Marx-Engels |  Lenin  | Stalin |  Home Page

Garbis Altinoglu

Articles

Doğu/ Güneydoğu Cephesinde Yeni Bir Şey Var mı?

AKP hükümeti ve burjuva medyasındaki yorumcuların büyük bir kısmı, Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın 5 Kasım’da Washington’da ABD Başkanı G. W. Bush ile yaptığı görüşmeyi adeta bir dönüm noktası olarak görmekte ve bu görüşmeyi izleyen gelişmelerden büyük bir övgüyle sözetmektedirler. Onlara bakılırsa, “uluslararası toplum”un desteğini arkasına alan Türkiye PKK’yı izole etme ve etkisizleştirme uğraşında önemli bir taktiksel zafer kazanmış, bu örgüte karşı sürdürülen savaşım artık son evresine gelmiştir. Bu yazarların en iyimserlerinden Tamer Korkmaz, 22 Kasım tarihli “PKK Bugün İtibariyle Bitmiştir” başlıklı yazısında şöyle diyordu:


“ABD ile masaya oturan Türkiye'nin elinde büyük ve hayati kozlar olduğunu daha önce sıklıkla vurgulamıştım.

"Bu kozların sayesinde, PKK'ya karşı bugüne kadar üzerine düşeni yapmayan ABD son dönemde tam anlamıyla duvara dayandı. Netice itibarıyla, Türkiye'yi yıllardır can evinden vuran kanlı kabus filminin artık sonuna geldik.”

İbrahim Karagül ise 23 Kasım tarih ve “PKK için yolun sonu: Sürprize hazır olmak!” başlıklı yazısında,

"ABD, Türkiye ve Kuzey Irak, PKK'nın bu şekilde Kürt meselesi üzerinde söz sahibi olmasının önüne geçilmesi konusunda ortak kanaate sahip. Üç merkezin kullandığı siyasi dilin aynileşmesi dikkat çekici...

"PKK'nın tasfiye edilmesine karar verildi. Örgüt bu haliyle yaşayamayacak ve Türkiye için tehdit olmaktan çıkarılacak…

“PKK'nın şiddeti tercih eden lider kadrosu üzerine çok sert biçimde gidilebilir. 1989'daki Öcalan operasyonunun benzerlerini yaşayabiliriz. Cemil Bayık, Murat Karayılan benzeri isimler yakalanır, tutuklanır, teslim edilebilir” diyordu.

Bu argümanın bazı nüanslarla PKK yöneticileri ve bir dizi devrimci ve demokrat yazar tarafından da paylaşıldığını görüyoruz. Örneğin, Koma Civaken Kurdistan (=KCK) Yürütme Konseyi Başkan Yardımcısı Cemil Bayık 21 Kasım’da yaptığı açıklamada Türkiye’nin ABD, AB, KDP ve KYB’nin yardımıyla PKK’yı ve Kürt ulusal hareketini tasfiye etmeyi amaçladığını, Bush yönetiminin “diplomatik ve siyasi çalışmalarla PKK’yi yalnızlaştırıp, sürekli baskı ve operasyonlarla iradesini kırıp tasfiyesini gerçekleştirmek ist”ediğini söylemişti. PKK’yla çok yakın bir işbirliği içinde bulunan ya da onun bir kolu olarak değerlendirilebilecek olan Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (=PJAK) bu değerlendirmeye katılıyordu. PJAK Koordinasyonu aynı gün yaptığı açıklamada “Türkiye, İran ve Suriye’nin Kürt karşıtı ittifakına dikkat çek”miş ve “başta ABD olmak üzere uluslararası güçlerin Kürt halkına karşı topyekün askeri-siyasi bir imha konsepti geliştirdiğini kaydet”mişti. Aslına bakılırsa ABD’nin politikasında taktiksel bir değişikliğin oluşmakta olduğu 5 Kasım görüşmesinden önce ortaya çıkmaya başlamıştı. KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, 28 Ekim’de yayınlanan bir röportajında şöyle diyordu :

“ABD Kürtlerle dostluğunu bozmamalıdır. Bu onun çıkarına olmaz. Bize yönelik herhangi bir saldırısında Kürt halkıyla dostluğuna büyük bir darbe vurmuş olur. Kaldı ki bu ABD’nin bölgedeki stratejik çıkarlarıyla da çelişen bir durumdur, dolayısıyla böyle bir politikaya yöneleceğini pek düşünmüyorum. Bu konuda belki bazı taktik yaklaşımlar olabilir, zaten Türk devletinin amacı da ABD’yi de bir yerde boşa çıkarmaktadır. Bana göre ABD bizi hedeflerse kendi kendisini boşa çıkarmış olacaktır.”

