnin Büyük Ortadoğu Projesine ve İrana yönelik saldırı planlarına Türkiyenin desteğini şu sözlerle itiraf ettiği belirtiliyordu:
Irak'taki sorunla ilgili dünyada farklı eğilimler mevcuttu. Ancak İran ile ilgili bölünmüşlük yok, genel bir duruş var. Biz İran'ın nükleer programıyla ilgili olarak Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında ABD ile birlikte hareket edeceğiz. Girişimlerimiz de sürecek. Ancak olumsuz bir tablo çıkarsa Türkiye, İran kapısını kapatmak zorunda kalacak...
BOP'u desteklediklerini ve projenin Türkiye'nin dış politika hedef ve ilkelerine uyduğunu savunan Bakan Gül, İslam ülkelerinde demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin geliştirilmesini ve tüm İslam dünyasına yayılmasını amaçladıklarını kaydetti. (Nazif İflazoğlu, Gül: BOP içinde ABD ile birlikte hareket ediyoruz, Radikal, 14 Mart 2006) Bugün BOPni ağzına bile almayan Türk burjuva devletinin İranın nükleer programı konusunda artık ABDnin ağzıyla konuşmadığını, ABDnin İrana askeri müdahalesine karşı çıktığını ve Türkiye-İran dostluğunu öne çıkardığını biliyoruz.
(9) Garbis Altınoğlu, Böyle Buyurdu MİT: Emre Tanerin Açıklaması Üzerine, 12-13 Ocak 2007.
(10) ABDnin toplam borcu 2000 yılında 6 trilyon dolardan 2007de 9 trilyon dolara ve 2009da 12 trilyon dolara yükseldi. Bu rakamın 3.5 trilyon doları, Çin ve Japonya başta gelmek üzere yabancı yatırımcılara ödenmesi gereken borçlardır. 2009 yılında 12 trilyon dolar olan borç miktarı, aynı tarihte 14.4 trilyon dolar olan ABD brüt yurtiçi gelirinin yüzde 83üne erişmişti. Fox Newsın 7 Ekim 2009 tarihli haberine göre ise, ABDnin 2008 mali yılında 459 milyar dolar olan bütçe açığı ise, 2009 mali yılında 1.4 trilyon doları aşmıştı. Bankaları ve finans kurumlarını desteklemek ve kurtarmak ve emperyalist savaşları ve Washingtonun dünya jandarmalığını finanse etmek için yapılan harcamaların hızla şişirdiği ve gelecek kuşakların ödemesi gereken bu borç ve açıklar, ABDnin yaklaşan çöküşünün habercileridir.(11) Bkz. Joseph Stiglitz ve Linda Bilmes, Three Trillion Dollars May Be Too Low/ Üç Trilyon Dolar Rakamı Çok Düşük Olabilir, 6 Nisan 2008.
(12) Amerikalı muhafazakar yazar Patrick J. Buchanan 28 Aralık 2009da kaleme aldığı bir yazıda, ikinci Amerikan yüzyılı olması beklenen geçtiğimiz onyıl konusunda kötümserlerin haklı çıktığını belirttikten sonra şunları söylüyordu:
Uluslararası Para Fonuna göre ABD yüzyılın başında dünya brüt yurtiçi gelirinin yüzde 32sini üretiyordu. Onyılın sonunda (dünya brüt yurtiçi gelirinin- G. A.) yüzde 24ünü üretiyoruz. Çağımızda, merhum Sovyetler Birliği dışında hiçbir ulus, göreli gücünün bu denli büyük bir hızla düşüşüne tanık olmamıştır.
Yüzyılın başında ABDnin bir bütçe fazlası vardı. (2009a geldiğimizde- G. A.) bütçe açığımız brüt yurtiçi gelirinin yüzde 10unu buluyordu ve bu durum 2010da da yinelenecek. Ekonomimiz 2000de tam istihdam konumundayken bugün işgücümüzün yüzde 10u işsiz konumunda ve (işçilerin- G. A.) bir diğer yüzde 7si eksik istihdam konumunda ya da iş aramaktan vazgeçmiş durumda.
Son on yılda ABD imalat sanayisinin tümündeki işlerin dörtte biri ila üçte biri yitirilmiştir
Dolar avro karşısında değerinin yarısını yitirmiştir. Bir zamanlar tükettiğinin yüzde 96sını üreten ve tarihin kendi kendine en yeterli cumhuriyetlerinden biri olan ABD, mamul eşya ve onların karşılığını ödemek için gerekli borçlar için, tıpkı cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi başka uluslara bağımlıdır.(13) Bkz., Ami Goldstein, Rising poverty, widespread unemployment: Americas economic pain brings hunger pangs/ Artan yoksulluk, yaygın işsizlik: Amerikanın ekonomik acıları açlık spazmlarına yol açıyor, Washington Post, 17 Kasım 2009.
(14) Resmi rakamlara göre, 2009 yılında intihar ederek yaşamına son veren Amerikan askeri personeli sayısı Kasım ayı sonu itibariyle 334tü. Gene resmi rakamlara göre aynı dönemde, Iraktaki çarpışmalarda ölen asker sayısı 150 ve Afganistandaki çatışmalarda ölen asker sayısı ise 319du. İntihar ederek yaşamına son veren her askere karşılık intihar girişiminde bulunan askerlerin sayısı beşi buluyordu. (Bkz. James Cogan, Suicide claims more US military lives than Afghan war/ İntiharlarlarda ölen ABD askerlerinin sayısı, Afgan savaşında ölenlerden daha fazla, World Socialist Website, 6 Ocak 2010) CBS televizyon kanalının 2007de yaptığı bir araştırma 20-24 yaş arası erkek savaş gazileri arasındaki intihar oranının, ulusal ortalamanın dört katını bulduğunu, yani yüzbinde 40ın üstünde olduğunu ortaya koymuştu. Yapılan bir başka araştırma; askeri personelin yüzde 12sinin tehlikeli düzeyde alkol ya da yasadışı ağrı kesici ilaçlar kullandığını gösteriyordu. Öte yandan yapılan araştırmalar, savaş gazilerinin yüzde 20 ila 30unun, istikrarlı bir biçimde bir işte çalışmalarını, karşı cinsle ilişkilerini sürdürmelerini, tehlikeli madde kullanımı eğilimine direnmelerini ve bazı durumlarda yaşama iradelerini ayakta tutmalarını engelleyen Travma Sonrası Stres Bozukluğu (=PTSD) adı verilen psikolojik rahatsızlıklarla boğuşmak zorunda bıraktığını ortaya çıkarmıştır. Süregelen ekonomik kriz, işsizlik ve yoksullaşma koşullarında bu tür rahatsızlıkların daha da artacağı tartışma götürmez.
(15) Stryker McGuire, Forget the Great in Britain/ Büyük Britanyanın Büyükünü Unut, Newsweek, 17 Ağustos 2009.
(16) Geçtiğimiz günlerde yayınlanan istatistiklere göre ekonomisinin 2009 yılında yüzde 8.7 oranında büyümesi sonucunda Çinin brüt yurtiçi geliri 4.9 trilyon dolara çıkmış, böylelikle Çin ABDnin ardından dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumuna gelmişti. Şubat 2010da açıklanacak olan Japon ekonomisinin yüzde 6 daraldığını göstereceği tahmin ediliyor. 10 Ocak tarihli haberlerde ise Çinin ilk kez Almanyayı geçerek dünyanın en büyük ihracatçı ülkesi haline geldiği belirtiliyordu. 2009 yılı rakamlarına göre Çinin ihracatı 1.2 trilyon dolar, Almanyanın ihracatı ise 1.17 trilyon dolar oldu.
(17) Uluslararası Para Fonunun (=IMF) rakamlarına göre Türkiye 2008de yaklaşık 730 milyar (729,983,000,000) ABD dolarını bulan brüt yurtiçi geliriyle (=ulusal gelir) dünyanın 17. büyük ekonomisiydi. Dünya Bankasının 2008 yılı rakamlarına göre ise gene dünyanın 17. büyük ekonomisi olan Türkiyenin brüt yurtiçi geliri 794 milyar (794,228,000,000) ABD dolarıydı. Öte yandan AKP hükümetleri döneminde Türkiye ekonomisi uluslararası kapitalist sisteme daha büyük ölçüde entegre oldu. 2002-2008 yılları arasında Türkiyenin ihracatının yüzde 366, ithalatının yüzde 392 ve dış ticaret hacmının yüzde 381 oranında büyümüş olması bunun en önemli göstergelerinden biridir.