Kuşkusuz görünürde Güney Kürdistan’da PKK’nın manevra olanaklarını kısıtlama doğrultuda bazı gelişmeler oldu ve oluyor. Daha önceleri Türkiye’nin uyarılarını ve yalvarmalarını geçiştiren ve dikkate almayan ABD, 5 Kasım’dan sonra içinde üst düzey askeri yetkililerin yer aldığı istihbarat paylaşımı amaçlı bir kurul oluşturulmasını kabul etti; şimdiye değin Ankara’nın dayatmalarına karşı duran Kürdistan Bölgesel Hükümeti, geçtiğimiz günlerde ABD’nin baskısıyla, sadece PKK üslerini hedef alması kaydıyla Türk askeri operasyonlarına itiraz etmeyeceğini açıkladı ve PKK’ya karşı bir dizi kısıtlayıcı önlem aldı. Bunların arasında, Erbil'deki Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi (=PÇDK) bürolarının kapatılması, Kandil Dağı çevresinde bulunan tepelere ağır silahlı peşmerge birliklerinin yerleştirilmesi, Güney Kürdistan’daki basın ve yayın organlarına PKK-karşıtı propaganda yapma direktifi verilmesi, Kandil Dağı bölgesine gıda ambargosu uygulanması ve PKK'ye yönelik istihbarat çalışması başlatılması bulunuyor. Emperyalizme bağımlı Kürt toprakağalarının ve gerici burjuvazisinin siyasal temsilcisi olan ve 1990’larda da –ABD’nin de onay ve teşvikiyle- PKK’ya karşı Türk gericileriyle birlikte savaşmış bulunan KDP ve KYB’nin bu tutumunda şaşılacak bir yan yoktur. Ancak, ABD emperyalizminin ve yakın bağlaşıklarının Ortadoğu stratejisinin temel parametreleri gözönüne alındığında, siyasal arenadaki bu değişikliğin sanıldığı kadar köklü olmadığını, PKK’ya karşı alınan ve alınmakta olan bu önlemlerin çok ileri bir noktaya taşın(a)mayacağını söyleyebiliriz. Bu konuya aşağıda yeniden döneceğim.

Bir dizi Türk burjuva yorumcusu PKK’yı izole ve tasfiye etme amacıyla atıldığı söylenen bu adımlarla bağlantılı olarak Türkiye’nin bazı ek önlemler içeren bir paket hazırladığını ileri sürüyor. Hasan Cemal 15 Kasım tarih ve “PKK, Kürt Siyaseti ve 6 Maddelik Senaryo” başlıklı yazısında, kaynağı ABD’nin çok nüfuzlu ve kötü ünlü Dış İlişkiler Konseyi (=Council on Foreign Relations) tarafından hazırlanan ve Philips Planı adıyla da anılan bu paketi şöyle özetliyor:

"(1) Amerika, önce uyguladığı baskıyla PKK'ya ciddi bir ateşkes ilan ettirecek.
(2) Yine Amerika, PKK'yı Türkiye'den çekerek, daha çok -PJAK aracılığıyla- İran'a yönlendirecek.
(3) PKK'nın önkoşulsuz ve ucu açık ateşkesiyle işlemeye başlayacak süreçte, hükümet tarafından Güneydoğu için yeni paket açılması gündeme gelecek.
(4) Kuzey Irak'la en üst düzeyde diyalog kapıları açılacak.
(5) PKK'yı dağdan indirmek için yasal düzenlemelere sıra gelebilecek.
(6) Ekonomik, toplumsal, siyasal ve askeri önlemlerin bir bütünlük içinde uygulanmasıyla birlikte PKK iyice tecrit edilecek ve silah bırakması için dört bir yandan sıkıştırılacak.” Herhalde, Milliyet yazarı Fikret Bila’ya görüşlerini bildiren bir dizi eski genelkurmay başkanı ve komutanın geçmişte Kürt halkına ve PKK’ya karşı izlenen kaba baskı ve terör yolunun hatalı olduğunu itiraf etmeleri ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın 9 Kasım’da yaptığı açıklamada daha önceki tutumuyla taban tabana karşıt bir tutum sergilemesi (“Kuzey Irak'la sağlıklı bir iletişim kurmak”, “günü birlik siyaseti bırakıp 10, 20, 30 yıllık bir projeksiyon geliştirmek”, “Kürt komşularımızın gönüllerini kazanmak”, “karşılıklı bağımlılık ilişkisini derinleştirmek”, “Habur sınır kapısının yanısıra yeni yeni kapılar açmak” gibi öneriler) de bu emperyalist planla uyumludur. Kısa bir süre öncesine kadar Güney Kürdistan’ın siyasal liderlerine hakaret etmede yarışan, önemli boyutlara varan proje ve ihalelerden vazgeçme pahasına Kürdistan Bölgesel Hükümeti’ne ekonomik ambargo uygulamak için harekete geçen, “Kürt rüyasını Türk kabusuna” çevirmekten sözeden, Güney Kürdistan’ı işgal etme tehdidi savuran Türk gericilerinin Şark dansözlerini kıskandıracak bu dönüşü, sahte ve gerici bir ABD-karşıtlığını ve kof bir Türk şovenizmini pompalayan bu bay ve bayanların Washington-Telaviv-Londra eksenine ne denli bağımlı olduklarını bir kez daha ortaya koymuştur.

ABD Ne Yapmak İstiyor?

Stalin bir kezinde sorunların doğru konuluşunun (ya da formüle edilişinin) onların çözümünün yarısı anlamına geldiğini söylemişti. Bu yaklaşım uyarınca şu soruları sormamız gerekiyor: ABD-İsrail-Britanya neo-faşist ekseninin Ortadoğu’ya ilişkin temel stratejisi değişmiş midir? Bu eksenin öncelikli hedeflerinde bir değişiklik olmuş mudur? Bu soruların yanıtı net bir “hayır”dır. Yani adıgeçen eksen,

a) İsrail’in –en azından ilerde- bir Arap denizinde boğulmasını önlemek amacıyla bu eksenin güdümünde ya da ona yakın bir Kürt devleti kurma projesini desteklemeye,

b) İran’ı –rejim değişikliği, iç çatışmaları kışkırtma, ekonomik yaptırımlar, askeri saldırı vb. yoluyla- zayıflatmak, etkisizleştirmek/ denetlemek için uğraş vermeye,

c) Türkiye’de –başta askeri klik olmak üzere- yerli uşaklarının yardımıyla bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtmaya,

d) Barzani ve Talabani kliklerini ve onların yönetimindeki Güney Kürdistan devletini ABD’nin bölgede uzun süreli siyasal-askeri varlığının temel üssü ve dayanağı saymaya devam etmektedir.