(18) Kadir Has Üniversitesi ile Columbia Üniversitesinin ilgili bölümlerinin yaptığı ve Aralık 2009da yayımlanan bir araştırmaya göre, 2007 yılı verileri Türkiyenin en büyük dış yatırımcılarından olan ve aralarında ENKA ile Turkcellin de bulunduğu 12 çokuluslu şirketin, 15.7 milyar dolarlık varlığa sahip olup, 12 milyar dolarlık dış satış yaptığını gösteriyordu. Aynı araştırmaya göre, 61 ülkede 248 bağlı kuruluş ve şube bulunduran ve yurtdışında 72,334 personel istihdam eden bu şirketlerin dörtte üçü Avrupa ülkelerine yatırım yapmış olmakla birlikte Afrika, Asya, ve Latin Amerikaya doğru genişleme trendi içindeydiler. Bu rakamların, yurtdışında etkinlik gösteren ve sayıları giderek çoğalan binlerce küçük ve orta boy şirketi kapsamadığı unutulmamalıdır.
(19) İlyas Kamalov, Türkiye ile Rusya Arasında Enerjik İşbirliği, 6 Ağustos 2009.
(20) TÜRKSAM Başkanı Bosforun Türk-Rus İlişkileri Üzerine Sorularını Yanıtladı, 25 Ağustos 2009.
(21) TÜSİADdan uluslararası rol talebi, 20 Mayıs 2008.
(22) Graham Fuller, Türkiye Artık Bir Amerikan Müttefiği Değil, Yeni Şafak, 30 Ekim 2008.
(23) Patrick Seale, The Rise and Rise of Turkey/ Türkiyenin Yükselişi, New York Times, 4 Kasım 2009.
(24) Spengler, When the cats away / Kedi ortalıkta yokken , Asia Times Online, 26 Kasım 2009.
(25) Meliha Okur, Doğu Akdeniz Serbest Ticaret Bölgesi!.., Sabah, 14 Ocak 2010.
(26) Bundan bir kaç yıl önce Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğun ABDnde, Amerikan-Türk Konseyi'nin (=ATC) yıllık toplantısı çerçevesinde düzenlenen öğle yemeğinde şöyle konuştuğu aktarılıyordu:Orgeneral Başbuğ, İran teokratik bir rejim. Hiç kuşku yok ki her ülke kendi yönetimini seçmekte özgür. Ancak geçmişte İran, Türkiye dahil komşu ülkelere rejim ihracı peşindeydi. ABD ve diğer ülkelerle birlikte biz de İran'ın nükleer faaliyetlerini yakından izliyoruz. Türkiye, elinde nükleer silah bulunduran bir İran'ı hiçbir zaman hoş karşılamaz. Türkiye'nin Ortadoğu'daki politikası, nükleer silahsız bir bölgedir diye konuştu.
Orgeneral Başbuğ, bölgede bu probleme barışçı çözüm bulunmasının önemine işaret etti ve bu çerçevede Türkiye'nin, İngiltere, Almanya, Fransa'nın İran'ın nükleer faaliyetleriyle ilgili girişimini desteklediğini hatırlattı. Orgeneral Başbuğ, nükleer silahlara sahip bir İran'ın, Türkiye için önemli bir güvenlik riski oluşturduğunu söyledi.
Suriye ile geçmişte PKK terörü nedeniyle sorunlar yaşandığını, ancak yeni bir döneme girildiğini belirten Orgeneral Başbuğ, Suriye, Irak'ta ABD'nin endişelerini giderecek bir tutum içine girmelidir dedi
Kafkaslar'da demokrasinin yayılmasının, önemli ölçüde Türk-Amerikan işbirliğine dayandığını belirten Orgeneral Başbuğ, Azerbaycan ve Gürcistan'ın, bölgede Türkiye ve ABD'nin izlediği ortak yaklaşımdan büyük ölçüde faydalandığını kaydetti
Türkiye'nin Irak'ta sağladığı katkılar konusuna değinen Başbuğ, Türkiye'den 5 bin sorti yapıldığını, 39 savaş uçağına acil durum inişi imkanı sağlandığını, Batman ve İncirlik'in kullanıldığını, havada yakıt ikmali için 2200 sorti daha yapıldığını anlattı.