Dolayısıyla ABD’nin, daha doğrusu ABD-İsrail-Britanya ekseninin Türkiye’nin “Kürt sorunu"na bu temel veriler ışığında yaklaştığını varsaymak zorundayız. Yani Türkiye’nin İran, Suriye, Rusya gibi ülkelerle ilişkilerini en alt düzeye indirmesi, “kendi” Kürt halkına karşı baskı ve terör politikasını sürdürmesi, ABD ve ortaklarının Ortadoğu ve Orta Asya’da “teröre karşı” sürdüregeldiği savaşa daha geniş ölçekte katılımı, politikalarını ABD-İsrail-Britanya ekseniyle daha yakından koordine etmesi ve bu rotadan “sapmaları” düzeltmesi vb. öngörülmektedir. (Bu arada Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın 23 Ekim’de Londra’da Britanya Başbakanı Gordon Brown’la yaptığı görüşmede iki ülke arasında bir “stratejik ortaklık belgesi” imzalandığını ve Erdoğan’ın Londra ziyareti sırasında İsrail Başbakanı Ehud Olmert’le de görüştüğünü anımsatmak isterim.) Aptal ve miyop Türk gericilerine gelince, onların dikkatleri sadece ve sadece PKK üzerinde yoğunlaştırılmış ve PKK sopasıyla korkutulan bu bay ve bayanlar 5 Kasım Washington görüşmesinde Kürdistan Bölgesel Hükümeti’ne daha geniş ölçekte ekonomik ve siyasal destek vermeyi kabul etmiş, PKK’ya karşı alınacağı ileri sürülen sözümona bazı önlemler karşılığında–bir zamanlar varlığını savaş nedeni saydıkları- bir devletle ilişkilerini iyileştirme ve onun uluslararası alanda meşruiyet kazanması için çaba harcamayı üstlenmişlerdir. Tutarlı demokrat ve enternasyonalistler, Barzani-Talabani kliklerinin yönettiği Güney Kürdistan devletinin ABD ve İsrail-yanlısı bir rota izlemesini en sert bir biçimde eleştirmekle birlikte, Güney Kürdistan halkının kendi yazgısını özgürce belirleme hakkını kıskançlıkla savunur ve bu halkın zorla Irak burjuva devletinin sınırları içinde tutulmasına karşı çıkarlar. Burada eleştiri ve sergileme konusu olanın Türk gericilerinin ilkesiz, teslimiyetçi ve korkakça tavırlarını bir çeşit zafer gibi pazarlamaya kalkmalarıdır.

Amerikan neo-faşistlerinin Güney Kürdistan’daki PKK yöneticilerine ve kadrolarına karşı alacağı/ aldıracağı önlemlerin hangi boyutlara varacağı önümüzdeki haftalarda ortaya çıkacaktır. Ancak PKK’nın uzantısı sayabileceğimiz PJAK’nin ABD ve İsrail’le işbirliği halinde İran’ı istikrarsızlaştırma çabalarında önemli bir rol oynadığı, dahası ABD’nin bu örgütleri giderek güçlenmekte olan Irak direnişine karşı potansiyel bir bağlaşık olarak olarak algıladığı biliniyor. Bu koşullarda sözkonusu önlemlerin, en azından görünür gelecekte HPG gerillalarının Türkiye’ye sınırötesi operasyon yapmalarının engellenmesi, PKK’nın Güney Kürdistan’daki legal kurum ve etkinliklerinin yeraltına itilmesi türünden kozmetik nitelikte önlemler olarak kalmanın çok ötesine geçmeyeceğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Öte yandan PKK’nın Güney Kürdistan’daki etkisini kısıtlama yönündeki bu adımların Türk gericilerinin aptalca kaygı ve korkuları dışında da nedenleri bulunduğu unutulmamalı. PKK en azından 1999’dan itibaren tasfiyeci bir çizgiye saplanmış, silahlı direnişin meşruiyetini yadsımış, kah ABD-AB yanlısı, kah Türkiye yanlısı teslimiyetçi bir tutuma yönelmiş, “bağımsız Kürdistan” talebinden çoktan vazgeçmiş ve hedeflerini Kürt kimliği ve dilinin kabul edilmesi gibi minimalist bir düzeye çekmiş olmakla birlikte kökeni itibariyle burjuva ulusal-devrimci bir örgüttür. En ileri olduğu döneminde bile bir dizi ağır zaaf ve hatta günahla sakatlanmış olan PKK bir çok bakımdan eski PKK’nın da gerisine düşmüş olmasına rağmen 1984-1999 yılları arasında Kürt halkının küçüksenmeyecek bir bölümünün desteğiyle sürdürdüğü gerilla savaşı ve siyasal savaşım içinde oluşan bir kadro birikimine, bir dizi kuruma ve sınırları Ortadoğu’yu aşan bir saygınlığa sahiptir. Gerici Kürt burjuvazisi ve ağalarının emperyalizme bağımlı devletinin oluşum sürecinde PKK gibi bir örgütün Güney Kürdistan’daki sınırlı varlığı ve nüfuzu, gerek Barzani ve Talabani klikleri ve gerekse –PKK önderliğinin dost ve bağlaşık bellediği- ABD emperyalizminin çıkarları açısından potansiyel bir tehlike oluşturmaktadır. Demek oluyor ki, PKK’nın Güney Kürdistan’daki etkisinin sınırlandırılması, her halükarda gündemdeydi. Türkiye’nin dayatmaları, zaten yaşanacak olan bir süreci bir parça daha hızlandırmıştır, o kadar.

 Abdullah Öcalan’ın Ehven-i Şer Çözümü

Olaya bir başka açıdan bakalım. Diyelim ki Güney Kürdistan’daki PKK örgütlenmesi; önderlerinin tutuklanması, silahlarına el konması, kamplarının dağıtılması, legal kurumlarının kapatılması yoluyla tasfiye edildi. Hatta daha da ileri gidelim ve PKK’nın gerçekten örgüt olarak çökertildiğini varsayalım. Bu, kalın kafalı Türk generallerinin anladığı anlamda Türkiye’nin “Kürt sorunu”nun çözülmesi anlamına mı gelecek? Elbette hayır. Demek oluyor ki bu konuya ilişkin plan, öneri ve gevezeliklerin temel bir zaafı var. Bunların hepsi de şu iki varsayım üzerine kuruludur:

a) “PKK’nın asıl gücü Güney Kürdistan’daki kamplarda ya da üslerde bulunuyor. Bu kamp ya da üsler etkisiz hale getirilirse PKK tehdidi ortadan kalkar.”

b) "Kürt sorunu özü itibariyla bir PKK sorunudur. PKK etkisiz hale getirilirse Kürt sorunu da esas itibariyle ortadan kalkar."

Söylemeye gerek bile yok ki, bu iki varsayım da hatalıdır. Yani,

a) PKK’nın asıl gücü Güney Kürdistan’da değil, Kuzey Kürdistan’dadır. (1)

b) PKK’nın etkisiz hale getirilmesi (ya da diyelim ki kendini feshetmesi) Kürt sorununun ortadan kalkacağı anlamına gelmez.

Peki Türk gericileri neden, üzerinde hemen hemen hiç bir denetim ve nüfuzlarının bulunmadığı Güney Kürdistan’daki Barzani ve Talabani klikleri ile anlaşmak için bu denli zahmete giriyor ve deyim yerindeyse kırk takla atıyorlar da, “terörist” ve “teröristbaşı” demeksizin adlarını ağızlarına almadıkları PKK’nın Türkiye kanadıyla ve Abdullah Öcalan’la anlaşmaya yanaşmıyorlar? Üstelik Türkiye Kürdistanı halkının, kapitalizmin gelişmesine de bağlı olarak özellikle büyük kentlerde Türk halkıyla büyük ölçüde içiçe yaşamakta olmasına, Türkiye Kürdistanı’nın esas itibariyle Türkiye’nin ulusal pazarıyla kaynaşmış bulunmasına ve değişik yazılarımda göstermiş olduğum gibi Öcalan ve PKK’nın Türkiyeci kanadının, gerici statükoyu kabul eden bir “Türk-Kürt birliği”nden yana olmalarına rağmen. (2) Burada bir bellek tazelemesi yapalım: PKK Mart 1993’de, Aralık 1995’de ve 1 Eylül 1998’de tek yanlı ateşkes ilan etmiş; ancak askeri klik bu adımlara olumlu bir karşılık vermemişti. Öcalan, en azından 1999’dan bu yana PKK’nın son derece alçakgönüllü bazı talepler karşılığında silahlarını bırakmaya ve bugünkü haliyle Türk burjuva devletini desteklemeye hazır olduğunu ilan etmiş ve PKK ateşkes ve barış konusundaki içtenliğini kanıtlamak için kuvvetlerinin büyük bir bölümünü 1 Eylül 1999’dan itibaren Güney Kürdistan’a çekmiş, hatta bu çekiliş sırasında TSK’nin saldırıları nedeniyle yüzlerce ölü ve yaralı vermişti. PKK bütün bunlara rağmen 1 Eylül 1998’de ilan ettiği tek taraflı ateşkesi TSK’nin operasyonlarını tırmandırması nedeniyle kendini savunma konumuna geçmek zorunda kaldığı 1 Haziran 2004’e kadar sürdürmüştü. PKK, 1 Ekim 2006-18 Mayıs 2007 tarihleri arasında ve en son 12 Haziran 2007’de iki kez daha tek yanlı ateşkes ilan etmiş, ancak bütün bu adımlar başta askeri klik gelmek üzere Türk gericiliği tarafından görmezden ve duymazdan gelinmiş, yani reddedilmişti.