Türkiye'nin İsrail ile ilişkilerinin önemine değinen Başbuğ, Türkiye-İsrail işbirliğinin, bölgede İsrail'in pozisyonuna katkı sağladığını kaydetti. (Başbuğdan ABDye PKK eleştirisi, İnternet Haber, 6 Haziran 2005) Org. Hilmi Özkök ise genelkurmay başkanlığı görevini Org. Yaşar Büyükanıta devretmesi vesilesiyle yaptığı ve İsrailin adını ağzına almadığı konuşmasında, İran'ın nükleer güç haline gelmesinin engellenmesi gerektiğini savunmuştu. O konuşmasında şöyle demişti:
Kuzey Kore'den başlayıp Ortadoğu'ya uzanan eksen üzerindeki kitle imha silahlarına sahip veya sahip olduğu yönünde şüpheler yaratan ülkelerin varlığı, ülkemizin güvenliği için ciddi ve yön verici bir tehdit oluşturmaktadır. Bu sorun çözülemezse, ülke olarak yakın gelecekte önemli karar noktalarıyla karşılaşmamızın kuvvetle muhtemel olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde bölgedeki stratejik üstünlüğümüzü kaybetmek durumuyla karşılaşırız. (Milliyet, 29 Ağustos 2006)(27) Yıllar önce, Hürriyet gazetesinin 21 Aralık 1998 tarihli sayısında yayımlanan Genelkurmay Başkanlığı kaynaklı bilgiye göre, Aralık 1998 itibariyle askerlik çağında olmasına rağmen mazeret bildirmeksizin askerlik hizmetini yerine getirmeyen veya askerliklerini erteletmek için şubelerine başvurmayan yükümlü sayısı 200,000'i, buna ek olarak yurtdışında yaşayıp da askerlik hizmetini yapmayanların sayısı ise 226,000'i buluyordu. Yani, asker kaçaklarının toplamı (426,000) TSK'nin kabaca 700,000 olan asker sayısının yüzde 60'ını geçiyordu.
30 Mayıs 2008de ise gazeteler bu sayının 1 milyonu aştığını, yani TSKnin asker sayısının 1.5 katına yaklaştığını bildiriyorlardı. Herhalde hiç kimse bunun, Türk şovenistlerinin ve militaristlerinin gurur duyacağı bir tablo olduğunu söyleyemez.
(28) Hasan Celal Güzel, Osmanlı Milletler Topluluğu, Radikal, 16 Mayıs 2008.
(29) İsmail Küçükkaya, Akşam, 19-20 Ağustos 2009.
(30) Bunun tek ve anlaşılabilir istisnasının, tam bir ambargo ve kuşatma altında bulunan, açlığa, yoksulluğa, ilaçsızlığa, işsizliğe ve evsizliğe mahkum edilen, Siyonist saldırganların askeri saldırıları karşısında hemen hemen savunmasız durumda olan Filistin ve özellikle Gazze halkı olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı egemenliği döneminde de Filistin halkı bir ulusal baskı altında bulunmakla birlikte, Siyonist sömürgeleştirme ve işgal döneminde olduğu gibi etnik arındırmaya ve sistemli teröre hedef olmuyor ve toprağından kovulmuyordu.
(31) D-8 (Developing Eight=Gelişmekte Olan Sekiz Ülke), 22 Ekim 1996da Türkiye'nin girişimi üzerine Pakistan, İran, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır ve Nijerya'nın katılımıyla 22 Ekim 1996'da İstanbul'da yapılan bir toplantıda oluşturulmuştu. Şimdiye kadar D-8 çerçevesinde İstanbul, Dakka, Kahire, Tahran, Bali ve Kuala Lumpur'da altı doruk toplantısıyla daha alt düzeylerde çeşitli diğer toplantılar düzenlenmişti.