Başını askeri kliğin çektiği Türk egemen sınıflarının ana gövdesinin Kürt ulusal hareketi ve PKK ile herhangi bir uzlaşmaya inat ve ısrarla karşı durduğu ve özellikle 2005’ten bu yana bir Kürt-Türk çatışmasını sistemli bir biçimde kışkırtmakta olduğu biliniyor. Gerek 22 Temmuz seçimlerinden önce ve gerekse bu seçimlerden bu yana yaşanan gelişmeler, AKP hükümetinin görece farklı söylemine rağmen - kendi burjuva hukuklarının da ırzına geçmede durkasamayan- Türk egemen sınıflarının, Kürt halkını ve onun Demokratik Toplum Partisi gibi siyasal temsilcilerini hedef alan baskı ve terör politikasını sürdürmede ve bunu linç uygulamalarına kadar götürmede kararlı olduğunu gösteriyor. Bunun esas nedeni, çok kaba bir anlatımla, Türk işbirlikçi-tekelci burjuvazisinin ABD ve İsrail-yanlısı bir iç ve dış politika gütmesidir. 21 Mart 2005’teki bayrak provokasyonunu konu alan “Bayrak Krizi Üzerine Düşünceler” adlı ve 13-15 Nisan 2005 tarihli makalemde bu konuda şunları diyordum:
"Bütün bunlardan, bayrak provokasyonunun ardındaki güçlerin, dünya halklarının baş düşmanı ABD-İsrail-Britanya bloku ile Türk egemen sınıflarının, bu blokla daha sıkı bir bağlaşmadan yana olan ve bu şer ekseninin ‘teröre karşı savaş’ stratejisine boylu boyunca katılmasından yana olan fraksiyonu olduğu sonucu çıkarılabilir. Ne var ki, yukarda da değinmiş olduğum gibi, ana gövdesi ödleklik, kendine güvensizlik ve siyasal manipülasyona açıklıkla karakterize edilen ve Kürt, Ermeni ve Rum korkusuyla yoğrulmuş olan Türk gericiliğinin hiçbir fraksiyonu, genelde emperyalizme ve özelde neo-faşist şer eksenine tutum alma, Kürt sorununun demokratik çözümünü gerçekleştirme ve Osmanlı-Türk egemen sınıflarının Ermeni, Rum ve Kürt halklarına karşı işlemiş oldukları suçların hesabını açıkyüreklilikle verme güç ve yeteneğinden yoksundur. Ve onlar, bunu yapamadıkları ve kendi korkularının ve güvenlik kaygılarının tutsağı olarak kaldıkları sürece de, yer yer yalpalamak ve yoldan sapmakla birlikte, esas olarak sadece Washington’un değil, Londra’nın, Tel Aviv’in, Paris’in, Berlin’in, Brüksel’in tehdit ve şantajlarına boyun eğecek, bu merkezlerin kendilerine çizdiği rotayı izleyeceklerdir." 

PKK ve Kürt Halkı İçin Dersler

PKK, bazılarının ve özellikle Türk milliyetçisi sözde sosyalist kişi ve grupların ileri sürdüğü gibi henüz bir ABD işbirlikçisi güç olarak değerlendirilemez. Ancak, PKK’nın Güney Kürdistan’da konuşlu önderliğinin dünya işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı ABD’nin Ortadoğu’da giriştiği işgal ve terör eylemlerine olumlu bir gözle bakması, faaliyetlerini belli ölçüde onunkilerle koordine etmesi ve PJAK’nin İran’a karşı giriştiği saldırıları desteklemesi, onu işbirlikçiliğe açık hale getirmektedir. Güney Kürdistan’daki PKK önderliğinin ve Kürt halkının ABD emperyalizminin ve onun İsrail ve Pehlevi İranı gibi sahte dostlarının 1975’teki ihanetinin yanısıra 1991’de Irak’a karşı gerçekleştirilen “Çöl Fırtınası” kod adlı savaşın ardından patlak veren Kürt ayaklanmasında yüzüstü bırakılmalarından çıkarması gereken çok önemli dersler vardır. Bunlara ABD emperyalizmine bir kez daha bel bağlamaktan kaynaklanan son haftaların deneyimlerinin dersleri eklenebilir ve eklenmelidir. Bence, bunlardan birincisi Kürt halkının ve ulusal hareketinin gerçek dost ve bağlaşıklarının ABD ve Barzani ve Talabani klikleri değil, çıkarları onlarınkiyle taban tabana karşıt olan Kürt emekçi halkı ve Irak’ta ABD işgali ve terörüne karşı direnen Irak halkı olduğu gerçeğidir. Görünen o ki PKK gerçek dostlarıyla gerçek düşmanlarını ayırdedememekte, daha doğrusu bu konuda hiçbir ilkesel bakış açısına sahip bulunmamaktadır. Mao Zedung Mart 1926’da kaleme aldığı “Çin Toplumundaki Sınıfların Tahlili” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

"Düşmanlarımız kimlerdir? Dostlarımız kimlerdir? Bu, devrimin en önemli sorunlarından biridir... Devrimi kesin olarak başarıya ulaştırabilmek ve kitleleri yanlış yola sokmaktan kaçınabilmek için, gerçek düşmanlarımıza saldırmak üzere, gerçek dostlarımızla birleşmeye dikkat etmeliyiz.” (Mao Zedung, Seçme Eserler I, İstanbul, Aydınlık Yayınları, 1979, s. 19) İkinci önemli ders; emperyalistlerin, gerici burjuvazinin, burjuva liberallerinin ve küçük-burjuva reformistlerinin inat ve ısrarla talep ettiklerinin aksine ezilen sınıfların ve ulusların silahlarını muhafaza etmesinin yaşamsal önem taşıdığı gerçeğidir. En azından Türkiye ve Irak Kürdistanı’nda siyasal güç dengelerinin Kürt, Arap, Türk vb. işçileri ve halklarının yararına köklü bir biçimde değişmesine kadar Kürt halkı silahlarını teslim etmemelidir. Gerici ve emperyalist burjuvazi, zor ve şiddet tekelini ellerinde tutma, ezilen sınıfların ve halkların meşru haklarını silahla aramalarını engelleme ve onların varolan silahlı örgütlenmelerini yoketme hususunda ödün vermemekte her zaman kararlı olmuşlardır. Lenin, Engels’in Fransa’da her devrimden sonra burjuvazinin ilk işinin silahlı işçilerin silahsızlandırılması olduğunu belirttiğine işaret ettikten sonra şöyle diyordu:
”Burjuva devrimler deneyiminin bilançosu etkili olduğu kadar kısadır da. Burada sorunun özü – geçerken devlet sorununda da (ezilen sınıfın elinde silahları var mı yok mu?)- isabetle kavranmıştır. Gerek burjuva ideolojisinin etkisi altında kalan profesörler, gerekse de küçük-burjuva demokratlar, çoğunlukla tam da bu öze yan çizerler.” (Devlet ve Devrim, Ankara, İnter Yayınları, 1995, s. 92) Üçüncü ve belki de en önemli ders ise Kürt halkının devrimci öncüsünün ulusal hedefleri kırıntı kabilinden taleplerle sınırlamaktan vazgeçerek ulusun kendi yazgısını belirleme, yani ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı üzerinde diretmesi ve daha da önemlisi Kürt ulusunun yazgısının Kürt ulusal burjuvazisinin değil, Kürt işçi sınıfının ve emekçi köylülüğünün çıkarları doğrultusunda belirlenmesi yani, Kürt ulusunun ulusal kurtuluşunun onun emekçi yığınlarının sosyal kurtuluşuyla birleştirilmesi için savaşma yolunu tutmasıdır.