(32) Garbis Altınoğlu, Kürt Açılımı/ Kurt Kapanı, 29-31 Ağustos 2009.
(33) Aynı yerde.(34) Özgür Politika, 7 Temmuz 1999, abç.
(35) Murat Paker ile Söyleşi, Cogito, Kış Mart 2008.
(36) Bkz. SETA ve Pollmark, Türkiyede Kürt Sorunu Algısı, Ağustos 2009, s. 48.
(37) Aynı yerde, s. 82.
(38) Aynı yerde, s. 106.
(39) Veysi Sarısözen, Sizi gidi sömürgeciler sizi!, 28 Kasım 2009.
(40) Devrim Sevimay, Başbakana Sil Baştan Çağrısı, Milliyet, 11 Ocak 2010.
(41) K. Marx ve F. Engels, Seçme Yapıtlar 2, Ankara, Sol Yayınları, 1977, s. 215.
(42) Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Ankara, Sol Yayınları, s. 51-52.
(43) Başbakan R. T. Erdoğan, bir gazetecinin, İzmir'de DTP konvoyuna yapılan saldırıyla ilgili görüntülerin açılım sürecini olumsuz etkileyip etkilemeyeceği yolundaki sorusunu yanıtlarken adeta bu saldırıyı onaylar gibi konuşacak ve şöyle diyecekti:
Bir defa burada bir siyasi partinin toplantısı mıdır ve bir siyasi partinin lideri mi orada bir parti etkinliği yapacak? Yoksa terör örgütü mü orada bir toplantı yapacak? Bu çok önemli. Eğer bir partinin otobüsünde veya konvoyunun içinde terör örgütünün bayrakları olursa, bölücü terörist başının posterleri olursa buna tabii ki sıcak bakmak mümkün değildir.(44) Öcalan yakalanmasından bir yıl kadar önce şöyle söylüyordu:
Gerilla da tartışılabilir... Gerilla (Kürt halkının demiyorum dikkat edin) Türkiyedeki demokrasinin çağrı gücüdür. Türkiyedeki halkların demokratik kurumlaşmasının motorudur. Bu görevler eğer yerine getirilirse mesela biri demokrasi yerine geliyor, halkların hakları güvenceye kavuşuyor. O zaman ayrı bir gerillaya ihtiyaç kalmaz. Ne yapacağız biz gerillayı? Gerillayı, halkların güvencesi, nasıl güvencesi milis gücü haline getiririz. Milis gerekli değil mi yani? Hatta Türkiyede sivil savunma birlikleri vardır. Gerillayı biz sivil savunma birlikleri haline getiririz. Bundan daha pratik çözüm olur mu?.. Böylece gerilla diye korktukları bir şey de rahatlıkla aşılmış olur, tabii eğer çözüm istiyorlarsa. (Özgür Politika, 8 Şubat 1998, abç)(45) Kanadoğlu Hükümeti Yine Topa Tuttu!, İnternet Haber, 23 Ocak 2010.
(46) Balyoz AK Partiyi Uyandıracak mı?, Zaman, 22 Ocak 2010.
(47) A. Öcalan, BDPnin boşluğu doldurması gerekir, 11 Ocak 2010.
(48) A. Öcalan, Benim için önemli olan halkın özgürlüğüdür, 22 Ocak 2010.
(49) Abdullah Öcalan, Savunma.
(50) A. Öcalan, Esasa İlişkin Savunma.
(51) Özgür Politika, 23-24 Ağustos 2003.
(52) A. Öcalan, Hemen bir Akil Adamlar Komisyonu Kurulmalıdır, 28 Aralık 2007.
(53) A. Öcalan, Asıl amaçları DTPyi tasfiye etmektir, 25 Kasım 2009.
(54) R. T. Erdoğanın 11 Ağustos 2009da AKP Grup Toplantısında yaptığı konuşma.
(55) Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Ankara, Sol Yayınları, 1977, s. 25.
(56) Garbis Altınoğlu, Açılım Manzaraları, 11 Aralık 2009.