PKK’nın ne bugünkü daha geri ve teslimiyetçi yapısı ve siyasal çizgisinin, ne de geçmişteki görece ileri burjuva ulusal-devrimci yapısı ve siyasal çizgisinin bu dersleri kavramasına olanak vermeyeceği haklı olarak söylenebilir ve söylenecektir de. Ancak genel olarak Ortadoğu ve dünya işçi sınıfı ve halklarının tarihsel pratiği başka bir çıkış yolunun da bulunmadığını gösteriyor. Dolayısıyla özelde Kürt ve genelde Ortadoğu işçi sınıfı ve halklarının önündeki en önemli görevlerden birisi, emperyalizme ve yerel gericiliğe karşı berrak bir savaşım programına sahip tutarlı demokratik ve enternasyonalist öncü müfrezelerin yaratılmasını dayatmaktadır.

 

DİPNOTLAR

(1) MİT'in İstihbarattan Sorumlu Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in, 19 Kasım’da Taraf gazetesinde yayınlanan açıklamasında “Kuzey Irak'ta PKK'yı bitirmek, Türkiye'de PKK sorununu kesinlikle çözmez” demek suretiyle bu gerçeği teslim ediyor.

(2) Abdullah Öcalan Mayıs-Haziran 1999’da Devlet Güvenlik Mahkemesine sunduğu “Savunma” ve “Esasa İlişkin Savunma” başlıklı metinlerde Türk gericilerine, kendileri açısından son derece avantajlı ve Kürt halkının devlete bağlanmasına ve Türk egemen sınıflarının faşist rejiminin daha da istikrar kazanması ve güçlenmesine yol açacak uzlaşma önerileri getirmiş, dahası bu görüşlerini daha sonraki yıllarda pek çok kez yinelemiştir. Ama Türk devletinin içindeki bir azınlığın görüşlerine denk düşen bu görüşler duymazdan gelinmiş, hatta gerici burjuva basını tarafından çarpıtma ve demagoji konusu edilmiştir. Burada bellek tazeleme amacıyla bu görüşlerden bir demet sunuyorum:

"PKK’nin askeri sorun olmaktan çıkması, Kürt sorununun siyasi çözümünün yolunu açacak ve beraberinde siyasi sorun olmaktan çıkması anlamına da gelecektir. Devletin bütünlüğünü birliğini zorlamaktan, ona güç verme sürecine girilecektir. Devletle demokratik bütünleşme yolu açıldıkça devlete karşıt konum aşılacaktır.” (A. Öcalan, Esasa İlişkin Savunma)

“Silahlı çatışma ortamının ortadan kalkması, yıllardır yasadışı konumda olan birçok örgütü, demokratik ortamla bütünleşmeye itecektir. Özellikle çıkarılacak bir af ve yasal, siyasal çalışmanın önü açık tutulduğunda demokratikleşmenin daha da kökleşmesine yol açacaktır.” (A. Öcalan, Savunma)

“Sorunun özü gereği askeri olarak çözülecek bir durum da yoktu... O halde devletin de gerekli duyarlılığı göstermesi halinde silahlı çatışmadan vazgeçme vakti gelmiş ve hatta geçmektedir.” (A. Öcalan, Esasa İlişkin Savunma)

“Cumhuriyet tarihinin bu en zor sorunu çözümlendiğinde Türkiye'nin iç barışından aldığı güçle bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşacağı kesindir. Ortadoğu'da liderlik dönemi Orta Asya'dan Balkanlar ve Kafkaslara kadar etkili olma anlamına gelecektir. Demokratik sistemin çözüm gücü, başta barış olmak üzere, birçok çelişki ve sorun olan bu bölgelere haklı bir müdahale ve desteğin verilmesi ve istenmesine de yol açacaktır.” (A. Öcalan, Savunma)

“Türkiye burada büyük tehlikelerden korunma kadar, tersine yani güç kaynağına dönüştürme şansına sahip olacaktır. İçte ve dışta PKK'nin askeri savaş olanakları çözümle birlikte Türkiye'nin hizmetine girecektir... Kürtlerin Demokratik Cumhuriyet’le bütünleşmesi geliştikçe bu askeri anlamda da karşı tehditten stratejik bir güç kaynağına dönüşecektir. Çözüm bu büyük fırsatı sunuyor. Geleceğe en büyük stratejik yatırım oluyor.” (A. Öcalan, Esasa İlişkin Savunma)

 Garbis Altınoğlu, 24-25 Kasım 2007